Üç Kalp

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Ah, sus, sus.” diye yalvardı genç kadın. “Şimdi kesinlikle benimle eve gelmelisin. Yol boyunca da bana Henry’den bahsedersin.”

Gözleri bir anda küçümseyerek fırlatıp atmış olduğu mendile takıldı. Hemen koşup onu aldı.

“Zavallı, kötü muamele görmüş mendilcik.” diye mırıldandı. “Bunu da sana ödemeliyim. Bizzat kendim temizleyeceğim ve…” Mendille konuşurken bakışlarını da Francis’e yöneltmişti. “Ve onu sana iade ederim, efendim, temiz ve güzelce katlanmış hâlde, kalbimden gelen minnettarlıkla…”

“Peki ya o canavarın izi?” diye sordu.

“Çok üzgünüm.” dedi samimi bir pişmanlıkla Leoncia.

“Peki, gölgemi senin üzerine düşürmeme izin verir misin?”

“Elbette! Elbette!” diye haykırdı neşeyle. “Orada! İşte şimdi gölgenin altındayım. Şimdi gitmemiz lazım.”

Francis, karşısında durmuş sırıtan Kızılderili çocuğa bir peso attı, çocuk onu hemen yakaladı ve büyük bir sevinçle tropik plantasyon boyunca seke seke çiftliğe kadar onları takip etti.

Solano tropik plantasyonunun geniş meydanında oturan Alvarez Torres, tropik çalılıkların arasından çiftin dolambaçlı araba yolu üzerinden yaklaştıklarını gördü. Ve çok hatalı sonuçlar oluşturabilecek manzarayı görür görmez dişlerini gıcırdattı. Kendi kendine öfkeyle mırıldanmaya başladı, dudaklarının arasına sıkıştırmış olduğu sigarayı bile unutmuştu.

Onu böylesine öfkeden deliye döndüren, her şeyden habersiz derin, heyecanlı bir muhabbete dalmış olan Leoncia ve Francis’in görüntüsüydü. Francis’in, Leoncia’nın birden önünde durduğunu ve onu dinlemesi için yalvarmaya çalıştığını, ona aciliyetini bildiren konuşma ve jestler yaptığını görüyordu. Torres gördüklerine güçlükle inanabiliyordu, Francis’in bir yüzük çıkardığını ve Leonica’nın somurtkan bir ifadeyle, sol elini uzattığını ve genç adamın onu yüzük parmağına taktığını gördü. Nişan yüzüğünün takıldığı parmaktı, Torres buna yemin bile edebilirdi.

Gerçekte olan şey ise tamamen farklıydı, Henry’nin vermiş olduğu nişan yüzüğü Leoncia’nın parmağına geri dönmüştü. Ve Leonica, neden olduğunu bilmiyordu ama yüzüğü takmakta isteksiz davranmıştı.

Torres, sanki kendi heyecanını da bu şekilde gidermek istermiş gibi sönmüş olan sigarasını uzağa fırlattı, bıyığını hırsla büktü ve meydanın ortasında onlarla buluşmak için ilerlemeye başladı. İlk başta kızın onu selamlamasına karşılık vermedi. Bunun yerine, öfkeli Latin yüzüyle doğrudan Francis’in üzerine fırladı:

“Bir katilden elbette ki utanması beklenmez ama en azından basit bir dürüstlük beklenebilir.” Francis tuhaf bir şekilde gülümsedi.

“İşte yeniden başladı.” dedi. “Bu çılgın diyarda başka bir çılgın. En son, Leoncia, bu beyefendiyi gördüğümde New York’taydı. Benimle iş yapmak için gerçekten çok heyecanlıydı. Şimdi de onunla burada karşılaşıyorum ve bana söylediği ilk şey ahlaksız, utanmaz bir katil olduğum.”

“Senyör Torres, ondan özür dilemelisiniz.” dedi genç kadın kızgınlıkla. “Solanoların evi misafirlerinin hakarete uğramasına alışkın değil.”

“Solanoların evi, anladığım kadarıyla insanlarının geçici maceracılar tarafından öldürülmesine alışkın.” diye karşılık verdi Francis. “Konukseverlik adına yapılan hiçbir fedakârlık çok büyük değildir.”

“Kaldır ayağını Senyör Torres.” diye nazik bir şekilde öneride bulundu Francis. “Tam üzerinde duruyorsun. Senin hatanın ne olduğunu biliyorum. Benim Henry Morgan olduğumu düşünüyorsun. Ben, Francis Morgan’ım ve sen de çok kısa süre önce, Regan’ın New York’taki ofisinde benimle bir iş birliğine girdin. İşte elimi uzatıyorum. Benimle tokalaşman bu koşullar altında yeterli bir özür sayılacaktır.”

Hatasını anlayan Torres, elini uzattı ve hem Francis’den hem de Leoncia’dan özür diledi.

“Ve şimdi…” diye neşeyle kıkırdadı Leoncia, hizmetçilerden birini çağırmak için ellerini çırptı, “Bay Morgan’ı rahatça oturabileceği bir yere götürüp üzerime bir şeyler giymeliyim. Ve sonrasında, Senyör Torres, bizi mazur görecek olursanız, size Henry’den bahsetmek isteriz.”

Leoncia yanlarından ayrıldığı ve Francis’in genç, güzel kadının arkasından büyük bir ilgiyle baktığı sırada, düşünmeye devam eden Torres, her zamankinden daha şaşkın ve kızgın olduğunun farkına vardı. Leoncia’nın parmağına nişan yüzüğünü takan, o zaman yeni ve yabancı biriydi. Bir an için hızla neler olabileceğini düşündü. Her zaman hayallerinin kraliçesi olarak gördüğü Leoncia, birden New Yorklu garip bir yabancı ile nişanlanmıştı. Bu, inanılmaz, korkunç bir durumdu.

Ellerini çırptı, San Antonio’dan bir araç çağırılmasını istedi ve Francis onunla birlikte yaşlı Morgan’ın hazinesinin saklandığı yer hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek için bir gezintiye çıktı.

Öğle yemeğinden sonra Chiriqui Lagünü, Bull ve Calf Adaları boyunca güçlü bir kara meltemi anlamına gelen hafif bir rüzgâr patlak verdiğinde, Henry’ye nişan yüzüğünü Leoncia’nın parmağına taktığına dair güzel haberleri bir an evvel anlatmak isteyen Francis, gece orada kalması ve Enrico Solano ve oğulları ile tanışması için kendisine sunulan misafirperver daveti kararlılıkla reddetti. Francis’in oradan aceleyle ayrılmak için başka bir nedeni daha vardı. Leoncia’nın varlığına tahammül edemiyordu ve hiçbir suretle bunun üstesinden gelmeyi başaramıyordu. Onu öylesine büyülüyor, güzelliğiyle öylesine etkisi altına alıyordu ki cazibesine katlanmaya yüreği yetmiyordu ve Bull Adası’nın kumlarını kazarak hazineyi aramak için çaba sarf eden kanvas pantolonlu adama sadık kalamayacağından korkuyordu.

Böylece Francis, cebinde Leoncia’dan Henry’ye yazılmış bir mektupla oradan ayrıldı. Son anda ayrılmadan, öyle donup kaldı. İç çekişini öylesine hızlı bastırmaya çalışmıştı ki Leoncia’nın onun bu düşüncelerini fark edip etmediğini sorgulamaktan kendini alamadı, evden uzaklaşmak için kendini zorladı. Leoncia, araç yolunda gözden kaybolana kadar Francis’in arkasından baktı, sonra belli belirsiz sıkıntılı bir ifadeyle parmağındaki yüzüğe gözlerini çevirdi.

Francis kumsaldan, Angelique’e bir işaret göndererek kıyıya bir sandal gönderilmesini talep etti. Ama o daha suya giremeden, yarım düzine beli silahlı, sırtlarında tüfekleri olan adam atlarını dörtnala koşturarak sahilden aşağıya indi. İki adam onlara önderlik ediyordu. Geriden onları takip eden dörtlü, sefil melezlerdi. Francis, iki liderden birinin Torres olduğunu fark etti. Tüm silahlar Francis’in üzerine doğrultulmuştu ve karşısında tanımadığı başka birinin olmasından dolayı onun, ellerini kaldırması gerektiğini belirten talimatına çaresizlikle boyun eğmek zorunda kaldı. Ve Francis yüksek sesle şunları söyledi:

“Bunu bir düşünün! Bir sefere mahsus, sadece birkaç gün öncesi için mi yoksa bir milyon yıl önce mi? Bir noktada bir dolar olan mezat köprüsünü düşünmek biraz heyecan vericiydi. Şimdi, baylar, siz atlarının üzerinde olanlar, silahlarınızı üzerime doğrultmuş beni vurmakla tehdit eden sizler, şimdi ne yapmamı bekliyorsunuz? Yaralanmadan bu sahilden çıkamayacak mıyım? Kulaklarımı mı yoksa bıyığımı mı istiyorsunuz?”

“Seni istiyoruz.” diye cevapladı bıyığı çarpık, simsiyah gözleri gibi neredeyse tüm bedeni kıllı olan yabancı lider.

“İlk günah ve tüm tatlı kertenkeleler adına, peki siz kimsiniz?”

“O, San Antonio’dan Sayın Vali Senyör Mariano Vercara e Hijos.” diye cevapladı Torres.

“İyi geceler.” diye güldü Francis, adam hakkında Henry’nin verdiği tarifi hatırlayarak. “Sanırım buraya demirleyerek bazı liman kurallarını ya da sıhhi düzenlemeleri çiğnediğimi düşünüyorsunuz. Ancak bu durumu çok değerli bir beyefendi olan kaptanım Yüzbaşı Trefthen ile çözmelisiniz. Ben geminin sadece kiralayıcısıyım, sadece bir yolcuyum. Kaptan Trefthen ile deniz hukuku ve geleneği konusunda rahatlıkla görüşebilirsiniz.”

“Alfaro Solano cinayetinden aranıyorsunuz.” oldu Torres’in cevabı. “Çiftlikte, başka birisi olduğunu söyleyerek beni kandıramadın Henry Morgan. Bunu başkasından da öğrendim. Adı Francis Morgan ve onun bir katil değil, bir beyefendi olduğunu belirtmekten de çekinmiyorum.”

“Siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye haykırdı Francis. “Ve yine de benimle tokalaştınız, Senyör Torres.”

“Kandırıldım.” diye ekledi Torres üzgün bir ifadeyle. “Ama sadece bir an için. Sakince gelecek misin?”

“Sanki başka…” dedi Francis imalı bir ifadeyle. Kendisine doğrultulmuş altı tüfeği işaret ederek omuzlarını silkti. “Sanırım beni acil olarak yargılayacak ve gün doğarken de asacaksın.”

“Panama’da adalet hızlı işler.” diye cevapladı Vali, tuhaf bir şekilde aksanlı ama anlaşılır bir İngilizce ile. “Ama bu kadar değil elbette. Seni gün ağarırken asmayacağız. Sabah saat on herkes için daha uygun olur, değil mi?”

“Ah, elbette.” diye karşılık verdi Francis. “İster on bir, isterse öğlen iki olsun, umurumda değil.”

“Bizimle birlikte geleceksiniz, Senyör.” dedi nazikçe Mariano Ver-cara e Hijos. İfadesinin kibarlığı, niyetinin keskinliğini maskelemiyordu. “Juan! Ignacio!” diye talimat verdi İspanyolca. “İnin! Silahlarını alın. Hayır, ellerini bağlamanıza gerek yok. Onu, Gregorio’nun arkasına alın.”

Francis, duvarları beş fit kalınlığında, düzgün biçimde beyaz badanalı kerpiç hücrede, toprak zeminin üzerinde yarım düzine uyuyan mahkûmun yanında, çok uzaktan gelmediği belli olan kısık çekiç sesini dinleyerek başına gelenleri düşünmeye, uzun ve alçak sesli bir ıslık çalmaya başladı. Saat akşam sekiz buçuktu. Yargılama sekizde başlamıştı. Bu çekiç vuruşu ise ertesi sabah saat onda, boynuna geçirilecek ipin yerden destek alacağı idam sehpasının kirişlerinin birbirine çakılmasıydı. Yargılama onun saatine göre yarım saat sürmüştü. Leoncia’nın bu duruma dâhil olması yirmi dakika kadar almıştı ve Solano ailesinin büyük hanımı, nazikçe olaya müdahil olsa bile, sonunu ancak on dakika kadar uzatabilirdi.

“Vali haklıydı.” dedi Francis kendi kendine, yalnızlık meselesini kabullenerek. “Panama adaleti gerçekten hızlı ilerliyor.”

Leoncia tarafından kendisine verilen ve Henry Morgan’a hitaben yazılan mektubun yanında olması onu suçlu yapmıştı. Gerisi kolayca gerçekleşecekti. Yarım düzine tanık cinayeti görmüş ve onu katil olarak teşhis etmişti. Vali bizzat kendisi böyle bir ifade vermişti. Bu konuda tek gönül açıcı karar, Solano ailesinin felçli yaşlı bir teyzesinin Leoncia’ya eşlik edecek olmasıydı. Bu gerçekten tatlıydı, hiçliğe mahkûm edilmiş olmasına rağmen genç kadının hayatı için mücadele etmesi güzeldi.

 

Francis, sol kolunu sıvayıp açtığında Vali’nin aşağılayıcı bir şekilde omuzlarını silktiğini görmüştü. Ve Leoncia’nın onun takip edemeyeceği kadar hızlı bir şekilde hareket ederek Torres’e telaşla İspanyolca bazı sözcükler savurduğunu izlemişti. Bununla birlikte Torres kürsüye çıkarken, kalabalık mahkeme salonundaki hareketlenmeyi görmüş ve uğultuyu duymuştu. Ama görmediği şey, Torres ile Vali’nin aralarında fısıldaşarak konuştuklarıydı, zira Torres onu tanık kürsüsüne çıkması için zorluyordu. Yan tarafta oynanan bu oyunu görmüyordu, ayrıca ne Torres’in onu New York’tan mümkün olduğunca uzak tutmak için Regan’dan para almış olduğunu ve bu konuda elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu ne de Torres’in de aynı şekilde Leoncia’ya âşık olduğunu, bu yüzden de kıskançlıkta öfkesinin sınırı olmadığını biliyordu. Bütün bunların hepsi Francis’i, Leoncia’nın Torres’in sorgusu altında oynadığı oyuna kadar kör etmişti, Leoncia sorgu esnasında Torres’i, Francis Morgan’ın sol ön kolundaki yara izini hiç görmediğini kabul etmeye zorlamıştı. Leoncia büyük bir zafer ifadesiyle ufak tefek yaşlı yargıca bakarken Vali ilerlemiş ve Torres’den sert bir tonda konuşmasını talep etmişti:

“Henry Morgan’ın kolunda herhangi bir yara izi gördüğüne yemin edebilir misin?”

Torres bu duruma hem şaşırmış hem de utanmıştı, hayretle yargıca ve yalvarırcasına Leoncia’ya bakmış, sonunda konuşamayacak kadar kötü durumda olduğundan yemin edemeyeceğini başını sallayarak ifade etmişti. Sefil kalabalıktan zafer nidaları yükselmişti. Yargıç hükmünü vermiş, içerideki uğultu iki katına çıkmış ve görünüşe göre, ölümü için ertesi sabah ona kadar beklemeyi düşünmeyen kalabalıktan onu bir an önce kurtarmak istediklerinden dolayı Francis, jandarmalar ve Komiser tarafından, direnmesine rağmen sürüklenerek hücresine geri götürülmüştü.

“O zavallı serseri, Torres, Henry’nin yarası aklına gelmedi!”

Francis, hücre kapısının sürgüleri açıldığında ve Leoncia’yı selamlamak için ayağa kalktığında sakin bir şekilde düşüncelere dalmış, oturuyordu.

Ancak Leoncia ilk anda onu selamlamayı reddederek, kendisini hücreye getiren Komiser’e hızlı ve ateşli hareketlerle İspanyolca bir şeyler söyleyerek gardiyanların dışarı çıkmasını işaret etmiş, kısa bir süre içerisinde Komiser gerekli emirleri vererek herkesi dışarı çıkarmış, en son da özür dileyerek ve selam vererek kendisi dışarı çıkıp kapıyı kapatmıştı. Ve işte o anda Leoncia, ağlayarak kendini onun kollarına atmış, başını onun omzuna koymuştu: “Lanetli bir ülke, burası laneti bir ülke. Burada oynanan adil bir oyun yok.”

Francis, kadının ateşli bedeninin sıcaklığı altında eridiğini hissediyor, nefesini tutup kendini kontrol etmeye çalışırken sürekli olarak Henry’yi, kanvas pantolonuyla, başında gevşek fötr şapkasıyla, Bull Adası’nda, kumda çukurlar kazarken gözünde canlandırmaya çalışıyordu.

Kollarının arasındaki tutkulu kadının etkisinden uzaklaşmaya çalışıyordu ancak sadece kısmen başarılı olabiliyordu. Bununla birlikte, bu kısa mesafe içerisinde, eyleme geçmek için kendini fazlasıyla kaptırmaya hevesli olan duygusal tarafını değil, mantıksal tarafını kullanmayı deniyordu.

“Ve şimdi entrikanın ne demek olduğunu biliyorum.” dedi kendinden emin bir tavırla Francis ona, onu bedeninden olduğu gibi kalbinden de uzaklaştırarak. “Ülkenizdeki bu Latinler böylesine tutkulu davranmak yerine daha serinkanlı düşünebilselerdi, şimdi demir yolları inşa ediyor ve ülkelerini geliştiriyor olurlardı. Bu duruşma düpedüz planlanmış danışıklı dövüşten başka bir şey değildi. Suçlu olduğuma emindiler ve beni cezalandırmaya o kadar hevesliydiler ki herhangi bir kanıt bulma ya da kimlik tespiti bile yapma zahmetine bile girmediler. Neden ertelesinler ki? Henry Morgan’ın Alfaro’yu bıçakladığını biliyorlardı. Kişi buna kendini inandırdıysa neden öğrenmek için zahmet etsin ki?”

Genç kadın onun sözlerine tamamen sağır bir şekilde hıçkırıklar arasında kendisini sadece ona yakın tutmaya çalışıyordu. Francis sustuğu an, yine kendini onun kollarına atmış, dudaklarını onu öpmek istermiş gibi yukarı kaldırmıştı ve Francis de hiç farkında olmadan dudaklarını onunkine uzatmıştı.

“Seni seviyorum, seni seviyorum.” diye fısıldadı Leoncia hıçkırıklar arasında.

“Hayır! Hayır!” diye haykırdı Francis, bunu çok istemesine rağmen. “Henry ve ben birbirimize çok benziyoruz. Senin sevdiğin Henry ve ben Henry değilim.”

Leoncia bir anda kendini ondan uzaklaştırdı, parmağındaki Henry’nin yüzüğünü fırlatıp attı. Francis öylesine allak bullak olmuştu ki bir sonraki anda ne olacağını bilmiyordu, neyse ki asık bir yüzle sadece elindeki saate bakarak içeri giren Komiser onun kurtuluşu olmuştu. Leoncia mağrur bir ifadeyle doğrulmuş ve Francis, Henry’nin yüzüğünü onun parmağına tekrar taktığında ve elini öptüğünde yeniden altüst olmuştu. Kapıdan çıkmadan hemen önce döndü ve dudaklarının sesten yoksun fısıltılı hareketleriyle ona şöyle dedi: “Seni seviyorum.”

Saat onda Francis, darağacının kurulduğu hapishane terasına çıkarılmıştı. Tüm San Antonio, komşu nüfusun çoğu, Leoncia, Enrico Solano ve beş uzun boylu oğlu da neşeli kalabalığın içerisine dâhil olmuş haykırıyordu. Enrico ve oğulları fısıldaşıyor, tutarsızlıkla etraflarına bakıyorlardı. Ancak Komiser ve jandarmaları tarafından desteklenen Vali çok kararlı görünüyordu. Francis itile kakıla iskelenin ayağına kadar çıkarıldığı sırada, Leoncia nafile bir çabayla ona ulaşmak için uğraşırken ailesinin erkekleri onu avludan çıkarmaya çalıştılar. Babası ve erkek kardeşleri de Francis’in onların düşündüğü adam olmadıkları konusunda itiraz ediyorlardı. Ancak Vali aşağılayıcı bir tavırla gülerek infazın devam etmesini emrediyordu. İskelenin tepesine çıkarılan, darağacının altındaki taburenin üzerinde duran Francis, rahibin hizmetini reddederek, İspanyolca olarak asılan hiçbir masum insanın öbür dünyada şefaate ihtiyaç duymadığını ancak infaz işlemini gerçekleştirecek olanların bu şefaate fazlasıyla ihtiyaçları olacağını söyledi.

Francis’in bacaklarını ve kollarını bağlamışlardı ve ilmeği tutan adamlar, başına siyah çuvalı geçirmeye hazırlandıkları sırada, dışarıdan avluya doğru şarkı söyleyerek yaklaşan bir adamın sesi yükseldi ve şu şarkıyı söylüyordu:

 
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
 

Neredeyse bayılmak üzere olan Leoncia, yeniden konuşabilecek kadar kendini toparlamış ve avluya giren Henry Morgan’ı görünce keskin bir çığlık atıp, yolunu engellemeye çalışan kapıdaki muhafızları bir kenara iterek ona doğru ilerlemeye başlamıştı. Onu gördüğü anda üzüntüye kapılan tek kişi, yaşanan telaş esnasında fark edilmeyen Torres olmuştu. Şimdi halk, omuzlarını silkerek asılacak olan adamla, avludan içeri giren adamın birbiriyle aynı göründüğünü söyleyen Vali ile hemfikirdi. Ve işte tam bu sırada Solano erkekleri, Henry’nin Alfaro cinayeti konusunda da aynı şekilde masum olup olmadığına dair ateşli bir tartışmayı ortaya atmıştı. Ancak kargaşanın sesini bastırarak haykıran kişi, iskelenin tepesinde kolları ve bacakları çözülen Francis olmuştu:

“Beni denediniz! Onu denemediniz! Yargılamadan bir adamı asamazsınız! Duruşması olmak zorunda!”

Ve Francis iskeleden inip Henry ile tokalaştığı sırada, Vali ile Komiser, Alfaro Solano’yu öldürme suçundan Henry Morgan’ı usulüne uygun olarak tutuklamıştı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

“Hızlı çalışmalıyız, kesin olan tek şey bu.” dedi Francis, Solanoların çiftliğinin meydanında toplandıklarında.

“Bir şey kesin!” diye haykırdı kederli bir ifadeyle aşağı, yukarı yürüyüp duran Leoncia. “Kesin olan tek şey ise, onu kurtarmamız gerektiği.”

Konuşurken, amacını daha da vurgulamak istermiş gibi tutkuyla bir parmağını Francis’in burnuna doğru sallıyordu. Bu durumdan tatmin olmamış, sonrasında aynı şekilde parmağını babasına ve kardeşlerine de aynı şekilde sallamıştı.

“Hem de hızlı!” diye patladı öfkeyle. “Elbette çok hızlı davranmalıyız. Öyle ya da böyle…” Sesi, acele etmezlerse Henry’ye ne olacağına dair ifade edemeyeceği sonun dehşetine sürüklenmişti.

“Tüm Gringolar, Vali ile aynı görüşteler.” diye başını salladı Francis samimiyetle. Gerçekten ne harikulade ve muhteşem güzellikte, diye geçirdi aklından. “Tüm San Antonio’yu onun yönettiği ortada ve çok az önem vermek onun sloganı. Henry’ye bize verdiğinden daha fazla zaman vermeyecek. Onu bu gece dışarı çıkarmalıyız.”

“Şimdi dinleyin.” diye başladı yeniden konuşmaya Leoncia. “Biz Solanolar buna izin veremeyiz… Bu infaza. Bu bizim onurumuz… Bizim gururumuz. Buna izin veremeyiz. Konuşun! Herhangi biriniz bir şeyler söyleyin… Baba, sen. Bir şey öner…” Ve tartışma devam ederken Francis, bir süre sessiz kalarak içinde yaşadığı yoğun üzüntünün sancılarıyla derinden boğuştu. Leoncia’nın coşkusu muhteşemdi ama bu coşku tamamen başka bir adam içindi ve bu yüzden canı çok yanıyordu. Serbest bırakılmasının ardından, Henry’nin hapishanenin avlusunda tutuklandığı sıradaki görüntüsü gözünde canlandı. Henry’nin kollarındaki Leoncia’yı, Henry’nin yüzüğün kadının parmağında olup olmadığını anlamak için elini aramasını ve ardından gelen kucaklamadan sonra ki uzun öpücüğü yüreğine hâlâ bıçak saplanarak görebiliyordu. Ah, ne yapalım der gibi iç çekti, elinden geleni yapmak zorundaydı. Henry götürüldükten sonra, Leoncia’ya kasıtlı ve soğukkanlılıkla Henry’nin onun erkeği ve sevgilisi, Solano’nun kızı için de en akıllıca seçim olduğunu söylememiş miydi?

Bunun hatırası bile onu mutlu edemiyordu. Aynı şekilde gerçeğin bu olması da. Doğru davranışı sergilemişti. Yaptığı hareketi hiç sorgulamaması ve yüreğini bu konuda taşlaştırmış olması ona güç vermişti. Yine de kendisi açısından bu tam anlamıyla acınası bir teselli gibi görünüyordu.

Zaten bu konuda başka ne bekleyebilirdi ki? Orta Amerika’ya çok geç gelmiş olması onun talihsizliğiydi, hepsi bu kadardı, bu çiçek gibi güzel kadını ondan önce birisinin keşfetmiş ve elde etmiş olması onun şanssızlığıydı. Tıpkı kendisi kadar iyi kalpli ve adaletli, yüreği daha güçlü bir adam ondan önce harekete geçmişti. Kendi soyundan ve kanından olan Henry Morgan’ın adaletli yüreği, ondan Henry’ye karşı sadakati zorunlu kılmıştı. Yaşamını deniz bisküvisi ve kaplumbağa yumurtalarıyla sürdüren, Bull ve Calf Adaları arasında hayatına devam eden, yabancı insanların kulaklarını kesmeye meraklı, ateşli ve yabani atasının kanını hakkıyla taşıyan, kanvas pantolonlu, başına büyük gelen fötr şapkasıyla Henry Morgan’a ve yaşlı Sör Henry’nin hazinesine bunu borçluydu.

Enrico Solano ve oğulları çiftliğin geniş meydanında oturmuş, yapılması gerekenlere dair plan ve projelerden bahsederken, dikkati dağılmış olan Francis onların konuşmalarına sadece kulak misafiri oluyordu. Tam bu sırada evdeki hizmetçilerden birisi gelip Leoncia’nın kulağına bir şeyler fısıldadı ve onu, Francis’in tüm dikkatini ona yöneltmesini, heyecanlanmasını sağlayacak biçimde meydanda dolaştırmaya başladı.

Avludan içeri giren Alvarez Torres, büyük bir çiftlik sahibinin tüm Orta Çağ İspanyol ihtişamıyla, Latin Amerika’da edinmiş olduğu görgüyle, fötr şapkasını çıkartarak Leoncia’yı selamlamış ve onu ahşap kanepelerden birine oturtmuştu. Leoncia’nın onu selamlaması kederliydi ama sanki ondan umutlu bir haber almayı bekliyormuş gibi merakla ona bakıyordu.

“Yargılama bitti, Leoncia.” dedi yumuşak, şefkatli ve sanki bir ölüden bahsediyormuş gibi bir ifadeyle. “Mahkûm edildi. Yarın saat onda. Her şey çok üzücü, gerçekten çok üzücü. Ama…” Omuzlarını silkti. “Hayır, onun hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim. Onurlu bir adamdı. Tek hatası öfkesiydi. Çok hızlıydı, çok ateşliydi. Bu, onu böylesine talihsiz bir duruma sürükledi. Makul bir durumda olsaydı, soğukkanlılığını koruyabilmiş olsaydı, Alfaro’yu asla bıçaklamazdı…”

“O, benim amcamı asla öldürmezdi!” dedi Leoncia yüzünü başka bir yöne çevirerek ağlamaya başlamıştı.

“Bu çok talihsiz bir gelişme.” diye herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için nazikçe ve üzüntüyle konuşmasına devam ederek. “Yargıç, insanlar, Vali maalesef onun yaptığına inanmak konusunda hemfikirler. Bu da gerçekten çok üzücü. Ama seni görmeye gelmemin nedeni bu değildi. Emredeceğin her ne olursa olsun, hizmetlerimi sunmak için geldim. Hayatım, onurum, emrinizde. Konuşun. Sizin kölenizim.”

Bir anda dizinin üzerine aniden zarif bir şekilde çökerek onun kucağına koymuş olduğu ellerini kavramıştı ve yüzük parmağındaki elmas nişan yüzüğü güneşten parlamamış olsaydı hızlıca konuşmasına devam etmeye niyetliydi. Kaşlarını çattı, çatık kaşlarıyla yüzünün ifadesini ancak tekrar başını kaldırıp konuşmaya başlayana kadar gizledi.

 

“Seni küçüklüğünden bu yana tanıyorum Leoncia, çok ama çok sevimli bir çocuktun ve ben seni her zaman sevdim. Hayır, dinle! Lütfen. Yüreğimdekileri konuşmam gerekiyor. Bana kulak ver. Ben seni her zaman sevdim. Ama sen bir kadın ve Solano evine hükmetmeye hazır, olgun, asil bir hanımefendi olarak manastırdan ve yurt dışındaki eğitiminden döndükten sonra güzelliğinle yanıp kavruldum. Sabırlıydım. Seninle konuşmaktan kaçındım. Ama tahmin etmiş olabilirsin. Kesinlikle tahmin etmiş olmalısın. O zamandan bu yana senin için yanıp tutuşuyorum. Her geçen gün güzelliğinin etkisi altında daha derin alevlerin içine düşüyorum, güzelliğinin yakıcı alevleri tarafından tüketiliyorum.”

Leoncia onu durdurmaması gerektiğini gayet iyi anladığından, sabırla dinliyordu, başını önüne eğmiş konuşmasını sürdüren Torres’in kafasına bakarak saçlarının neden bu kadar yakışıksız biçimde kesildiğini ve bunun New York’ta mı yoksa San Antonio’da mı yapıldığını merak etti.

“Döndüğünden bu yana beni ne hâle getirdiğini biliyor musun?”

Leoncia buna ne bir cevap verdi ne de elini çekmeye çalıştı ancak Torres’in eli bu sırada Henry Morgan’ın yüzüğünü ezercesine ovalıyordu. Bir düşünce zincirinin yönlendirmesiyle bir anlığına onu dinlemeyi bıraktı. Henry Morgan böylesine övgü dolu sözler söyleyerek onu sevmemiş ve bu şekilde onun sevgisini kazanmamıştı, zincirin başlangıç noktası burasıydı. İspanyol kanı neden duyguların her zaman bu kadar abartılı bir şekilde dile getirilmesine sebep oluyordu ki? Henry çok farklıydı. Bu zamana kadar hiç böylesine sözler söylememişti. O, hemen eyleme geçmişti. Leoncia’nın cazibesi altında, kendisi hiçbir çaba sarf etmeden onu büyülemişti, sevdiğini şaşırtmaması ve korkutmaması gerektiğini gayet iyi bildiğinden, kollarını ona yavaşça dolamış, dudaklarını dudaklarına tutkuyla bastırmıştı. Onun bu rahatlatıcı tavrıyla, Leoncia ondan ne ürkmüş ne de tamamen tepkisiz kalmıştı. Bu ilk öpücüğün ardından Henry, kollarını onun bedenine sararak oturmaya devam etmiş ve konuşmaya başlamıştı.

Peki ama şimdi, avlunun bir köşesinde oturan evin erkekleri ve Francis Morgan’ın arasında geçen konuşma ve yapılan plan neydi? Ayaklarının dibine çökmüş konuşmasını sürdüren talibin sesine artık tamamen sağır hâle gelmiş, aklı diğerlerinin yanında kalmıştı. Francis! Ah, neredeyse iç çekmek üzereydi ve şaşkınlık içerisinde Henry’ye olan aşkına ne oldu, bu yabancı Gringo senin kalbini nasıl da bu kadar büyüledi diye sorgulamaya başladı. Bir ahlaksız olabilir miydi acaba? Bu adam mıydı? Yoksa başka biri mi? Ya da herhangi bir adam mı? Hayır! Hayır! O, kesinlikle kararsız ya da sadakatsiz biri değildi. Ve henüz?.. Belki de bütün bu duyguları, Francis ve Henry birbirine çok benzediği için zavallı, sevgi dolu kadın kalbinin onları tam olarak ayıramamasından dolayı yaşıyor olabilirdi. Yine de Henry’yi iyi günde ya da kötü günde dünyanın herhangi bir yerine kadar takip edebileceğini düşünmüş olsa da şimdi Francis için de aynı şeyi yapabilecekmiş gibi görünüyordu. Henry’yi seviyordu, kalbi tüm ciddiyetiyle bunu ona ilan ediyordu. Ama aynı zamanda Francis’i de seviyor olabilir miydi? Francis’in onu sevdiğinden haberi olmamasına rağmen hapishane hücresindeki dudakların coşkusu silinemezdi; bununla birlikte iki adama olan sevgisinde, duygularını güçlü bir biçimde karıştıran, onu neredeyse Solano evinin en son ve tek kadınının ahlaksız olduğu gibi utanç verici bir sonuca götürmesine neden olan bir farklılık vardı.

Torres’in tutku dolu kavrayışı yüzünden Henry’nin yüzüğünün etine sert bir biçimde batmasının acısı, onun o ana geri dönmesini sağlamış ve böylece konuşmasının yoğunluğunu duyabilmişti:

“Sen benim için dünyanın en lezzetli dikeni oldun, gönlüme sonsuza kadar tek ve en dokunaklı aşk acısını yaşatan, en acı oklarını saplayan kişi sen oldun. Hep seni hayal ettim… Ve senin için. Sana özel bir isim buldum. Seni tanımlayabileceğim tek isim: Hayallerimin Kraliçesi. Ve sen, Leonciam, benimle evlenir misin? Zaten çoktan ölmüş olan o deli Gringo’yu birlikte unutabiliriz. Sana karşı nazik ve anlayışlı olurum. Seni her zaman çok severim. Onun hayalinin aramıza girmesine asla izin vermem. Kendi adıma buna asla izin vermem. Senin için… Seni öylesine çok seveceğim ki böylece onun anısının aramıza girmesini ve senin kalbini kırmasını imkânsız hâle getireceğim.”

Leoncia, Torres’in umutlarına güç katacak kadar uzun bir süre düşüncelere daldı. Şu anda oyalanmaya ihtiyacı vardı. Eğer Henry kurtulabilecek ve Torres hizmetlerini ona sunmamış olsaydı? Bir erkeğin hayatının ona bağlı olabileceği zamanlarda onu geri çeviremezdi.

“Konuş! Tükeniyorum!” diye ısrar etti Torres boğucu bir sesle.

“Sus! Sus!” dedi Leoncia yumuşak bir sesle.”Bir zamanlar sevdiğim adam hâlâ hayattayken, başka bir adamın sevgisine nasıl bir cevap verebilirim?”

Bir zamanlar sevdiğim! Geçmiş zaman kipi kullanmış olması onu şaşırtmıştı. Umutlarının alevlenmesine neden olabilecek bir cevap almış olması Torres’i de aynı şekilde şaşkınlığa uğratmıştı. Neredeyse onun olmak üzereydi. Onun hakkında, bir zamanlar sevdiğim adam demişti. Artık Henry’yi sevmiyordu. Onu önceden sevmişti ama artık âşık değildi. Leoncia, duyarlı ve hassas bir kadın olan Leoncia, diğer adam hâlâ hayattayken elbette ki başka bir erkeğe sevgisini veremezdi. Bu, onun çok fazla göze çarpmayan özelliğiydi. Torres her zaman kendi inceliğiyle övünürdü ve onun gizli kalmış bu düşüncesini şimdi anlayabiliyor olmaktan da gurur duyuyordu. Ve… Pekâlâ, karar vermişti, ertesi sabah onda ölecek olan adamın infazının ne ertelenmesi ne de bu infazdan kurtulması gerekiyordu. Net olan tek bir şey vardı, Leoncia’yı en kısa sürede kazanmak istiyorsa Henry Morgan’ın bir an önce ölmesi gerekiyordu.

“Gel.” dedi Leoncia. “Diğerlerine katılalım. Şimdi Henry Morgan’ı kurtarmak için plan yapıyorlar ya da bir şeyler bulmaya çalışıyorlar.”

Grubun sohbeti, sanki Torres’e karşı şüphe duyuyorlarmış gibi onlara doğru yaklaştıklarında durmuştu.

“Bir şey bulabildiniz mi?” diye sordu Leoncia.

Yaşlı Enrico, ihtiyarlığına rağmen tıpkı oğullarından biri gibi dimdik duruşuyla, narin ve zarif bir şekilde başını sallıyordu.

“Eğer izin verirseniz, bir planım var.” diye konuşmaya başladı Torres ancak çiftlik sahibinin en büyük oğlu Alesandro’nun sert bir uyarı bakışıyla durdu.

Meydanın aşağısına doğru yürüyüşe geçtikleri sırada ortaya korkuluk gibi görünen iki dilenci çocuk çıkmıştı. Gözleri ve yüzlerindeki afacan ifadeden en fazla on yaşında oldukları tahmin edilebiliyordu. Her ikisi de üzerlerinde garip birer kıyafet taşıyordu, öyle görünüyordu ki sanki bir gömlek ve pantolonu paylaşıyorlardı. Ama nasıl bir gömlek! Nasıl bir pantolon! Çocuklardan biraz daha uzun boylu olanı, pantolonun bel kısmını boynuna sarmış, omuzlarından kaymaması için düğüm atılmış bir iple bağlamıştı. Kolları, pantolonun yan ceplerinin olması gerektiği deliklerden dışarı çıkıyordu. Pantolonun bacakları, kol boyuna uyması için bir bıçak vesilesiyle kesilerek kısaltılmıştı. Diğer çocuğun üzerine giymiş olduğu gömleğin kuyruğu ise yerlerde sürükleniyordu.

“Haydi!” diye bağırdı Alesandro onlara, öfkeli bir şekilde.

Ama pantolonun içindeki çocuk, çıplak başının üzerinde taşıdığı ağır taşı kaldırarak mektubu ortaya çıkardı. Alesandro eğildi, mektubu aldı ve para için dilenmeye başlayan çocukların arasından geçerek onu Leoncia’ya uzattı. Francis, iki çocuğun gösterisini gülümseyerek izleyip onlara birkaç parça gümüş bozukluk fırlattı, bunun üzerine gömlek ve pantolon bir anda ortadan yok oldu.

Mektup Henry’den geliyordu ve Leoncia aceleyle yazılanlara göz attı. Bu tam olarak bir veda değildi, tamamen akılalmaz bir kaza dışında ölmeyi asla beklemeyen bir adamın yazdığı sözlerdi.