Za darmo

Her Yol Mübah

Tekst
Autor:
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

48. Bölüm

08:56 (Moskova Saati)

Stratejik Komuta ve Kontrol Merkezi – Moskova, Rusya

Savunma bakanının yardımcısı, 29 yaşındaki, Yuri Grachev, kontrol merkezinin koridorlarında, büyük durum odasına doğru çabuk çabuk yürüyordu. Durumun ciddiyetini kavradıkça, ayak sesleri boş koridorda daha çok yankılanıyordu. En kötü senaryo başlarına gelmişti. Bir felaket gerçekleşmek üzereydi.

Kimsenin açıklamadığı bir sebepten, geçen kırk beş dakikada bakanın siyah nükleer bavulu, Cheget’i, Yuri’nin sağ bileğine kelepçelenmişti. Bavul eskiydi, ağırdı ve yürürken Yuri’yi sola doğru eğilmek zorunda bırakıyordu. Çantanın içinde füzeleri Batıya doğru fırlatacak kodlar ve mekanizmalar vardı.

Yuri bu korkunç şeyin ona değmesini istemiyordu. Eve, karısına ve küçük oğluna gitmek istiyordu. Çoğunlukla ağlamak istiyordu. Bütün vücudunun titrediğini hissediyordu. İfadesiz suratı her an parçalanabilirdi.

Dört saat önce Amerikan hükümeti darbe ile düşürülmüştü. Bir saat önce Amerikan başkanı radyo ve televizyonlarda belirip, İran’a savaş ilan etmişti. Rusya hükümet çevrelerinde, yeni başkan savaş tellallığı yapıp köşelerinde saklanan elit kesimin yüzü, deli bir adam olarak tanınmıştı. İstediği güce ulaşması ancak en kötü senaryoda olabilirdi.

Darbe ve savaş ilanı, Rusya’da uzun süredir faal olmayan bir protokol serisini tetiklemişti. Protokoller çeşitli isimlerle biliniyordu, ama insanların en çok kullandığı “Dead Hand” idi.

Dead Hand, Rus savunma sistemlerini yüksek alarm seviyesine getirmiş ve füze istasyonlarına, uçaklara ve denizaltılara yarı bağımsız karar alma yetkisi vermişti. Emri merkezsizleştirmişti.

Böylelikle, Amerika’nın ilk sürpriz saldırısının Moskova’daki merkez üssüne zarar vermesi durumunda, Rus savunmasının karşı hücuma geçebilmesini sağlıyordu. Eğer ki iletişim ağları zarar görür, normal olmayan sismik işaretler ya da radar dalgaları okunursa, yerel komutanlar ve hatta izole sığınaklar bile herhangi bir saldırı halinde kendi kararlarını verip nükleer silahları misilleyebileceklerdi.

Ama sistem çalışmadı. Yirmi yıldan uzun süredir, neredeyse Yuri’nin bütün hayatı süresince, gittikçe bozulmuştu. O zamandan beri, görüntüleme uydularının 12sinden 8i, okyanusu boylamıştı. Yerine yenisi konulmadı.

Uzakta bulunan istasyonlarla iletişim her zaman sorunluydu. Her zaman normal olmayan sismik işaretler oluyordu, herhangi bir anda dünyada küçük ve hatta büyük depremler oluyordu. En kötüsü de, radar düzenli olarak füze atışlarını yanlış tanımlıyordu. Başkanlıktaki kimse bunu itiraf etmezdi, ama doğrusu buydu.

Yuri, üç sene önce, Swedes bilimsel bir çalışma için yörüngeye bir füze yolladığında, kendisi de kontrol merkezindeydi. Erken uyarı sistemi, onu, Kuzey Atlantik’te mevzilenmiş bir Amerikan denizaltısından ateşlenen füzeyle karıştırmıştı.

Nükleer bavul (Allahtan o zamanlar Yuri’nin bileğinde değildi) alarm sesi çıkarmaya başlamıştı. Savaş istasyonlarına alarm gönderiyordu, evet, ama aynı zamanda duyulabilir bir ses çıkarıyor, çirkin bir cırlamayla her şeyi ilan ediyordu.

Rusya’nın kalbindeki füze ambarları savaşa hazır olduklarını raporlamışlardı. Eğer roket Amerika’nın ilk hamlesiyse, muhtemelen 9 dakika içinde etkisini gösterirdi. Rusya’nın müdahale kapasitesini sıfırlayacak elektromanyetik bir sinyal silahı mıydı? Daha büyük saldırılar bunu takip edecek miydi?

Kimse bilmiyordu. Genel Kurmay nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Uzun dakikalar geçmişti. Sekizinci dakikada, bir radar istasyonu roketin dünya atmosferini terk ettiğini raporladı. Belli belirsiz bir neşe kaplamıştı. On birinci dakikada radar istasyonu roketin normal orbital seyrinde olduğunu raporladı.

Ondan sonra kimse neşelenmemişti. Herkes işine geri dönmüştü.

O zamanlar Dead Hand aktif değildi. Savaş istasyonları emirleri merkezden alıyorlardı. Ama bugün Dead Hand aktif durumda. Bir yanlışlık, bozuk bir iletişim sistemi, kabloları kemiren bir fare nükleer kararları belki sarhoş, yorgun, sıkılmış belki deli, dalgın insanların eline bırakabilirdi.

Amerikalılar kimsenin ummadığı bir şey yapmıştı. Tehlikeli bir komplo, Washington’daki hükümete el koymuştu ve bir sonraki hareketleri tahmin edilemiyordu. Onlara cevaben, Rusya, güvenilmez ve sağlam olmayan, bütün dünyayı riske atabilecek bir sistemi devreye sokmuştu.

Dead Hand, başarısız olduğunda ölümcül sonuçlara yol açabilecek, caydırıcı bir silahtı. Her iki durumda da zarar verici olacaktı. Bir zamanlar, Sovyetler Birliği’nin ihtişamlı günlerinde, iletişim ve uyarı sistemleri sağlam ve modernken, iyi bir fikir olabilirdi.

Ama şimdi, berbat bir fikirdi. Ve gerçek olmuştu.

49. Bölüm

Saat 01:03

Bowie, Maryland – Washington Doğu Banliyöleri

Luke 30 metre öteye park etti. Ev, iki arabalık bir garajın üzerinde yükselen bir çiftlik eviydi. Evdeki neredeyse tüm ışıklar yanıyordu. Garajdaki bölmelerden biri açıktı ve aydınlıktı. Sanki evde Noel havası vardı.

Açık garaj bölmesinde hiçbir şey yoktu, sadece duvarda asılı birkaç alet, bir çöp kutusu, köşede bir çift tırmık ve kürek. Luke, Brenna’nın kendi arabasını Chuck geldiğinde direk içeri girebilmesi için buradan kaldırdığını tahmin etti. Kimle uğraştıklarının farkında değillerdi.

Luke gökyüzüne baktı. Bulutlarla kaplı bir geceydi. Her şeyin riskli olduğunu düşününce, bir drone gelip evi vurup yok etse, şaşırmazdı. Bunu yaparlar ve yıldırım düştüğünü iddia ederlerdi. Sadece onlar gelmeden önce Susan Hopkins’in gelmesini beklerlerdi.

Kazanan her şeyi alırdı.

Luke’un telefonu çaldı. Baktı ve cevapladı.

“Ed.”

“Luke, hala yaşıyor olmana sevindim.”

“Ben de. Uyarın için teşekkürler. Hayatımı kurtardı.”

“Trudy aramamı söyledi. Ailenin kayıp olduğunu iletti. Bu doğru mu?”

“Doğru.” dedi Luke. “Evet.”

“Çekilecek misin?”

“Sanırım bunun için çok geç. En iyisi daha ileri gidebilmem olurdu.”

“Sana bir şeyi rahatlıkla söylemek istiyorum,” dedi Ed. “Bir keresinde bir adamı öldürürken, bir hafta canlı tutmuştum. Özel bir meseleydi, işle alakası yok. Gene yaparım. Eğer biri ailene zarar verirse, bunu senin için yaparım. Söz.”

Luke yutkundu. Ed’in teklifini kabul edeceği gün gelebilirdi.

“Teşekkürler.”

“Senin için ne yapabilirim?”

“Bir arkadaşım var.” dedi Luke. “Iraklı bir doktor, E sokakta, baş adli tabibin ofisinde çalışıyor. Adı Ashwal Nadoori. Bir süre önce ülke içinde onun için kimliğimi açık etmiştim. Götünü kurtarmıştı. Bana borçlu. Kapattığımızda, onu aramanı istiyorum. Tamam mı?”

“Anlaşıldı.”

“Ona bir iyilik istediğimi söyle. Kesin olmayan ibareler kullanma. Seçme şansı yok. Benim için gerekirse çölü dizlerinin üstünde yürüyerek geçeceğini söylemişti. Öyle bir şey. Bunu ona hatırlat. Bana borcunu ödeyebileceği tek şansı bu. Sonra git ve buluş… Yürüyebiliyor musun?”

“Hayır. Pek sayılmaz. Ama topallayabiliyorum.”

“O zaman ofisine topalla. Oraya gittiğinde beri ara, ama şu an kullandığın telefonu kullanma. Birinin telefonunu çal. Bu gece bütün aramalara cevap vereceğim. Eğer tanımadığım bir numaradan çağrı alırsam, sen olduğunu bileceğim. O zamana kadar ben de başka bir telefon bulacağım. İki çalıntı telefonla görüşmeyi yaparız. Ashwal’a yapması gerekenleri o zaman anlatırım. Yapılmasını istediğim şeyle ilgili bana yardım etmek gerekebilir. Onu biraz zorlaman gerekebilir.”

“Tamamdır Luke. Zorlama konusunda hiç fena değilimdir.”

Luke telefonu kapattı ve arabadan çıktı. Bagajından metal bir kutu ve yeşil bir sırt çantası çıkardı. Etraf karanlıktı, ön kapıya doğru ilerledi. Mahallenin uyumadığı önsezisine kapıldı. Böyle bir gecede kim uyuyabilirdi ki? Etrafında düzinelerce insan olduğunu düşündü, uyanık ama yatakta uzanan, belki sevdikleriyle sessizce konuşanlar, belki ağlayanlar, belki dua edenler.

Bir keskin nişancı orada bir yerde konumlandıysa, anında vurulabilirdi. Kendini hazırladı ama gelen bir şey olmadı.

Merdivenleri tırmandı ve zili çaldı. Tüm ev müzikle çınladı. Birkaç saniye geçmişti. Luke çantalarını yere koydu. Arkasına döndü ve karanlığa baktı. Evlerin arkasında evler, sokakların arkasında sokaklar, ana yola kadar genişliyordu. Birçok insan, bu gece muhtemelen hayatlarının en kötü gecesiydi. Luke da o insanlardan biriydi.

Arkasını dönük olduğu kapı açıldı. Döndü ve karşısında bir adam dikiliyordu. Beyaz saçlı, kırışık suratlı, uzun boylu bir adamdı. 65 yaşında hala haftada beş gün spor salonuna giden, hiç sigara içmemiş adamlara benziyordu. Ateş etmek için pozisyon aldı. Elinde büyük bir silah vardı. Tabancanın ucu Luke’un suratındaydı.

“Yardımcı olabilir miyim?” dedi adam.

Luke ellerini havaya kaldırdı. Ani hareket etmiyordu, durduk yere vurulmanın bir anlamı yoktu. Yavaş ve sakin sakin konuştu. “Walter Brenna, benim adım Luke Stone. FBI Özel Müdahale Timi ile birlikte çalışıyorum. İyi adamlardan biriyim.”

“Adımı nereden biliyorsun?”

“Walter, herkes -gerçekten herkes- senin adını bilir. Kim olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını biliyorlar. İşe yaramayacağını söylemeye geldim. Kötü olanlar Chuck Berg ile yaptığın kısa konuşmadan haberdar olmuşlar, ve biz konuştukça buraya yaklaşıyorlar, tabii hala gelmedilerse. Onları engelleyemeyeceksin.”

Brenna güldü. “Sen mi engelleyeceksin?”

“Afganistan, Iran, Yemen ve ayrıca Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde Delta Force operatörlüğü yaptım. Kimsenin Kongo’da olduğumuzdan bile haberi yoktu, anlıyor musun?”

Brenna kafasını salladı. “Anlıyorum. Ama bu umursadığım ya da sana inandığım anlamına gelmiyor.”

Luke kafasıyla işaret etti. “Şu kutuyu ve çantayı görüyor musun? Silahla dolular. Onları nasıl kullanacağımı biliyorum. Onayla öldürdüğüm kişi sayısı yüzü geçtiğinde saymayı bıraktım. Bu geceyi ölmeden tamamlamak istiyorsan, ya da başkan yardımcısının bu geceyi ölmeden tamamlamasını istiyorsan, beni içeri almalısın.”

 

Brenna oyun oynamak istiyordu. “Almazsam nolur?”

Luke omuzlarını silkti. “Burada bekleyeceğim. Chuck geldiğinde ona başkan yardımcısının benimle geldiğini söyleyeceğim. Eğer karşı gelirse onu öldüreceğim. Sonuç olarak benimle gelecek. Ne olursa olsun can güvenliğinin korunması gerekiyor. Chuck umrumda değil, sen de.”

“Onu nereye götürmeyi düşünüyorsun?”

“Birkaç arkadaşımın yanına. Bir doktor bizi bekliyor, bir de eski bir Delta operatörü daha var. Benim partnerim. Tabii ki sebepleri vardı ama geçtiğimiz 12 saatte altı adam öldürdü. Üç tanesi devlet tetikçisiydi. En son ne zaman birini öldürdün Walter?”

Brenna ona dik dik bakıyordu.

“Bu meselenin üstesinden hiç adam öldürmeden gelebileceğine mi inanıyorsun? Eğer öyleyse, tekrar düşünmelisin.”

Elindeki tabanca titredi.

“Ben kapıyı çaldım Walter. Onlar böyle yapmayacaklar.”

Brenna silahını indirdi. “İçeri gel.”

Luke çantalarını aldı ve eve girdi. Dar bir koridorda Brenna’yı takip etti. Eski bir mutfaktan geçtiler. Luke aniden ipleri eline aldı ve Brenna Luke’un aksiyonunu kabul etti.

“Evde kadın var mı?” dedi Luke. “Çocuk?”

Brenna kafasını salladı. “Ben boşandım. Karım Meksika’ya gitti. Kızım Kaliforniya’da yaşıyor.”

“Güzel.”

Brenna Luke’u penceresiz, çıplak bir odaya soktu. Ortada tahta bir masa vardı. Masanın üzerinde tıbbi malzemeler vardı; neşterler, makas, antiseptik, bandaj, turnike. “Bu oda çift çelik takviyeli. Aldatıcı bir konumda, evin duvarlarından birkaç metre içeride. Dışarıdan yerini göremezsin.

Luke kafasını salladı. “Hayır. Kızıl ötesi ısı arayıcıları kullanacaklar. Afganistan’da buna benzer gözlüklerimiz vardı. Isı işaretlerini direk olarak duvarlardan görebiliyorsun. Buraya ateş açacaklar, biz de sıkışıp kalacağız.”

Luke bir elini kaldırdı. “Dinle Walter. Bunu sevimlilik yaparak kazanamayız. Bildikleri bütün numaraları kullanacaklar. Kanun ya da kural yok. Anlaşma yok. Tehlikede çok şey var. Vurduklarında, çok sağlam vuracaklar. Buna hazırlıklı olmalıyız. Buranın tamamını ateşe vermeye tereddüt bile etmeyecekler, sonra da herkese gaz borusunun patladığını söyleyecekler. Şahsen ben sokakta, silahlı çatışma sırasında ölmeyi tercih ederim.”

Luke çantalarını masaya koydu. Adam belli ki böyle şeylere meraklıydı şu “kıyamet bekçisi” cinsinden, bu panik odası gibi gülünç yerler inşa eden ve kopacak kıyamette hayatta kalmak için konserve yiyecek depolayan. Luke’a göre değildi, ama hiç hazırlıklı olmamaktan da iyiydi.

“Başka neyin var?” dedi Luke. “Bana güzel bir şeyler ver.”

“Tamam” dedi Brenna. “Yedek parça zırhlarla tamamen yeniden yapılmış bir GMC Suburban’ım var. Garajda. Bir şeye benzemiyor ama kapıları, gövdesi, içi, süspansiyonu, motoru, hepsi çelik plakalarla, balistik naylonla ya da Kevlar ile kaplı. Tekerler, patlasa da yol alabilenlerle değiştirildi; patladıktan sonra 100 kilometre daha yol alabiliyorsun. Camlar beş santimetre kalınlığında transparan polikarbon ve kurşundan. Ağırlığı çok fazla, normal bir Suburban’dan yaklaşık 900 kilogram daha ağır. Motoru yükseltilmiş, v şeklinde, 8 silindirli ve ön tampon ve ızgara dayanaklı çelik; bu şeyi tuğla bir duvara bile sürebilirsin.”

Luke gülümsedi. “Güzel. Ve bunu bana söylemek istemedin.”

Brenna kafasını salladı. “O arabaya yüz bin dolar harcadım.”

“Kullanmak için daha iyi bir zaman olamazdı.” dedi Luke. “Göster bana.”

Brenna’nın evinden garaja doğru yürüdüler. Luke Brenna’nın girmesini engelledi. Açık garaj kapısından gelebilecek muhtemel nişancılara dikkat ederek, mutfak kapısının yanında durdular. Siyah Suburban karşılarında duruyordu. Brenna haklıydı. Tipik bir eski model cip gibi gözüküyordu. Belki camlar normalden biraz daha koyuydu. Belki olması gerekenden daha çok parlıyordu. Ya da belki hepsi Luke’un hayal gücüydü.

“İçinde yakıt var mı?” dedi Luke.

“Elbette”

“Bunu ödünç almam gerekecek.”

Brenna kafasını salladı. “Anladım. Belki ben de senle gelirim.”

“İyi fikir. Gizli Servis’ten eski arkadaşların var mı, hala sağlam olan ve güvenebileceğini bildiğin biri?”

“Birkaç tane var. Evet.”

“Onlara ihtiyacımız var.” dedi Luke. “Hala devletten emekli maaşı alıyorlar değil mi? Belki de kendilerini son kez ateşe atabilirler.”

Hemen sonra, sokaktan kocaman bir motorun gürültüsü geldi. Hızlı geliyordu. Birden bire ortaya çıktı, Brenna’nın evinin önündeki yola çılgın gibi hızlıca döndü, garaj kapısına doğru savruldu. Ön tekeri duvara vuruncaya dek patinaj yaptı. Sürücü motoru düşürmemeyi başardı.

Luke, bunun saldırının başlangıcı olduğunu düşünerek silahını çekti.

Brenna garaj kapısına koştu. Sıçradı, kordonlardan birini yakaladı ve kapıyı hızlıca aşağı doğru çekti. Yerdeki ağır tokaya kancayı geçirerek kapıyı kilitledi.

Motordaki adam koyu renkli kaskını çıkardı. Arkasında bir kadın vardı, beline sarılmıştı. Luke yakından baktı. Aslında sarılıyor sayılamazdı. Bilekleri adamın gövdesinin etrafına kelepçelenmişti. Ayrıca iki deri kayışla da adamın vücuduna bağlanmıştı. Brenna bir bıçak çıkardı ve hızlıca bağları kesmeye başladı.

Bilekleri serbest kalır kalmaz, kadının sol kolu yanına düştü. Kaskını çıkarmak için sağ kolunu kullandı. Kısa, sarı saçları neredeyse omuzlarına değiyordu. Suratı is lekesiydi. Çenesi kilitlenmişti. Yüzünün sol tarafı soyulmuş gibi kıpkırmızıydı. Mavi gözleri, yorgunluğuyla çelişiyordu.

Susan Hopkins garajda etrafına bakındı. Luke’u gördü.

“Stone? Burada ne yapıyorsun?”

“Sizin yaptığınızı.” dedi Luke. “Ülkemi geri almaya çalışıyorum. İyi misiniz?”

“Canım yanıyor ama iyiyim.”

Adam motorun ayağını açtı ve indi. Çok uzun boyluydu. Yüzü yorgundu, ama vücut dili zinde, ve gözleri tetikteydi.

“Charles Berg?” dedi Luke.

Adam kafasını salladı. “Bana Chuck de,” dedi. Başkan yardımcısı dayanıklı ve güçlüydü. zor bir gece geçirdik, ama dayandı. En az onlar kadar güçlü.”

“Çünkü o başkan,” dedi Luke, ve bu gerçeğin ilk kez farkına varıyordu. “Başkan yardımcısı değil.” Ona baktı. Küçüktü. Bunu aşamıyordu. Süper modellerin her zaman uzun olmaları gerektiğini düşünüyordu. Aynı zamanda güzeldi, dünyevi olmayan bir güzelliği vardı. Yüzündeki yanık, her nasılsa, güzelliğine güzellik katmıştı. Ona bir saat boyunca bakabilirmiş gibi hissetti.

Bir saati yoktu. Beş dakikası bile olmayabilirdi.

“Susan, sen Birleşik Devletler’in başkanısın. Herkesin bunu hatırlamasını sağlamaya çalışalım. Bunun işe yarayacağına inanıyorum. Şimdi buradan çıkmamız lazım.”

Luke’un telefonu çalmaya başladı. Baktı. Numarayı tanımıyordu. Arayan Ed’di.

“Walter, bu soru saçma olabilir ama, hiç kullanmadığın fazladan bir cep telefonun olma ihtimali var mı?”

Brenna kafasını salladı. “Beş ya da altı tane kontörlü hattım var. Kayıt altına alınmasını istemediğim acil aramalar yapmam gerekirse diye hazır tutuyordum. Daha önce bir tanesini kullandım, sonra da yok ettim.”

Adam büyük ikramiye gibiydi. “Biraz paranoyaksın, değil mi?” dedi Luke.

Brenna omuz silki. “Bu durumda beni suçlayamazsın, değil mi?”

Luke telefonunu açtı. “Ed? Arkadaşım yanında mı? Güzel. Seni geri arayacağım.”

50. Bölüm

Saat 01:43

Baş Adli Tabibin Ofisi – Washington, DC

Ashwal Nadoori telefonu kapattı.

Düşünceli bir şekilde masasında oturdu. Karşısında büyük siyah bir adam, tekerlekli sandalyede oturuyordu. Adamın görünüşü ve nasıl bir adam olduğu, Ashwal’a kötü anılarını hatırlatıyordu.

“Sana ne istediğini söyledi mi?” dedi adam.

“Ashwal kafasını salladı. Ceset istiyor, tercihen bozulmamış. Bir kadın, kırklarının sonunda, sarı saçlı. Ölmeden önce sağlıklı olan biri.”

“Bunu yapabilir misin?”

Ashwal omzunu silkti. “Burası büyük bir yer. Bir sürü beden var. Anlatılana uyan bir beden bulabileceğimize eminim.”

Bir zamanlar önce, başka bir hayatta, Ashwal doktordu. Amerika’da, Irak’ta aldığı eğitimi kabul etmediler, bu yüzden şimdi sadece tıbbi asistandı. Bu devasa morgda çalışıyor, bedenleri işleme tabi tutuyor, otopsilere yardımcı oluyor, ona söylenen şey her ne ise, onu yapıyordu. Çok hoş bir iş olmayabilirdi, ama kendince huzurlu tarafları vardı.

İnsanlar çoktan ölüydü. Yaşam için bir çaba yoktu. Acı yoktu ve ölüm korkusu yoktu. Olabilecek en kötü şey, çoktan olmuştu. Olacakları engellemek için çabalamaya gerek yoktu, kaçınılmaz son değilmiş gibi davranmaya gerek yoktu.

Ashwal’ın karnına bir ağrı girmişti. Bir ceset çalmak, işini riske atmak demekti. Bu düzgün bir işti. Eli sıkıydı, ve iş ona fatura giderlerinden fazlasını getiriyordu. İki kızıyla birlikte mütevazı bir evde yaşıyordu. Hiçbir şeyleri eksik değildi. Elindeki şeyleri kaybetmek çok yazık olurdu.

Ama başka seçeneği var mıydı? Ashwal Bahá'í idi. Güzel iman, mutlak huzur, birlik ve tanrıyı anlama arzusu demekti. Ashwal dinini seviyordu. Diniyle ilgili her şeyi seviyordu. Ama çoğu Müslüman sevmiyordu. Bahá'í’nin din inkarı olduğunu düşünüyorlardı. Aykırılık, sapkınlık olduğunu düşünüyorlardı. Büyük çoğunluk ölümle cezalandırılması gerektiğine inanıyordu.

Çocukken, ailesi İran’dan Bahá'ílere yapılan işkenceler yüzünden kaçmıştı. O zamanlar İran ile can düşmanı olan Irak’a taşınmışlardı. Irak, Bahá'ílere çoğunlukla karışmayan bir deli tarafından yönetiliyordu. Ashwal büyümüş, çok çalışmış ve doktor olmuş, ünvanının kaymağını yiyor, imtiyazlarından faydalanıyordu. Ama deli adam düşürüldü ve birden bire Bahá'í olmak güvensiz hale geldi.

Bir gece Müslüman aşırıcılar gelip karısını aldı. Bazıları muhtemelen eski hastaları ya da komşularıydılar. Fark etmiyordu. Onu bir daha hiç görmedi. On yıl sonra, şimdi bile, yüzünü ya da adını bile hatırlamaya cesaret edemiyordu. Basitçe “karısı” olduğunu düşünüyor ve gerisinin önünü kesiyordu. Onun hakkında düşünmeye katlanamıyordu.

Karısı alındığında, ona yardım edecek kimse olmadığını düşünmeye katlanamıyordu. Toplum artık işlevsel değildi. En kötü eğilimler serbest bırakılmıştı. Sokaktan geçerken insanlar ona bakıyor ya da gülüyorlardı.

İki hafta sonra, gece, başka bir grup geldi, bir düzine adam. Bunlar farklıydı, tanıdık gelmediler. Siyah başlıklar giyiyorlardı. Bir kamyonetin arkasında, onu ve kızlarını çöle götürdüler. Üçünü de kumun üzerinde yürüttüler. Bir çukurun ağzında zorla diz çöktürüldüler. Kızları ağlıyordu. Ashwal ağlayamıyordu. Onları rahatlatacak hale gelemiyordu. Hissizleşmişti. Bir bakıma, bunun olmasını istiyordu, bunun getireceği rahatlamayı istiyordu.

Aniden ateş açıldı. Otomatik ateş.

Ashwal, başta öldüğünü düşündü. Ama yanılıyordu. Adamlardan biri, diğerlerini öldürüyordu. On saniyeden kısa sürmüştü. Ses, sağır ediciydi. Bittiğinde, adamlardan üçü hala canlıydı, sürünüyor, kaçmaya çalışıyorlardı. Adam sakince her üçünün de yanına gitti ve kafalarının arkasından tabancayla vurdu. Ashwal her seferinde geri çekildi.

Adam başlığını çıkardı. Tüm suratı sakalla kaplı bir mücahitti. Teni, çöl güneşi yüzünden koyulaşmıştı. Ama saçları batılı gibi, açıktı, neredeyse sarıydı. Ashwal’a doğru yürüdü ve elini uzattı.

“Ayağa kalk.” dedi. Sesi sertti. İçinde şefkat yoktu. Emirler vermek için yetiştirilmiş bir adamın sesiydi.

“Yaşamak istiyorsan benimle gel.”

Adamın adı Luke Stone’du. Ashwal’a az önce ölü bir beden çalmasını söyleyen kişiyle aynı kişiydi. Seçim şansı yoktu. Ashwal, ona bunu niye istediğini bile sormadı. Luke Stone onun ve kızlarının hayatını kurtarmıştı. Hayatları, bütün işlerden daha değerliydi.

Luke Stone’un telefonda en son söylediği şey, daha önce veremediyse bile, kararını vermesini sağlamıştı.

“Ailemi aldılar.” dedi.

Ashwal tekerlekli sandalyedeki siyahi adama baktı. “Arkaya gidip ne bulabileceğimize bakalım mı?”

Inne książki tego autora