Üç Kalp

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Yine de Henry, böylesine akılalmaz bir durumun mümkün olması ihtimaline karşın elveda demeyi başarmıştı ve Leoncia’ya kendisine çok benzediği için hatıralarını canlı tutacağına inandığı Francis’i unutmamasını alaycı bir tavırla tavsiye etmişti.

Leoncia’nın dürtüsel olarak ilk tepkisi, mektubu diğerlerine göstermek olmuştu ancak Francis konusundaki yorum onu germişti.

“Henry’den gelmiş.” dedi, mektubu koynuna koyarak. “Önemli hiçbir şey yazmamış. Bir şekilde bu durumdan kaçacağına dair en ufak bir şüphesi yok gibi görünüyor.”

“Bunu yaptığını da göreceğiz.” dedi Francis olumlu bir şekilde.

Ona minnettar bir gülümsemeyle baktıktan sonra, Torres’e sorgulayıcı bakışlarını yönelten Leoncia şöyle dedi:

“Bir plandan mı bahsediyordunuz, Senyör Torres?”

Torres bıyıklarını bükerek sinsice gülümsedi ve sanki çok önemli bir şeyler söylemek üzereymiş gibi bir tavır takındı.

“Sadece tek bir yol var, Anglo-Sakson yolundan Gringo’yu çıkarmak ancak o noktadan bu sağlanabilir. Tam olarak doğru nokta orası. Doğrudan, acımasız ve sert bir biçimde, tıpkı Gringo tarzında Henry’yi hapisten çıkaracağız. Onların beklemeyecekleri tek şey bu. Bu yüzden başarılı olacağız zaten. Sahil kıyısında hapishaneyi parçalamaya bile güçleri yetecek kadar etrafta boş dolaşan serseri var. Onları bu konuda işe alacak, karşılığını da gayet iyi verecek olursanız ve önden peşin olarak bir de avans verirseniz, bu işi kesinlikle başarırlar.”

Leoncia onun bu açıklamasını başıyla onayladı. İhtiyar Enrico’nun gözleri parlıyordu, sanki barut kokusu alıyormuş gibi burun delikleri açılmıştı. Genç oğulları ise onu örnek alarak şevke gelmişlerdi. Hepsi de bu fikrin uygunluğunu öğrenmek ve onayını almak için Francis’e bakıyordu. Başını yavaşça salladı, Leoncia, onun ifadesinden dolayı hayal kırıklığı ile bir çığlık attı.

“Bu yol kesinlikle umutsuz.” dedi. “Neden hepiniz baştan itibaren başarısızlığa mahkûm olan böylesine çılgınca bir fikirle kendinizi riske atıyorsunuz ki?” Konuşurken, bir anlığına Torres ile diğer adamlar arasında kalacak şekilde Leoncia’nın yanından korkuluklara doğru uzun adımlarla ilerledi ve bu sırada Torres’e belli etmeden Enrico ve oğullarına uyarı dolu bir bakış atmayı da başarmıştı. “Henry’e gelince, sanki her şey ona bağlıymış gibi görünüyor…”

“Benden şüphe mi ediyorsun sen?” diye öfkelendi bir anda Torres.

“Tanrı’m, adamım!” diye itiraz etti, Francis.

Ama Torres bir anda atılmıştı yeniden: “Çok eski ve çok şerefli dostlarım olan Solanoların konseyinden henüz doğru dürüst tanışma fırsatı bile bulamadığım bir adam tarafından menedildiğimi mi ima ediyorsun sen yoksa?”

Francis ve Leoncia’nın yüzünde bir anda yükselen öfkenin ifadesini fark eden ihtiyar Enrico, nazik bir hareketle Leoncia’ya uyarıda bulunmayı başardı ve Torres’i susturduktan sonra konuşmaya başladı.

“Solanoların sana yasakladığı hiçbir konsey yok, Senyör Torres. Sen gerçekten ailenin eski bir dostusun. Rahmetli baban ve ben yoldaştık, neredeyse kardeştik. Ama bu, -bu noktada yaşlı bir adamın yargısının kusuruna bakmayacaksın- Senyör Morgan’ın planının umutsuz olduğunu söylerken haklı olduğu gerçeğini değiştirmez. Hapishaneye saldırmak gerçekten delilik olacaktır. Duvarların kalınlığını gözünün önüne getirsene. Haftalarca yapılacak bir kuşatmaya bile dayanabilir. Yine de itiraf etmeliyim ki fikri ilk ortaya attığında neredeyse baştan çıkacak kadar etkilenmiştim. Genç bir adamken, Cordilleras’ın yükseklerinde Kızılderililerle savaşırken, bu şekilde çok önemli bir durum yaşamıştım. Gelin, hepimiz oturalım ve rahatlayayım, ben de size hikâyeyi anlatayım…”

Ancak, aklında yüzlerce tilki dolaşan Torres, beklemeyi reddetti ve sakinleşmiş bir hâlde, dostane tavırlarla hepsiyle tek tek tokalaştı, Francis’ten kısaca özür dileyip gümüş eyerli, gümüş rengi atıyla San Antonio’ya doğru yola koyuldu. Aklını meşgul eden en önemli konulardan biri, kendisiyle Thomas Regan arasında Wall Street ofisinde geçen konuşma ve aralarında yaptıkları telgraf yazışmalarıydı. Panama hükûmetinin San Antonio’daki telsiz istasyonuna gizli erişimi olduğundan, mesajlarını Vera Cruz’daki telgraf istasyonuna rahatlıkla iletebilmişti. Bu yazışmalar sadece Regan ile olan kazançlı ilişkisini kanıtlamakla kalmayacak, Leoncia ve Morganlar konusunda yapmış oldukları planları da ortaya çıkarmış olacaktı.

“Senyör Torres’in planını reddetmek ve onu öfkelendirmek için nasıl bir sebebiniz var?” diye bir açıklama istedi Leoncia, Francis’ten.

“Hiç yok.” oldu Francis’in cevabı. “Ona ihtiyacımız olmaması ve tam olarak ondan hoşlanmıyor olmamadan dolayı. O, kesinlikle aptal bir adam, her türlü planı mahveder. Benim duruşmamda ifade verirken bile nasıl bir duruma düştüğünü gördün. Belki de güvenilmez bir adamdır. Bilemiyorum. Her neyse, ona ihtiyacımız olmadığına göre neden güvenmek zorunda kalalım ki? Şimdi, planında herhangi bir sorun yok. Eğer buna hazırsanız, doğrudan hapishaneye gideceğiz ve Henry’yi dışarı çıkaracağız. Böylece sahildeki serserilere de güvenmemize gerek kalmayacak. Altı adam bunu başaramayacaksak, zaten hiçbir şey yapmamıza gerek yok.”

“Sürekli olarak hapishanede duran en az bir düzine kadar gardiyan vardır.” dedi, Leoncia’nın on sekiz yaşındaki en genç erkek kardeşi Ricardo, itiraz ederek.

Bir anda yeniden umutlanmış olan Leoncia’nın kaşları çatılmıştı ama Francis hemen devreye girdi.

“Doğru söylüyor.” diye onayladı. “Bu yüzden gardiyanları ortadan kaldıracağız.”

“Beş metrelik duvarlar.” dedi, Alvarado’nun ikiz kardeşi Martinez Solano.

“Onların üzerinden geçeceğiz.” diye yanıtladı Francis.

“Ama nasıl?” diye haykırdı Leoncia.

“Ben de bunu düşünüyordum. Siz, Senyör Solano, bir sürü atınız olmalı, öyle değil mi? Güzel. Sen, Alesandro, plantasyonun çevresinden bana birkaç dinamit çubuğu temin etme şansın var mı? İyi, hem de çok iyi. Ve sen, Leoncia, çiftliğin hanımı olarak, deponuzda bulunan o üç yıldızlı çavdar viskisinden elinizde yeteri kadar olup olmadığını söyleyebilir misin?”

“Ah, entrikalarımız yoğunlaşıyor.” diye güldü Francis, Leoncia yeteri kadar olduğunu temin edince. “Artık bir Rider Haggard ya da Rex Beach macerasına dair masallar yaratmak için tüm özelliklere sahibiz. Şimdi dinleyin. Ama bir dakika. Seninle konuşmak istiyorum, Leoncia, özel bazı durumlar hakkında…”

BEŞİNCİ BÖLÜM

Öğleden sonraydı. Henry parmaklıklı hücresinin penceresinden dışarı bakarak, Chiriqui Lagünü’nden başlayan rüzgârın çıkıp, havayı biraz olsun soğutmaya başlayıp başlamayacağını merak ediyordu. Sokak tozlu ve kirliydi çünkü kasabanın yüzyıllar önceki kuruluşundan beri çöpçüler olarak bildiği, sadece leş köpekleri ve o zamanlardan bu yana çöplerin arasında sinsice dolaşan tiksindirici akbabalar olmuştu. Alçak, beyaz badanalı, taş ve kerpiç binalar sokağı resmen büyük bir fırın hâline getirmişti. Bakmaya neredeyse tahammül edilemeyecek kadar yoğun toz tabakasını ve tüm binaların beyazlığını izleyen Henry, sokağın karşı tarafındaki binanın kapı eşiğinde uyuklayan, yırtık pırtık kıyafetli birkaç adamın dikkatlerini birden caddenin diğer tarafına yöneltmiş olduklarını gördüğünde, pencereden çekilmek üzereydi. Henry caddenin o kısmını göremiyordu ama hızla yaklaşan, takırdayan bir aracın gürültüsünü duyabiliyordu. Kısa süre sonra, bir atın çektiği küçük bir at arabası göründü. Faytonun koltuğunda oturan ak saçlı, ak sakallı ihtiyar, nafile bir çabayla hayvanı kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Yoldaki derin çukurlar arabanın tekerleklerine öylesine hasar vermişti ki Henry faytonun hâlâ bir arada durabiliyor olmasına şaşırarak gülümsedi. Arabanın bütün tekerleklerinde derin oyuklar oluşmuş, her dönüşte tehlikeli bir şekilde titreyerek, her bir tekerlek birbirinden bağımsız döner hâle gelmişti. Henry neredeyse hurdaya dönmüş olan aracın parçalara ayrılmamış olmasının mucize olduğunu düşünmüştü. Tam olarak pencerenin karşısına geldiğinde, yaşlı adam dizginleri çekerek, koltukta yarı doğrulmuş hâlde son bir çaba sarf edip durdurabilmişti arabayı. Harap olmuş, beş parasız bir insan gibi görünüyordu. Sürücü koltuğa geri düşerken, dizginler üzerinde kalan ağırlığı atın keskin bir şekilde sağa kaymasına neden olmuştu. Sonra ne oldu… Henry, ne bir tekerleğin kırılıp kırılmadığını ne de bir çarkın yerinden çıkıp çıkmadığını gözlemleyebildi. Kesin olan tek bir şey vardı ki at arabası tamamen bir enkazdı. Yaşlı adam, tozu dumana katarak inatla dizginlere asılmaya devam etti ve atı durdurana kadar daire şeklinde döndü. Sırtı Henry’ye dönük vaziyette homurdanıyordu. Ayağa kalktığında etrafını büyük bir kalabalık sarmıştı. Hapishaneden çıkan jandarmalar, etrafındaki kalabalığı kabaca dağıtarak yaşlı adamı oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yaşayacak sadece birkaç saati kalmış bir adam olarak, biraz olsun eğlenceli vakit geçirmek isteyen Henry, dışarıda olup biteni pencereden seyretmeye devam ediyordu.

Atının dizginlerini tutması için jandarmaya veren yaşlı adam, üzerindeki pisliği temizlemeye gerek duymadan yük arabasına doğru aceleyle toparlayarak irili ufaklı birkaç paketi incelemeye koyulmuştu. Bir kutuya özellikle büyük ihtimam gösteriyordu hatta onu kaldırmaya çalışıyor ve kaldırırken sanki içindekini dinliyor gibi görünüyordu.

Jandarmalardan birinin sert biçimde ona seslenmesiyle bulunduğu yerden doğruldu ve cevap verdi.

“Ben mi? Ne yazık ki Senyörler, ben yaşlı bir adamım ve evimden çok uzaktayım. Ben Leopoldo Narvaez’im. Doğru, annem Alman’dı, Azizler onun ruhunu korusun ama babam Baltazar de Jesus y Cervallos e Narvez, bizzat büyük Bolivar komutası altında savaşan güçlü bir savaşçı olan General Narvaez’in oğluydu. Şu anda yorgunluktan mahvolmuş durumdayım ve evden çok uzaktayım.”

Durumuna acıyan jandarmaların, alçak gönüllü ve hatta fazlasıyla cömert bir nezaketle sordukları sorulara politik ama aynı zamanda minnettar bir tavırla cevap veren yaşlı adam, hikâyesini de aynı tavırla anlatmaya devam etmeyi başarmıştı.

 

“Arabayı Bocas del Toro’dan bu yana sürüyorum. Beş günümü aldı ve işler oldukça kesat. Evim Colon’da, keşke güvenli bir biçimde oraya ulaşabilsem. Ama ne olursa olsun, asil bir Narvaez bile bir seyyar satıcı olabilir ve bir seyyar satıcının dahi yaşamaya hakkı vardır, eh, senyörler, sizce de öyle değil mi? Bu arada, bu hoş San Antonio şehrinde yaşayan bir Tomas Romero yok muydu?”

“Panama’nın her yerinde yaşayan bir dünya Tomas Romero var.” diye güldü gardiyan yardımcısı Pedro Zurita. “Onu biraz daha tanımlaman gerekiyor.”

“O, ikinci karımın kuzenidir.” diye cevapladı ihtiyar umutla ve kalabalığın kükreyen kahkahası karşısında şaşkına döndü.

“Ama San Antonio ve çevresinde bir düzine Tomas Romero yaşıyor.” diye devam etti konuşmasına gardiyan yardımcısı. “Yani onlardan herhangi biri ikinci karınızın kuzeni olabilir, senyör. İşte bir Tomas Romero var, sarhoş olan. Burada bir hırsız Tomas Romero var. Burada da bir Tomas Romero var ama hayır, o bir ay önce hırsızlık ve cinayetten asıldı. Tepelerde birçok sığırı olan zengin bir Tomas Romero var. Burada da…”

Önerilen her Tomas isminde, Leopoldo Narvaez, sığır sahibinden bahsedilene kadar başını kederli bir şekilde salladı. Onu duyduğunda bir anda umutlandı ve lafa girdi:

“Affedersiniz bayım, o olmalı ya da onlardan biri. Ben onu bulurum. Kıymetli eşyalarımı güvenli bir şekilde saklayabileceğim bir yer bulabilirsem, onu hemen aramaya gideceğim. Talihsizliğim belki bir işe yarar. Sizler gibi onlara göz kulak olacak dürüst ve onurlu insanlara güvenebilirim.” Konuştuğu sırada cebinden iki gümüş peso çıkararak gardiyana vermişti. “İşte, sizin ve adamlarınızın bana memnuniyetle yardımcı olmanızı diliyorum.”

Henry, bozuklukları alan Pedro Zurita ve adamlarının yaşlı adamla ilgilenmesini, onu dikkate almalarını ilgiyle izleyerek gülümsedi. Çok daha merak uyandıran, enkaz hâlindeki at arabasından kutular, adamlar tarafından itilerek çıkarıldı ve yavaş yavaş hapishaneye taşınmaya başlandı.

“Dikkatli olun, baylar, dikkatli olun.” diye yalvardı yaşlı adam, büyük kutu taşınırken çok endişeliydi. “Dikkatli tutun. Çok değerlidir ve kırılgandır, en kırılgan kutu o.”

Arabanın içindekiler hapishaneye taşınırken, yaşlı adam attan tüm koşum takımlarını çıkarıp arabanın içine yerleştirdi.

Pedro Zurita, sefil kalabalığa bir bakış atarak koşum takımının da içeri alınmasını emretti:

“Sırtımızı çevirdiğimiz anda ne bir kayış ne de bir toka kalır ortada.”

Araçta kalanlar, gardiyanlar ve geri kalan ekibin becerikli elleri sayesinde güzelce hapishanenin içerisine yerleştirilmiş, yaşlı adamın rahatlıkla atına binebilmesi için hayvan da dikkatlice eyerlenmişti.

“Gayet güzel.” dedi yaşlı adam ve minnetle ekledi: “Binlerce teşekkürler, baylar. Eşyalarımı güvenle emanet edebileceğim sizler gibi dürüst adamlarla karşılaşmam, benim için büyük şans oldu. Hepsi zavallı eşyalar aslında, seyyar satıcı malları, anlayış gösterirsiniz ama benim için yol boyunca ayakta durmamı sağlayacak eşyalar. Sizinle tanışmak benim için büyük zevkti. Yarın, akrabamla birlikte buraya geri döner, bu önemsiz malların yükünden sizi kurtarırım.” Bu sözlerin ardından adam şapkasını çıkararak “Hoşça kalın baylar, hoşça kalın.” diyerek adamları selamladı.

Sürüş esnasında neredeyse bir felakete sebebiyet verebilecek atına dikkatlice binerek yola koyulmaya hazırlandı. Pedro Zurita’nın bir anda ona seslenmesi üzerine durdu ve ona doğru döndü.

“Mezarlığa da bakın, Senyör Narvaez.” dedi gardiyan. “Orada da yatan yüzlerce Tomas Romero var.”

“Lütfen siz de çok dikkatli olun, bayım, özellikle o ağır kutuya dikkat edin.” diye seslendi seyyar satıcı, adamların yanından uzaklaşırken.

Henry, jandarmaların, etrafa toplanmış olan halkın, kavuran güneşin altından kaçarak dağılmasını ve sokağın giderek büyüyen ıssızlığını izledi. “Küçük bir mucize.” diye düşündü kendi kendine, yaşlı seyyar satıcının sesi ne kadar da tanıdık geliyordu. Bunun bir nedeni, dilinin döndüğünce yarım yamalak İspanyolca konuşmaya çalışması, bir diğer nedeni de anne tarafından yarı Alman olmasından kaynaklıydı. “Öyle olmasına rağmen yine de tıpkı bir yerli gibi konuşuyordu ve eğer o büyük ağır kutunun içerisinde çok değerli bir şey varsa, jandarmalar onun eşyalarını içeriye taşımamış ve korumaya almamış olsaydı, tıpkı yerliler gibi soyulacaktı.” diye geçirdi aklından Henry, gözünün önünde gerçekleşen gösteriyi tekrar düşünerek.

Ancak Leopoldo Narvaez, Henry’nin hücresinden elli metre uzakta bulunan nöbetçi odasında, o anda bir soyguna uğruyordu bile. Soygun, Pedro Zurita’nın büyük kutuyu derin ve dalgın bir şekilde incelemesiyle başladı. Ağırlığını ölçmek için kutunun bir ucunu havaya kaldırdı ve burnu sanki ona içeriğiyle ilgili bir bilgi verebilecekmiş gibi kutuyu çatlaklarından tıpkı bir av köpeği gibi kokluyordu.

“O kutuyu rahat bırak, Pedro.” diye güldü jandarmalardan biri. “Dürüstlüğün karşılığında sana iki peso ödedi adam.”

Gardiyan yardımcısı derin bir iç çekip, oturdu, bir süre kutuya baktı ve tekrar iç çekti. Aralarındaki sohbet giderek zayıflamıştı. Adamların gözleri sürekli olarak kutuya takılıp duruyordu. Oyun kartları bile onların akıllarını dağıtmaya yetmemişti. Oyun durgunlaşmıştı. Pedro’ya uyarıda bulunan jandarma oturduğu yerden kalkarak kutunun yanına gitti ve koklamaya başladı.

“Hiçbir koku almıyorum.” dedi diğerlerine. “Kutunun içinde kesinlikle kokacak hiçbir şey yok. Peki ama içinde ne olabilir ki? O beyefendi, bunun çok değerli olduğunu söyledi!”

“Beyefendi!” dedi jandarmalardan biri, kutuyu koklayarak. “Yaşlı adamın babası, Colon sokaklarında ondan önce bayat balık satan, babası gibiydi. Her yalancı dilenci, fatihlerin soyundan geldiğini iddia eder zaten.”

“Peki ama neden olmasın, Rafael?” diye karşılık verdi Pedro Zurita. “Hepimiz bu kadar aşağılık değil miyiz?”

“Hiç şüphesiz.” diye hemen onu onayladı Rafael. “Fatihler pek çok…”

“Hayatta kalanların ataları öyle değil mi?” diye tamamladı Pedro onun sözünü ve neşeli bir kahkaha attı. “Ama yine de kutuda ne olduğunu öğrenmek için bu pesoları feda edebilirim.”

“Ignacio var.” dedi Rafael, öğle uykusundan yeni uyanmış, uykudan şişmiş gözlerini güçlükle açmaya çalışan adamı işaret ederek. “Dürüstlüğü karşılığında ona herhangi bir şey ödenmedi. Gel, Ignacio, kutunun içinde ne olduğunu bize söyle de merakımız giderilsin.”

“Ben nereden bilebilirim ki?” diye sordu Ignacio, ilgiyle kutuya bakarak. “Daha şimdi uyandım.”

“İşte, bu yüzden dürüstlüğün karşılığında ödeme almadın, öyle değil mi?” diye sordu Rafael.

“Tanrı’nın merhametli annesi, kim dürüstlüğüm karşılığında bana para ödeyecekmiş?” diye sordu Ignacio.

“O zaman, oradaki baltayı al ve kutuyu aç.” dedi Rafael, aleti işaret ederek. “Bize kesinlikle dürüstlüğümüz karşılığında para verildiğinden ancak Pedro iki pesosunu bizimle paylaşacak olursa emin olabiliriz. Kutuyu aç, Ignacio, yoksa meraktan çatlayacağız.”

“Sadece bakacağız, sadece ne olduğuna bakacağız.” diye mırıldandı Pedro, kutunun tahtasını baltanın keskin ucuyla hafifçe kaldırarak. “Sonra kutuyu tekrar düzgünce kapatırız ve… Hadi Ignacio, elini içeri sok. Bakalım orada ne bulacaksın?.. Ha? Nasıl bir şeye benziyor? Ah!”

Elini içeri iyice sokup biraz karıştırdıktan sonra, Ignacio’nun eli başka bir karton kutuyla yeniden ortaya çıktı.

“Tekrar yerine koymamız gerektiğinden, onu düzgün çıkar.” diye gardiyan onu uyardı.

Kutunun içerisindeki mendil ve ambalaj kâğıtları çıkarıldıktan sonra, tüm gözler içinde duran bir litre çavdar viskisine odaklandı.

“Nasıl mükemmel paketlenmiş öyle.” diye mırıldandı Pedro hayranlıkla. “Bu kadar özen gösterildiğine göre, kesinlikle çok iyi olmalı.”

“Bu Amerikan viskisi.” diye iç çekti jandarma. “Bir seferinde, Amerikan viskisi içtim. Harikaydı. Beni o kadar cesaretlendirmişti ki Santos’taki boğa güreşi alanına atladım ve vahşi bir boğayla ellerimle güreştim. Bu gerçekten doğru, boğa beni altına aldı ama ben arenadan yine de kaçmadım.”

Pedro şişeyi eline aldı ve şişenin ağzını açmaya çalıştı.

“Dur!” diye haykırdı Rafael. “Dürüstlüğün karşılığında para aldın.”

“Kendisi bize karşı dürüst olmayan biri tarafından.” diye karşılık verdi Pedro. “Mallar kaçak. Bunlar kesinlikle bedelleri ödenmiş mallar değil. Yaşlı adam kaçak mallara sahip. Şimdi artık minnetle ve gayet huzurlu bir şekilde onun mallarına sahip olabiliriz. Onlara el koyabiliriz. Onları yok edebiliriz.”

Şişenin ellerine geçmesini beklemeden, Ignacio ve Rafael diğer şişeleri alarak, onların ağızlarını açtılar.

“Üç yıldız… Çok mükemmel.” dedi Pedro Zurita, duraksayıp şişenin üzerindeki ticari markayı göstererek. “Görüyorsunuz ya, Gringo viskilerinin hepsi çok güzeldir. Bir yıldız bunların çok iyi olduğunu; iki yıldız mükemmel olduklarını ve üç yıldız onların mükemmelden öte, en iyisi olduklarını gösterir. Ah, bunu biliyorum. Gringolar sert içkiler konusunda güçlüdür. Meksika içkileri onları kesmez.”

“Peki, ya dört yıldız?” diye sordu Ignacio, sesi içkiden dolayı boğuklaşmış, gözleri zevkten parlar hâlde.

“Dört yıldız mı? Dostum Ignacio, dört yıldız ya ani bir ölüm ya da cennete bir bilet anlamına gelir.” Birkaç dakika içerisinde başka bir jandarmaya sarılmış olan Rafael, ona kardeşim diyerek, aşağıda insanları mutlu etmenin pek mümkün olamayacağını ilan ediyordu.

“Yaşlı adam tam bir aptalmış, hem de üç kat aptal.” diye haykırdı asık suratlı bir jandarma olan Augustino, bu zamana kadar ilk kez konuşmuştu.

“Harika Augustino!” diye alkışladı Rafael. “Üç yıldız resmen bir mucize yarattı. Bakın şu işe! Augustino’nun ağzındaki kilidi bile açmayı başarmamış mı?”

“Yine de üç katı, bu yaşlı adam üç katı aptalmış!” diye resmen kükredi Augustino. “Onunkiler tanrıların içkileriymiş ve o adam Bocas del Toro yolunda beş gün boyunca tek başına yolculuk yapmış, onlardan bir yudum dahi içmemiş. Bence böylesi adamları bir karınca yuvasının üzerine çıplak bırakmalı.”

“Yaşlı adam bir hayduttu.” diye geveledi Pedro. “Üç yıldız için yarın geri geldiğinde, onu kaçakçılıktan tutuklayacağım. Bu da şapkalarımıza bir tüy daha eklenmesini sağlayacak.”

“Eğer kanıtları bu şekilde yok edecek olursak?” diye sordu Augustino, bir şişenin daha ağzını açarak.

“Kanıtları koruyacağız bu şekilde!” diye cevapladı Pedro, boş bir şişeyi taş sütunlardan birinin üzerinde kırarak. “Dinleyin, yoldaşlar. Kutu çok ağırdı, hepimiz bu konuda hemfikir olacağız. Düştü. Şişeler kırıldı. İçkiler dışarı döküldü ve biz de böylece kaçak mallardan haberdar olduk. Kutu ve kırılan şişeler bunun için yeterli kanıt olacaktır.”

İçkiler azaldıkça, içerideki kargaşa da giderek büyüyordu. Bir jandarma, Ignacio ile uzun zaman önce unutulmuş olan on pesoluk borcu yüzünden tartıştı. Diğer ikisi kollarını birbirlerinin boynuna dolayarak yere oturdu ve evli oldukları için kendi sefaletlerine ağladılar. Augustino, çok boş bir konuşma yaparak, kendi felsefesine göre sessizliğin altın olduğunu açıkladı. Ve Pedro Zurita kardeşliğe dair hassaslaştı.

“Mahkûmlarımı bile…” dedi tutarsız ve anlaşılmaz bir tavırla konuşarak. “Onları bile kardeşlerim olarak seviyorum. Hayat üzücü.” Bir içki daha içtiği sırada, gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı. “Mahkûmlarım benim çocuklarımdır. Onlar için kalbim kanıyor. Onları seyrederken! Ağlıyorum. Haydi, onlarla paylaşalım. Onların da bir anlık mutluluk yaşamalarına izin verelim. Ignacio, benim en sevdiğim kardeşim. Bana bir iyilik yap. Bak, ellerine ağlıyorum. Gringo Morgan’a bu iksirden bir şişe götür. Ona ne kadar üzgün olursam olayım, yarın asılmak zorunda olduğunu söyle. Onu sevdiğimi söyle, bir içki ikram et ve bugün mutlu olmasını sağla.”

Ve Ignacio bu görevi yerine getirmek için oradan ayrılırken, bir zamanlar Santos’daki boğa güreşi arenasına atlayan jandarma yeniden kükredi:

“Bir boğa istiyorum! Bir boğa istiyorum!”

“Bütün kalbiyle, kollarını onun boynuna dolayıp onu sevmek istiyor.” diye ağlayarak açıklamada bulundu Pedro Zurita. “Ben de boğaları severim. Ben her şeyi severim. Sivrisinekleri bile seviyorum. Dünya sevmeye değer. Bu dünyanın sırrıdır. Oynamak için bir aslanım olsun isterdim…”

Sokakta bir anda söylenmeye başlayan Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu şarkısının nağmeleri açık havada Henry’nin dikkatini çekmişti ve tam hücresinin penceresinden dışarı bakmak istediği sırada, kapısının büyük anahtarının çevrildiğini duyarak uyuyormuş gibi yaptı. Ignacio elinde bir şişeyle, tamamen sarhoş hâlde sendeleyerek içeri girdi ve elindeki şişeyi ciddiyetle Henry’ye sundu.

“İyi yürekli gardiyanımız Pedro Zurita’nın yüce cömertliğiyle.” diye mırıldandı. “İçkiyi içmeni ve bir anlığına yarın asılacağını unutmanı söyledi.”

“Senyör Pedro Zurita’ya en yüce iltifatlarımı sunduğumu ve viskisiyle birlikte cehenneme gitmesini söyle.” diye yanıtladı Henry.

 

Gardiyan bir anda doğruldu ve sanki aniden sarhoşluğu geçmiş gibi sallanmayı bırakmıştı.

“Pekâlâ, bayım.” dedi, sonra hücreden ayrılarak, kapıyı kilitledi. Henry hemen bulunduğu yerden kalkarak, Francis’le yüz yüze geleceği şekilde pencereye doğru yöneldi ve tam Francis parmaklıkların arasından ona bir tabanca fırlatmak üzereyken pencerenin altında durdu.

“Selam, dostum.” dedi Francis. “Seni buradan hemen çıkaracağız. Emniyet pimi ve kapakları tamamlanmış iki dinamit çubuğunu havaya doğru kaldırdı. “Seni dışarı çıkarmak için bu güzel parçaları getirdim. Hücrenin en ücra köşesine düzgünce gizlen çünkü birazdan bu duvarda Angelique’in bile geçebileceği kadar büyük bir delik açacağım. Ayrıca Angelique de bizi sahilde bekliyor. Şimdi hemen geri çekil. Onu ateşleyeceğim. Fitili çok kısa.”

Hücresinin kapısı beceriksizce açılıp Latin Amerika’nın kadim ve değişmez savaş çığlıkları arasında küstah bir biçimde “Gringo’yu öldürün!” diye bağıran gardiyanın sesini duyduğunda, Henry hücrenin arka köşesine henüz geri dönmüştü.

İçeri girer girmez gevezelik eden Rafael ve Pedro’nun seslerini de duyabildi: “O kardeş sevgisinin bile düşmanı.” diyordu biri. Diğeri de: “Cehenneme gitmeni söyledi, tam olarak söylediği bu değil miydi, Ignacio?” diye konuşmaya devam etti. Ellerinde tüfekleriyle içeri girmişlerdi. Sırtlarına baltalarını, bellerine kılıçlarını ve tabancalarını, yanlarına bilumum silahlarını almış, diğer sarhoş gardiyan güruhunu da arkalarından çağırıyorlardı. Henry’nin elinde tuttuğu tabancayı görünce bir an için donup kaldılar ve Pedro elinde tuttuğu tüfekle dengesini sağlamaya çalışırken, ciddiyetini takınarak mırıldanmaya başladı:

“Senyör Morgan, cehennemde hak ettiğiniz yeri almak üzeresiniz.” Ancak Ignacio beklemedi. Çılgınca, hiç tereddüt etmeden silahını belinden çıkararak ateş etti ve Henry’nin hücrenin içerisinde geriye doğru gitmesine, sonrada kurşunun etkisiyle yere yığılmasına neden oldu. Geri kalanların hepsi bir anda, hapishane koridoruna doğru çekilmişlerdi, oradan kendilerini hiç ortaya çıkarmadan silahlarını hücrenin içine doğrultarak mermileri boşaltmaya başlamışlardı.

Duvarların kalın olmasından dolayı içeri giremeyen kurşunlar için Tanrı’ya şükreden Henry, hiçbir kurşunun kendisine doğru sekmemesini umarak koruyucu bir açıyla hücrenin köşesine sinmiş ve patlamayı beklemeye koyulmuştu. Ve patlama gerçekleşti. Pencere ve altındaki duvar ansızın tek parça delik hâline geldi. Taşlardan uçan bir parça kafasına çarptı ve Henry başına aldığı darbenin etkisiyle sersemleyerek yere yuvarlandı. İçeri dolan toz ve duman yavaş yavaş kalkmaya başladığı sırada, bulanık bir şekilde delikten uzanan Francis’in yüzünü gördü. Delikten dışarı doğru sürüklendiği sırada, Henry yeniden kendine gelmişti. Solano ailesinin en genç oğulları olan Enrico ve Ricardo’nun ellerinde tüfekleriyle, sokağa toplanan kalabalığı delikten uzak tutmaya çalıştıklarını; aynı şekilde ikizlerin, Alvarado ve Martinez’in de caddenin diğer tarafından yaklaşan benzer şekildeki kalabalığın yollarını kestiklerini görebiliyordu.

Ancak halk sadece meraktan oraya toplanıyordu, hayatlarını kaybetmeyi göze alan ve güpegündüz açıkça bir hapishanenin duvarını patlatarak içerideki mahkûmu ustaca kaçırmayı başaran bu gözü kara adamların önüne çıkmaya ya da onlara müdahale etmeye hiç niyetleri yoktu. Mahkûmu kaçıran grup, toplu hâlde caddede yürümeye başladığında ise, hepsi saygıyla geri çekilmişlerdi.

“Atlar bir sonraki sokakta bekliyor.” dedi Francis, Henry ile tokalaştığı sırada. “Ve Leoncia da onlarla birlikte bekliyor. Dörtnala ilerleyecek olursak, on beş dakika içerisinde, bizi sahilde bekleyen sandala ulaşmış oluruz.”

“O söylediğin, benim sana öğrettiğim şarkıydı.” diye sırıttı Henry. “Islık çaldığını duyduğumda her şeyin yoluna gireceğini anlamıştım. Köpekler o kadar aceleciydi ki beni asmak için yarına kadar beklemeye hiç niyetleri yoktu. Viskiden körkütük sarhoş hâldeydiler ve hemen işimi bitirmeye karar vermişlerdi. Şu viski olayı gerçekten komikti. Seyyar satıcı olmaya mahkûm olmuş yaşlı bir beyefendinin arabası hapishanenin hemen önünde mahvolmuştu…”

“Zira asil bir savaşçı olan General Narvaez’in oğlu, Baltazar de Jesus Cervallos e Narvaez’in torunu, soylu Narvaez bile bir seyyar satıcı olabilir ama bir seyyar satıcının bile yaşamaya hakkı vardır, ha beyler, öyle değil mi?” diye taklit etti Francis.

Henry şaşkınlık içerisinde, durumun farkına vararak neşeyle ekledi:

“Francis, bir şeyden dolayı çok mutluyum, çok sevindim…”

“Neymiş o?” diye sordu Francis duraksayarak, köşeyi dönüp atların bulunduğu yere geldikleri sırada.

“O gün, Calf Adası’nda senin ısrarlarına rağmen kulaklarını kesmemiş olmaktan dolayı çok mutluyum.”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?