Bir nefeste büyük bilim insanları

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Boylam Sorununu Çözmek: John Harrison

Denizcilerin beklediği gelişme 1770’lerde gerçekleşti; kendi kendini yetiştirmiş İngiliz bir saatçi olan John Harrison (1693-1776) “boylam sorunu”nu açık deniz kronometresini icat ettiğinde çözdü.

O zamana kadar denizciler bulundukları konumun boylamını (doğu-batı koordinatı) saptamakta zorlanıyordu. İtalyan kâşif Amerigo Vespucci (1454-1512) bu durumdan şöyle yakınıyordu:

Boylamı saptamak o kadar zor ki, katettiğim doğu-batı mesafesini belirlemek için çok uğraşmak zorunda kaldım. Çabalarımın sonunda geceleri bir gezegenin başka bir gezegene, özellikle de Ay’ın diğer gezegenlere kavuşmasını (izlediği yolda Ay daha seri hareket ediyordu) gözlemlemekten başka çarem kalmadı. Gözlemlerimi bir takvimle karşılaştırdım.

Vespucci’nin yöntemi boylama dair yaklaşık bir fikir verdi; ancak bu yöntem, sadece öngörülen göksel bir olay olduğunda ve kesin zaman bilinirken kullanılabilirdi ki, bu evlerinden çok uzaktaki denizciler için oldukça zordu.

Başka bir uygulama ise, geminin denizdeki konumunun yerel saatiyle (Güneş’in konumuna bakarak belirlenebiliyordu) bilinen bir yerdeki saatin karşılaştırılmasını içeriyordu. Örneğin geminin ne kadar doğuya ya da batıya gittiğini tahmin edebilmek için, yola çıkılan nokta gemideki bir saate kaydedilerek bu uygulama kullanılabilirdi. Boylam çizgilerinin nasıl çizildiği düşünüldüğünde bu hesap rahatça anlaşılabilir; on beş derecelik boylam farkı (doğuya ya da batıya yolculuk edilirken) yerel saate göre bir saat ileride ya da geride olunduğunu ifade eder. Sorun, doğru zamanı bilmektir.

Harrison’ın deniz kronometresi ya da taşınabilir “deniz saati” bir çözüm sunuyordu. Diğerlerinden daha doğru sonuçlar veren bu saat, denizdeki hava değişimlerine ve sallanan bir geminin devinimlerine direnebiliyordu. İngiliz kâşif Kaptan James Cook, 1772-1775 yılları arasında gemiyle dünyayı dolaşırken kullandığı bu saati çok beğenmişti. Kullandığı model günümüzde Londra’daki Ulusal Denizcilik Müzesi’nde sergileniyor.

1884’te İngiltere’deki Greenwich’te Başlangıç Meridyeni (0 derece boylamı) belirlendi; bu tarihten itibaren dünya üzerinde her yer, o noktadan doğu ya da batı yönünde uzaklığı temel alınarak ölçüldü. Modern gemiler kesin konumlarını kaydetmek için yön bulma sistemlerini kullanıyor; ancak acil durumlar için gemide bir kronometre de bulunduruyor.

Modern Gökbilimin Başlangıcı: Nikolas Kopernik

Kopernik’in Güneş merkezli kuramının 1543’te yayımlanması, yer merkezli kozmolojik sistemin ilk kez ciddi olarak sorgulanmasını sağladı. Johann Wolfgang von Goethe daha sonra “Tüm keşifler ve fikirler arasında insan ruhunun üzerinde en çok Kopernik’in öğretisinin etkisi olmuştur. Dünya yuvarlak ve kendi içinde eksiksiz olarak güç bela bilinir haldeyken, evrenin merkezi olma ayrıcalığından vazgeçmesi istendi,” demiştir.

Batlamyus’un Dünya merkezli modeli (Kutsal Kitap’ta bu modelin inandırıcılığını artıracak bölümler bulunuyordu) Avrupa’da son 1500 yıl boyunca üstün durumdaydı. Model, gökyüzünün rastgele bir izleyici için görünümüyle bağdaşıyordu ve her şeyin merkezine insanın koyulması insan tabiatına cazip geliyordu. Ancak Kopernik Güneş merkezlilikteki mantığı görmüştü: “Merkezde Güneş bulunuyor. Çünkü bu güzel mabedin ışığını, aynı anda her şeyi aydınlatabildiği bu yerden başka bir yere kim koyardı ki?”

Kopernik’in gökbilimsel sistemi basitlik gibi büyük bir avantaja sahipti. Çünkü Batlamyus’un anlayışının en temel özelliği olan ve gezegenlerin hareketini açıklarken kullandığı karmaşık geometrik yöntemleri gerektirmiyordu. Bu sistem gezegenlerin geriye doğru gerçekleştirdiği hareketlerin gerçek olmadığını, sadece öyle algılandığını ve bunun Dünya’nın hareketi nedeniyle gerçekleştiğini kabul ediyordu. Güneş’i her şeyin merkezinde kabul edip etrafında sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya ve Ay, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün döndüğünü ve bunların ötesinde sabit yıldızların bulunduğunu söylüyordu. Dünya her gün kendi ekseninde dönüyordu. Ay, Dünya’nın etrafındaki dönüşünü bir ayda ve Dünya, ekseninde eğik bir şekilde Güneş’in etrafındaki dönüşünü bir yılda tamamlıyordu.

Güneş merkezli kuram halkın reddiyle karşılaşacak, Kilise’yi sinirlendirecek, Bilimsel Devrim’in başlangıcının sinyalini verecekti.

Nikolas Kopernik (1473-1543)

Zengin bir Polonyalı ailenin oğlu olan Kopernik, gökbilim eğitimi aldığı Krakow Üniversitesi’nde Batlamyus’un kuramını öğrenebilirdi. 1501’de Frauenberg Katedrali’ne papaz olarak atandı, bu sayede “tıbbi astroloji” (Ortaçağ Avrupa’sında doktorlar, yıldızların insan ilişkilerinin gidişatını etkileyebildiğine inanarak astrolojiden yararlanıyordu) öğrenmeye fırsat buldu.

Kopernik çalkantılı dinsel devrim yıllarından etkilenmedi, saatlerini kasabanın surlarındaki küçük bir kuleden gökyüzü gözlemleri yaparak geçiriyordu. Teleskop yüz yıl sonra icat edileceği için o dönemde kullanabileceği bir aygıt yoktu.

1514’te Kopernik, Güneş merkezli kuramın gelişiminin başlarında bunu birkaç arkadaşıyla paylaştı. Kuramının ayrıntılı bir gösterimi Kopernik’in ölüm döşeğine konmuştu. Bunu gören Lüterci papaz, kuramı Dünya’yla ilgili bir gerçek değil, gezegenlerin hareketlerini çizime döken pratik, matematiksel bir aygıt olarak gösteren anonim bir önsöz ekledi. Kilise ancak on yedinci yüzyılın başlarında Güneş merkezliliğe karşı çıkmaya başladı.


Güneş Merkezli Kurama Destek: Johannes Kepler

Kopernik’ten sonra Güneş merkezli kuramı açık bir şekilde destekleyen ilk gökbilimci Alman matematik dehası Johannes Kepler oldu.

Kendini dine adamış bir Hıristiyan olan Kepler, Tanrı’nın geometrik bir plan kullanarak evreni yarattığını ve Tanrı’nın planını anlayabilirse yaratıcısına yaklaşacağını düşünüyordu. Öklit’in geometrisini kullanarak bilinen her gezegenin yörüngesi için bir model geliştirdi ve tüm gezegenlerin etrafında döndüğü noktanın Güneş olduğunu anladı. Güneş’in merkez olduğu ve diğer gezegenlerin hareketlerini kontrol ettiği sonucuna vardı. Modeli “Baba Tanrı, büyük ve güçlü Güneş gibi yaradılışın merkezinde durur,” görüşünü yansıtıyordu, aynı zamanda Güneş merkezli kurama da uyuyordu.

Ardından Mars’ın dengesiz yörüngesini (gezegenle ilgili bilgilere erişimi vardı) anlamak için yıllarını harcadı ve bu duruma “Mars savaşım” adını verdi. Daha sonra bu varsayımının yanlış olduğunu anladı. Bu kavrayışı için “Sanki uykudan uyanıp yeni bir ışığın üzerime doğduğunu gördüm,” cümlesini kullandı. Bilinen gezegenlerin Güneş etrafında izlediği yollar Kopernik’in modelindeki gibi kusursuz daireler değil, Güneş’in merkezde olduğu oval biçimli elipsler şeklindeydi. Bir gezegenin Güneş’e en yakın olduğu zaman en hızlı hareket ettiği, Güneş’ten en uzak olduğu zaman ise en yavaş hareket ettiği zamanlardı. Yine de Güneş’in merkezinden bir gezegenin merkezine doğru çizilen hayali bir çizgi, eşit zaman aralıklarında eşit uzay alanını kaplıyordu. Bu, Kepler’in ikinci gezegen hareketleri yasası haline geldi ve bir gezegenin yörüngesindeki herhangi bir noktada hangi hızda hareket ettiğini saptamak için kullanılabiliyordu.


Kepler’in İkinci Yasası: Gezegeni Güneş’le birleştiren çizgi, eşit zaman aralıklarında eşit uzay alanını kaplıyor.


Kepler’in üçüncü yasasında bir gezegenin Güneş’e olan uzaklığını hesaplamak için geometri ve gezegenin yörüngesindeki dönüş süresinin bilgisi kullanılıyordu.

Kepler’in gezegen hareketleriyle ilgili yasaları, evrenbilimde iki bin yıldan fazla bir süredir egemen olan göksel daireler inancını yenmeye yardımcı oldu. Seksen yıl sonra Isaac Newton, Kepler’in kuramları için matematiksel açıklamalar üretecek ve bunları evrensel yerçekimiyle ilgili çalışmasını oluşturmak için kullanacaktı.

Kepler, Güneş sisteminin işleyişini kavrayışımızın temelini oluşturdu ve bize pratik yasalar bıraktı. Bu yasaları, örneğin yapay uyduların (Kepler’in kullanıma soktuğu bir sözcük) ve uzay araçlarının yörüngelerini hesaplamak için kullanabiliyoruz.

Gökbilimciler, Güneş sisteminin kullanışlı bir modeli olmasına rağmen Güneş merkezli kuramın tam olarak doğru olmadığını anlamaya başladı; çünkü Güneş evrenin değil, yalnızca bazı yıldızın merkezi konumundadır.


Johannes Kepler (1571-1630)

Kepler beş yaşındayken paralı askerlik yapan babasını kaybetti ve bir yıl sonra annesi onu kuyrukluyıldız izlemek için bir tepeye götürdüğünde gökbilime ilgi duymaya başladı.

Hayatı boyunca Lüterci olan Kepler papaz olmak istiyordu; ancak başka dersler de alması gerekiyordu. Böylece yeni Güneş merkezli kuramı öğrendi, sonunda da bu kuramın destekçisi oldu. Graz’daki (modern Avusturya’da bir şehir) Protestan bir okulda matematik ve gökbilim dersleri verdi. Ancak Avrupa’da artan dinlerarası mücadele nedeniyle ara vermek zorunda kaldı; hayatı boyunca birkaç kez bu durumla karşılaşacaktı. Protestanlar Graz’dan sürüldü; ailesiyle birlikte yeni gökbilimsel tablolar hazırlama konusunda Danimarkalı gökbilimci Tycho Brahe’ye (1546-1601) yardım ettiği Prag’a sığındı. Brahe’nin 1601’deki ani ölümünden sonra Kepler onun yerine Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf’un matematikçisi oldu ve tabloları bitirme görevini üstlendi.

Annesi Katharina’nın hapsedilip cadılıkla suçlandığı ve işkenceyle tehdit edildiği 1620 yılında Kepler, on yedinci yüzyılın dini baskılarının her türlüsünü yaşadı. Annesinin davasına yardımcı oldu ve Katharina uzun süren bir hukuk savaşı sonunda serbest bırakıldı. Kepler, Linz’e (modern Avusturya’da bir şehir) taşınmak zorunda kaldı, ardından 1626’da Katolik güçler Linz’i Otuz Yıl Savaşı sırasında kuşattığında tekrar taşındı. Çalışmaları, dinsel çatışmalardan dolayı kesintiye uğradı; tedirgin yaşayış biçimi yüzünden yorgun düşen Kepler, ateşlenerek Regensburg’da (Almanya’nın güneydoğusunda bir şehir) öldü. Mezarı kayboldu; ancak geriye mezar taşı yazısı kaldı:

 
 
Eskiden gökyüzünü ölçerdim,
Şimdi dünyanın gölgelerini ölçüyorum.
Ruhum cennettendi
Ancak bedenimin gölgesi burada yatıyor.
 

Gökbilimde Devrim Yaratan Teleskop: Galilei

Galilei, Güneş sistemini ayrıntılı olarak gözlemleyebilecek kadar güçlü ilk teleskobu geliştirmesiyle tanınır.

1609’da teleskobun tasarımında yaptığı değişikliklerle gökkubbenin gözlemi için etkili bir büyütme cihazı oluşturmuş ve bu sayede Ay’ın krater ve dağlarını gördüğünü kaydeden ilk insan olmayı başarmıştı. 1610’da Güneş sistemiyle ilgili yeni bilgiler sağlayan başka özgün gözlemler yaptı. Örneğin Jüpiter’in etrafında dönen en büyük dört ayı, bazı gökcisimlerinin Dünya’nın etrafında dönmediğini, Venüs’ün Güneş’in etrafında dönüşünün evrelerini ve evrenin daha önceleri hayal edilenden çok daha büyük olduğunu gösteren çok sayıda yıldızı keşfetti.

Sonuçta Galilei kilisenin Güneş ve diğer gezegenlerin Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünmekte haksız olduğu sonucuna vardı. 1615’te yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “Güneş ve Dünya’nın hareketine gelince; kutsal kitapların kendilerini insanların kavrayışına uyarlamaları gerekiyor.”

“Modern bilimin babası” olarak da bilinen Galilei, daha sonra standart bilimsel yaklaşım haline gelen, sayısal bir deneysel yöntem kullandı. Bu yöntemde doğal dünyayla ilgili belli bir varsayım dikkatlice kontrol edilir ve tekrar edilebilen deneylerlerle teyit edilir, sonrasında sonuçları matematiksel olarak ifade edilir, varsayımdan yola çıkarak oluşturulan tahminlerin test sonuçlarıyla ne kadar örtüştüğüne bağlı olarak varsayım daha derin şekilde incelenir ya da yanlış olduğu sonucuna varılır. Yanlış olduğu sonucuna varılırsa süreç yeniden başlar ve kanıtlarla desteklenen bir kurama ulaşılana kadar bu işleme devam edilir.


Galileo Galilei (1564-1642)

Galilei soylu ancak yoksul bir ailenin oğlu olarak İtalya’nın Pisa şehrinde dünyaya geldi. Babası iyi para kazanan bir doktor olacağını umarak onu üniversiteye gönderdi. Ancak matematiksel problemler ve doğal felsefe dışındaki her şeyden sıkılan Galilei diploma almadan okuldan ayrıldı.

Bir matematikçi olarak ün kazandı ancak tam da babasının korktuğu gibi parasız kaldı. Yatırım yapmaya karar verdi ve serveti, hiç görmediği bir Hollanda icadını örnek alarak yarattığı teleskop sayesinde önemli ölçüde arttı. Aygıtı mükemmelleştirdi ve sonunda Dünya ve diğer gezegenlerin Güneş’in etrafında döndüğünün kanıtı dahil olmak üzere pek çok şaşırtıcı gökbilimsel keşif yapmasına olanak sağlayan bir teleskop ortaya çıkardı. Yeni kazandığı ün, Toskana grandükü Cosimo de Medici’nin matematikçisi olmasını sağladı.

Galilei’nin Güneş merkezli sisteme olan desteği kilisenin ilkelerine uymuyordu. 1600’de Engizisyon, filozof ve kozmolog Giordano Bruno’yu yakarak öldürmüştü; dolayısıyla Galilei belki de bu örneği düşünerek iddialarından vazgeçti. Din ve bilimsel bilgi arasındaki gerginliğin simgesi haline geldi.


Satürn’ün Halkaları: Christiaan Huygens ve Giovanni Cassini

Güneş sistemimizin en büyük ikinci gezegeni Satürn, bin yıl boyunca geceleri gökyüzünde parlak ve güzel sarı yıldız olarak izlendi.

1610’da Galilei teleskobunu ilk olarak bu gezegeni gözlemlemek için denediğinde Satürn’ün her iki tarafında ikişer ay olduğunu keşfettiğini düşündü. Kırk beş yıl sonra daha güçlü bir teleskoba sahip olan Hollandalı gökbilimci Christiaan Huygens (1629-1695) gezegenin etrafında “ince, düz bir halka” ve bir ay (bu, Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan’dı) gözlemledi. Ardından 1675’te İtalyan gökbilimci Giovanni Cassini (1625-1712) halkalar arasında boşluk olduğunu (“Cassini ayrımı”) ve dört tane daha ay olduğunu gözlemledi.

2004’e gelindiğinde Cassini adlı robotik uzay aracı Satürn’ün yörüngesine ilk kez ulaştı ve gaz dolu dev Satürn’ün özel halkalarını oluşturan karmaşık taş ve buz şeridinin fotoğraflarını gönderdi. Halkanın yapısının nasıl ve neden oluştuğunu anlamaya çalışan ve hâlâ devam eden görev, Güneş sistemimizin kökenini ve evrimini kavrayabilmeyi amaçlıyor.

Söz konusu görev, Satürn’ün aylarından biri olan (altmıştan fazlalar) Enceladus’ın güney kutbundaki gayzerlerden buz fışkırdığını ve burada su buharı olduğunu da keşfetti. Bilim insanları bu durumu ayın buzlu tabakasının altındaki bir yeraltı okyanusunun varlığına bağlıyor. Islak bir ortam elbette mikrobik hayat için uygundur. Bu keşif, Güneş sistemimizde yaşamın olabileceği yerlerle ilgili bakış açımızı genişletmiş oldu.

Evreni Birleştiren Madde: Isaac Newton ve Albert Einstein

İngiliz matematikçi ve fizikçi Isaac Newton evrenin fiziksel olarak nasıl bir arada durduğu sorusuna ilk bilimsel açıklamayı getirdi.

1684’te gökbilimci Edmond Halley (1656-1742), Newton’a gezegenlerin yörüngeleri konusunda danıştı ve Newton’ın eksiksiz bir bilimsel kuramının olduğunu duyunca çok şaşırdı. Newton kuramında, yerçekiminin evreni bir arada tutan evrensel bir güç olduğunu söylüyordu.

Newton aynı gücün (yerçekiminin) hem kısa hem de çok uzun mesafelerde etkili olduğunu, bir elmayı yeryüzünde, gezegenleriyse Güneş’in etrafındaki yörüngelerinde tutması örnekleriyle anlattı. Daha çok maddeye ya da kütleye sahip cisimler daha büyük çekim kuvvetine maruz kalmaktadır. Newton çalışmasını 1687’de Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri Principia adıyla yayımladı. Kitap, yerçekimi ve hareket yasalarını kapsıyordu ve kabul edilen tek evrene dair bilimsel görüş haline geldi.

İki yüzyıl sonra Yahudi fizikçi Albert Einstein, Newton fiziğini geliştirecek; uzay, zaman ve yerçekimi kavrayışımızı değiştirecekti. Einstein görelilik kuramında (1916) yerçekiminin Newton’ın tanımladığı gibi bir güç değil, kütlenin varlığından kaynaklanan eğri bir alan olduğunu anlattı. Madde ve enerjinin ağır bir bedenin bir yatağı eğmesine benzer bir şekilde uzayın geometrisini eğdiğini, yerçekimi dediğimiz etkinin de işte bu olduğunu açıkladı. Işınlarının bile yerçekimi tarafından bükülüp Güneş gibi çok büyük cisimlerin etrafında bükülmüş bir yörünge izlemesi bunun sonucudur. 1919’daki Güneş tutulması sırasında İngiliz gökbilimci Arthur Eddington’ın (1882-1944) Dünya’dan bakıldığında Güneş’in arkasında kalan uzak bir yıldızın ışığının Dünya’ya gelirken Güneş’in etrafında büküldüğünü (kesildiğini) gözlemlemesiyle Einstein’ın kuramı önemli ölçüde doğrulanmış oldu.

Büyük Patlama ve Evrenin Kökeni: Georges Lemaître ve Edwin Hubble

Belçikalı Cizvit rahip ve gökbilimci Georges Lemaître (1894-1966) 1927’de daha sonra evrenin kökenini açıklayan “Büyük Patlama” kuramına dönüşecek olan “genişleyen evren” fikrini oluşturdu. Lemaître, evrenin genişlemesinin zamanda tek bir âna (modern hesaplamayla 13,8 milyar yıl önceye), yani aşırı derecede sıkışmış ve yoğun bir “İlk Atom” ya da “Kozmik Yumurta”nın patlamasına kadar izlenebileceği varsayımında bulundu. Yayımlanan bulguları, çevirisine yardımcı olan İngiliz gökbilimci Arthur Eddington 1931’de bu fikri “muhteşem” diyerek tanımlayana kadar Belçika dışında çok okunmadı.

Ancak evrenin genişlemesi kuramı ve Büyük Patlama modelinin kanıtlanmasına yardımcı olan kişi, Lemaître’in daha iyi bilinen çağdaşı Amerikalı gökbilimci Edwin Hubble (1889-1953) idi; bu sayede evrenbilimin kurucusu unvanını kazandı.

Hubble, profesyonel kariyerine heyecan verici bir dönemde başladı. Henrietta Leavitt (1868-1921), Büyük Macellan Bulutu ve Küçük Macellan Bulutu’nun (Samanyolu’nun kenarına yakın, günümüzde cüce galaksiler olarak bilinen cisimler) değişken parlaklıklara sahip binlerce yıldızı kapsadığını fark etti. Gözlemleri evren algımızı kökten değiştiren, yıldızların arasındaki uzaklıkları ölçmeyi sağlayan bir yöntemin geliştirilmesini sağladı. Gökbilimciler evrenin önceden düşünülenden çok daha büyük olduğunu fark etmeye başladı. Ardından Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı, değişen, genleşen ya da daralan evren fikrini ortaya koydu. Einstein da dahil olmak üzere birçok insan bu yeni görüşün inanılması zor olduğunu düşünüyordu.


1936’da Hubble’ın yaptığı galaksi sınıflandırması. İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi, gökyüzünde parlak bir şerit halinde görünür ve çubuklu sarmal galaksi kategorisindedir. 100.000 ışık yılı genişliğinde gaz, toz ve tahminen 100 milyar yıldızı barındıran yassı, dönen bir daireden oluşur. Güneş sistemimiz, galaksinin ortasında değil, küçük bir sarmal kolunda yer alıyor.


Hubble’ın katkıları sarmal nebula olarak bilinen ve gökyüzünde görülebilen puslu ışık benekleriyle başladı. Bu gaz bulutları bizim galaksimizde miydi yoksa çok uzaktaki yıldız gruplarında mıydı? Gözlemlerini California’da, dünyanın o tarihteki en büyük teleskobu olan 254 santimetrelik Hooker teleskobunun bulunduğu Wilson Dağı Gözlemevi’nde yapıyordu. İncelemelerini gökyüzünün Andromeda Nebulası denen bölümü üzerinde yoğunlaştırdı. İlk kez resimlerde belli belirsiz yıldızlar görünüyordu. 1923’te bu yıldızların galaksimizin bir parçası olamayacak kadar uzak oldukları, dolayısıyla Samanyolu Galaksisi’ndeki en uzak yıldızlardan en az on kat daha uzak, tümüyle yeni bir galaksiye (günümüzde Andromeda Galaksisi olarak biliniyor) ait oldukları sonucuna vardı. Daha derin araştırmalar başka galaksilerin keşfini beraberinde getirdi. Şüphesiz, daha önce hayal edilenden çok daha büyük bir evrenin parçasıydık. Hubble galaksileri karşılaştırdı ve galaksi sınıflandırması için günümüzde de hâlâ kullanılan bir yöntem oluşturdu.

Başka bir önemli keşif 1929’da, Hubble düzenli evren genişlemesiyle ilgili verilerini yayımladığında gerçekleşti. Kırk altı galaksiyi inceleyerek galaksilerin arasındaki uzaklık arttıkça birbirlerinden uzaklaşma hızlarının da arttığını keşfetti. Bu, Hubble’ın bir galaksi Dünya’dan ne kadar uzaksa, uzaklaşma hızının da o kadar artacağını ifade eden (galaksiler arasındaki mesafe durmaksızın artar, dolayısıyla evren genleşir) yasasının temeliydi. Ardından Hubble yenilenmiş haliyle günümüzde de kullanılan evren genişlemesi denklemini oluşturdu. Evrenin genişleme oranını megaparsaniye11 başına saniyede 500 kilometre olarak hesapladı. Bu, Dünya’dan 3,26 milyon ışık yılı uzakta bir galaksinin saniyede 500 kilometre uzaklaştığı anlamına geliyordu. Bu tahmin evrenbilimde en önemli sayılardan biri olan, evrenin genişliği ve yaşını hesaplamaya yarayan “Hubble sabiti” olarak biliniyor.

Günümüzde Hubble’ın galaksiler arasındaki uzaklığı eksik hesapladığı, böylece genişleme oranı hesabının da çok büyük olduğu düşünülüyor. Gökbilimciler, söz konusu sayıyı megaparsaniye başına saniyede 70 kilometre olarak tahmin ediyorlar; ancak Hubble sabiti değerinde hâlâ önemli ölçüde belirsizlik mevcut.

1990’da yapılan ve bu önemli gökbilimcinin adı verilen Hubble Uzay Teleskobu, Hubble sabitini doğrulamak ve mükemmelleştirmek için daha fazla veri sağlamayı amaçlıyor. Şimdiye dek teleskop, evrenin sadece genişlemediğini, “karanlık enerji” adı verilen gizemli bir güç yardımıyla genişleme hızının da artmakta olduğunu gösterdi.

1964’te kozmik mikrodalga arka plan ışıması keşfedildi ve Büyük Patlama’nın bir “yankısı” olduğu düşünüldü.

Büyük Patlama Kuramı günümüzde halen hâkim kozmolojik görüş durumunda.

11Yaklaşık 3,26 milyon ışık yılı.