Savaş ve Barış I. Cilt

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Chère et excellente amie. Votre lettre du 13 m’a causé une grande joie. Vous m’aimez donc toujours, ma’poétique Jülie. L’absence dont vous dites tant de mal, n’a donc pas eu son influence habituelle sur vous? Vous plaignez de l’absence que devraisje dire, moi, si j’osais me plaindre, privée de tous ceux qui me sont chers? Ah! si nous n’avions pas la religion pour nous consoler, la vie serait bien triste. Pourquoi me supposezvous un regard sévère, quand vous me parlez de votre affection pour le jeune homme? Sous ce rapport je ne suis rigide que pour moi. Je comprends ces sentiments chez ies autres et si je ne puis les approuver, ne les ayant jamais ressentis, je ne les condamne pas. Il me parait seulement que l’amour chrétien, l’amour du prochain l’amour pour ses ennemis est plus méritoire, plus doux et plus beau, que ne le sont les sentiments que peuvent inspirer lesbeaux yeux d’un jeune homme à une jeune fille poétique et aimante comme vous.

La nouvelle de la mort du comte Bezoukhov nous est parvenue’ avant votre lettre, et mon père en a été très affecté. Il dit que c’était l’avantdernier représentant du grand siècle et qu’à présent c’est son tour; mais qu’il fer,a son possible pour que son tour vienne le plus tard possible. Que Dieu nous garde de ce terrible malheur! Je ne puis partager votre opinion sur Pierre. Que j’ai connu enfant. Il me paraissait toujours avoir un coeur excellent, et c’est la qualité que j’estime le plus dans les gens. Quant à son héritage et au rôle qu’y a joué le Prince Basile, c’est bien triste pour tous les deux. Ah! chère amie, la parole de notre divin Sauveur qu’il est plus aisé à un chameau de passer par le trou d’une aigulle qu’il ne l’est à un riche d’entrer dans le royaume de Dieu, cette parole est terriblement vraie; je plains le Prince Basile et je regrette encore davantage Pierre. Si jeune et accable de cette richesse que de tentations n’auratil pas à subir! Si on. me demandait ce que je désirerais le plus au monde, ce serait d’être plus pauvre que le plus pauvre des mendiants. Mille grâces, chère amie, pour l’ouvrage que vous m’envoyez, et qui fait si grande fureur chez vous. Cependant, puisque vous me dites qu’au milieu de plusieurs bonnes choses il y en a d’autres que la faible conception humaine ne peut atteindre, il me parait assez inutile de s’occuper d’une lecture inintelligible, qui par là même ne pour rait être d’aucun fruit. Je n’ai jamais pu comprendre la passion qu’ont certaines personnes de s’embrouiller l’entendement en s’attachant à des livres mystiques qui n’élèvent que des doutes dans leurs esprits, exaltent leur imagination et leur donnent un caractère d’exagération tout à fait contraire à la simplicité chrétienne. Lisons les Apôtres et l’Evangile. Ne cherchons pas à pénétrer ce que ceuxlà renferment de mystérieux, car comment oserionsnous, misérables pécheurs que nous sommes, prétendre à nous initier dans les secrets terribles et sacrés de Providence tant que nous portons cette dépouille chamelle qui élève entre nous’ et l’Éternel un voile impénétrable?

Bornonsnous donc à étudier les principes sublimes que notre divin Sauveur nous a laissées pour notre conduite icibas; cherchons à nous y conformer et à les suivre, persuadonsnous que moins nous donnons d’essor à notre faible esprit humain et plus il est agréable à Dieu, qui rejette toute science ne venant pas de. Lui; que moins nous cherchons à approfondir ce qu’il Lui a plu de dérober à notre connaissance et plus tôt II nous en accordera la découverte par Son divin esprit.

Mon père ne m’a pas parlé de prétendant, mais il m’a dit seulement qu’il a reçu une lettre et attendait une visite du Prince Basile. Pour ce qui est du projet de mariage qui me regarde, je vous dirai, chère et excellente amie, que le mariage, selon moi, est une institution divine à laquelle il faut se conformer. Quelque pénible que cela soit pour moi, si le Tout-Puissant m’impose jamais les devoirs d’épouse et de mère, je tâcherai de les remplir aussi fidèlement que je le pourrai, sans m’inquiéter de l’examen de mes sentiments à l’égard de celui qu’il me donnera pour époux.

J’ai reçu une lettre de mon frère, qui m’annonce son arrivé à ‘Lisst Gori avec sa femme. Ce sera une joie de courte durée puisqu’il nous quitte pour prendre part à cette malheureuse guerre durée Puisque’il nous sommes entraînés Dieu sait comment et pourquoi. Non seulement chez vous, au centre des affaires et du monde, on ne parle que de guerre, mais ici, au milieu de ces tracas champêtres et de calme de la nature, que les citadins se représentent ordinairement à la campagne, les bruits de la guerre se font entendre et sentir péniblement. Mon père ne parle que marche et contremarche, choses auquelles je ne comprends rien; et avanthier, en faisant ma promenade habituelle dans la rue du village, je fus témoin d’une scène déchirante… C’était un convoi des recrues enrôlées chez nous et expédiées pour l’armée… Il fallait voir l’état dans lequel se trouvaient les mères, les femmes, les enfants des hommes qui partaient et entendre les sanglots des uns et des autres! On dirait que l’humanité a oublié les lois de son divin Sauveur, qui prêchait l’amour et le pardon des offenses, et qu’elle fait consister son plus grand mérite dans l’art de s’entretuer.

Adieu, chère et bonne amie, que notre divin Sauveur et Sa très Sainte Mère vous aient en Leur sainte et puissante garde.

MARIE

Çok sevgili biricik arkadaşım. 13 tarihli mektubunuzu aldım, sevinçle okudum. Demek bana olan sevginiz eksilmedi, benim şair ruhlu Jüliacığım! Şu hâlde, o kadar kötülediğiniz o ayrılık sizin üzerinizde her zamanki etkisini yapmamış… Ayrılıktan şikâyet ediyorsunuz… Şikâyet etmeye cesaretim olsaydı ya ben ne demeliydim? Ben ki bütün sevdiklerimden ayrı düşmüş bulunuyorum şu anda! Ah, sevgili dostum, bizi teselli edecek bir dinimiz olmasaydı kim bilir ne kadar hüzünlü ve karanlık bir hayat sürmeye mahkûm olurduk! O gence olan eğiliminizden söz ederken benim sert bir tavır takındığımı söylüyorsunuz. Oysa ben, bu bakımdan, sadece kendime karşı sert tavır takınırım. Başkalarının kapıldığı bu gibi duyguları anlıyorum ve kendim hiçbir zaman böyle bir şey yaşamadığım için onları beğenmesem bile, suçlamaya da yönelmiyorum. Yalnız öyle sanıyorum ki insanın hemcinslerine karşı bir Hristiyan olarak beslediği sevgi; sizin gibi şair ruhlu bir genç âşık kızın içinde bir delikanlının güzel gözlerinin uyandırdığı duygulardan çok daha değerli, daha tatlı, daha derin bir şeydir.

Kont Bezuhof’un ölüm haberini sizin mektubunuz elime geçmeden önce almış bulunuyorduk. Haber, babamı çok üzdü. Yüzyılın büyük temsilcileri arasında Kont’un kendisinden hemen önce geldiğini, dolayısıyla da ölme sırasının şimdi kendisinde olduğunu ama bu sıranın mümkün olduğunca geç gelmesi için elinden gelen her şeyi yapacağını söyleyip durdu hep. Tanrı bizi böyle bir felaketten korusun!

Çocukluğumdan bu yana tanıdığım Piyer hakkında ileri sürdüğünüz fikirlere katılamayacağım. Bana daima çok iyi kalpli bir insan gibi görünmüştür Piyer, iyi kalplilikse benim insanlarda en fazla değer verdiğim özelliklerin başında gelir. Vasiyetnameye ve Prens Vasili’nin bu konuda oynadığı role gelince: Buna çifte kötülük derler. Ah, sevgili kardeşim; Ulu Kurtarıcımız Rab İsa’nın, “Bir zenginin cennete girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur…” şeklindeki sözleri ne kadar müthiş ve doğru sözler, öyle değil mi? Prens Vasili’ye acıdım. Piyer’e daha çok acıyorum! Bu genç yaşta öylesine muazzam bir servetin yükünü omuzlarında taşıması ne zor! Kim bilir nelere katlanması, nelere göğüs germesi gerekecek! Eğer bana, “Bu dünyada en çok ne istersin?” diye sorsalardı, “En fakir insandan da fakir olmayı isterim…” diye karşılık verirdim… Bana göndermiş olduğunuz kitap için binlerce teşekkürler… Bununla birlikte bu kitapta, belirttiğiniz gibi birçok iyi şeyin yanı sıra insanoğlunun güçsüz aklıyla kavrayamayacağı şeyler de bulunduğuna göre, derim ki herhangi bir yarar sağlaması imkânsız bir kitapla uğraşmak gereksizdir. Bazı insanların; içlerinde sadece şüphe uyandıran, tutku ve hayallerini kamçılayan ve onlara Hristiyan dinindeki sadeliğe tamamıyla aykırı bir şekilde büyüklük taslama huyu kazandıran birtakım mistik kitaplarla zihinlerini bulandırmalarına ve bunlara tutkuyla bağlanmalarına hiçbir zaman akıl sır erdirememişimdir. Bence sadece azizlerin eserlerini ve İncil’i okusak, çok daha iyi ederiz. O kitaplardaki gizli bilgileri anlamaya çalışmamalıyız çünkü biz zavallı günahkârlar, “ölümsüz olan” ile kendi aramızda, anlaşılması imkânsız bir perde olarak gerili duran beden dediğimiz kalıbı taşıdıkça Tanrı’nın o kutsal, o müthiş sırlarını nasıl çözüp anlayabiliriz ki? Gücünü Tanrı’dan alan Kurtarıcımızın bizim bu dünyada nasıl davranmamız gerektiğini bildiren o büyük kurallarını incelemekle yetinirim, çok daha iyi. O kurallara uyalım ve şunu kabul etmeye çabalayalım ki aklımızı ne kadar az dizginsiz bırakırsak Tanrı da bizden o kadar hoşnut olur! Doğrudan doğruya ondan kaynaklanmayan her türlü bilgiyi reddeden Tanrı’nın bizlerden saklamak istediği konuların derinliğine ne kadar az inersek onun kavrayış gücünün yüceliğini o kadar çabuk sezinleyebiliriz…

Babam bana bir talip çıktığını söylemedi, yalnız bir mektup aldığını ve Prens Vasili’yi beklediğini söyledi… Evlilik konusundaki düşüncelerime gelince: Size hemen şu kadarını söyleyeyim ki eşsiz sevgili kardeşim, bence evlilik Tanrı’nın ortaya koyduğu ve bizim uymakla yükümlü olduğumuz bir kuraldır. Bu bakımdan, bana ne denli ağır gelirse gelsin Tanrı bana bir eş ve anne olmak sorumluluğunu yüklemek istiyorsa bu ödevleri, içimde onun bana eş olarak nasip ettiği kişiye karşı uyanan duyguları göz önüne almaksızın elimden geldiğince kusursuz bir şekilde yerine getirmeye çalışırım…

Matmazel Bourienne’in, “r”leri çatlatarak telaffuz eden dolgun tatlı sesi yükseldi birden:

 

“Ah, vous expédiez le courrier, Princesse moi j’ai expédié le mien. J’ai écris à ma pauvre mère.”242

Prenses Mariya’nın içinde bulunduğu ciddi, hüzünlü ve sıkıcı havaya bir anda bambaşka, hafif, şen şakrak ve sevinç dolu bir hava getiren Matmazel Bourienne sesini alçaltarak devam etti:

“Priscesse il faut que je vous prévienne, le Prince a eu une altercation…”243

R’leri mahsus üzerine bastıra bastıra ve kendi sesini dinletmekten zevk alarak konuşmaktaydı:

“Une altercation avec Michel İvanoff. Il est de très mauvaise humeur, très morose. Soyez prévenue, vous savez…”244

Ağabeyimden mektup aldım. Karısıyla birlikte Lisi Gori’ye geleceğini haber veriyor. Ama sevincimiz uzun sürmeyecek çünkü savaşa katılmak üzere kısa bir süre sonra bizden ayrılacak yine. Bu savaşa sanki neden girdik, Tanrı bilir! Yalnız sizin orada, iş çevresinin ve sosyetenin toplandığı başkentte değil burada da kentlilerin genellikle çok sakin bir yer olarak hayal ettikleri köyümüzde de bu sessizlikte ve tarım işlerinin arasında bile duyuluyor savaşın yankıları. Üstelik, enikonu ağır bir şekilde hissediliyor. Babam seferden ve karşı harekâttan başka hiçbir şeyden söz etmez oldu artık. Bense bunlardan hiçbir şey anlamıyorum… Üç gün önce köyün sokaklarında her zamanki gezintimi yaparken içler acısı bir sahneye tanık oldum. Askere alınarak cepheye sevk edilen kura erlerinden bir gruptu gördüğüm… Gidenlerin ana babalarının, karı ve çocuklarının hâlini görüp karşılıklı nasıl anlaştıklarını işitmenizi isterdim! İnsanlık, yapılan kötülükleri bağışlamayı ve bütün insanları sevmeyi öğreten kurtarıcısının öğütlerini unutmuş ve en mühim üstünlüğünün birbirini öldürme sanatında gizlendiğine inanmıştı sanki…

Güle güle, sevgili, iyi kalpli arkadaşım… Kutsal Kurtarıcımız ve İlahi Annesi, sizi o kudretli ve sınırsız koruması altına alsın.

MARİYA

Prenses Mariya, “Ah! Chère amie…”245 diye cevap verdi hemen. “Je vous ai priée de ne jamais me prévenir de l’humeur dans laquelle se trouve mon père. Je ne me permets pas de le juger, et je ne voudrais pas que les autres le fassent!”246

Saatine baktı Prenses. Klavsen çalmaya ayrılmış vaktinden beş dakikasını harcamış durumdaydı. Korkuyla oturma odasına seğirtti. Günlük işler düzenine göre, saat on iki ile iki arasında Prenses’in klavsen çalması, Prens’in de dinlenmesi gerekiyordu.

XXIII

Büyük çalışma odasında nöbet tutan ihtiyar uşak, Prens’in horultusuna kulak kabartarak arada bir şekerleme de yapıyordu. Konağın öbür ucundan, bir dizi kapalı kapının ardından, Dussk’un belki yirminci kez tekrarlanan bir sonatının zorlu pasajları işitiliyordu şimdi.

Bir faytonla bir briçka yanaşmıştı o sırada kapıya. Arabadan inen Prens Andrey, kısa boylu karısının da inmesine yardım ettikten sonra onu öne geçirdi.

Perukasını takmış olan ihtiyar Tihon, bekleme salonunun kapısını aralayıp başını uzattı ve Prens hazretlerinin uykuda olduğunu bildirdi fısıldayarak. Hemen ardından da kapıyı kapattı. Tihon’un adı gibi emin olduğu bir şey vardı: Prens’in oğlunun gelmesi veya bundan başka herhangi bir beklenmeyen olay günlük düzenin akışını hiçbir şekilde kesintiye uğratamazdı. Bunu en az Tihon kadar Prens Andrey’in de bildiği belli oluyordu. Nitekim, babasının âdetinin onu görmediğinden bu yana değişip değişmediğini anlamak istercesine saatine baktı Prens, sonra karısına dönerek “Yirmi dakika sonra kalkar ancak…” dedi. “Gel biz Prenses Mariya’nın odasına gidelim.”

Geçen süre içinde şişmanlamıştı Küçük Prenses ama konuşmaya başladığı vakit gözleri yine eskisi gibi ışıl ışıl parlıyor ve tüylü üst dudağı, yine öyle sevimli bir şekilde hafifçe yukarı doğru kalkıyordu. Çevresine bakınarak katıldığı balonun ev sahibini övermiş gibi “Mais c’est un palais!”247 dedi. “Allons, vite, vite…”248

Etrafı incelerken Tihon’a da kocasına da kendilerine yol gösteren uşağa da gülümsüyordu durmadan. Klavsen sesinin geldiği yönü başıyla göstererek sordu:

“C’est Marié qui s’exerce? Allons doucement, il faut la surprendre.”249

Prens Andrey, nazik ama hüzünlü bir tavırla arkasından yürüyordu hep karısının. Yanından geçerken elini öpen ihtiyar uşağa, “Yaşlanmışsın sen, Tihon.” dedi.

Klavsen seslerinin taştığı kapının önüne gelmişlerdi ki yan odanın kapısından güzel sarışın bir Fransız kızı dışarı fırladı. Matmezel Bourienne idi bu, sevincinden uçuyordu:

“Ah! Quel bonheur pour la Princesse!”250 diye haykırdı. “Enfin! Il faut que je la prévienne…”251

Küçük Prenses, “Non, non de grâce…”252 diye atıldı. “Vous êtes mademoiselle Bourienne, je vous connais déjà par l’amiteé que vous porte ma bellesoeur.”253

Bir yandan da sarılmış öpüyordu genç Fransız kızını. Başıyla Prenses Mariya’nın odasını göstererek tatlı bir sürpriz yapabilecek olmanın mutluluğu içinde bağladı sözlerini:

“Elle ne nous attends pas!”254

Hep aynı parçanın çalınmakta olduğu oturma salonuna yaklaştılar. Prens Andrey, kapının önünde durdu ve can sıkıcı bir şey olacağını tahmin ediyormuş gibi yüzünü buruşturdu.

Küçük Prenses girdi içeri ve çalınan parça birdenbire kesildi. Önce bir çığlık yükseldi, sonra da Prenses Mariya’nın ağır adımları ve öpüşme sesleri…

Prens Andrey içeri girdiğinde ancak düğün sırasında kısa bir süre görüşebilmiş olan gelin ve görümce; sarmaş dolaş olmuş, öpüşmekteydiler rastgele. Matmazel Bourienne yanlarında duruyordu. Ellerini göğsüne bastırmıştı, onlara tapar gibi bakmaktaydı. Gülümsüyordu. Açıkça belli oluyordu ki o anda içinden hem ağlamak hem gülmek gelmekteydi…

Prens Andrey, omuzlarını silkti ve müzikseverlerin falsolu bir ses duydukları vakit yaptıkları gibi yüzünü buruşturdu. İki kadın ilkin bıraktılar birbirlerini, sonra yeniden -sanki geç kalmaktan korkuyormuşçasına el ele tutuşup- birbirlerinin ellerini ve yüzlerini öpmeye başladılar; en sonunda da Prens Andrey’i pek şaşırtan bir hareketle, ağlaşmaya başladılar. Yeniden yeniden öpüşmekteydiler bu arada. Ve Matmazel Bourienne de ağlamaya başlamıştı.

Prens Andrey’in bütün bunlardan sadece sıkıntı duyduğu açıkça belli oluyordu. Oysa her iki kadın için de o anda ağlamaları kadar doğal bir şey yoktu. Bu karşılaşmanın başka bir şekilde noktalanabileceğini düşünmek dahi imkânsızdı.

Bir yandan da ikisi birden aynı anda konuşmaya başlamışlardı:

“Ah, chère!”255

“Ah, Marié!”256

“J’ai rêvé cette nuit…”257

“Vous ne nous attendiez donc pas?”258

“Ah! Marié, vous avez maigri…”259

 

“Et vous avez repris.”260

Bütün bu konuşmalar ara ara gülüşmelerle kesilmekteydi.

Bu arada Matmazel Bourienne de söze karışmıştı.

“J’ai tout de suite reconnu madame la Princesse.”261 dedi Lise’e bakıp gülümseyerek.

Prenses Mariya ise buna karşılık olarak “Et moi qui ne me doutais pas!”262 diye bağırıyordu.

Tam o sırada da ağabeyinin farkına vardı ve hıçkıra hıçkıra koştu ona doğru:

“Ah! André, je ne vous voyais pas…”263

Prens Andrey, kız kardeşini kucaklayarak öptü ve her zamanki gibi bir pleurnicheuse264 olmakla suçladı onu. Prenses Mariya ağabeyine dönmüş ve gözyaşları arasında, ışıldayan iri gözleriyle uzun uzun bakmıştı ona. Sıcak, sevgiyle dolu bakışlardı bunlar.

Küçük Prenses durmadan konuşmaktaydı. Tüylü dudağı durup durup aşağı iniyor, gereken noktada kıpkırmızı alt dudakla birleşiyor, sonra yeniden yukarı kalkıyordu. İşte o zaman da dişleriyle gözlerini ışıldatan o aydınlık gülümseyiş beliriyordu yüzünde. Spas Dağları’nda başlarından geçen ve sırf onların başından geçtiği için büyük bir tehlike saydığı bir olayı anlattı ilkin; hemen sonra, bütün giysilerini Petersburg’da bırakmış olduğunu, şimdi burada kim bilir hangi kılıkla dolaşacağını, Andrey’in çok ama çok değiştiğini, Kitti Odintsova’nın da kendisinden çok yaşlı bir adamla evlendiğini söyledi. Ardından, Prenses Mariya için de pour tout de bon265 bir kısmet çıktığını ekledi. Ama bu konuda daha sonra konuşacaktı.

Prenses Mariya, hiç konuşmaksızın ağabeyine bakıyordu hâlâ. Şimdi o güzel gözlerinde hem sevgi hem hüzün vardı. Yengesinin konuşmalarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan şeyler düşündüğü belliydi. Nitekim Küçük Prenses’in en son bayram hakkında anlattığı bir hikâyeyi yarıda keserek sordu ağabeyine:

“Savaşa gitme kararın kesin mi Andrey?”

İçini çekmişti sorarken. Lise de içini çekti.

Prens Andrey, kız kardeşine:

“Hem de yarın.” diye karşılık verdi.

Dayanamayıp atıldı Küçük Prenses:

“Il m’abandonne ici, et Dieu sait pourqoi, quand il aurait pu avoir de l’avancement…”266

Prenses Mariya, yengesinin sözlerini bitirmesini beklemeden ne düşündüğünü belli eden sevecen bakışlarını onun karnına dikti ve tatlı bir sesle sordu:

“Gerçek mi bu?”

Yüzü birden değişti Küçük Prenses’in. İçini çekerek “Tabii gerçek…” dedi. “Ah, öyle korkuyorum ki!”

Üst dudağı aşağıya sarkmıştı yeniden. Yüzünü görümcesinin yüzüne yaklaştırdı iyice, sonra beklenmedik bir şey yaptı: Ağlamaya başladı.

Prens yüzünü buruşturmuştu hemen.

“Dinlenmeye ihtiyacı var…” dedi. “Öyle değil mi Lise?”

Karısının cevap vermesini beklemeksizin kız kardeşine döndü yeniden ve yumuşak ama itiraz kabul etmez bir tonla ekledi:

“Sen onu kendi odana götürürsün, ben de babamı görmeye giderim…”

Hemen sonra, “Babam nasıl? Hep aynı mı?” diye sordu.

Prenses sevinçle, “Hep öyle…” diye cevap verdi. “Hiç değişmedi…”

Bir an durduktan sonra da ekledi:

“Bakalım sen nasıl bulacaksın?”

Prens Andrey, babasına beslediği tüm sevgi ve saygıya rağmen onun zayıf yanlarını biliyor ve bunları anlayışla karşılıyormuş gibi hafifçe gülümseyerek sordu:

“Yine bütün her şey, hep aynı, belirli saatlerde mi yapılıyor? Bahçedeki gezintiler devam ediyor mu yine? Tezgâhının başına geçip yine aynı inat ve hırsla çalışıyor mu?”

Gülerek başını salladı Prenses Mariya.

“Evet evet; hep aynı saatlerde, hep aynı işler…” dedi. “Üstelik bir de şimdi benim matematik ve geometri derslerim var…”

Geometri dersleri hayatının en tadına doyum olmaz anlarıymış gibi sevinçle söylemişti bu son sözleri.

İhtiyar Prens’in yataktan kalkmasına daha yirmi dakika vardı. Konuşmaya devam ettiler. Süre dolunca Tihon belirdi kapıda ve Genç Prens’e babasının onu beklediğini söyledi.

İhtiyar Prens, oğlunun gelişi şerefine günlük hayatında bir değişiklik yapmıştı: Kendisi akşam yemeğinden önce giyinirken dairesine girmesine izin vermişti onun… Eski moda giysiler içinde, sırtında bir kaftan ve perukasına da pudra sürmüş olarak dolaşırdı Prens. Andrey (yüzünde salonlarda takındığı tiksinti ifadesi ve somurtkan tavrıyla değil de Piyer’le konuşurken beliren canlı ve içten ilgiyle) babasının yanına girdiği vakit, tuvalet odasındaki maroken kaplı geniş koltuğa oturmuştu İhtiyar Prens; omuzuna bir pudra havlusu örtmüş, başını Tihon’un ellerine doğru uzatmıştı. Oğlunu görünce pudralı başını Tihon’un ördüğü saç örgüsünün imkân verdiği kadar sallayarak “Ooo, hoş geldin asker!” dedi. “Bonapart’ı yenmeye iyice hazırsın demek? Bari adamakıllı bir ders ver ona! Yoksa bu gidişle, korkarım bizleri de kendisine uyruk edecek…”

Yanağını uzattı oğluna.

“Hoş geldin!”

İyi bir öğle uykusu çekmişti İhtiyar Prens kendisine, keyifliydi. Yemekten önceki uykunun gümüş, yemekten sonraki uykununsa altın uyku olduğunu söylerdi fırsat düştükçe. Gür, sarkık saçlarının arasından sevinçle oğluna bakıyordu yan yan.

Yaklaştı Prens Andrey, babasını gösterdiği yerden öptü. Onun şimdiki askerlerle ve özellikle Bonapart’la alay etmesine karşılık vermedi hiç. Saygılı bir tavra bürünmüştü. İhtiyar Prens’in yüzündeki her çizginin hareketini dikkatle izlerken “İşte böyle babacığım…” dedi. “Bir çocuk bekleyen eşimle birlikte çıkıp yanınıza geldim…”

Bir an sustuktan sonra sordu:

“İyisiniz ya?”

Kendinden emin bir sesle cevap verdi ihtiyar:

“Ancak budalalar ve bir de ahlaksızlar hastalığa tutulur oğlum. Sense beni çok iyi bilirsin: Sabahtan akşama kadar çalışırım ben, duygularım ölçülüdür, perhiz yaparım. Böyle olunca da sağlık durumum elbette daima iyi olacaktır…”

Prens Andrey gülümseyerek “Tanrı’ya şükür!” dedi.

İhtiyar Prens ise somurtarak “Tanrı’yı böyle işlere hiç karıştırma.” diye homurdandı.

Sonra, “Haydi anlat bakalım, Almanlar size Bonapart’la ‘strateji’ dedikleri o yeni bilime uygun şekilde savaşmayı nasıl öğrettiler?” diye sordu.

Prens Andrey gülümsedi. Babasının zayıf yanlarının ona saygı duymasına ve sevgi beslemesine engel olmadığını gösteren bir tavırla.

“İzin verin de biraz soluk alayım…” dedi. “Daha henüz eşyalarımı bile yerleştirmiş değilim.”

İhtiyar Prens; saç örgüsünün istediği kadar sağlam örülüp örülmediğini sınamak için başını salladı, sonra oğlunun elini tutarak “Aldırma sen öyle işlere!” dedi. “Karın için ayrılan daire hazır. Prenses Mariya götürür onu. Zaten şimdi ikisi bir araba dolusu laf etmeden kendilerine gelemezler. Bu iş, kadın işi… Ayrıca da onu buraya getirdiğine memnun oldum.”

Bir an sustu, soluk aldı ve asıl konuya girdiğini belirten bir ciddilikle sürdürdü konuşmasını:

“Sen şimdi otur şuraya da anlat bakalım; Mihelson’un emrindeki ordunun ne yapmak istediğini anlıyorum pekâlâ, Tolstoy’un ordusunun durumunu da anlıyorum. Aynı anda çıkarma… Güzel ama bu durumda güney ordusu ne yapacak? Prusya tarafsızlık oynuyor, biliyorum bütün bunları… Peki ya Avusturya?”267

Bunları söylerken koltuğundan kalkmış ve odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamıştı. Tihon da onun ardından seğirtmekte ve elindeki giysileri sırayla İhtiyar Prens’in eline tutuşturmaktaydı.

Kendi havasına iyice dalmış, devam ediyordu Prens:

“Peki ya İsveç? Öyle ya, İsveç ne yapıyor? Pomeranya’dan nasıl geçecekler?”

Babasının bu konu üzerinde inatla durduğunu ve ondan mutlaka cevap beklediğini gören Prens Andrey, ilkin isteksiz bir sesle ama çok geçmeden kendisini konuya kaptırıp gittikçe biraz daha heyecanlanarak ve farkına varmaksızın eski alışkanlığını sürdürüp laf ortasında Rusçadan Fransızcaya geçerek tasarlanan seferin harekât planını açıklamaya girişti: Prusya’nın tarafsızlıktan vazgeçirilip savaşa katılmaya zorlanması için doksan bin kişilik bir ordunun tehdidi altında tutulacağını; bu ordunun bir kısmının, zamanı gelince Stralsund’da yüz binlerce askerle birleşeceğini; iki yüz bin Avusturyalının yüz bin Rus’la bir araya geldikten sonra İtalya ve Ren bölgesinde ortak harekâta başlayacağını; elli bin Rus’la elli bin İngiliz askerinin Napoli’ye ortak çıkarma yapacağını; böylece toplam beş yüz bin kişilik muazzam bir ordunun Fransızlara dört bir taraftan amansızca saldıracağını anlattı bir bir…

İhtiyar Prens, oğlunun anlattıklarına en ufak bir ilgi göstermiyordu… Hatta söylenenleri hiç işitmiyormuş gibi bir aşağı bir yukarı dolaşarak giyinmesini sürdürmekteydi… Üç kez ve her seferinde hiç beklenmedik anlarda kesti oğlunun sözünü. Birincisinde ani bir kol hareketiyle Andrey’i durdurup “Beyaz! Beyaz!” diye bağırdı.

Tihon’un ona, istediği yelek yerine başka bir yelek verdiğini belirtmek için söylemişti bunu…

İkinci seferinde yavaş yavaş durdu ve sordu:

“Doğum yakın mı peki?”

Oğlu bir baş işaretiyle cevap verince de sitem eder gibi başını sallayarak “Doğrusu tatsız bir durum bu!” dedi.

Hemen ardından da eklemekten geri kalmadı:

“Sen devam et anlatmaya, devam et!”

Ve üçüncü defasında, Prens Andrey plan konusundaki açıklamayı bitirmek üzereyken ihtiyarlara özgü falsolu sesiyle şarkı söylemeye başladı birdenbire:

 
Malbrough s’en vatenguerre,
Dieu sait quand reviendra. 268
 

Gülümsemekle yetindi Andrey.

“Ben size bu planı beğendiğimi söylemedim…” dedi. “Olup biteni açıkladım sadece…”

Konuşmayı sona erdirmek ister gibi ekledi:

“Herhâlde Napolyon’un da bir planı vardır ve bizimkinden daha kötü değildir…”

“Aslında, yeni hiçbir şey söylemiş olmadın bana!”

Bu kadar konuşmayı kendisinin de yeterli bulduğunu belirten bir tonla söylemişti bunları. Düşünceli bir havaya dalmıştı şimdi yeniden. Nitekim kendi kendine konuşur gibi:

“Dieu sait quand reviendra!”269 diye tekrarladı birkaç kere.

Sonra oğluna döndü.

“Hadi sen yemek salonuna git.” dedi.

242“Demek siz de mektup yolluyorsunuz Prenses. Ben çoktan yolladım kendi mektubumu! Anneciğime yazmıştım.”
243“Sizi uyarmam gerekiyor Prenses, Prens tartıştı yine…”
244“Mihail İvanof’la tartıştı. Keyfi iyice kaçmış durumda, suratı bir karış! Benden söylemesi, gerisi sizin bileceğiniz iş…”
245“Bakın, sevgili dostum.”
246“Babamın ruhi durumlarından bana katiyen söz etmemenizi rica etmiştim sizden. Onun hakkında hüküm vermek bana düşmez. Bunu başkalarının yapmasını da istemem!”
247“Ama bu başlı başına bir saray!”
248“Hadi çabuk, gidelim…”
249“Mariya çalıyor, öyle değil mi? Sessizce yürüyelim de sürpriz yapalım ona.”
250“Prenses için ne büyük bir mutluluk bu, bilseniz!”
251“Nihayet geldiniz işte! Kendisine haber vermeliyim.”
252“Hayır, hayır, lütfen…”
253“Matmazel Bourienne’siniz siz, görümcem sizi çok seviyor, sizi o anlattı bana hep.”
254“Hiç beklemiyor bizi!”
255“Ah güzelim!”
256“Ah Mariya!”
257“Bu gece rüyamda gördüm sizi…”
258“Demek bizi beklemiyordunuz?”
259“Mariya! Zayıflamışsınız siz…”
260“Siz de tam tersine kilo almışsınız.”
261“Prenses’i görür görmez tanıdım.”
262“Ben de hiç tanımayacağınızı sanıyordum!”
263“Ah, Andrey! Sizi henüz görüyorum…”
264Sulu göz.
265Ciddi.
266“Beni burada bırakıyor, nedenini Tanrı bilir. Hem de terfi edebileceği bir sırada…”
267Burada Prens, Napolyon’a karşı uygulanmak üzere General Winzengerode tarafından hazırlanan planı anlatmak istiyor. Michelson ile Tolstoy, Rus ordusunda görevli komutanlardandı ve Fransız ordusuna değişik yönlerden saldırmakla yükümlüydüler. Yükümlülüklerini de yerine getirdiler. Ama Napolyon’un Austerlitz Zaferi’ne engel olamadılar.
268Malbrough savaşa gider, Tanrı bilir ne vakit döner! Eski bir Fransız şarkısının nakaratı. (e.n.)
269“Tanrı bilir ne vakit döner!”