Akıl ve Tutku

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

7

Kır eviyle Barton Park arasında yaklaşık bir kilometre vardı. Hanımlar vadi boyunca yürürken Barton Park’ın yakınından geçmişlerdi fakat bir tepe araya giriyor, manzarayı kapatıyordu. Ev büyük ve gösterişliydi; Middleton’lar da eve yaraşır bir şekilde hem zarif hem de misafirperverlerdi. Misafirperverlik Sör John’dan, zarafet ise hanımından geliyordu. Mütemadiyen dostlarını evlerinde misafir ediyorlardı; değişik arkadaşlar edinmeye çevredeki diğer ailelerden çok daha fazla eğilimliydiler. Her ne kadar davranışları açısından birbirlerinden farklı olsalar da meşgalelerini, cemiyet görevlerinden ayrı gayet dar bir çerçevede içinde sınırlayan yeteneksizlik ve zevksizlik, bu çiftin ortak özelliğiydi. Sör John sporcu, Leydi Middleton ise bir ev hanımıydı. Sör John avlanırken hanımı çocuklarla ilgileniyordu; bunlar yapabilecekleri tek şeydi. Leydi Middleton tüm yıl boyunca çocuklarını şımartırken Sör John’un kendi uğraşları vaktinin anca yarısını alıyordu. Bununla birlikte evde ve dışarıda devamlı olarak o davetten bu davete sürüklenmekle karakter ve eğitimlerindeki bütün eksiliklerini kapatabiliyorlardı; böylece Sör John her daim neşeli olabiliyor ve bu da eşine görgüsünü sergileme imkânını sunuyordu.

Leydi Middleton masasının zarafeti ve eviyle ilgili düzenlemelerinden ötürü kendisiyle gurur duyuyordu; verdikleri davetlerde, en çok böyle gösterişlerden mutluluk duyardı. Sör John’un mutluluğu ise çok daha somut şeylere dayanıyordu; evini gençlerle doldurup onların yaptıkları gürültülerle mutlu oluyordu. Sör John, bölgedeki gençler için bir nimetti. Tüm yaz boyunca süren açık havada jambon ve tavuk partileri, kışın ise on beş yaşın önüne geçilemez açgözlülüğünden sıkıntı çekmeyen her genç hanıma yetecek kadar sık özel balolar düzenlerdi.

Muhitlerine yeni bir ailenin taşınması Sör John’u hep mutlu ederdi ve şimdi kır evine bulduğu kiracılar onu neredeyse kendinden geçirmişti. Dashwood kızları genç, güzel ve içtendiler. Onlar hakkında iyi düşünmesi için yeterliydi bu çünkü güzel bir genç kızın içten olması karşısındakini dış görünüşüyle olduğu kadar iç dünyası ile de etkileyebilmesi için en elzem şeydi. Eski yaşamlarına nispeten, şimdi talihsiz bir durumda olan bu insanları ağırlamaktan ve onlara dostluğunu sunmaktan keyif duyuyordu Sör Middleton. Ayrıca kuzenlerine gösterdiği nezaketten tam bir memnuniyet ve başlarında erkek bulunmayan bu aileyi kır evine yerleştirmekten ise bir avcının duyabileceği tüm tatmini duyuyordu; çünkü bir avcı yalnızca kendi cinsiyetindeki avcılara itibar ederse de kendi bölgesindeki bir eve yerleşmelerine izin vererek onların zevklerini teşvik etmek istemez.

Sör John, Bayan Dashwood ve kızlarını kapıda karşıladı ve büyük bir içtenlikle onları Barton Park’a buyur etti; resim odasına kadar onlara eşlik ederken, genç hanımlara bir önceki gün bahsettiği konuya tekrar değindi; onları tanıştırabileceği zeki ve genç adamlar bulamadığı için üzüntüsünü ifade etti. Sör John kendisi haricinde bu çevrede tek bir kişi bulunduğunu belirtti; Barton Park’ta kalan ne pek genç ne de pek neşeli sayılabilecek yakın bir arkadaşından bahsediyordu. Topluluğun kalabalık olmamasını mazur göreceklerini umuyor, bir daha böyle bir şey yaşanmayacağına dair onları temin ediyordu. Katılımı arttırmak için o sabah birkaç aileyi yemeğe davet etmişti ama gece ay ışığı olacağı için herkes önceden bir yerlere söz vermişti. Neyse ki Leydi Middleton’ın annesi bir saat önce Barton Park’a gelmişti ve gayet neşeli ve uyumlu bir kadın olduğundan Sör John, hanımların yemekten sıkılmayacaklarını umut ediyordu. Genç hanımlar ve anneleri ise hiç tanımadıkları iki kişinin yeterli olduğunu düşünüyorlar, fazlasını istemiyorlardı.

Leydi Middleton’ın annesi Bayan Jennings güler yüzlü, neşeli, şişman bir ihtiyardı; çok konuşuyor, mutlu görünüyordu ve biraz bayağıydı. Şaka ve kahkaha doluydu, yemek sona ermeden önce sevgililer ve kocalar hakkında birçok şakacı yorum yapmıştı; Dashwood kızlarının kalplerini geride, Sussex’te, bırakmadıklarını umuyordu ve bunu söyledikten sonra bırakıp bırakmadıklarını anlamak için kızardılar mı diye kontrol eder gibi yaptı. Marianne kız kardeşi adına oldukça sinirlenmişti; Elinor’un bunlara nasıl katlandığını görmek için gözlerini ısrarla ona çevirdi; öyle ki bu, Elinor’a, Bayan Jennings’inki gibi küçük bir dokundurmanın sebep olabileceğinden çok daha fazla ızdırap verdi.

Sör John’un arkadaşı Albay Brandon onun arkadaşı olmaya davranışları bakımından hiç de uygun değildi; Leydi Middleton’ın Sör John’un karısı olmaya, Bayan Jennings’in Leydi Middleton’ın annesi olmaya uygun görünmediği gibi. Sessiz ve ağırbaşlıydı. Bununla beraber otuz beş yaşını geçtiğinden Marianne ve Margaret yaşlı bir bekâr olduğunu düşünmüşlerdi ancak çirkin bir adam değildi; yüzü güzel olmayabilirdi ama hatları düzgündü ve tıpkı bir beyefendi gibi konuşuyordu.

Şöyle bir bakınca gruptaki kimsenin Dashwood’lar ile ahbap oldukları söylenemezdi fakat Leydi Middleton’ın tavırları o denli soğuk ve yavandı ki onunla karşılaştırıldığında Albay Brandon’ın ağırbaşlılığı ve hatta annesiyle kocasının şamatalı neşesi bile makul geliyordu. Ancak yemekten sonra dört gürültücü çocuğun gelişiyle Leydi Middleton keyiflenir gibi oldu, çocuklar annelerini çekiştirip durdular ve kendileriyle alakalı olmayan tüm muhabbetleri sonlandırdılar.

Akşam Marianne’in müzikle ilgilendiğini öğrenilince bir şeyler çalmasını istediler. Piyanonun kilidi açıldı, herkes büyülenmeye hazırlandı ve çok güzel şarkı söyleyen Marianne, Leydi Middleton’ın evlenirken yanında getirdiği ve annesinin dediğine bakılırsa Leydi Middleton zamanında çok güzel piyano çaldığı, kendi ifadesine göre de çok sevmesine rağmen evliliği müzikten vazgeçerek kutladığından açıkça belli ki o günden beri piyanonun üstünde öylece duran şarkıların çoğunu okudu.

Marianne oldukça beğeni topladı. Sör John her şarkının sonunda yüksek sesle hayranlığını ifade etti; şarkılar söylenirken de yüksek sesle muhabbet etmekten çekinmemişti. Leydi Middleton sık sık onu uyarmıştı; bir insan müzik varken nasıl dikkatini başka bir şeye verebiliyordu anlamıyordu. Leydi, Marianne’in henüz bitirdiği şarkıyı bir kez daha çalmasını istiyordu. Gruptakilerden yalnızca Albay Brandon, tüm parti boyunca olduğu gibi, sessizce Marianne’in çaldıklarını dinledi. Sadece dikkatini vermekle Marianne’e iltifatını sunmuştu; diğerlerinin zevkten yoksun bir şekilde saygısızca müziği umursamadıkları bir ortamda bundan dolayı Marianne ona saygı duymuştu. Albay Brandon’ın müzik zevki Marianne’inkiyle yarışamazdı fakat diğerlerinin korkunç zevksizliğiyle kıyaslandığında oldukça kayda değer bir zevki vardı; Marianne otuz beş yaşındaki bir adamın hayatın birçok zevkini sonuna kadar yaşayıp, birçok şeyi tecrübe etmiş olmasını da anlayabilecek biriydi. Albayın üst tabaka yaşantısının getirdiği şeyleri oldukça anlayışla karşılayabilirdi.

8

Bayan Jennings duldu; kendine ait bir servete sahipti. Yalnızca iki kızı vardı; ikisinin de mürüvvetini görecek kadar yaşamıştı ve şimdi tek meşgalesi, dünyanın geri kalanının da mürüvvetini görmeye çalışmaktı. Bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapıyordu; tanıdığını tüm gençler arasında evlilik planları yapma konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Yakınlaşanları hemen keşfederdi ve tanıdığı genç adamlar üzerindeki etkilerinden bahsederek birçok genç kadını utandırma ve gururlanmalarını sağlama ayrıcalığını zevkle kullanmıştı; bu kabiliyeti sayesinde, Albay Brandon’ın, Barton’a gelir gelmez Marianne Dashwood’a âşık olduğunu ilan etti. Beraber geçirdikleri ilk akşam Marianne onlara şarkı söylerken onu öylesine dikkatle dinleyince şüphelenmeye başlamıştı; Middleton’lar kır evine akşam yemeğine giderek iadeiziyaret yaptıklarında, yine Marianne konuşurken albayın dikkat kesilmesi şüphesinden emin olmasını sağlamıştı. Buna kesin olarak inanmaya başlamıştı. Mükemmel bir çift olacaklardı; çünkü albay zengin, Marianne ise güzeldi. Sör John, Albay Brandon ile tanıştırdığından beri, onun iyi bir evlilik yapmasını çok istiyordu; zaten her güzel kıza münasip bir koca bulmak daima hoşuna gitmişti.

Bunun kendisine faydası azımsanacak gibi değildi çünkü ikisi hakkında da sonu gelmez şakalar yapma imkânına kavuşmuş oluyordu böylece. Parkta albaya, kır evinde Marianne’e güldü. Patavatsız sözleri albayı büyük ihtimalle etkilemedi, diğeri ise bu sözlere önce bir anlam veremedi ancak sonra amacını kavradığında bu abukluğa gülsün mü yoksa bu saygısız tavırları kınasın mı bilemedi; çünkü albayın yaşıyla ve bekârlığının getirdiği yalnızlık ve mutsuzlukla zalimce alay ettiğini düşündü.

Kendinden beş yaş genç bir adamı kızının körpe zihninin yanında göründüğü kadar ihtiyar bulmayan Bayan Dashwood, Bayan Jennings’in albayın yaşıyla eğlenme ihtimalini kabul etmek istemedi.

“Kötü bir niyeti olmayabilir anne fakat ithamın ne kadar gülünç olduğunu inkâr edemezsin. Albay Brandon, Bayan Jennings’den genç olabilir ancak benim babam olacak yaşta ve eğer daha önce aşka yelken açacak enerjisi olduysa bile artık böyle hisleri unutacak yaşa gelmiş. Fazlasıyla gülünç. Bir adamın yaşı ve maluliyeti bile bu duruma düşmesini engelleyemiyorsa ne engelleyebilir çok merak ediyorum!”

“Maluliyeti mi?” dedi Elinor. “Albay Brandon sana elden ayaktan düşmüş gibi mi geliyor? Sana annemden daha yaşlı göründüğünü fark edebiliyorum ama elini ayağını kullandığı konusunda hiçbir şey diyemezsin.”

“Romatizmasından şikâyet ettiğini duymadın mı? Elden ayaktan düşmüş biri böyle şeylerden şikâyet etmez mi?”

Annesi gülerek, “Sevgili çocuğum, o zaman sen benim yaşlanmamdan da ürküyorsun. Kırkıma kadar yaşadığıma bile şaşıyor olmalısın.” dedi.

“Anne, günahımı alıyorsun. Albay Brandon’ın dostlarına onu her an kaybedebileceklerini düşündürtebilecek kadar ihtiyar olmadığının farkındayım. Yirmi yıl daha yaşayabilir. Fakat otuz beş, hiç de evlenme yaşı değil.”

Elinor, “Belki haklısın.” dedi, “Otuz beş yaşla on yedi yaş aynı evlilikte birleşmemeli. Fakat yirmi yedi yaşında hâlâ evlenmemiş bir kadın varsa Albay Brandon’ın onunla evlenmesine itiraz eden biri çıkmaz sanırım.”

 

“Yirmi yedi yaşındaki bir kadın.” dedi Marianne ve biraz duraksadı, “Aşkı bulabilmek için daha fazla umut beslememeli, evinde huzurlu değilse veya geliri çok azsa bence bakıcılık gibi bir iş yapmaya razı edebilir kendini; böylece evlendiği zaman elde edeceği gelir ve güvene erişebilir. Albay Brandon’ın böyle bir kadınla evlenmesinin aykırı kaçan bir tarafı olmaz. Çok işe yarar, herkes de bu durumdan memnun kalır. Bence öyle bir evlilik de evlilik sayılmaz. Sadece her iki tarafın da yararına, ticari bir anlaşma olur.”

“Seni yirmi yedi yaşındaki bir kadının elbette otuz beş yaşındaki bir adama karşı aşka yakın duygular besleyebileceğine, onu kendine hoş bir hayat arkadaşı olarak görebileceğine ikna etmek mümkün değil, farkındayım.” dedi Elinor, “Sırf dün -hem hava çok soğuk ve rutubetliydi- omzundaki romatizmadan biraz şikâyet etti diye onu ve onunla evlenecek kadını hastalığa hapsolmuş gibi görmemelisin.”

“Flanel içliklerden bahsediyordu. Bir flanel içlik benim aklıma, ağrıları, krampları, romatizmaları ve ihtiyarlarla güçsüzlere tebelleş olan diğer hastalıkları getiriyor.”

“Sadece şiddetli ateşten muzdarip olsa, bunun yarısı kadar hor görmezdin onu, itiraf et Marianne. Ateşten al al olmuş yanakları, çukur gözleri ve hızlı hızlı atan nabzıyla ilgini çekebilirdi, değil mi?”

Bundan sonra Elinor odadan çıkınca Marianne annesine dönerek, “Hastalık konusunda senden saklayamayacağım bir endişem var anne. Edward Ferrars’ın iyi olmadığına eminim. Neredeyse on beş gündür buradayız ve hâlâ gelmedi. Hasta falan olmasa bu kadar gecikmezdi. Onu Norland’da tutabilecek bir şey düşünemiyorum.” dedi.

“Bu kadar çabuk geleceğini ummuş muydun? Ben hiç ummamıştım. Hatta bu konuyla ilgili tek endişem, onu davet ettiğimde biraz isteksiz görünüyor olmasıydı. Elinor onu bekliyor muydu?”

“Bahsi geçmedi ama elbette bekliyordur.”

“Bence yanılıyorsun. Dün boş yatak odasının şöminesi için yeni ızgara almaktan bahsettiğimde nasılsa bir süre daha boş kalacağını ve acele etmeye hiç gerek olmadığını söyledi.”

“Çok tuhaf! Bu da ne demek oluyor? Birbirlerine karşı tavırları da anlamsız. Veda ederken çok soğuk ve mesafelilerdi. Son akşamlarında da oldukça cansız muhabbet ettiler. Edward’ın öyle bir veda edişi vardı ki sanki Elinor’la benim aramda hiçbir fark yoktu onun için; ikimizin de iyiliksever bir ağabeyi gibi iyi dileklerini sundu. Son sabahlarında iki kere onları yalnız bıraktım, ikisinde de Edward benim ardımdan dışarı çıktı anlaşılmaz bir şekilde. Elinor da Edward ve Norland’dan ayrılırken benim kadar ağlamadı. Şimdi bile ne kadar sakin. Hiç hüzünlü veya kederli gördün mü onu? Hiç insanlardan kaçtı mı veya hiç insanların içinde rahatsız, keyifsiz göründü mü?”

9

Dashwood’lar, Barton’a artık kendilerince bir rahat içinde yerleşmişlerdi. Etraflarındaki her şeyle, ev ve bahçe artık onlara tanıdık geliyordu. Norland’a yarı cazibesini veren günlük uğraşlara, babalarının vefatından sonra Norland’da olabildiğinden daha fazla tat alarak kendilerini verdiler. İlk on beş gün boyunca her gün onları yoklayan ve evinde bu kadar fazla meşgale görmeye alışık olmayan Sör John, Dashwood’ların her daim bir şeylerle meşgul olmalarına hayran kalıyordu.

Barton Park’tan gelenler dışında pek misafirleri olmuyordu çünkü Sör John’un birçok kez çevredekilerle kaynaşmalarını tembihlemesine ve arabasının kendileri için hazır olduğunu her daim temin etmesine rağmen, Bayan Dashwood’un özgür ruhu, çocuklarının cemiyet hayatına katılmasına dair duyduğu ihtiyaca baskın çıkıyordu; yürüme mesafesinde olanların dışındaki her aile ziyaretini kararlılıkla reddediyordu. Böyle sınıflanabilecek sadece birkaç aile bulunuyordu ve hepsi de ulaşılabilecek durumda değildi… Kızlar, evin iki kilometre ilerisinde, daha önce tarif edildiği gibi Barton Vadisi’nden çıkan, dar ve rüzgârlı Allenham Vadisi boyunca, ilk yürüyüşlerinden birinde, onlara birazcık olsun Norland’ı hatırlatarak ilgilerini çeken ve içlerinde onu yakından tanıma arzusu uyandıran eski, asil görünümlü bir konak keşfetmişlerdi. Fakat sorup soruşturunca çok iyi yürekli yaşlı bir bayan olan sahibinin maalesef dünyadan elini eteğini çekecek derecede hasta olduğunu ve evin dışına adım atmadığını öğrenmişlerdi.

Tüm bölge güzel yürüyüş yollarıyla doluydu. Kır evinin tüm pencerelerinden onları doruklarındaki temiz havanın keyfini çıkarmaya davet eden tepeler, aşağılarındaki vadilerin çamuru daha göze çarpan güzellikleri menettiği zaman hoş bir seçenek sunuyordu. Marianne ve Margaret, güzel bir sabah, sağanak yağışlı bir gökyüzü altında, parçalı güneş ışığının çekimine kapılıp, iki gündür durmadan yağan yağmurun neden olduğu hapisliğe daha fazla dayanamayarak bu tepelerden birine doğru yöneldiler. Hava Marianne’in bütün gün güzel olacağını, can sıkıcı tüm bulutların tepeden çekildiğini belirtmesine karşın, diğer ikisini havayı, kalemlerini ve kitaplarını bıraktıracak kadar cezbedici bulmaması üzerine iki kız birlikte yola çıktılar.

Neşeyle yamaçları indiler, masmavi gökyüzünü her gördüklerinde, aldıkları yoldan memnun kaldılar; güneybatıdan gelen sert rüzgarın can veren esintilerini yüzlerinde hissettikleri zaman, anneleri ve Elinor’u bu güzel hislerden mahrum eden korkularına üzüldüler.

“Dünyada bundan daha büyük bir mutluluk var mı?” dedi Marianne. “Margaret, en az iki saat daha yürüyelim.”

Margaret onayladı; rüzgâra karşı yürümeye devam ettiler, yirmi dakikadan fazla rüzgâra karşı koyarak neşe içinde yürüyüşlerini sürdürdüler. Sonra birdenbire bulutlar tepelerinde toplandı ve üstlerine bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hüsrana uğramış ve şaşkın bir hâlde istemeye istemeye geri dönmek zorunda kaldılar; sığınabilecekleri en yakın yer evleriydi. Neyse ki onları avutan bir şey vardı ki -o an buna mecbur kaldıkları için her zamankinden daha makul görünüyordu- o da tepenin tam da bahçelerinin kapısına inen dik yamacından aşağı bütün güçleriyle koşmaktı.

Yola koyuldular. Başta Marianne öndeydi ama ayağı takılınca kendini birdenbire yerde buldu; ona yardım etmek için kendini durduramayan Margaret gayriihtiyari koşmaya devam etti, kazasız belasız düzlüğe ulaştı.

Etrafında iki av köpeğinin numaralar yaptığı tüfekli bir adam, yamaçtan yukarı çıkıyordu ve Marianne’in düştüğü sırada onun birkaç adım uzağındaydı. Tüfeğini yere bıraktı ve Marianne’e yardım etmek için seğirtti. Marianne yerden kalkmıştı fakat düşerken ayağını burktuğu için zar zor ayakta durabiliyordu. Adam yardım teklif etti, kızın utandığı için durumun gerektirdiği şeyi reddettiğini anladı ve hemencecik onu kollarına alıp yokuş boyunca taşıdı. Sonra daha henüz eve gelen Margaret’ın açık bıraktığı bahçe kapısından geçip onu doğruca eve götürdü ve oturma odasındaki bir koltuğa yerleştirene kadar da onu bırakmadı.

Elinor ve annesi onlar içeri girince şaşırarak ayağa kalktılar; gözleri, açıkça belli olan bir hayret ve adamın görünümünden dolayı gizli bir hayranlık ile onlara dikilmişken beyefendi bu çat kapı gelişi yüzünden onlardan af diledi, neden böyle geldiğini anlattı, öyle seçkin ve kibar tavırları vardı ki, sesi ve ifadesi sıra dışı olan yakışıklılığına daha bir cazibe katıyordu. Çirkin, yaşlı ve kaba da olsa evladına karşı böyle bir yardımda bulunduğu için Bayan Dashwood ona minnet duyar ve nezaket gösterirdi fakat gençliğin, yakışıklılığın ve zarafetin tesiri, yardımına öyle bir farklılık katmıştı ki onun gözüne girmişti.

Bayan Dashwood beyefendiye defalarca teşekkür etti; her hâline eşlik eden bir incelikle oturmasını rica etti. Fakat adam, kir içinde ve ıslak olduğundan bunu reddetti. Bunun üzerine Bayan Dashwood, kime teşekkür borçlu olduğunu bilmek istedi. Adam isminin Willoughby olduğunu, Allenham’da yaşadığını söyledi; hanımefendinin kendisine Bayan Dashwood’un nasıl olduğunu görmek için ertesi gün onları ziyaret etme onurunu lütfedeceğini umuyordu. Onur hemen lütfedildi ve beyefendi kendisini daha da cezbedici göstermek istercesine ağır bir yağmur altında oradan ayrıldı.

Beyefendinin yakışıklılığı ve sıra dışı zarafeti büyük hayranlık uyandırmıştı, cesaretinin Marianne ve etrafında uyandırdığı neşelilik, görünüşünün çekiciliğiyle ayrı bir ruh kazanmıştı. Marianne onun dış görünüşünü herkesten daha az gözlemleyebilmişti; çünkü onu kollarına aldığı zaman yüzünü kızartan şaşkınlık eve girdikten sonra da onu gözlemleyecek bir güç bırakmamıştı kendisinde. Fakat herkesin ona neden bu denli hayran olduğunu anlayabilecek kadar görmüştü; üstelik övgülerini her daim süsleyen bir enerjiyle. Görünüşü ve havası, tahayyülünün en sevdiği öykünün kahramanı için çizdiği gibiydi, onun formalitelere aldırmadan eve girmesinde bir düşünce hızı vardı ve bu, hareketlerine cazibe katıyordu. Onunla ilgili her şey ilgi çekiciydi. İsmi güzeldi, en sevdikleri yerde yaşıyordu. Marianne çok geçmeden tüm erkek giysileri içinde en hoş olanın avcı ceketi olduğuna karar verecekti. Sürekli hayal dünyasındaydı, hâli tavrı hoştu, bileğinin acısını bile unutmuştu.

Sör John, o sabah hava tekrar düzelip dışarı çıkmasına izin verir vermez Dashwood’ları yoklamaya geldi; Marianne’in geçirdiği kazayı öğrendi. Allenham’dan Willoughby adında birini tanıyıp tanımadığını sordular.

“Willoughby mi!” diye haykırdı Sör John, “O burada mı? Bu gayet güzel bir haber. Yarın bir uğrar ve perşembe akşamı yemeğe çağırırım.”

Bayan Dashwood, “Onu tanıyorsunuz demek!” dedi.

“Tanımak mı? Elbette tanıyorum. Her yıl gelir buraya.”

“Peki, nasıl bir adamdır?”

“Gelmiş geçmiş en iyi adamlardan biridir. İyi bir nişancıdır ve İngiltere’de ondan daha cesur bir binici bulamazsınız.”

Marianne hiddetle “Onun için tüm söyleyebileceğiniz bu mu?” diye haykırdı, “Daha yakından tanıyınca tavırları nasıldır? Arzuları, yetenekleri neler, zeki midir?”

Sör John’un kafası karıştı.

“Yemin ederim, o kadarını bilmiyorum. Tek bildiğim hoş, iyi yürekli bir adam olduğu, bir de şimdiye dek gördüğüm en güzel siyah, dişi bir puantere sahip. Bugün o da yanında mıydı?”

Fakat Marianne onu, Bay Willoughby’nin köpeğinin rengi konusunda, onun Bay Willoughby’nin karakterinin ayrıntıları konusunda tatmin edebildiğinden daha fazla tatmin edemedi.

“Fakat kim bu?” dedi Elinor. “Nereden gelir? Allenham’da bir evi mi var?”

Sör John bu konuda daha açık bilgi verebiliyordu; onlara Bay Willoughby’nin burada bir mülkünün olmadığını, Allenham Court’a, sadece mirasçısı olduğu yaşlı bir kadın akrabasını ziyaret etmek için geldiğinde kaldığını söyledi ve ilave etti: “Evet evet, şunu söyleyebilirim ki elde etmeye değer biri. Somersetshire’da sevimli, küçük bir arazisi var. Bu tepede düşmelere rağmen onu küçük kardeşime bırakmazdım sizin yerinizde olsam. Bayan Marianne bütün erkekleri kendine ayırmayı düşünmemeli. Dikkatli olmazsa Brandon’ı kıskandırabilir.”

Bayan Dashwood gülümseyerek “Bay Willoughby’nin, kızlarımdan birinin elde etmek dediğiniz türden girişimleriyle rahatsız edileceğini düşünmüyorum. Ben onları bu şekilde yetiştirmedim. Erkekler bizimleyken güvendedir merak etmeyin; ne kadar zengin olurlarsa olsunlar. Bununla birlikte, söylediklerinize göre, arkadaşlık edilebilecek saygın bir delikanlı, bunu öğrendiğime memnun oldum.”

“Gelmiş geçmiş en iyi adamlardan biridir.” diye tekrarladı Sör John. “Geçen yılbaşında parktaki küçük bir eğlencede bir kez bile oturmadan saat sekizden dörde kadar dans etmişti.”

Marianne’in gözleri parladı. “Gerçekten mi? İsteyerek mi? Zarif miydi?”

“Evet. Hatta ertesi gün saat sekizde kalkıp ava çıkmıştı.”

“Tam istediğim gibi! Genç bir adam işte tam da böyle olmalı. Uğraşı ne olursa olsun, arzularıyla hareket edebilmeli. Yorgunluk nedir bilmemeli!..”

“Ya, ya… Mesele anlaşıldı. Şimdi kapağı ona atacaksın ve zavallı Brandon umurunda bile olmayacak.” dedi Sör John.

Marianne içten bir tavırla, “Bunlar hiç hoşlanmadığım tarzda konuşmalar Sör John. İğneleme amaçlı her türlü ifadeden tiksiniyorum; ‘kapağı atmak’ veya ‘elde etmek, tabirleri de en iğrenç olanları. Hiç de hoş anlamları olmayan densiz şeyler; uyduruldukları zaman hoşa gitmiş olabilir ama zaman içinde tüm bu hoşlukları yok olmuş.”

Sör John bu kınamayı pek anlamadı fakat anlamış gibi katıla katıla güldü ve “Mutlaka bir yolunu bulup birilerinin gönlünü çalacaksınız. Zavallı Brandon! Çoktan sana vuruldu. Tüm bu sendeleme ve bilek burkmalara rağmen, size şunu söyleyebilirim ki o da kapak atılabilecek biri.” diye cevap verdi.