Za darmo

Her Yol Mübah

Tekst
Autor:
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

34. Bölüm

Saat 20:33

Washington, DC

Adam, onunla akşam vaktine kadar görüşmedi.

Luke, Potomac Nehri’nin kıyısındaki tahta yolda yalnız başına bekledi. Güneş yeni batmıştı ancak gözle görülebilir bir ışık yoktu. Soğuk, kalın bir sis biraz önce sudan etrafa yayılmıştı. Etrafını sarmıştı. Kimse onu göremezdi. Burada herkes olabilirdi. Ölü bir adam olabilirdi. Varoluşuna son verebilirdi. Dünya üzerindeki son kişi olabilirdi. Güzel bir histi.

Buraya kadar yarışırcasına, olabildiğince hızlı gelmişti, ama şimdi burada bekliyordu. Yorgun olmayı çoktan geçmişti ve bu kadar şey söz konusuyken beklemek onu rahatsız ediyordu.

Luke on dakika önce, Ed’le telefonda konuşmuştu. Newsam hastanedeydi. Jacob ve Rachel helikopterle bir Küçükler Ligi beyzbol sahasının ortasına zorunlu iniş yapmayı becermişlerdi. Newsam’ın kalçası çatlamıştı ve kurşunlar ciddi şekilde sıyrıklar bırakmıştı vücudunda, ama iyileşecekti. Newsam gibi bir adamı öldürmek için bir Uzi’den fazlası gerekliydi. Yine de, görevde değildi ve bunun düşüncesi Luke’u endişelendirmişti.

Daha yapılacak çok şey vardı.

“Ne gün yaşadın ama,” dedi bir ses.

Luke başını kaldırdı. Uzun boylu, yaşlıca bir adam, uzun, deri bir ceket ile yanında durmuş, küçük gri ve kahverengi bir köpeği gezdiriyordu. Adamın saçı o kadar beyazdı ki yeni çökmüş karanlıkta neredeyse parlıyordu. Yüzü Luke’a dönük değildi, ama yaklaştı ve bankın uzak köşesine oturdu. Banka yavaşça otururken biraz zorlanmıştı. Ardından zayıf elleriyle köpeği sevdi. Bir sihir numarası gibi elinde bir anda bir bisküvi belirdi ve köpeğe verdi. Kendi el çabukluğuna gülümsedi.

“Güzel köpek,” dedi Luke. “Bunun cinsi ne?”

“Mutt,” dedi adam. “Yarı sıçan olmalı. Onu barınaktan aldım. Gaz odasına gitmekten yirmi dört saat uzaktaydı. Ölüm sırasında onca kayıp ruh varken nasıl bir pet shop’a ya da yetiştirici çiftliğe gidebilirim ki? Bu vicdansızca.”

“Sana nasıl hitap edebilirim?” dedi Luke.

“Paul iyidir,” dedi adam.

Komikti. Paul, Wes, Steve, adam her zaman sıradan isimler kullanırdı. Luke gençken bu isim Henry, veya Hank idi. O isimsiz biriydi, ülkesiz biri. Soğuk Savaş casusu olan biri hakkında ne söyleyebilirdin ki, kendi ülkesinin sırlarını Sovyetlere satan ve sonra dönüp Sovyetlerin sırlarını İngilizlere ve İsraillilere? Ve bu sadece Luke’un bildiği kısımdı. Muhtemelen çok daha fazlası vardı.

Söylenebilecek şey ise onun hayatta olduğu için şanslı olduğuydu. Bir başka şey ise onu öldürüp sonsuza dek gömmekten mutluluk duyacak insanların burunlarının dibinde, Washington, DC’de, yaşamayı seçmiş olmasının hayret vericiliğiydi. Ama belki ihanetin bir miadı vardı. Belki, belli bir vakit geçtikten sonra kimse umursamamaya başlıyordu.  Belki de umursayan kişilerin hepsi ölmüştü.

Luke başını salladı  “Tamam Paul. Geldiğin için teşekkürler. Söylemek isterim ki bu akşamüstü New York’ta biriyle buluştum.”

Yaşlı adam güldü. “Ah, tabii evet. Her şeyi duydum. Öğrendim ki üzerine davetsiz şekilde atlamışsın. Aslında gökten düşmüşsün.”

Luke sisin içine bakıyordu. Bir çorba gibi yoğundu.

“Anlayamadığım bazı şeyler söyledi.”

“Akıllı olmak ile cin gibi olmak aynı şeyler değiller,” dedi adam. “Bazı insanlar, ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, algılama konusunda yavaşlar.”

“Ya da belki ne dediğini anladım, sadece inanmıyorum.”

“Nedir?”

“Operasyon Red Box,” dedi Luke. “Bana söylediği buydu.”

Yaşlı adam hiçbir şey söylemedi. Dümdüz karşıya bakıyordu. Biraz önce elleriyle köpeği seviyordu. Şimdi o eller durmuştu.

Luke devam etti. “CIA direktörüne sormamız gerektiğini söyledi. CIA direktörüne erişimim yok ama sana var.”

Adamın ağzı açıldı, sonra tekrar kapandı.

“Anlat bana,” dedi Luke.

Adam ilk kez doğrudan Luke’a baktı. Yüzü buruşmuş bir parşömen gibiydi. Gözleri çukurlaşmış ve soluk maviydi. Bu gözler hala sır bilen gözlerdi. Bunlar acıma duygusu olmayan gözledi.

“Bu kelimeleri uzun süredir duymuyordum,” dedi. “Onları tekrar kullanmanı tavsiye etmem. Kimin dinlediğini hiçbir zaman bilemezsin, böyle bir yerde bile.”

“Pekala.”

“Sanıyorum ki bu bilgiyi edinmek için ona bir soru yöneltiş olmalısın. Soru neydi?”

“Ona,” dedi Luke, “kimin için çalıştığını sordum.”

Uzun bir iç geçirme sesi geldi yaşlı adamdan. Sanki bir lastiğin havası yavaşça, tamamen iniyormuşçasına bir ses. Birdenbire, yaşlı adam yerinden kalktı. Hızla hareket etti ve biraz önceki inceliğinden eser yoktu.

“Seninle konuşmak ilgi çekiciydi,” dedi adam. “Belki tekrar karşılaşırız.”

Luke’un elinde bir silah, sihirvari bir şekilde belirdi, köpek bisküvisi numarasından daha iyiydi. O gün erken saatlerde elinde tuttuğu silahtan farklı bir silahtı. Bu silahın namlusunun ucunda yirmi santimlik bir susturucu vardı. Silahın kendisinden daha uzundu. Luke sıradan bir şeymiş gibi silahı adamın karnına doğrulttu.

“Bu susturucuyu biliyor musun?” dedi. “Buna İllüzyon deniyor. Yeni ve sen bir süredir oyunun dışındasın ,yani bilmiyor olabilirsin. Gerçekten çok ama çok iyi çalıştığını söylesem yeridir. Böyle bir gecede, bütün bu sisin arasında? Silah ateşlenir ve biri hapşırmış gibi bir ses çıkar. Gürültülü bir hapşırma değil. Sessiz bir hapşırma, bale gösterisi izleyen birinin aksırması gibi.” Gülümsedi. “ÖMT’de en iyi oyuncakları alıyoruz.”

Adam belli belirsiz gülümsedi. “Görüşmelerimizden hep çok keyif alıyorum.”

“Anlat,” diye tekrarladı Luke.

Adam omuz silkti. “Evine, güzel eşine ve genç yakışıklı oğlunun yanına dönmelisin. Bu durum seni ilgilendiren bir durum değil. Öyle olsaydı bile, yapabileceğin hiçbir şey olmazdı.”

“Operasyon Red Box nedir?”

Yaşlı adam görünüşe göre bu isimden çekiniyordu.

Luke birkaç saniye bekledi, ancak adam konuşmaya hazır görünmüyordu. “Bu tetiği çekmemem için bana sadece bir sebep ver.”

Adam gözlerini kırptı. “Öldür beni,” dedi yavaşça, “ve gelecekteki davalarda ihtiyaç duyacağın kaynağın olarak beni kaybetmiş olursun.”

Luke başını salladı. “Gelecekte dava olmayacak,” dedi. “Eğer bu çözülmezse hiçbirimiz için gelecek yok.”

Luke kaşlarını çattı. “Operasyon Red Box nedir?”

Adam başını salladı. “Çok derine daldın. Kendin ve etrafındakiler için tehlike arz ediyorsun ve en kötüsü de bunun farkında bile değilsin. Kelimeleri kullanmayacağım. Ama bahsettiğin operasyon hızlandırılmış başkanlık seçimi için tasarlandı. Bir sonraki seçimi beklemek için zaman olmadığı ve başkanın ofisten ayrılması gerektiği zamanlar için.”

“Bu sabah başkanı meclis soruşturmasıyla tehdit ediyorlardı,” dedi Luke. “Radyodan duydum.” Söylediği şey ağzından çıkar çıkmaz garip gelmişti. Başkana karşı meclis soruşturması ve Beyaz Saray’a düzenlenen bir terör saldırısı…ikisi birbiriyle uyuşmuyordu. Luke yorulmanın ötesinde bir haldeydi. Olan şeylere anlam vermek zordu.

“Meclis soruşturmasından daha hızlı bir yöntem,” dedi Paul. “Ve daha kesin. Ani bir değişim düşün. 1963’ü düşün. Başkanın sadakatinin sorgulanmadığı anlar için ayırılmış bir operasyon. Aynı zamanda ofisteki adam için çok büyük veya hassas olaylar için. Aksiyon gerektiren durumlar için.”

“Buna kim karar veriyor?” dedi Luke.

Paul omuz silkti. Tekrar gülümsedi. “Sorumlu kişiler karar veriyor.”

Luke ona bakakaldı.

“Bana kimin gerçekten karar verdiğini bilmediğini söyle,” dedi Paul, “ve ben de annenin sütçüyle olan ilişkisini merak etmeye başlayacağım.”

Yaşlı adam gözlerini ona dikmişti. Adamın gözlerinde vahşice bir ışık vardı. Luke’a göre adam, bir sirk çığırtkanına benziyordu, gezici bir ilaç şovunda gösteri yapan bir dolandırıcı. Adam gülümsedi. Espri yoktu.

“Bugün Beyaz Sarayın havaya uçtuğunu gördün, öyle değil mi?”

Luke başıyla onayladı. “Oradaydım.”

“Tabii ki oradaydın. Öyle bir zamanda başka nerede olabilirdin ki? Sana bir hava aracı saldırısı gibi mi göründü? Veya başka bir şey gibi mi? Tekrar düşün. Belki de daha çok bir dizi patlama gibi görünmüştür, belki günler belki haftalar önce binaya yerleştirilen bombalar patlıyormuş gibi?”

Luke gözünde patlamaları tekrar canlanırdı, hepsini, Batı Kanadından Sırasütünlar boyunca Başkanlık Konutu’na kadar. Büyük bir patlama konutu parçalara ayırmış, büyük bir parçasını bahçeye fırlatmıştı. Helikopteri havadayken sallayan şok dalgasını tekrar hissetti.

Ama kim Beyaz Sarayın içine bomba koyabilirdi ki?

Orada çalışan herkes yüksek seviye güvenlik iznine sahipti, hizmetçisinden tamircisine, bulaşıkçısından, soğan doğrayan adama, basın sözcüsünden özel kalemine kadar herkes. Herkesin geçmişi ciddi bir şekilde araştırılmıştı. Eğer bomba yerleştirildiyse bu demek oluyor ki…

İçeriden. Çok derinden, ülkenin güvenlik biriminin içinden, haber alma servisinin içinden; o kadar ki bir grup patlayıcı uzmanını alıp, geçmişini silip onlara yeni kimlikler vererek Beyaz Saray’da iş bulmalarına yardım edebilecek bir derinlikten. Yakın denetime ihtiyaç duyulmayan işler, bu kişilere içeride istedikleri gibi gezebilecekleri özgürlükleri tanıyan işler, özellikle de geceleri koridorlarda istedikleri gibi gezebilecekleri türden.

Luke’un zihnindeki birtakım varsayımlar çökmeye başladı. Bütün gün, bir türlü organize olamayan bir grup ayak takımı teröriste odaklanmıştı. Asgari seviyede eğitimli kişilerdi ama vahşi ve akıllıydılar. Saklanıyorlar, kaçıyorlar ve asimetrik taktikler ile küçük oluşlarını, kendilerine oranla sonsuz güçteki bir düşmana karşı bir silah olarak kullanıyorlardı. Belki bu adamlar da yaptıklarının bu olduğuna inanmışlardı. Nükleer malzeme çalmış olabilirlerdi. Bir insansız hava aracını kullanmış ve hatta Beyaz Sarayın bir bölümünü havaya uçurmuş olabilirlerdi. Ancak yine de, bu grup büyük bir makinenin küçük bir dişlisiydi. Çok daha büyük bir güç, çok daha ileri ve karmaşık bir oluşum tarafından kullanılmışlardı.

Ali Nassar’ın dedikleri doğruydu. En başından beri bunun arkasında Amerikan hükümeti vardı.

 

Luke, omur iliği boyunca garip bir ısı hissinin yayıldığını hissetti. Sıcaklık, başına çıkmış ve omuzları ve kollarından geri aşağıya inmişti. Ellerine baktı, alev alacaklarını düşündü. Bir anlığına mide bulantısı hissetti. Bir saniyeliğine de olsa kusabileceğini düşündü. Burada, Paul’un önünde bunu yapmak istemiyordu.

“Nasıl durdurabilirim?” dedi Luke.

Paul başını salladı. “Arkadaşım, Operasyon Red Box’ı durduramazsın. Yolundan çekilirsin. Bu senin kavgan değil Luke. Eğer üzerine almaya çalışırsan kaybedersin. Öyle bir yenileceksin ki, gerçekleşirken muhteşem hissedebilirsin ama sonunda acınası bir durumda olmaya çok daha yakın olacaksın.”

“O zaman en azından bunu yapacak kadarını ver bana.”

Paul homurdandı ve sonra güldü. “Aptal. Kendini korumak gibi bir hünerin yok. Şu ikinci dünya savaşında içi bomba yüklü uçaklarla gemilere dalan Japon kamikaze pilotlara benziyorsun. Tabii senin durumunda uçak yerine bir oyuncak var.”

Yaşlı adam duraksadı ve Luke’un bu işin peşini bırakmayacağını gördü.

“Pekala. Ölmek için bir yol mu arıyorsun? David Delliger denilen adamla iletişime geç. Kendisi Savunma Bakanı, belki bilmiyorsundur. Başkan ile Yale’den oda arkadaşıdır. Bu olayın içinde olmasına imkan yok, ama çok ama çok yakınında, muhtemelen bilmeyerek. Sadece kanıtlanmış parçaları ona sunduğunda, onun için her şey netleşecektir. Belki onun da kendisini korumak gibi bir becerisi yoktur. Eğer öyleyse, ikiniz iyi bir ikili olursunuz.”

“Ya başkan?” dedi Luke.

Paul omzunu silkti. “Ne olmuş ona?”

“Şu an güvende, öyle değil mi?” diye bastırdı Luke. “Yerin on kat altında.”

Paul gülümsedi. “Gitmem gerekiyor. Yaşlı bir adam için dışarılarda olma vakti geçti. Geceleri bu parklar tehlikeli olabiliyor.”

“Başkan güvende,” diye ısrar etti Luke heyecanlı ve ümitsiz bir şekilde adamın kolunu tutarak; duymaya ihtiyacı vardı.

Paul yavaşça başını salladı ve Luke’un elini üzerinden aldı.

“Anlamıyorsun,” diye cevapladı Paul kısık ve çatal sesiyle, dönüp gümüş renkli sisin içine karışmadan önce. “Eğer bu gerçekten Operasyon Red Box ise, başkan zaten ölmüştür.”

35. Bölüm

Saat 20:53

Mount Weather Acil Operasyon Merkezi – Bluemont, Virjinya

Hevesli ve samimi bir genç kafasını odaya soktu.

“Sayın başkan? Yedi dakika içerisinde canlı yayındayız. Sizi yayından iki dakika önce sette hazır görmek isteriz.”

Thomas Hayes, giyinme odasına yerleştirilmiş deri berber koltuğunda oturuyordu. Odanın şekli ovaldi. Önündeki ayna ve uzun bir gardırop dışında duvarlar bomboştu. Özel Kalemi David Halstram’ın kanepede gevşemeye çalıştığını aynadan görebiliyordu.

Görünüşe göre David’in iki hızı vardı—Hızlı, ve Daha Hızlı. En sakin anlarda bile rahatlayamazdı. Bugün için ise sakin bir gün dışında her şey söylenebilirdi. Kurtlanmış gibi yerinde duramıyordu. Ayaklarından biriyle bastığı betonda makineli tüfek gibi ritim tutuyordu.

Başkan, konuşmasının son halini elinde tutuyordu. Başkan Hayes eski moda kağıtlardan yanaydı—dijital devrime tamamen uyum sağlamamıştı. David is aynı konuşmayı iPad’inden görebiliyordu.

İki genç adam Hayes üzerindeki son dokunuşları yapıyorlardı. Biri başkanın makyajını hiç yapılmamışçasına hafifletmeye çalışıyordu. Diğeri de saçını kabartmaya çalışıyor, derli toplu ama mükemmel olmayan bir şekle sokmaya çalışıyordu. Bugün neredeyse öldürülmüştü. Biraz da olsa rüzgarda savrulmuş görülmeliydi.

“O ne demek?” dedi genç adama. “Matematik problemi mi bu?”

“Beş dakikamız kaldı demek efendim.”

“Tamam. Orada olacağız.”

Adam dışarı çıktığında Başkan Hayes aynadan David’e baktı. “Şu cümle hakkında ne düşünüyorsun, büyüklük bizi bekliyor? Yazan kişi bunu metinde üç kere tekrarlamış. Kulağa bir hesap işletim ücreti olmayan bir banka hesabı reklamı gibi geliyor. Demek istediğim, bu kısımda ne yapacağım ki ben?”

Hayes tedirgindi, öyle olması da normaldi. Biraz sonra yayına çıkacak ve yüz yüze geldikleri bu kriz hakkında Amerikan halkına bir konuşma yapacaktı. Ülkedeki her yetişkin kişinin ve daha milyonların da ülke dışından onu göreceğini ve duyacağını ancak varsayabilirdi. Bütün kanallar onun konuşması için yayın akışlarını ayarlamıştı. Neredeyse bütün radyo kanalları da aynı şekilde. YouTube bile canlı yayın yapacaktı.

Hayatında yapacağı muhtemelen en önemli konuşmaydı ve bunca zamandır aklını meşgul eden bir sürü şey olmasa, haftalar önce işine son vereceği bir konuşma yazarı tarafından bir araya getirilmişti.

“Thomas,” dedi David, “sen hayatımda gördüğüm en iyi konuşmacısın. Hayır, John F. Kennedy veya Martin Luther King’i tanımadım, ama bu önemli de değil. Şu an hayatta olan kimse sana yaklaşamaz bile. Bugün biri seni öldürmeye çalıştı. Beyaz Saray’ı yok ettiler ve iki düzine insanı öldürdüler. Amerikan halkı senden bir şeyler duymak istiyor. Bence onlarla konuş. Kalbinden konuş. Onlara hitap et, önderlik et. İstersen bu konuşmayı bir rehber olarak al, istersen tamamen çöpe at. Daha önce önündeki kağıda bakmadan  konuşup bütün dinleyicileri gözyaşlarına boğduğuna şahit olmuştum.”

Hayes başını salladı. Konuşmayı içinden geldiği gibi, doğaçlama yapacağı fikri hoşuna gitmişti. Liderlik edeceğini düşünmek hoşuna gitmişti. Ve liderlik edeceğini düşündüğü an bir şeyin kaybolduğunu hissetti. Ürkme ve kaygı. Gitmişti. Bugünkü saldırı odaklanmasına sebep olmuştu. Özgüven hissetti. Tekrar lider olabileceğini hissetti. Ne milletvekilli meclisinin ne düşündüğünü,  ne de Bill Ryan gibi insanların ne yaptığını umursuyordu.

Thomas Hayes Amerika Birleşik Devletleri halkı tarafından onlara liderlik etmesi için seçilmişti. Ondan beklenen şey liderlik yapmasıydı.

“Sence Susan bu konuşma için gelecek mi?”

David başıyla onayladı. “Biliyorum ki gelecek. Bu akşamüstü onunla konuştum. Şu an senden pek hoşlanmıyor ama bunun onla pek alakası yok. Bunları daha sonra onarırız. Bu sırada o, işini yapmaya devam edecek. Konuşman bittiğinde, Amerika’nın en güçlü insanlarıyla görüşüp konuşacak ve herkes bir araya gelip kamera önünde birlik mesajları verirken o, oldukça görünür bir figür olarak en önlerde duracak.”

“Tamam David. Bugün olanlar için çok kötü hissediyorum. Gerçekten gönlünü almak isterim.”

David başını salladı. “Yapacaksın.”

Zamanı gelmişti, Hayes sandalyesinden kalktı, takım elbisesinin ceketini giydi ve odadan dışarı doğru yürüdü. David, yarım adım arkasında onula birlikte gidiyordu. Hayes yeraltı televizyon stüdyosuna girdi. Üzerinde Başkanın Arması olan kürsüsü yerden bir adım yüksekteydi, mavi halıyla döşenmişti. Etrafı kameralar ve ışıklarla doluydu.

Hayes iyi hissetti, enerjik hissetti, güçlü hissetti. Eskiden, ulusal derecesi bulunan kürek takımının kaptanıyken, yarış başlamadan hemen önce hissettiği o elektrik akımını şimdi de hissetmişti.

Televizyondaki oyun programlarının sunucuları gibi sahneye koşarak çıkma isteğine karşı çıktı.

Hemen arkasında, David’in telefonu çalmaya başladı. Özel kalemine dönüp baktı. David arayan kişinin ekranda görünen ismine bakıyordu. Kafasını kaldırdı.

“Luke Stone arıyor.”

Başkan omuz silkti. “Aç. Birkaç dakikamız var. Ve zaten bununla başa çıkabilirim. Daha önce milyonlarca defa yaptım.”

Kürsüye çıktı ve parlak ışıkların hepsine baktı.

*

Luke suyun hemen kenarında duruyordu. Babasının onu bıraktığı banktan tam olarak beş adım uzaklaşmıştı. Pek bir şey göremiyordu. Sis o kadar yoğundu ki arama yapabildiği için şanslıydı.

Telefon çaldı ve çaldı.

“Halstram,” dedi bir ses.

“David, Başkan Hayes ile görüşmeliyim.”

“Luke, üzgünüm. Sen ve ortağın bugün harika bir şey yaptınız. Ama başkan iki dakika içerisinde canlı yayına girecek. Eğer dilersen bana mesajını bırakabilirsin ve mümkün olan en kısa sürede iletirim, muhtemelen bir saat sonra. Dinle, televizyonu olan bir yere gidip şovu izlemelisin. Ondan bir bomba bekliyorum. Bize bir gol attılar, ama oyun bitmiş değil.”

“David, büyük bir sorunumuz var.”

“Biliyorum. Bugün oradaydım, hatırla? Çok çalışacağız ve bu pisliğin içinden çıkacağız. Ve inan bana, sen bunun büyük bir parçası olacaksın.”

Luke David Halstram gibi insanlarla, en azından telefonda, nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. David genelde morarana kadar konuşur, ardından nefes almak için ara verir ve tekrar konuşmaya başlardı. Enerjik, hiperaktif ve muhtemelen oldukça akıllıydı. Kendini kesinlikle çok yetenekli görür ve başkalarının da onu dinleyip söylediklerini yapmaları gerektiğini düşünürdü. Luke’u dinlemesi için yeterince uzun süre susturmak oldukça zordu.

Sanki bir embesile laf anlatıyormuşçasına, yavaşça konuştu. “David, beni dinlemek zorundasın. Başkan’ın hayatı tehlikede.”

“O yüzden şu an yerin altındayız.”

“David…”

“Luke, dinle, şu an erişilebilir olmalıyım. Bırakmak istediğin spesifik bir mesajın yoksa beni…yaklaşık doksan dakika sonra tekrar araman gerek, tamam mı? Eğer ulaşamazsan bundan da yarım saat sonra tekrar dene.”

“Oradan çıkmak zorundasınız.”

“Tamam, Luke, bunu konuşuruz. Şimdi başlıyor. Gitmem gerek.”

Hat kapandı. Luke telefona bakakaldı. Telefonu nehre atma isteğiyle boğuştu. Bunun yerine arabasına yürümeye başladı. Bir dakika sonra ise koşmaya.

Şimdi, kırk saatlik uykusuzluktan sonra gerçekten Mount Weather’a kadar araba mı kullanacaktı?

Evet.

36. Bölüm

Burası dışında herhangi bir yerde olmayı nasıl da isterdi.

Mount Weather tesisinin ağzında akıllı telefonunu kulağına tutmuş, sigarasını içiyordu.

Onun sigara alışkanlığı, Amerikan halkının onun hayatı hakkında hiç öğrenmemesi gereken bir sırdı. Susan Hopkins arada bir sigara içmekten hoşlanırdı, bu yirmili yaşlarından önce bir süper model olduğu zamanlardan beri böyleydi. Özellikle stresli zamanlarda hiçbir şey sigara gibi olamazdı ve bu hayatının en stresli günüydü. Daha önce kimse onu öldürmeye çalışmamıştı.

Mini bir elbise giymişti, belki o gün için biraz fazla seksi olmuştu. Pentagon’un yakınındaki alışveriş merkezindeki Nordstrom mağazasından, üzerine oturtması için bir terziyle birlikte helikopterle getirtilmişti. David Halstram’ın fikriydi. Televizyondaki izleyiciler içindi, onu kolayca görebilmelerini için. Böylece, Thomas Hayes’in konuşması bittikten sonra dünyadaki kimse Susan Hopkins’in yerin altında bir tünelde Thomas Hayes’in her dediğini dikkatle dinlediğini gözünden kaçıramazdı. Bu iyi bir fikirdi. Ama aynı zamanda bu gece soğuk bir geceydi ve kıyafetinin kumaşı dağ havasını durduramıyordu.

Titredi. Gizli Servis’ten üç iri adam yakınında duruyordu. Başında dikilmişlerdi. Hiçbirinin ceketini teklif etmemesini umuyordu. Bu tarz bir centilmenlik onun midesini bulandırırdı.

Telefonun öbür ucunda konuşan Pierre’di.

“Tatlım,” dedi, “Senin oradan çıktığını görmek gerçekten çok hoşuma gider. Beni tedirgin ediyor. En yakınındaki kent havalimanına hemen bir uçak yollayabilirim. Bir saat içerisinde buraya dönüş yolunda olabilirsin. Güvenliği iki katına çıkardım. Elektrikli çitler çalışıyor. İçeriye anca küçük bir ordu girebilir. Herkese sadece birkaç haftalığına tatile ihtiyacın olduğunu, ardından geri döneceğini söyleyebilirsin. Havuz başında sinirlerimizi atarız. Masaj yaptırırız.”

Susan, Pierre’in otuz odalık malikanesinde, elektrikli çitlerin arkasına kapandığı fikrine gülümsedi. Kimi içeri girmekten alıkoymaya çalışıyordu ki, kardeşlik cemiyetinin şakacılarını mı? Çiti ve kapısı, ve sekiz (dört yerine) emekli polis detektifi biraz önce onu öldürmeye çalışan insanları yavaşlatamazdı bile.

Yüce Tanrı.

“Pierre…”

O konuşmaya devam etti. “Bitirmeme izin ver,” dedi.

Onunla geçirdiği eski zamanları düşündü. Vogue, Cosmo, Mademoiselle, Victoria’s Secret, ve hatta Sports Illustrated dergilerinin genç mastürbatör sayılarına çoktan çıkmıştı bile. Ama yaşlanıyordu. Bunu hissedebiliyordu, menajeri de aynısını söylüyordu. Kapak teklifleri artık gelmiyordu. Yirmi dört yaşındaydı.

Ardından Pierre ile tanıştı. Yirmi dokuz yaşında ve yeni kurduğu şirketinin halka açılışı onu kısa sürede milyarder yapmıştı. San Francisco’da büyümüştü ama ailesi Fransa’dandı. Güzel biriydi, ince bir yapısı ve büyük kahverengi gözleri vardı. Farları olan bir geyik gibi görünüyordu. Koyu renkli saçları yüzüne düşüyordu. O da arkasında saklanıyordu. Dayanılmaz derecede tatlıydı.

Kariyeri boyunca Susan yüklü miktarda para kazanmıştı, birkaç milyon dolar. Finansal olarak oldukça rahattı. Ama birdenbire para artık bir sorun olmaktan çıkmıştı. Birlikte dünyayı dolaşmışlardı. Paris, Madrid, Hong Kong, Londra… Her zaman beş yıldızlı otellerde ve bu otellerin en pahalı süitlerinde konaklamışlardı. Çarpıcı manzaralar hayatının sıradan bir parçası haline gelmişti, eskisinden de fazla bir şekilde. Alp’lerde kayak yapmışlardı, ve Aspen’de. Yunan adalarında güneşlenmişlerdi, ayrıca Bali ve Barbados’ta. Evlenmişler ve iki muhteşem çocukları olmuştu, ikiz kızlar. Ardından yıllar geçmeye başlamıştı ve bu sırada yavaş yavaş ayrı düşmüşlerdi.

 

Susan sıkılmıştı. Yapacak bir şey aramıştı. Politikaya girmişti. Sonunda ise Kaliforniya’dan Birleşik Devletler Senatörü olmak için seçime girmişti. Delice bir fikirdi ve ezici bir üstünlükle kazandığında herkesi şaşırtmıştı (kendisini de). Buradan sonra zamanının çoğunu bazen kızlarıyla, bazen onlarsız Washington’da geçirmişti. Pierre işiyle uğraşıyordu ve gittikçe daha sık bir şekilde Üçüncü Dünya ülkelerinde yardım çalışmaları düzenlemek için uğraşıyordu. Bazen birbirlerini görmedikleri aylar oluyordu.

Yaklaşık yedi sene önce Pierre, Susan'ı bir gece geç saatlerde aradı ve ona zaten bildiği bir şey itiraf etti. Pierre eşcinseldi ve bir ilişkisi vardı.

Yine de evli kalmışlardı. Çoğunlukla kızlar için, ama başka sebepleri de vardı. Her şeyden önce arkadaşlıkları çok iyiydi ve birbirlerine çok yakınlardı. Başka bir sebep de dünyanın geri kalanının onları birlikte sanması onlar için daha iyiydi ve işlerine geliyordu. Medyada güzel görünüyorlardı. Ve rahattı.

Susan iç geçirdi. Onun, Amerikan halkının bilmemesi gereken sırlarından biri daha.

Saatine baktı. Neredeyse dokuz olmuştu.

"Pierre," diye tekrarladı.

"Evet," dedi sonunda.

"Seni çok seviyorum."

"Ben de seni."

"Güzel. Söylediğin her şeyi tavsiye olarak alıyorum. Ve elimden geldiğince yakın zamanda buradan kurtulacağım. Ama şu an gidip başkanın konuşmasını yapmasını izlemek zorundayım.”

“Başkan hıyarın teki.”

Onayladı. “Biliyorum. Ama o bizim hıyarımız ve onu desteklemek zorundayım. Tamam mı?”

“Tamam.”

Telefonu kapattı ve sigarasının geri kalanını parmaklarının bir hareketiyle fırlattı. Onu çevreleyerek duran üç hantal deve bir göz attı. “Hadi gidelim çocuklar,” dedi. Bir dakika sonra hepsi birden asansöre binmişler, dünyanın derinliklerine doğru yola çıkmışlardı.

*

Kontrol odasından “Kırk saniye Bay Başkan,” diye bir ses geldi. “Işık yeşil yandığında yayındayız demektir.”

“Yeşil olana mı bakıyorum?” dedi Hayes.

“Sizi beş farklı açıdan görüyoruz efendim, ama evet. Yeşil olan gözlerinizin içine bakıyor olacak. Otuz saniye.”

David Halstram televizyon stüdyosunun arkasındaki yerini aldı, bütün sahneyi görebiliyordu. Başkan, kürsüde dimdik ayakta duruyor, bütün sakinliğiyle yeşil ışığı bekliyordu. Ona bakan minik amfi tiyatroda ülkenin en önemli ve nüfuzlu insanları oturuyordu.

Koltukları dolduran kitlenin çoğunu Kongre üyeleri ve Senatörler oluşturmuştu—bunların çoğu başkanın tarafındaki liberaller idi ama onun ezeli rakiplerinden de hatırı sayılı miktarda vardı. Devlet bakanı buradaydı, hazine ve eğitim bakanı da öyle. NASA, Ulusal Bilim Kurumu ve Ulusal Park Sistemi direktörleri bir sırada oturmuş, bu kurumların önde gelen tecrübeli personeli de onları çevrelemişti.

Halstram’ın kalbi hızla atıyordu. Heyecanlı olduğunu söylemek, durumu anlatmaya yetmezdi. Dünyanın yerçekimini aşmak üzere olan bir roketin içindeymiş gibi hissetti. O, bu gibi anlar için yaşıyordu.

Bu işi yapmak için doğmuştu. Alkol içmezdi ve hayatında hiç uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmamıştı. Kafeine de pek ihtiyaç duymazdı. Günün on sekiz saati boyunca göz kırpmadan çalışır, dört-beş saatliğine uyur, sonra kalıp hepsini tekrarladı. David’in yaşadığı hayata oranla kahvenin kazandırdığı hız neydi ki?

Başkan Thomas Hayes Amerikan tarihinin en önemli konuşmalarından birini yapmak üzereydi ve David Halstram, onun özel kalemi, sırdaşı, güvenilir danışmanı, 10 metre uzakta ayakta duruyordu.

“Yirmi saniye, Bay Başkan.”

David, bir anlığına rahatsızlık veren bir duygunun farkındalığına vardı. Luke Stone. Onu bu sabah ciddi bir şekilde araştırmışlardı. Tabii ki. Başkanın hayatını kurtarmıştı, ama… kiminle  uğraştıklarını bilmeleri gerekiyordu. Bu adamın dosyasında çok şey vardı. Her yerde delice kırmızı bayraklar sallanıyor, tehlike sinyalleri veriyordu. Çatışma ile ilgili sorunlar. Gücün şüpheli kullanımı. Yetkiyi kötüye kullanmak. Sahtecilik. Görünüşe göre bugün Batı Kanadı’na da sahte bir Yankee White izniyle girmişti. Bunu nasıl becerebildi? Eğer beceremeseydi ne olurdu?

“On saniye. İyi şanslar efendim.”

Şimdi ise tesisten çıkmalarını istiyordu. Tamam, David bu konuyu onunla konuşurdu. Belki yarın sabah…ne yapacaklardı ki? Kamp David’e mi gideceklerdi?

Başkan Hayes Kürsüde, dosdoğru kameraya bakıyordu.

Ses son bir kez daha geldi. “Yayına dört…”

“Üç…”

Hayes gülümsedi. Sahte, zoraki gibi görünüyordu ama sonra başka bir şeye dönüştü.

“İki…”

Kararlı bir görünüme büründü.

“Bir.”

“İyi akşamlar, sevgili Amerikalı vatandaşlarım,” diye başladı başkan, büyük ve özgüvenli bir gülümsemeyle. “Sizlere söylemek istediğim şudur ki—”

BAM!

Bir ışık parladı, saniyenin ufak bir bölümü boyunca David bunun, başkanın beklediği yeşil ışık olduğunu düşündü. Ama bu ışık yeşil değildi. Beyaz, devasa ve kör edici. Başkanın arkasından bir yerden gelmişti.

Başkanı tamamen yutmuştu.

David’in ayakları patlamanın gücüyle yerden kesildi. Savruldu ve üç metre arkasındaki duvara çarptı ve yere düştü. Her yer kararmıştı. Göremiyordu. Altındaki yeryüzü titredi.

Birdenbire, başka bir ışık parladı, bu seferki daha büyük ve yoğundu. Her şey sallanıyordu. Bütün tesis hareket ediyordu. Tavan üzerlerine çöktü. Bir duvar parçası belinin alt kısmı ve bacaklarının üzerine düşmüştü. Acıdı, ve daha sonra acı durdu.

David’in aklı hızlı çalışırdı. Bacaklarının ezildiğini anında anlamıştı ve çok yüksek ihtimalle belinin altının felç kaldığını da. Hissetmemesine rağmen muhtemelen kanaması olduğunu da tahmin edebiliyordu.

Etrafındaki bütün o karanlığın içinde, görünmez insanlar çığlık atıyorlardı.

Yerin on kat altındayım. Kimse beni kurtarmaya gelmeyecek.

Bir an öncesini düşündü, artık daha net anlıyordu. Işık başkanı yutmamıştı.

Onu yok etmişti.

Başkan—ve onunla birlikte yeraltında olan herkes—ölmüştü.

Inne książki tego autora