Unutmağa Kimse Yok

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Bir gün önce
Mağaranın içinde Gulamhüseyin öğretmen ile Behram Emmi

Gulamhüseyin öğretmenin mağaradaki nakışları (işaretleri) eliyle teker teker az kalsın yerinden koparırcasına incelemesi, Behram Emminin pek hoşuna gitmedi.

“Öğretmen ne yapıyorsun? Kazıyıp koparırsın, etme, eyleme.”

“Ne yaptım ki?” Gulamhüseyin öğretmen arkasına dönüp sinirle Behram Emmiye baktı. “Bir şey olmaz, merak etme çok sağlamlar.” (“Yani bunun altında gümüş de mi yok? Keşke bu (Behram Emmi) olmadan buraya girmek mümkün olsaydı.”

“Yarın öbür gün şehirden büyük büyük âlimler gelecek, gelip bakacaklar, olmaz ki…”

“Ben bir şey yapmadım. Ne yaptım ki ben? “Hele bir çocukları getireyim, buraları darmadağın etsinler de görün.”

Gulamhüseyin öğretmen özlem dolu ve aç gözleriyle etrafı bir daha dikkatlice inceledi. “Yok, neyse bir şey var bu işin içinde. Öyle tesadüf falan değil. Bu yazılar burada boşuna peydahlanmamış. Behram bir şeylerin farkında, o yüzden sürekli buralarda dolaşıyor. Nakışların altında kesinlikle bir şeyler var.”

Gulamhüseyin öğretmen Behrem emmiye anlamlı anlamlı baktı, mağaradan dışarı çıktı.

Yine muhtarlık.
Behram Emmi ile Mübariz Efendi

“Ne olmuş?” Gulamhüseyin öğretmenin başına buyruk davranışlarını çok iyi bilen Mübariz Efendi önce bir şey anlamadı.

“Şu olmuş. Nakışlara dokunan kimselerin kesinlikle öleceğini söylemişti bana.”

“Kim söylemişti?”

“Mağara ruhu.”

“Ya Behram sen ne diyorsun?” Mübariz efendi artık dayanamadı, adam akıllı sinirlendi, yerinden kalktı, pencerenin karşısına geçti. Dışarıya bakarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Okulda dersler bitmişti. Öğrenciler ellerinde okul çantaları ikişer üçer muhtarlığın önünden geçip evlerine gidiyorlardı. Yüksek sesle, birbirlerinin sözünü keserek konuşuyorlardı. Bu saatlerde muhtarlığın önündeki meydan hep kalabalık olur. Aklı bir anlığına mağara gidip gelen Mübariz Efendi yüzünü Behram’a dönmeden esip gürledi:

“Sen ne diyorsun? Kim ölecek, nasıl ölecek, neden ölecek? Bütün bu ilçede hatta belki Azerbaycan’ın tamamında Gulamhüseyin gibi azman adam yok. Manda gibidir, boğa gibidir o, bilmiyorsun, ömür hayatında bir kere bile hastalanmamış. Komşumdur, ben iyi bilirim onu. Sen bilmiyor musun?”

“Biliyorum, ben de biliyorum” dedi Behram Emmi hüzünle.

İki gün sonra

Bunun üzerinden çok geçmemişti, köye haber yayıldı; Gulamhüseyin öğretmen akşam uyumuş sabah yerinden kalkmamıştı. İnanılacak gibi değil, ama uykudayken can vermişti. Ağlaşmalar, ağıt yakmalar… Ani ölüm zor iş, nedenini ailesi hısım akrabası bildi mi, bilmedi. Mübariz efendi Behram Emminin anlattıklarını hatırladı, onlar ile bu olay arasında kolayca bağ kurdu ve bu defa gerçekten ürktü. “Doğru söylüyormuş, ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Havalanmış gibi dolaştı Mübariz Efendi birkaç gün. Gulamhüseyin öğretmenin yas yerinde Behram Emmiden de uzak durmaya çalıştı her nedense. Ama hüzünlü bir akşamüzeri neyse anlamadığı bir şey onu sürükleyip Behram Emminin kapısına getirdi. Çoban Kalpağı her zamanki gibi sırtını Venk dağına vermiş duruyordu. Venk dağı kendisi ortalıkta yoktu, yerinde devasa bir gölge vardı. Mübariz Efendi dağa doğru bakamadı. Ufaklığın altında mindere yaslanıp bir süre ikisi de sessiz oturdu. Birbirlerinden kaçırdılar bakışlarını.

“Gördün mü?” Sessizliği ilk Behram Emmi bozdu.

“Gördüm.” Yanıt geldi Mübariz Efendiden.

F. Q.’nin köye gelişinin ilk gecesi.
Behram Emminin heyecanı

Behram Emmi arka odaya geçti, yatağına girdi. Evet, yağmur yağıyordu ama evin çatısından damlaların sesi duyulmuyordu. Behram Emmi hemen durumun farkına vardı. “Acaba bu çocuk nasıl, bir şey anladı mı? Bu yağış zaten bir işarettir, keşke bu defe sonuç alınsaydı… F. Q.’nin şansı yaver gidip okuyabilseydi yazıyı.” Behram Emmi F. Q.’yi beğendi. “Temiz, saf bir insana benziyor. Böyleleri işini yarıda bırakmaz. Okumadan gitmeyecek buralardan.” Bakü’den gelenlerin (uzmanların) onun evinde kalmaları Behram Emminin gururunu okşuyor, saygınlığını bir beş arttırıyordu. Behram Emmi mağarayı (oradaki yazıyı) bulmasından, açığa çıkarmasından öte şehirden gelen konukların onun evinde kalmalarına seviniyordu. Mübariz Efendi arada bir onun bu sevincine soğan sıksa da (bazen saygın konuklardan birisini alıp, televizyon izlemek bahanesiyle evine götürüyor ama bundan fazlasına da gücü yetmiyordu), Behram Emmi bunu umursamıyor (“kıskanıyor, kıskanıyor, kıskançlık bunun kanında canında var”) , Bakü’den gelen konuklara (Enstitü çalışanlarına, onlara eşlik eden ilçe yetkililerine ve de Mübariz’in bizzat kendisine) hizmet vermekten özel bir keyif alıyordu.

F. Q. kapıyı açtı, yavaşça içeri girdi. Dikkatli davranmaya çalışsa da ayağı bir şeylere takıldı (ışığı açmak istememişti), iskemleymiş, onu bir kenara kaldırdı, kendi odasına girdi. Önce bavulunu açmak, eşyalarını yerleştirmek istedi ama çok yorulmuştu, üşendi, üstünü zar zor çıkararak yatağa girdi. Ondan beklenmeyen bir şey… Bu kadar gözlem ve izlenimin beynine, gözüne, kalbine sokulmasına rağmen başı yastığa inince neredeyse kafasına dokunacak kadar aşağılara inmiş yıldızları da, yönü yukarıya doğru yağan yağmuru da, Venk dağını da, mağarayı da, yazıyı da, Afak’ı ve onun cadı annesini de, Mübariz Efendiyi de (F. Q.’nin dudağına hafif bir tebessüm kondu, acaba adının anıldığını Mübariz kendisi de hissetti mi?), unutmadı mı, unuttu ve deliksiz bir uykuya daldı.

Behram Emmi ise uyuyamıyor, yatağında o fır dönüyordu. “Mübariz” konusu (“Mübariz’e bakma, iyi insandır. Ben sana onun hikâyesini anlatırım”) Behram Emminin uykusunu kaçırmıştı: “Keşke öyle demeseydim. Hiç Mibariz’in yeri miydi? Hele ‘öyle anlatırım, böyle anlatırım’… Anlatmak da ne, neyi anlatacaksın be adam? Neyi?” Köhne, can sıkıcı anılar nerelerdense gelip beynine sokuldu. Sağ tarafına döndü. Yorganı başına çekti, altına saklandı. Bir ah çekti: “Mübariz’e acımak bana mı kaldı? Bırak bu genç adam Mübariz’i az biraz da kötü bilsin. Haline acınacak birisi varsa o da benim aslında; ben Behram, Mübariz değil, uzun burunlu Mübariz hiç değil. Ne olmuş ki Mübariz’e? Evi barkı, çocukları, eşi (bir zamanlar kötü diller Tükez kadınla ilgili de bir şeyler fısıldadı, günahı söyleyenlerin boynuna)… Mübariz hayatını düzeninin çoktan kurmuş. Ya ben?” Behram Emmi bu tür acıklı düşünceleri kendinden uzak tutmaya çalışmıştı hep. Bazen başarmış bazen de başaramamıştı. Şimdi de hayali onu bu gece vakti alıp uzaklarda kalmış çocukluk ve gençlik yıllarına götürmedi mi, götürdü; uykusu kaçtı, yaşadıkları bir sinema şeridi gibi başa döndü ve yorgan altındaki Behram emmi de dönüp oldu sıradan bir seyirci.

Mübariz, Behram, Gülsüm destanı çoktan beri böyle renkli görünmemişti onun gözüne. Her şey türlü renklere bürünmüştü, etraf alışıp yanan renkler içindeydi.

Mübariz, Behram, Gülsüm (yıllar önce)

Yalan olmasın, yaklaşık elli veya elli bir yıl önce (tam olarak 1954 yılında) asık suratlı bir sonbahar sabahı (ama hayır, belki de kırk yıl önceydi) Behram köyde yeni kurulan okulun 3. sınıfına gitmeğe başladı, okula hiç geç kalmadı. Rahmetli babası onu uzak bir yere (yakındaki köyün okuluna yürüyerek bir saatte gidiliyordu) göndermek istememişti. Aslında yol uzaktır, her gün gidip gelmek çocuk için zor olur vs. gibi şeyler önemli değildi; Kamer Efendi bu tür şeyleri umursamazdı. Yalnız ufak Behram ona burada gerekti; koyun sürüsünü otlağa götürdüğünde Behram da ona arkadaşlık ediyordu. Çünkü Behram’ın babası Kamer köyün çobanıydı.

Okulun yeni binası zamanında teslim edildi. İnşaatı ilçe merkezinden gönderilen bir devlet kuruluşu üstlendi ve zamanında bitirdi.

Köydeki devlet çiftliği başkanlığı ile muhtarlığın ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir açış töreniyle hizmete açıldı. Okul binası postanenin sağ tarafına yapılmıştı. Heyecanlı, şenlikli bir gündü. Köy halkı bayramlıklarını giydi, süslendi, postanenin önündeki meydana (Radyo meydanına) toplandı; masalar, sandalyeler, semaverler, bardak tabak getirildi, çay sofrası kuruldu.

Mübariz o yıllarda henüz bıyıkları yeni yeni çıkmaya başlayan bir yeniyetmeydi. İnşaat süresince kendi yaşıtlarını bir ekip kurmuş, onun bu gayretkeşliğine bıyık altından gülen ustalara güya yardım etmeğe çalışırdı; çay verir, yemek sofralarını kurur, toplar, inşaat alanında temizlik yapardı. Yüzleri tıraşsız, asık suratlı, fazla konuşmayı sevmeyen ustaları ilçe merkezinden üstü açık bir kamyon sabahları erkenden köye getirir, akşam karanlığı çökünce de geri götürüyordu. Ustaların hiç konuşmadan yedikleri öğle yemeğini muhtarlık çıkarıyordu; her hane bir günlük (inşatta çalışanlar sekiz veya on kişiydi) öğle yemeğini üstlenmişti.

İnşaat için taşı, tuğlayı, keresteyi köyün muhtarı Allahverdi (“devlet dairelerinin kapı kapı dolaşarak”) yüz kapı çalarak temin ediyordu. Bazen malzeme geç kaldığında ustalar kısa veya uzun molalar verir, birbiri ardınca sigara içir, şantiyede köşede bucakta çaylarını yudumlayarak, ustabaşı Zerbali’nin tabiriyle “inşaat sürsatının” getirilmesini bekliyorlardı. Bu molalar sırasında Mübariz aklına gelen her şeyi bir araya getirerek ustaları (ilçe merkezindeki işleri, evleri, çoluk çocukları, akrabaları, “yakın” Moskova ve “uzak” Berlin üzerine) soru yağmuruna tutar, sonunda ustayı da yardımcılarını da bezdiriyordu. Çoğu zaman sessiz sedasız kalan Usta Zerbali böylesi durumlarda derdi ki (yalnız bu zaman suratı açılırdı): “Evimde ne var ne yok Mübariz benden daha iyi biliyor.”

Postane kapısının yakınında yüksek bir direk vardı, ucuna hoparlör asılmıştı, gün boyunca hiç susmaz çalışırdı; sesinin hırlayıp inlediği zamanlar da olurdu, açık net çıktığı zamanlar da. Akşamüzeri köy halkı –yaşlılar bir tarafta, gençler onların yakında bir yerde, kadınlar başka bir tarafta radyo meydanını doldurur (çoğu kişi kendi küçük tabureleriyle gelirdi), müzik programlarının, özellikle şiirli, müzikli ve sonu acıklı biten aşk hikâyelerinin zamanını kaçırmazlardı. Radyo meydanı aslında yarı açık yarı gizli buluşmaların da mekânıydı. Zaman zaman kızların kadınların (çoğunlukla müzikli programlar sırasında) toplandığı yerden gelen gülüş sesleri (bazen özel bir gülüş karşı tarafta birisine bir işaret olarak gönderilirdi) ortalığı kaplıyordu. Bir de görürdün müzik bitmiş, yayın sona ermiş gelinmiş, radyoda artık Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetinin milli marşının son bölümü çalıyor ve işte o da bitiyor… Ama meydandan etrafa yayılan şen şakrak sesler, konuşmalar, gülüşler bitmek bilmiyordu.

 

Kış ve sonbahar dönemlerinde elbette ki radyo meydanı tenha kalıyor, bir nevi “nadasa” bırakılıyordu. Gece yağan ve nasıl yağdığını kimsenin görmediği bembeyaz kar radyo meydanının baştanbaşa beyaz bir halı gibi kaplıyordu. (“Yaşlılık da böyledir”, Behram Emmi elini beyazlamış saçlarına sürerek düşünüyordu: “Bir sabah uyanıp görürsün, her taraf bembeyaz kardır”).

Venk dağından esen soğuk rüzgârların getirdiği kar taneleri kısa sürede meydanı kapatır, buzlanıp kayganlaşan yola cesaret edip ayak basanlardan yere düşenler kahkahayı basar, ayakta kalabilenler ise zafer naraları atarak geçip giderlerdi. Geceleri dolgun ayın (dolunayın) ışınları kar üstünde yansıyarak Radyo meydanını gerçekten beyaz bir halı haline getirirdi. Meydanın kenarlarına sıralanmış çam ve çınar ağaçları bir armağan olarak kabul ettikleri karlı giysileri çabucak ve hevesle üzerlerine giyerlerdi; öyle ki ancak köyün çocukları bayramlarda alınan hediyeliklerini bu denli arzu ve sevinçle giyebilirdi.

* * *

O yılın sıcak yazı bitmek üzereydi, Eylüle az kalmıştı. Okul açıldıktan sonra yeni müdür, ilçe merkezinden gönderilen tecrübeli eğitimci Bayram öğretmen kayıt listelerini düzenlemekle meşguldü. Köyde öğretmen sorunu yoktu; şehre gidip öğretmenlik eğitimi alanlar arasından köye geri dönenler vardı. Tarih, coğrafya, ana dili öğretmenleri tamamdı. Bayram öğretmen kendisi matematik derslerini verecekti. Dışarıdan yalnız yabancı dil öğretmeni istemek gerekiyordu. Yani bu yeni okul mevcut kadrosuyla kapılarını köyün (hatta komşu Kamışlı köyünün) çocuklarına açabilirdi. Öğretmen ve kadro durumun gittikçe iyileşeceği konusunda ilçe eğitim müdürlüğü söz de vermişti. Zaman içinde gerçekten de durum iyileşti. Elli yıl önce inşa edilen tek katlı, on üç dersliği ve iki çalışma odası olan o eski ilkokulun neredeyse tam bitişiğinde üç yıl önce yeni, gösterişli ve geniş (en önemlisi de lise düzeyinde) okul binası inşa edildi. Bugün itibarıyla öğretmenli yapanların çoğu dört beş yıl önce köyden okumaya giden gençlerdi; yüksek eğitimlerini bitiren gençler Venk dağının eteğindeki bu köye şimdilik hevesle (hevessiz) geri dönüyorlardı.

O uzak yaz akşamında ise radyo meydanında bir bayram havası hâkimdi. Köy tarihinde ilk resmi okul birkaç gün sonra kapılarını öğrencilere açacaktı. Bir zamanlar köyde bir molla okulu vardı. Sovyet yönetimi kurulunca bu ‘mollahane’ kapatıldı; binası köy sovyetine (muhtarlığa) verildi ve halen de ona aitti. Köy sovyetinin o zamanki başkanı (muhtar) Allahverdi Efendi çocukluğunda bu molla mektebine okumaya gidenlerdendi (hatta bir defasında Molla Kelbali onu falakaya yatırmıştı, çok iyi hatırlıyor, “öldüm Allah, düşmanıma da gösterme”), şimdilerde ise her gün aynı binaya muhtar olarak gidip geliyordu.

Allahverdi Efendi yaşlıydı, o gün açılış töreni sonrasında etrafındakilere söyledi:

“Bakın, benim bir ayağım çukurda ama siz göreceksiniz, bu köyün geleceği parlaktır. Bu toprağın büyük bir tarihi var. Babam anlatırdı, Venk dağının öbür tarafından gelip buralardan o kadar demir alet edevat, süs eşyası, hatta bütün mezarlar götürmüşler ki hesabı yok. Kimse bilmez şimdi nerede olduklarını.”

“Sahibi olmamış buraların, sahibi.” Savaştan döndükten sonra Sibirya’ya sürülen (neymiş efendim topu topu üç ay esirlikte olmuşmuş; zaten sonra da kaçarak Belorus’ta Sovyet gerilla birliklerine katılmıştı) bu yakın zamanda köye dönebilen Eryen her zamanki gibi “maydanoz” oldu.

“Olmamış ama şimdi var.” Eryen’in esirliği konusunda kuşkularını hâlâ gideremeyen Allahverdi Efendi bu “karışık” şahsiyete sert bir yanıt verdi.

“Öyle, öyle” diyenlerin kimi takdir ettikleri ise anlaşılamadı. Eryen’in dünyaya, ülkeye, devlete gizli eleştirisini mi yoksa Sovyet başkanı Allahverdi Efendinin yanıtını mı?

O zaman Mübariz on beş yaşında falan olurdu. Gençler arasında dolaşsa da bir kulağı Allahverdi’de bir kulağı diğerlerindeydi. Behram ise on yaşındaydı ve Allahverdi Efendi bir hayli uğraştıktan sonra babası Kamer onun yeni okula (üstelik yaşı büyük olsa da birinci sınıfa) kaydının yapılmasını kabul etmiş ve eklemişti: “Bak ha, okul sonrası ölsen de kalsan da dökülüp kalan işlerimizi bitireceksin.”

Behram tam elli yıl önce henüz sıcak ama yavaş yavaş serin rüzgârları esmeğe başlayan Eylül ayında kendinden iki üç yaş küçük çocuklarla (yaklaşık on beş öğrenci vardı) okulun birinci sınıfına gittiği günü gayet iyi anımsıyordu. Sevinçten kalbi çırpınıyordu. Daha ilk gün uzaktan akrabaları olan Eryen’in çifte saç örgüsünün birisi omzunda diğeri göğsünde duran kızı küçük Gülsüm ile aynı sırayı paylaştı. Kendisi bir sahiplenme duygusuyla gidip yanına oturdu (“akrabamdır, yanında bulunayım”).

Gülsüm kıpkırmızı kızarmış, sürekli gülümsüyordu. Dudaklarına renkli bir tebessüm aynen kelebek gibi konmuş, sanki bir daha orayı terk etmeyecekti. Tebessüm Gülsümün yüzünden hiç eksik olmadı; bir süre sonra sınıftaki herkes ona “Gülümser” diye seslenmeğe başladı. Bir gün yine kaç gov ortamında (dersler bitince hep böyle olurdu) itişe kakışa dışarı çıkan öğrenciler elbette ki bilmeyerekten Gülsümü de itince yere düştü, kalın çorabının üzerine giydiği lastik ayakkabı ayağından çıktı, dizi kanadı. Behram kızın ayakkabısını giydirdi, dizindeki sıyrık yerine bakarak “vah, vah” dedi; kız ise bir taraftan ağlıyor, çakır (yeşil, mavi) gözlerinden adam akıllı gözyaşı akıtıyor, bir taraftan da sadece Behram için biraz zorlama olsa bile gülümsemesinden geri kalmıyordu.

Sözün kısası günler, aylar, yıllar geçti, altıncı sınıfa da böylece birbirine (hep açıktan değil, bazen içten içe) gülümseyerek ayak bastılar. Altıncı sınıfta iken günün birinde Behram göğsünün derin bir yerinde Gülsüm olmadığında sıkıntı hissettiğinin, kendine yer bulamadığının farkına vardı. Gülsümün “kızlar pınarından su içen” zamanıydı, zayıflığına rağmen (bir deri bir kemik) bir hayli güzelleşmişti; kaşları sivri, saçları simsiyah, gözleri çakır (aslında tam olarak anlaşılamıyordu; yeşil mi, mavi mi, konur mu?) Ama şunu da kesinlikle söylemek gerekir –elbette Behram’ın bundan haberi yoktu, bu ondan özenle saklanıyordu– Gülsüm de sınıfa gelip “anlayışsız” Behram’ı orada görmediğinde sudan çıkmış balık gibi ağzını sessizce yumup açar, havasızlıktan boğuluyordu. Böyle zamanlarda sabrı daralır, ne yaparsa yapsın kendine yer bulamıyordu. Tebessüm ise Behram’ı tekrar görünce (küçücük kalbi rahatlayınca) ürkek ürkek geri dönüyordu yüzüne. Bir aynanın iki yüzü gibiydiler; birisi ne yapsa, ne hissetse diğeri de aynen onu yapar, onu hissederdi.

Şimdi o uzak yılların arkasında durarak (belki de saklanarak) Behram Emmi o günleri andığında ve kalbi sıkışıp içi ezildiğinde en başta anımsadığı şey pembeleşen yüzünü ondan kaçırıp pencereye bakan Gülsümün çakır (yeşil mi, mavi mi?) gözlerindeki o ürkek tebessümdü.

* * *

Aralarında beş altı yaş fark olsa da Mübariz ile Behram iyi anlaşıyorlardı, nasıl derler, “frekansları tutuyordu.” Mübariz yeni okulda iki yıl okudu, sekizinci sınıfı bitirince (okul zaten sekiz yıllık ilkokuldu) gidip ilçe merkezindeki Tarım Meslek Okulu’na girdi. Arada bir giderdi kendi okuluna, çoğu zaman da gitmezdi ve gitmediği zamanlarda köye –okulun önüne– gelir, önce altı sonra yedi ve sonra da sekizinci sınıflar derslerini bitirdikleri saatte kendini oraya yetiştiriyordu. Onunla kurduğu dostluktan gurur duyan Behram’ı dışarı çıkıncaya kadar sabırla bekler, beraberce Venk dağının yamaçlarından Kamışlı’ya giden patika yoldan yukarıya doğru yürüyerek, Behram’ın babasının koyun sürülerini yaydığı otlaklara kadar havadan sudan konuşurlardı. Mübariz bu köyün ünlü soru soranıydı. “uzun burnunu sokmadığı konu yoktu.” Köyde onun soru sağanağına yakalanan kim olursa olsun yakasını zor kurtarırdı:

“Bilmiyorum, vallahi benlik değil. Sen kendin biliyor musun sanki?”

“Tamam, o zaman söyle bakalım, atom bombasını kim icat etti?”

“Ya, Mübariz nerden bileyim bunu, sen nerden buluyorsun bu tür şeyleri… Teknik okulun marifetine bakar mısın ya?”

En çok şaşıran da köyün muhtarı “yufka yürekli” Allahverdi Efendi olurdu hep. Akşamları Radyo meydanında yaşlıların muhabbeti nadir hallerde Mübariz olmadan yapılabilirdi. Kendisi ortada görülmediğinde: “Ya, bu nerede kaldı, gelseydi ilginç bir konu bulurdu mutlaka…” diyen kişilerin, hatta Mübariz’i bayağı özledikleri zamanlar da olurdu; onun “bilimsel ve siyasal birikimini” herkes takdir ediyordu. Allahverdi Efendi ise bu Mübariz’in yakın zamanda neyse bir şeyler yapacağından ve bununla da köyün adını göklere yücelteceğinden kesinlikle emindi. (Ama bu “neyse” denen şey ki vardı, onu da “belki” gibi ekmişlerdi ama tutmamıştı). Bazen durup dururken insanın yüzüne dik dik bakarak soru sorması da vardı Mübariz’in. Mesela, bir gün Allahverdi Efendiye aniden şöyle bir soru sordu:

“BM Genel Sekreteri kim biliyor musun? Bilmiyorsun…”

“Kimdir ki Mübariz?” İçtenlikle yardım isteyerek etraftakilerin yüzüne bakan (yardım eden olmadı) Allahverdi Efendi merak edip sordu.

“U Tan. U Tan.”

“Sen kime “utan” diyorsun ya? Ben mi utanayım? Neden?”

“Hayır, hayır ya…” Etrafta merakla bekleşenleri kurnaz bakışlarla gözden geçirip, içinden güldü Mibariz: “Allahverdi dayı “U Tan” adamın adıdır. Kendisi aslen Burma’lıdır. Burma bir ülkedir. Bütün dünyanın reisliğini işte o adama vermişler… U Tan’a.”

“Ada bak ya… Utan. Utananın oğlu olur mu hiç?”

“Olmaz, olmaz.” Etraftakiler kıpırdadılar.

Mübariz, Behram’ın dersten çıktığı saati, hangi dersinin yapılacağını veya yapılmayacağını çok iyi bilirdi. Hatta Behram bazen son dersleri yapılmayıp erken bitirdiklerinde bile kapıdan çıkınca Mübariz’in okulun karşısındaki karaağaç kütüğü üzerinde oturduğunu görürdü. “Çoktan mı bekliyor acaba? Peki, bunun kendi dersleri ne oldu? Gerçek bir arkadaştır, gerçek arkadaşlık ben buna derim.”

Gülümser Gülsümle yolları aynı idi, bu yüzden Kehrizli Köprüye kadar çoğu zaman üçü hep beraber gider, köprüyü beraber geçerlerdi; Mübariz, Behram bir de Gülsüm. Köprüyü geçince Mübariz ile Behram sola, Venk dağının eteğine Behramların evine (Çoban Kalpağına) doğru, Gülsüm ise başını aşağı dikerek (ama gülümsemesinden kalmayarak) sağ taraf giderdi. Gülsümün evi mezarlık yolunun başındaydı. Vedalaşırken Mübariz her defasında kıza şakayla neyse bir söz bulur derdi: “Bak, yarınki derslerine iyi çalış, içime doğdu yarın matematikçi seni derse kaldıracak.” Bir gün, iki gün, üç gün (aslında bir yıl, iki yıl, üç yıl) sonunda Mübariz açık verdi günün birinde. Her defa bu olayı anımsadığında daha hızla çarpar Behram’ın kalbi. O gün Mübariz okuldan köprüye kadar hep şunu söyledi: “İnsanların birbirlerinden uzakta birbirlerini anımsaması nasıl mümkün olur, biliyor musunuz?” Hiç susmadı, sorularını peş peşe sıralayarak ve bu arada sürekli Gülsümü keserek: “Sen acele etme Behram, sen acele etme” diye araya bir söz sıkıştırmaya çalışan Behram’ı engelledi, sorduğu sorunun cevabını ilah Gülsüm’den bekledi. Behram’ın kalbi sabırsızlıkla çırpınmaya başladı: “Herhalde benim cevabımı sonra isteyecek; şimdi kız nasıl bizden ayrılıp sağa dönecek herhalde bu yüzden ondan el çekmez.”

Gülsüm, elbette ki yine gülümseyerek (bunsuz olur muydu hiç?) “Bilmiyorum” dedi.

“Ben diyorum, belki…” Behram ümitsizce bir girişimde daha bulundu.

“Ama dedim sana. Sen dur!” Mübariz coşmuştu, bu defa sabırsızlıkla ve kabaca Behram’ı susturdu, içi titreye titreye yüzünü Gülsüm’e döndü:

“İster misin deney yapalım? Eğer… Hayır, sen bu akşam evde beni anımsadığında mutlaka saate bak, gör saat kaç olacak. Görürsün, ben de aynı saatte seni anımsayacağım. Sen hakem ol.” Mü-bariz, bu laflardan hiçbir şey anlamayan Behram’ın da gözlerini kırpa kırpa (“bu ne demek acaba?”) onlarla beraber yürüdüğünü fark etti sonunda: “Behram hakemimiz olsun. İkimiz de zamanı satına dakikasına kadar ona deriz. Sonra karşılaştırırız. Biliyorum, aynı zamanda olacak. İçime doğmuş, yarın sen de göreceksin böyle olduğunu.”

Gülsüm dudağını ısırdı, kafasını salladı, bu defa hiçbir şey söylemeden sessizce kendi yoluna dönerek çekip gitti. Behram’ın aklından bile geçmedi; kız her zamanki tebessümünü bu defa neden esirgedi, her zaman ayrıldıklarında olduğu gibi bu defa neden gülümsemedi, birdenbire ciddi mi ciddi bir tavır aldı: “Şuna bak hele, ben niyeyse onu anımsamalıymışım? Vay vay… Sen şuna bir bak. Ben bir daha bu uzun burunlu Mübariz’le yol gidersem ne olayım. Gider miyim? Asla! Ah Behram ah, sen yani bu kadar mı halden anlamazsın?” Gülsüm adımlarını hızlandırdı.

 

“Halden anlamaz” Behram ile Mübariz tek kaldıktan sonra yol boyunca ikisi de sustukça sustu.

“Bugün koyuna gitmeyeceğim. Evde görülesi işlerim var.”

Behram yüzünü öteki tarafa dönmüş, yalan söylüyordu; aslında yalnız kalmak istiyordu ama nedenini bilemiyordu. Galiba Mübariz de aynı durumdaydı. Behram Emmi sanki bugünmüş gibi anımsıyor. Onun bu sözlerinden sonra Mübariz nedense her zaman yaptığı gibi sülük olup ona yapışmadı, zorla sürükleyip otlağa götürmedi, sınıf arkadaşları (elbette öncelikle Gülsüm) konusunda bitmek tükenmek bilmeyen sorularını (teneffüste kim ne yapar, Gülsüm kiminle konuşur, kiminle konuşmaz vs.) sağanak gibi yağdırmadı. Hemen “kal sağlıcakla” diyerek uzaklaştı, havaya mı karıştı nereye kaybolduysa Behram bir de uyandı ki Mübariz yanında değil.

Behram Emmi şunu da gayet iyi anımsıyor; sabah erkenden ‘kedi fare oyunu’ (saklambaç) hepten bitti. Her şey açıkça gün ışığına çıktı.

Gülsüm yine Behram’la beraber okuldan çıktığında Mübariz’i her zamanki yerinde (kütüğün üzerinde oturuyordu) gördüğünde tebessümünü yüzünden silerek yerine asık bir surat yerleştirdi ve adımlarını hızlandırdı. Mibariz ile Behram ise hiçbir şey anlamadan onunla beraber yürümeğe başladılar.

“Nasıl oldu, dün saat kaçtı beni anımsadığında?” Ağzında dili bile kupkuru kuruyan Mübariz daha selam sabah etmeden kalbi yerinden kopacakmış gibi çarparak sordu. “Neden bunun suratı böylesine asıldı? Ne oldu acaba?”

Gülsüm yanıt vermedi, okul çantasını sıkı sıkıya kavradı. Ama Mübariz yanıt almadan kimseden el çekmiş miydi? Hayır. Bu defa da ısrarlarıyla bunalttı:

“Saate baktın mı? Saat kaçtı?” Öyle bir sordu ki artık yanıt vermemek imkânsızdı; köprüye yani Gülsümlerin evine dönen yolun başına az kalmıştı.

“Hiç anımsamadım.” (“Yan, yakıl işte! İşim gücüm yoktu da senin uzun burnun aklıma gelecekti”). Gülsüm kızgınlığını zorlukla bastırarak Behram’a baktı, onun cilveli sorusu bu gençlerin hangisine yöneltildi, anlaşılmadı:

“Ya sen?”

“Ben?” Kıpkırmızı kesilen Mübariz sordu.

Gülsüm, gözleri Behram’ın üzerinde olsa da (her zamanki gibi sadece onun için gülümsediği açıktı) soruyu Mübariz’e yöneltti:

“Evet ya, sen demedin mi insanlar birbirini aynı saatte düşünürler?” Bu noktada aptal Behram, aslında Gülsümün bakışlarından aldığı coşkunun etkisiyle araya girecekti ama aniden hatırladı, dünkü muhabbetin özü bu soruda saklıydı, onu da hakem seçmişlerdi… Ve Gülsüm, onun Gülsümü şimdi ondan yardım bekliyordu (neden?).

“Ben mi?”

“Sen, evet sen!” Gülsümün hırsı kalbinden suratına taşındı, tebessümü aniden kayboldu. Şimdi de o bir yanıt almadan el çekecek birisine benzemiyordu; bu defa da o meydan okurcasına bir duruş gösterdi. Gülsüm kaşlarını çatmış, Behram’a taraf bakmıyor, ama Mübariz’in yüzünü gözünü, burnunu ateş dolu gözleriyle delip geçmekteydi.

Buraya kadar her şey oyun, şaka örtülerine bürünmüştü, ama şaşkın Mübariz bu örtüleri aradan kaldırmadı mı, kaldırdı, örtülerin gerisinde zayıf bir inleme kaldı. Behram bugüne kadar gayet iyi anımsıyor Mübariz’den çıkan o inleme sesini. Bu inlemeden sonra şaşırıp kalan Behram “buna ne oldu” anlamında yüzünü dönüp Gülsüm’e baktı. Kızın suratı kıpkırmızı kesilmişti. Hiçbir söz demeden (Mübariz’in yanıtı Gülsüm’ü iyice şaşırtmıştı) sinirden titreyerek sırtını onlara dönerek köprüyü geçti, yüzündeki o sinirli ifadeyle vedalaşmadan neredeyse koşarak çekip gitti. “Vedalaşmadı bile.”

“Mahvolmuş” Mübariz’in inlemeli yanıtını Behram Emmi sonraları sık sık anımsar ve her defasında da acıklı acıklı gülümser. O anı defalarca aklına getirir, bakışlarını Gülsüm’den ayıramayan Mübariz’e (sanki şimdi yapıyor) tekrar soruyor:

“Sen! Sen! Ya sen ne zaman anımsadın onu.”

Olay bu noktada yeniden başa döner. Mübariz yine duraksıyor, bakışlarını Gülsüm’den saklayarak, sonunda Behram’ın gözünü açan ve kendi yaralı kalbinde ne zamandan beri sakladığı o inlemeli yanıtı, sanki kendi kendine (yüz bininci kere) fısıldıyor:

“Ben onu hiç unutamadım ki.”

Bu sözlerden sonra Gülsüm, bu defa yüzünde gizemli bir tebessüm koşarak çekip gidiyor.

Aptal Behram yıldırım çarpmış gibi yerinde donup kalmadı mı, dondu kaldı. “Ben ne kadar aptal, ben ne kadar tahta kafalıyım. Bu ki bu kadar açık, bu kadar basitmiş. İki kere iki. Arkadaş, arkadaş… İşte bu da arkadaş. Bu ki… Bu kızı seviyormuş. Bana bakıyor musun? Nasıl olmuş da bunu fark etmemişim? Yani belki herkes bunu biliyormuş, bir tek ben anlamamışım. Aman, aman, aman… Of, of, of… Ama… Peki, bana ne oluyor? Neden bu kadar canım acıyor? Seviyorsa seviyor, bana ne? Cehenneme kadar yolu var. Hayır! Hayır! Gülsüm, Gülsüm… Ben Gülsümsüz…”

Sabahı gün Gülsüm okula gelmedi. Sonraki gün de öyle. İki gün sonra geldi. Behram’ın kalbi bu iki gün içinde neredeyse parçalanacaktı; sınıfa girince önce Gülsümün sırasına bakıyor, Gülsümü yerinde bulamayınca sanki içinde bir şeyler kopuyordu. Sonra bakışlarıyla sınıfın tamamını tarıyordu ‘belki yerini değiştirmiş’ diye. Ama yok işte.

Gülsüm okula iki gün sonra geldi, yine sessizce geçip onun yanında kendi yerine oturdu. Behram bir süre başını kaldırıp Gülsümün yüzüne bakamadı. “Acaba başka bir dünyada Kehrizli köprü Mübariz olmadan geçilebilir mi, geçilmez mi?” Kız da sanki ondan ürkmüştü (sıdkı sıyrıldı galiba), bir daha hiçbir zaman özel olarak Behram için gülümsemedi. Herkese nasıl baktıysa, gülümsediyse, ona da öyle. “Kalp kıran Behram, sana gösteririm kalp kırmak neymiş, halden anlamaz Behram.”

Bir süre daha geçecek, mezuniyet sınavları başlayacak ve daha sonra da onlar sekizinci sınıfı bitireceklerdi. Anlaşılmazları bazen kolayca bazen ise gaddarcasına anlaşılana dönüştüren okul yılları, bu derslik, koridorlar, Kehrizli köprüye kadar uzanan yol… Her şey, her şey arakada kalacak, uzun yıllar sonra çok şeyler yaşanacak, çok şeyler değişecek, ya unutulacak ya da yerinde kalarak öyle yaşlanacaktı. Gülsüm asla unutulmayacaktı. Bundan emindi. Anlaşılan Mübariz de böyle düşünüyordu. İkisi de, ikisi de değil en çok Behram o uğursuz günden beri ta sonsuza kadar Gülsüme borçlu kaldı. Bu borcun miktarı yoktu, bu borcun adı yoktu, bu borcun iç burka bir ağırlığı vardı. Behram’ın aniden yorgan altında az kaslın soluğu kesildi, kendine öylesine acıdı ki… Burnunu, ağzını hemen yorgan altından çıkarıp derinden bir nefes aldı, sonra nefesini topladı, rahatladı (ah…), şimdi de Mübariz’e acımaya başladı. “O zaman ben ne kadar aptaldım Allah’ım, o köprünün üzerinde nasıl da şaşırmış kalmıştım?”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?