Za darmo

Her Yol Mübah

Tekst
Autor:
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

13. Bölüm

Saat 07:05

Baltimore, Maryland, Fort McHenry Tüneli’nin Güneyi

Eldrick Thomas bir rüyadan uyandı.

Rüyada; dağlarda, yüksek bir yerde, bir kulübedeydi. Hava soğuk ve temizdi. Rüya gördüğünü biliyordu çünkü daha önce hiç böyle bir kulübede bulunmamıştı. İçeride, ateşi yanan, taştan bir şömine vardı. Ateş ılıktı ve ellerini alevlere doğrultmuştu. Yan odada büyükannesinin sesini duyabiliyordu. Eski bir kilise ilahisi okuyordu. Çok güzel bir sesi vardı.

Gözlerini gün ışığına açmıştı.

Büyük acı içindeydi. Göğsüne dokundu. Kandan yapış yapış olmuştu ama ateş edilmek onu öldürmemişti. Radyoaktiviteden dolayı hastaydı. Bunu hatırladı. Etrafına bakındı. Etrafı çalılarla kaplı bir çamur birikintisinde yatıyordu. Soluna doğru oldukça büyük bir su birikintisi gibi bir şey görüyordu, bir nehir veya bir liman gibi. Yakında bir yerlerde bir otoyol olduğunu duyabiliyordu.

Ezatullah onu oraya kadar kovalamıştı. Ama bu… uzun zaman önceydi. Ezatullah, muhtemelen çok uzaklardaydı şimdi.

“Hadi adamım.” sesi karga gibi çıkıyordu. “Hareketlenmelisin.”

Orada öylece kalmak kolaydı. Ama eğer böyle yaparsa ölecekti. Ölmek istemedi. Artık cihatçı olmak istemiyordu. Sadece yaşamak istedi. Hayatının geri kalanını hapiste geçirse bile problem değildi. Birçok kez hapse girmişti. İnsanların iddia ettiği kadar kötü değildi.

Ayağa kalkmaya çalıştı; ancak, bacaklarını hissedemiyordu. Bacakları gitmişti. Karnının üstüne yuvarlandı. Elektrik çarpmışçasına içi kavruldu sanki. Karanlık bir yere gitmişti. Bir süre sonra geri döndü. Hala oradaydı.

Sürünmeye başladı, elleriyle toprağı ve çamuru kavrıyor ve kendini ileri doğru çekiyordu. Bir tepenin en üstüne sürükledi vücudunu, dün gece üstünden düştüğü tepe, hayatını kurtaran tepeydi bu. Acı yüzünden ağlıyordu, ama devam etti. Acıyı pek önemsemiyordu, sadece bu tepeyi çıkmaya çalışıyordu.

Uzun bir süre geçti. Çamurun içinde yüzüstü yatıyordu. Çalılar burada daha bir yoğundu. Etrafına baktı. Nehrin üstündeydi. Çitteki delik tam karşısında duruyordu. İçinden sürüklenerek geçti.

Tam çitin dibinde, kendini doğrultmaya çalışırken yakalandı. Acı içinde bağırıyordu.

İki yaşlı siyahi adam beyaz kovaların üzerinde oturuyorlardı, pek de uzakta değillerdi. Sürreal bir netlikle görebiliyordu onları. Daha önce kimseyi bu kadar berrak bir şekilde görmemişti. Oltaları, olta takımı kutuları ve büyük beyaz bir kovaları vardı. Tekerlekli, büyük, mavi bir buzlukları vardı. Büyük beyaz torbaları ve köpük McDonald’s kutuları vardı. Arkalarında da eski ve paslı bir Oldsmobile.

Sanki cenneti yaşıyorlardı.

Tanrım, lütfen onlar gibi olayım.

Bağırınca iki adam da ona doğru koştu.

“Dokunmayın bana!” dedi. “Ben zehirliyim.”

14. Bölüm

Saat 07:09

Beyaz Saray – Washington, DC

Amerika Birleşik Devletleri başkanı, Thomas Hayes, kumaş pantolonu ve gömleğiyle, Beyaz Sarayın aile mutfağındaki tezgahın yanında, ayakta duruyordu. Bir muz soydu ve kahvenin olmasını bekledi. Yalnız olduğu zamanlarda, buraya sessizce gelir ve kendine basit bir kahvaltı hazırlamaktan hoşlanırdı. Henüz kravatını bağlamamıştı bile. Ayakları çıplaktı. Ve karanlık düşünceler onu kemiriyordu.

Bu insanlar beni canlı canlı yiyorlar.

Bu düşünce, zihninde davetsiz misafir gibiydi, bugünlerde daha sık yaşanmaya başlamış bir şeydi bu. Bir zamanlar, bildiği en iyimser insandı o. En genç zamanlarından beri, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın en iyi performans gösteren kişi olmuştu. Sınıfının en iyi derecelere sahip öğrencisi olarak okula veda konuşmasını o yapmıştı, kürek takımının kaptanlığını o yapmıştı, okul öğrenci konseyinin başkanlığını da o yapmıştı. Yale’den en yüksek onur derecesi ile mezun olmuştu, Stanford’dan en yüksek onur derecesiyle mezun olmuştu. Fullbright bursiyeriydi. Pensilvanya Eyalet Senatosu Başkanıydı. Pensilvanya’nın valisiydi.

Her zaman, her probleme, doğru bir çözüm bulabileceğine inanmıştı. Liderliğinin gücüne hep inanmıştı. Dahası, her zaman insanların içten ve kökten iyi olduklarına inanmıştı. Bunların hiçbiri artık doğru değildi. O koltukta beş yıl oturmak, içindeki iyimserliği hırpalamış, mağlup etmişti.

Saatlerce, uzun uzun çalışmaya tahammül edebilirdi. Farklı departmanların yönetimini ve bitmek bilmeyen bürokrasiyi idare edebilirdi. Son zamanlarda Pentagon’la düzeyli ilişkiler içerisindeydi. Gizli Servis’in, hayatının her alanını istila edişini ve onu yedi yirmi dört takip edişini kaldırabilirdi.

Hatta medyaya ve bel altı vuruşlarına bile katlanabilirdi. Onun bir “golf kulübü çocuğu” olduğu, nasıl bir “limuzin liberali” olduğu ve halk ile alakası olmadığı gibi söylemlere ve dalga geçmelere katlanabilirdi. Problem medya değildi.

Problem 2. Meclis olan Milletvekillerinin Meclisiydi. Çocuk gibilerdi. Geri zekalı gibi davranıyorlardı. Sadistlerdi. Bir vandallar çetesi gibi, onu parçalarına ayırıp yok etmek istiyorlardı. Sanki bir ilkokuldaki en zararlı ve suçlu çocukların seçildiği bir öğrenci konseyi gibilerdi.

Ana akım Cumhuriyetçiler çıldırmış bir ortaçağ barbar sürüsüydü, Çay Particiler ise bomba atan anarşistler. Bu sırada, evin yakınlarında, Meclis Azınlık Lideri, Oval Ofis’i seyrediyor, oradaki kendi geleceğini tasarlıyordu, ve şimdiki başkanı alt etme isteğini açık açık belirtiyordu. Mavi Köpek Demokratları ise iki yüzlü hainlerdi— bir yardım sever taşra çocukları, bir Araplara ve göçmenlere kin kusan kızgın beyaz adam ve şehir magandası olurlardı. Her sabah, Thomas Hayes arkadaşlarının ve müttefiklerinin her saat başı azaldığından emin olarak uyanıyordu.

“Benimle misin, Thomas?”

Hayes yukarı baktı.

David Halstram, özel kalemi, tam karşısında duruyordu. Tam takım giyinmiş, her zamanki gibi gözüküyordu—uyanık, enerjik, capcanlı, daha fazlası için savaşabilecek. David 34 yaşındaydı ve bu işi sadece dokuz aydır yapıyordu. Biraz zaman tanımak lazımdı.

“Bu olay ne zaman ortaya çıktı.” dedi Hayes.

“Yaklaşık yirmi dakika önce.” dedi David. “Sosyal medyada en çok konuşulan konu haline gelmeye başladı bile, ve televizyon kanalları sabah 8 programlarında konuşacak kişileri sıraya dizme yarışındalar. Birçok ayağı var. Kongre Başkanı Ryan, İran bozgunu ve New York’taki teröristler arasında, kötü durumdayız.

Hayer sağ elini yumruk yaptı. Hayatında tam olarak iki kişiyi yumruklamıştı. İkisi de uzun zaman önce, okuldayken gerçekleşmişti. Şuan, Milletvekili Bill Ryan’ı üçüncü yapmak istiyordu.

“Yarın bir öğlen yemeği planlamıştık,” dedi. “Düşündüm ki bu ileriye doğru bir adım olabilirdi. Her şeyi tek bir toplantıda düzeltebileceğimizden değil de…”

David bu düşünceyi hemen uzaklaştırdı. “Bizi gafil avladı. Kabul etmelisin ki ustaca bir hareketti. Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkarmayacağın için, görevi kötüye kullanmakla yargılanmanı istiyor. Ve bunu arkadaş yanlısı bir gazeteciyle, Newsmax gibi bir kanal aracılığıyla yapıyor, eleştiren yok, yazıda denge yok, bütün bu şey sosyal medyada muhafazakar yankı odası tarafından paylaşılabilir ve bloglara düşebilir ve başka hiçbir kelime etmesine gerek yok. Şimdiden nefes alan bir şey haline geldi. Bu sırada, biz yetişkinler gibi davranmalıyız. Bir terör saldırısıyla ilgili ve İran’ın bununla alakasını anlatabileceğimiz bir basın toplantısı düzenlemeliyiz. Görevi kötüye kullanma davana destek vereceklerle ilgili ve ülkenin geri kalanındaki radyoaktif maddelerle ilgili neler yaptığımıza dair soruları yanıtlamalıyız.”

“Ne yapıyoruz?”

“Radyoaktif malzemelerle ilgili?”

“Evet.”

David omuz silkti. “NE demek istediğine bağlı. Radyoaktif maddenin güvenli bir şekilde depolanmasıyla ilgili yönetmelikler var, ama bu her zaman öyle olacak demek değil. Peki, büyük çoğunluğu iyi bir şekilde hallediliyor. Ve Center Medical Center gibi yerler radyoaktif atıkları depolamak ve onları güvenli bölgelere transfer etmekte oldukça iyiler. Onlar bile bu maddeleri yollarken muhafazalı kamyonlarla, güvenlik görevlileri olmadan halka açık yolları kullanıyor. Onun dışında, bu maddeleri sıradan biyolojik atıklarla birlikte depoluyorlar. Bazı hastanelerse—özellikle güneydekiler, evsel atıkmış gibi bunları çöpe atıyor. Şaka yapmıyorum. Ve bombalardan bahsetmeye başlatma beni. Aslında, bütün ömrünü tüketmiş radyoaktif yakıt çubuklarının, özel depolama tesislerine gönderilmesi gerekiyordu. Bu asla gerçekleşmedi. Bu tesisler hiçbir zaman inşa edilmediler. Geçmişi 1970’lerin başına kadar uzanan, ve Birleşik Devletler’deki ömrü tükenmiş yakıt çubuklarının büyük çoğunluğu, kullanıldıkları reaktörde depolanmış. Ve ülkedeki reaktörlerin yüzde doksanında sızıntı olduğuna dair deliller var, üstelik bu sızıntıların bazıları yeraltı sularına karışıyor.”

Başkan Hayes kalem müdürüne bakıyordu. “Neden benim bunlardan haberim yok?”

“Aslında, teknik olarak bunlardan haberin var. Sana bilgi verilmiş, ama hiçbir zaman yüksek öncelikli bilgi değilmiş, şimdiye kadar.”

“Ne zaman bilgi verilmiş bana?”

“Sana brifingin tarihini mi öğrenmemi istiyorsun?”

“Tarihleri, personeli, ve bu brifingin içeriğini. Evet.”

David’in omuzları düştü. Duraksadı. “Thomas, bunu senin için yapabilirim. Sonra ne olacak? Nükleer Mevzuat Komisyonu’nun üç yıl önceki raporunu tekrar mı okuyacaksın? Şuan elimizde kızartmamız gereken daha büyük balıklar var. Orta Doğu’da hali hazırda devam eden bir krizimiz ve medyadan ve Kongre’nin koridorlarından gelen savaş ritimlerimiz var. Elimizden çalınmış radyoaktif malzemelerimiz ve New York’ta gelişen, potansiyel bir terör saldırımız var. Partimiz içerisindeki sağ kanadı kaybetmek üzereyiz. Bu akşamüstü topluca öbür tarafa geçebilirler. Ve Washington’daki ikinci en güçlü adam yargılanman için çağrı yaptı. Biz şuan bir adada duruyoruz ve su gittikçe yükseliyor. Harekete geçmeli ve bunu bugün yapmalıyız.

Hayes hiçbir zaman bu kadar kayıp hissetmemişti. Bunların hepsi çok fazlaydı. Kızları ve eşi Hawaii’de tatildelerdi. Onlar için iyiydi. Orada olmayı diledi.

 

Sanki fırtınalı bir denizde ona doğru atılan bir can simidiymiş gibi David Halstram’a uzandı.

“Ne yapacağız?”

“Savunmaya geçeceğiz.” dedi David. “Kabinen hala sağlam. Arkanı kolluyorlar. Hepsini senin yerine arayıp bu öğleden önce için bir görüşme ayarlama cesaretini gösterdim. Buradaki bütün büyük zekaları toplayıp birleşmiş bir cephe kuracağız. Hazineden Kate Hoelscher. dışişlerinden Marcus Jones. Savunma bakanlığından Dave Delliger bariz nedenlerden dolayı burada olamıyor, ama güvenli bir hattan bize katılacak. Ve biz şu an konuşurken Susan Hopkins Batı Yakası’ndan bize doğru uçuyor. “

“Susan,” diye başladı Hayes.

Soy isme geçememişti bile. Beş yıldan uzun süredir, sahip olduğu bütün gücüyle başkan yardımcısı olan kabine arkadaşını kendinden uzak tutmaya çalışmıştı. Susan ile olan mesele, bütün bu olayın gerçekliği, onu hep çok utandırmıştı. Susan hayata bir model olarak başlamıştı. Yirmi dört yaşında emekliye ayrıldığında, bir teknoloji milyarderiyle evlendi. Çocukları okul yaşına geldiğinde, kendini kocasının parasıyla politikaya attı.

İnsanlar onu güzel olduğu için seviyorlardı. Hep formda kalmıştı ve orta yaş için heyecan doluydu. Bir kadın dergisi yakın zamanda onu parlak taytı ve atleti içinde koşu yaparken fotoğraflamıştı. İyi bir konuşmacıydı. Kurdeleli açılışlar ve yemek pişirme yarışmaları sırasında durdurulamaz oluyordu. Meme kanseri hakkında farkındalık yaratmak (sanki insanlar bir şekilde meme kanserinin zaten farkında değilmiş gibi), hayat boyu egzersiz, ve çocuk yaşta obezite uzamanıydı.

Bir Eleanor Roosevelt değildi.

David elini kaldırdı. “Biliyorum, biliyorum. Susan’ın hafif sıklet olduğunu düşünüyorsun, ama ona hiç şans vermedin. California’dan iki dönem Senatör seçildi, Thomas. Kendisi Birleşik Devletler tarihindeki ilk kadın yardımcı başkan. Bunlar küçük başarılar değiller. O, akıllı ve insanlarla iyi geçinen bir kadın. En önemlisi de, senin tarafında. Şuan acil bir durum var ve bu işe el atıp bize yardım edebilecek kim varsa onlara ihtiyacın var, ve onun sana yardım edebileceğini düşünüyorum.

“Bize nasıl yardım edebilir ki? Güzellik yarışması yapmıyoruz.”

David omzunu silkti. “En son araştırmada onaylanma oranın %12 çıkmıştı. Bu sonuç, üç gün önce, son yaşanan felaketten önceydi. Haftaya tek haneli sayılara inebilir. Ezeli rakibin Bill Ryan da bundan çok iyi durumda değil. O  %17 oranında kalmış durumda çünkü savaş açma talebini geçiremedi. Senin yargılanmanı istediği için ufak bir artış yaşanabilir tabii.”

“Tamam. İnsanlar hükümetten memnun değiller.”

David bir parmak kaldırdı. “Çoğunlukla doğru. Susan hariç. Bu İran olayı ona dokunmadı. Genel onay oranı %62, dindar sağ dışındaki bütün kadınlar ona tam destek veriyor. Liberal ve bağımsız erkekler ona tapıyor. Amerika’daki en popüler  politikacı o, ve o popülaritesinden sana biraz ödünç verebilir.”

“Nasıl?”

“Burada, Beyaz Saray’da olarak, senin yanı başında bu ülkenin karşılaştığı en zorlu sorunlarla seninle sırt sırta çalışarak—tabii biz de bunu fotoğraflayacağız. Toplum önüne birlikte çıktıkça ve sanki onun kahramanıymışsın gibi, podyumda seni bir lider olarak takip ettikçe…”

“Tanrım, David.”

“Felaketi göze alıyorsan onu kov Thomas. İşte tam olarak bu noktadayız. Buraya adım atmadan hemen önce onunla telefonda konuştum. Nelerin tehlikede olduğunun farkında, ve o söylediğim şeyleri yapmaya hazır. Söylemlerimizi alıp televizyon programlarına taşımaya hazır.”

Hayes çenesine dokundu. “Sadece, bunu yapıp yapmak istemediğime karar vermeliyim.”

David kafasını salladı. “Susan hakkında karar verme zamanı çoktan geçti. Ona ihtiyacımız var, ve işin doğrusu sen ona hak ettiği gibi davranmadın. Açıkça söylemek gerekirse, seninle görüşmeye hala hevesli olduğu için şükretmelisin.”

15. Bölüm

Saat 07:12

Ali Nassar’ın Evi – Manhattan

“Yerde kal! Yerde!”

Luke, Nassar’ın ofisinde, yerdeki taşların üstünde yüzüstü yatıyordu. Koltukaltı kılıfındaki silahı almışlardı. Polislerden birinin ayakkabısı Luke’un ensesindeydi. Polis iriydi, neredeyse doksan beş kilo. Eğer isteseydi ağırlığıyla Luke’un boynunu bir hamlede, sadece ağırlığını vererek kırabilirdi.

Luke, bir eliyle rozetini kafasının üstünde tutuyordu. “Federal Ajan!” diye bağırdı polislerin çıkardıkları sesin içinde kendi sesini duyurmaya çalışarak.

Luke’un hemen yanında, Ed “FBI! FBI” diye bağırıyordu. Bu tehlikeli bir andı, iyi adamlar diğer iyi adamları yanlışlıkla vurabilirlerdi.

Biri Luke’un rozetini kaptı. Sert bir çift el, sırtından doğru ellerini yakaladı ve sıkıca kelepçeledi. Soğuk çeliğin bileklerini ısırır gibi kavradığını hissetti. Hiç direniş göstermedi. Polisler, dairenin diğer odalarında hala kapıdan kapıya geçiyor, bağırıyorlardı.

“Stone, ne yapıyorsun?”

Luke bu sesi tanıdı. Bu sesin kimden geldiğini görmek için başını yana çevirdi. Ulusal Güvenlik’ten Ron Begley, üniformalı polislerin arasında, tam yanında duruyordu. Muhtemelen, hesaplanmış bir iğrenme veya belki acıma duygusuyla, yukarıdan Luke’u süzüyordu. Begley uzun bir trençkot giymişti. Büyük göbeği ve trençkotuyla dizi yapımcılarının aklındaki, İrlandalı, alkolik bir polis detektifine benziyordu. Üç-Parça da onunla duruyordu, NYPD terörle mücadele bürosundan, hani bir hizmetçi gibi davranılmayı sevmeyen, bu sabahki. Luke’un bu adamın ismini hatırlaması biraz zaman aldı. Meyerson, Kurt Meyerson.

Bir anlamda, Luke onları gördüğüne sevinmişti.

“Sandalyedeki adam New York’ta bulunana bir terör hücresini yönetiyor. Elimizde, bu adamın dün Center’dan radyoaktif maddeleri çalanlarla bağı olduğuna dair kanıtlar var.”

Begley Luke’un kafasının yanına çömeldi. “Adam artık sandalyede değil. Biraz önce kelepçelerini kestik. Sanırım onun İran’a bağlı bir Birleşmiş Milletler diplomatı olduğunu biliyorsun, değil mi?”

“Diplomatik dokunulmazlığı arkasına saklanıyor,” dedi Luke. “Ve buna güvenerek—”

“İran ile savaşın eşiğindeyiz, Stone. Bu kadarı doğru. Ama savaş çıkarmak senin iş tanımında yok.” Begley duraksadı. Çömelmek onun nefesini kesmiş gibi duruyordu, ama yine de o şekilde kaldı.

“Bu olay yüzünden üstümüze yağacak pisliği hayal edebiliyor musun acaba? Amerika Birleşik Devletleri İran’dan açık açık özür dilemek zorunda kalacak. Bunun sebebi senin kendi başına karar verip bu diplomatın evine baskın düzenleme işini üzerine alman, üstüne üstlük donuna kadar çıplak bırakıp sorguya çekmen, ki bu yaptığın ilk bakışta işkencenin uluslararası tanımına uygun gibi görünüyor. Başkan bunları duyduğunda kahvaltılık gevreğinde boğulacaktır. Ve ülkede hükümet gözetlemelerinin kontrolden çıkmadığını düşünen biri kalmışçasına, FBI’ın kimsenin duymadığı gizli bir birimindeki hilekar ajanlardan biri, haber kanallarında yirmi dört saat boyunca görünecek.”

“Ron, dinle.”

“Seni dinlemeyeceğim Stone. Ne işe yarayacak? Aklını kaçırmışsın sen. Şu an Don Morris ile iletişim kuran adamlarım var. Görünüşe göre o, senin dinlediğin tek kişi o, seni bizzat o bu işle uğraşmaktan kurtaracak. Şu geldiğimiz noktada, iş güvencen konusunda tedirgin olma kısmını çoktan geçmiş bulunuyorsun. Yan odadaki adam şikayetçi olacak gibi ve olursa sen bir süre hapiste kalacaksın. Kimse seni korumayacak. Kimse seni savunmayacak.”

Begley sesini alçalttı. “Seninle dürüst konuşacağım. İnsanlar şimdiden Don’un seni buraya getirme kararını sorguluyor. Özel Müdahale Timi, Don’un favorisi ve kişisel projesi değil mi? Bu proje benim sandığımdan çok daha hızlı bir şekilde parçalara ayrılıp, rüzgarda dağılabilir. Bugün bana bir iyilik yapmış oldun.”

Begley çömeldiği yerden kalktı. “Kelepçelerini çıkarın,” dedi yakındaki birine. “Sonra onları buradan yürüyerek çıkarın. Dosdoğru asansöre, oradan da caddeye bırakın. Duraksamak, konuşmak, sağa-sola bakmak yok. Size sorun çıkarırlarsa ikisini de kafasından vurun.”

“Efendim?”

Begley omuz silkti. “Bu benim küçük şakam.”

İki adam Luke’u ayağa kaldırdı. Begley ve Meyerson’un odadan çıktığını gördü. Polisler Luke’un kelepçelerini çıkardılar, silahını ve rozetini teslim ettiler. Ed hemen solunda duruyor, aynı muameleye maruz kalıyordu.

Luke bilgisayara bir bakış attı, harici bellek hala takılıydı. Yatay yükleme çubuğu neredeyse tamamen yeşildi. Dosya transferi neredeyse tamamlanmıştı. Luke Ed’in dikkatini çekti. Ed, kaşlarını bir anlığına kaldırdı.

“Hadi gidelim,” dedi polislerden biri. “Dışarı.”

Önce Ed yürümeye başladı, Luke takip ediyordu. Ed’in geniş sırtı Luke’un görüş alanını kapatıyordu. Odadan dışarıya iki adım attılar. Sağa doğru, Ali Nassar berjerlerden birinde oturuyordu. Havalı sabahlığını tekrar giymiş telefonla konuşuyordu. Kadın polis parmaklarına ağrı kesmesi için uyuşturucu madde enjekte etti ve kırık parmaklarını derhal atellere yerleştirmeye başladı. Nassar abartılı bir şekilde yüzünü buruşturuyordu.

Ed aniden yere düştü. Kafasını gürültüyle yere vurdu. Gözleri arkaya kaydı, beyazları görünüyordu. Vücudundan şiddetli bir titreme geçti. Kafası ve kolları sallandı. Birkaç saniye içerisinde ağzından köpükler geliyordu.

“Tanrım.” dedi Luke. Ed’in yanına diz çöktü.

Begley arkasını döndü “Çık oradan Stone!” dedi

Luke ayağa kalktı ve elleri havada, geri çekildi. Polisler içeri girdi.

“Nesi var?” dedi Begley.

“Epilepsi. Afganistan’da vurulan Hummer’ın içindeydi, ve ciddi bir kafa yaralanması geçirdi. Hafif beyin zedelenmesi, beyin dalgaları değişmiş. Tam olarak emin değilim. Nefes yollarını açık tutsanız yeter, birkaç dakikaya geçecektir.”

“Nöbet geçiren bir ajanınız sahada görev mi yapıyor?”

“Bu kararları ben almıyorum, Ron.”

“Tamam, geri çekil. Bu adamlar ne yaptıklarını biliyor. Çaresine bakarlar.”

Luke geriye doğru bir adım attı. Sonra bir tane daha. Polisler halka şeklinde Ed’in etrafında duruyorlardı. Birkaç saniye sonra, Begley Meyerson’la olan konuşmasına geri döndü. Luke geriye doğru yavaşça süzüldü, sanki hareketsizce ayakta duruyormuş gibi. Ofisin içine girdi. Bilgisayara doğru atıldı ve belleği geri aldı, ve baldırının üstündeki cebe atıverdi. Masadan mavi bir kalem aldı.

Döndü. Kapıda bir polis duruyordu.

Luke kalemi kaldırdı. “Kalemimi neredeyse unutuyordum.”

Polis kapının dışını işaret etti. “Hadi.”

Ana odada, Ed’in ağzının köpürmesi durmuştu. Yan yatmış, neredeyse hareket etmiyordu. Gözleri önce kapalıydı, sonra yavaşça açıldılar. Birkaç polis onun oturur pozisyon almasına yardımcı oldu. Tekrar gözlerini kırptı. Nerede olduğunu bilmeyen bir insan gibi görünüyordu.

“İyi misin?” dedi biri. “Kafanı çok sert vurdun.”

Ed derin bir nefes aldı. Bu maço polislerin arasında savunmasız bir duruma düşmek onu utandırmıştı. “Bilmiyorum dostum. Stres. Uykusuzluk. Sadece çok yorgun olduğumda oluyor bu.”

Luke etrafına bir baktı. Sağında Nassar vardı, telefonu kapatmıştı. Ayakta, parmaklarını düzelten polisle konuşuyordu. Luke ona doğru yaklaştı.

“Stone!”

Luke, Nassar’la sanki el sıkışacakmış gibi sol elini uzattı. Nassar suratsız bir şekilde bu eli görmezden geldi. Luke uzandı ve onu sabahlığından yakaladı, ve kendine çekti. Yüz yüze, öpüşecek kadar yakınlardı.

“NE yaptığını biliyorum,” dedi Luke. “Ve seni indireceğim.”

“Bu akşamüstü işsiz kalmış olacaksın.” dedi Nassar. “Bununla ilgileneceğime emin ol.”

Her taraflarında polisler, onları ayırmaya çalışıyorlardı. İri bir polis Luke’u elense yaptığı gibi kenara çekti.

“Yeter!” diye bağırdı Begley. “Alın bu palyaçoları buradan!”

Asansörün içinde polislerle etrafları sarılmıştı. Sessizlik hakimdi, herkes sayıların hızla azalışını izliyordu.

“İyi misin?” dedi Luke.

Ed omzunu silkti. “Yoruldum. Bu senelerdir olmamıştı. Tamamen sersemletiyor beni. Bütün vücudum hala titriyor.”

Caddeye indiklerinde polisler gitmelerine izin verdi. Ağaçlar dizilmiş caddenin kaldırımında, kendilerini bekleyen cipe doğru, yan yana yürüyorlardı.  Luke, polislerden elli metre uzaklaşana kadar hiç konuşmadı.

“Nöbet mi?” dedi. “Hayatında hiç nöbet geçirmedin ki.”

Ed gülümsedi. “Yedekte hep bu nöbet işini tutarım. İşe yaraması için inandırıcı olmak lazım ama.”

“Epey inandırıcıydı yahu! Kafanı yere vurduğunu duyduğumda ben bile emin olamadım. Yemin ederim ayağımda hissettim.”

“Tabii. İyi ki kalın bir kafam var. Ve iyi ki yanımda köpürten ilaçtan taşıyorum, inandırıcılığı iki katına çıkarır hep. Sen ne yaptın?”

Luke omuz silkti. “Belleği aldım. Ve o son kısmı fark ettin mi? Nassar’la yüz yüze geldiğim? Eski bir yankesici numarası.” Kargo pantolonunu cebine uzandı ve beyaz renkli, yeni bir akıllı telefon çıkardı. “Sabahlığının cebinden aldım.”

Inne książki tego autora