Üç Kalp

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Eh, atalarından son kalan yaşlı korsan, bana bıraktığın tek şey eski ahbaplar ve seninki gibi görünen bir yüz. Ve eğer gerçekten gaza gelmiş olsaydım, senin Port-au-Prince dublörünle seninle oynadığım gibi oynayabilirdim.”

Bir dakika sonra, her tarafı güvelerle yenmiş olan eski kıyafetleri üzerine giymeye başlayıp ekledi: “İşte, bak sırtımdakiler eski ahbaplar. Hadi ama Bay Ata, çerçevenin dışına çık ve farklılık gösterdiğimiz bir bakış açısını bana söylemeye cesaret et.”

Sör Henry Morgan’ın özel kıyafetlerine bürünmüş, eline aldığı balta, beline taktığı iki çakmaklı tabancayla yaşayan adam ve uzun zaman önce ölmüş olan yaşlı korsanın resmi arasındaki görsel benzerlik gerçek anlamda çarpıcıydı.

 
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
 

Genç adam gitarın tellerini tıngırdatarak eski korsana ait şarkıyı söylemeye başladığında, atasına ait resim başka bir resme dönüştü ve şunu gördü:

Yaşlı korsanın bizzat kendisi arka direğin ardına geçmiş, palasını çekmiş ve yarım ay şeklinde etrafını saran mükemmel giyimli denizcilerine, kesik kesik ucu parlayan palasıyla talimatlar veriyor, benzer şekilde kılık değiştirmiş ve bilgili bir başka adam ise direğin etrafındaki yarım ay şeklinde halkayı tamamlayan diğer yarım halkayla yüzleşiyordu.

Hayalinde canlandırdığı görüntü, tutkuyla çaldığı gitarın bir telinin kopmasıyla yıkıldı. Ve sessizliğin kesin duraksamasında, yaşlı Sör Henry’nin yeni bir görüntüsü gözünde canlandı; çerçevenin dışına çıkıp onun yanına gelmiş, sanki gerçekmiş gibi sert bir biçimde onu kolundan sürükleyerek kulübeden çıkarmaya çalışırken, bir taraftan da hayalet sesiyle tekrar tekrar aynı sözleri fısıldıyordu:

 
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
 

Genç adam karanlık rehberine itaat etmeyi ya da kendi derin sezgisine uymayı tercih ederek, kapıdan çıkıp sahile indi; Bull sahilinin dar kanalından baktığı sırada, dalgaların karaya fırlattığı odun parçalarının arasından sıyrılarak sırtını mercan kayalıklarına dayamış, çuval giymiş Kızılderililerin palalı saldırılarından nasibini almış merhum atasının görüntüsünü görüyordu. Ve bu sırada aldığı taş darbesinden dolayı başı dönen Francis, sarsılarak çoktan öldüğünü ve gölgeler âleminde olduğunu, Sör Henry Morgan’ın elinde palasıyla kıyıdan bizzat onu kurtarmaya geldiğini görüyordu. Dahası onun hayalinde, kılıcı sallayan ve Kızılderilileri sağa sola dağıtan hayalet haykırıyordu:

 
Ana komutaya karşı arka arkaya,
Tüm mürettebat körfezde tutuldu…
 

Francis diz çökerek yavaşça büzüldüğünde, garip korsan figürünün saldırısından önce Kızılderililerin dağılıp, kaçtığını gördü ve haykırışlarını duydu:

“Tanrı’m bize yardım et!” “Yüce Meryem Ana bizi korusun!” “Bu yaşlı Morgan’ın hayaleti!”

Francis daha sonra Bull Adası’nın ortasındaki sazdan kulübenin içinde gözlerini açtı. İlk olarak bilinci biraz olsun yerine geldiğinde, duvardan Sör Henry Morgan’ın ona bakan resmini gördü. Daha sonra, dudaklarına bir kadeh brendi tutan ve ona içki ikram eden canlı, hareketli varlığın üç boyutlu daha genç baskısını fark etti. Francis, dudaklarını kadehe değdirmeden önce ayağa kalkmıştı, hem o hem de yabancı adam ortak bir dürtüyle hareket ederek, önce birbirlerinin gözlerinin içine, sonra duvardaki resme baktılar ve ellerindeki içkilerle resme selam vermeden önce kadehlerini tokuşturdular.

“Bana Morgan olduğunu söyledin.” dedi yabancı adam. “Ben bir Morgan’ım. Duvardaki o adam benim soyumdan gelen babam. Senin soyundan mı?”

“Yaşlı korsan.” diye cevap verdi Francis. “Benim adım Francis. Peki seninki?”

“Henry, tıpkı orijinalinin olduğu gibi. Uzaktan kuzen olmalıyız, başka türlüsü mümkün değil. Ben o yaşlı, çirkin, tilki korsanın ganimetinin peşindeyim.”

“Ben de öyleyim.” dedi Francis, tokalaşmak için elini uzatarak. “Ama paylaşmanın canı cehenneme.”

“İçindeki eski kan konuşuyor.” dedi Henry onaylayarak ve gülümsedi. “Kim bulursa onundur. Son altı ay boyunca, bu adanın büyük bir kısmının altını üstüne getirdim ve tek bulduğum eski süprüntüler oldu. Eğer yapabilirsem seni yenmek için yanında olacağım ama gerekli çağrı geldiğinde ana ustanın karşısına çıkacağım.”

“Bu şarkı bir mucize.” dedi ısrarla Francis. “Bunu öğrenmek istiyorum. Tekrar çalsana.”

Ve birlikte kadehlerini tokuşturarak, şarkıyı söylediler:

 
  Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu.
 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ancak araya giren baş ağrısı, Francis’in şarkıyı yarıda bırakmasına neden oldu. Henry tarafından ayarlanan serin bir hamakta dinlenebilmek onu fazlasıyla mutlu etti; Henry ziyaretçisinin emriyle Kaptan’a demir alabileceğini ancak hiçbirinin izinsiz herhangi bir şey yapmaması kaydıyla Angelique mürettebatının karaya inebileceğini iletti. Francis, ertesi gün geç vakte kadar saatler süren yoğun bir uykunun ardından ayağa kalktı ve başının artık eskisi kadar berrak olduğunu söyledi.

“Nasıl olduğunu biliyorum, bir seferinde attan düşmüştüm.” Garip akrabası onu, büyük bir kupa sade kahveyle karşılamıştı. “İç şunu. Seni yeni bir adam yapacak. Pastırma, deniz bisküvisi ve biraz çırpılmış kaplumbağa yumurtası dışında sana kahvaltıda sunabileceğim pek bir şey yok. Hepsi taze. Bunu garanti edebilirim çünkü bu sabah sen uyurken topladım hepsini.”

“Bu kahve başlı başlına bir ziyafet.” diye övgüde bulundu Francis, bu arada bir taraftan akrabasını bir taraftan da duvarda resmi bulunan büyükbabasını karşılaştırıyordu.

“Sen de tıpkı onun gibisin ve görünüşten çok daha fazlasısın.” diye güldü Henry, onu dikkatle incelerken. “Dün eğer paylaşmayı reddetmemiş olsaydın, yaşlı Sör Henry hayatta olurdu. Kendi akrabalarıyla paylaşmaya bile derin bir antipatisi vardı. Sorunlarının çoğuna neden olan da buydu. Ve kesinlikle torunlarının hiçbiriyle hazinesinin bir kuruşunu paylaşmadı. Ancak ben farklıyım. Calf’ı seninle paylaşmakla kalmayacağım; sana kendi yarımı, tüm kilitlerimi, stoklarımı, silahlarımı, bu sazdan kulübeyi, tüm bu güzel mobilyaları, miras kalan tüm eşyaları, her şeyi ve kaplumbağa yumurtalarından bile geri kalanları hediye edeceğim. Ne zaman taşınmak istersin?”

“Demek istediğin?..” diye sordu Francis.

“Sadece bu. Burada hiçbir şey yok. Adayı neredeyse baştan aşağı kazdım, bulduğum tek şey eski kıyafetlerle dolu bu sandıktı.”

“Seni cesaretlendirmiş olmalı.”

“Muhtemelen. Üzerinde bir ipucu bulabileceğimi sanıyordum. Her hâlükârda, bana doğru yolda olduğumu gösterdi.”

“Bull’u denemeye ne dersin?” diye sordu Francis.

“Bu da şimdiki fikrim.” dedi. “Yine de ana karada bunun için başka bir ipucum daha var. Bu eski zaman adamları, enlem ve boylamların tüm derecelerini gözden çıkarmanın bir yolunu bulmuşlar.”

“Harita üzerindeki on kuzey ve doksan doğu, on iki kuzey ve doksan iki doğu anlamına gelebilir.” diye açıkladı Francis. “Bununla birlikte yine sekiz kuzey ve seksen sekiz doğu anlamına da gelebilir. Düzeltmeleri kafalarında tasarladılar ve beklenmedik bir şekilde ölecek olurlarsa ki bu onların geleneğiydi, sırları da onlarla birlikte ölürdü.”

“Bull’a çıkıp kaplumbağa avcılarını ana karaya kovalayacak bir fikrim var.” diye devam etti konuşmasına Henry. “Ama yine de ilk olarak ana kara ipucunu ele almak istiyorum. Sanırım sende de bir ipucu var, öyle değil mi?”

“Elbette.” dedi Francis başını sallayarak. “Ama öncelikle paylaşmama konusunda söylediklerimi geri almak istiyorum.”

“Sözleri söyle.” diye cesaretlendirdi onu diğeri.

Elleri birbirlerine doğru uzandı ve anlaştıklarını gösterir biçimde tokalaştılar.

“Morgan ve kesinlikle Morgan’la sınırlı.” diye kıkırdadı Francis.

“Varlıklar, tüm Karayip Denizi, İspanyol ana karası, Orta Amerika’nın çoğu, bir sandık dolusu tamamen eski güzel kıyafet ve zeminde bir sürü delik.” diyerek diğerinin mizahına katıldı Henry. “Sorumluluklar, yılan ısırması, hırsız Kızılderililer, sıtma, sarıhumma.”

“Ve tamamen yabancıları öpme alışkanlığı olan güzel kızlar ve hemen arkasından parlak gümüş tabancalarını sana doğrultan yabancılar.” diyerek araya girdi Francis. “Sana hepsini anlatmama izin ver. Dünden önceki gün, ana karaya çıktım. Sahile ulaştığımda, dünyanın en güzel kızı üzerime atladı ve beni ormanın içine sürükledi. Beni yiyeceğini ya da benimle evleneceğini düşündüm. Hangisi olduğunu tam olarak bilemiyordum. Ve ben daha tam olarak neler olduğunu öğrenemeden güzel kız ne yaptı dersin, bıyığıma gereksiz yere laf attı ve bir tabanca ile beni sandalıma kadar geri kovaladı. Bana defolup gitmemi, bir daha asla geri dönmememi ya da ona benzer bir şeyler söyledi.”

“Ana karanın neresinde oldu bu?” diye sordu Henry. Talihsiz macerayı anımsarken kıkırdayan Francis’in farkına varmadığı bir gerginlikle sormuştu bunu.

“Chiriqui Lagünü’nün diğer ucuna doğru.” diye yanıtladı Francis. “Solano ailesinin sahip olduğu topraklar olduğunu öğrendim ve yine öğrendiğim kadarıyla fazlasıyla ateşli bir aile. Ama daha sana her şeyi anlatmadım. Dinle. Önce beni bitki örtüsüne doğru sürükledi, sonra bıyığıma hakaret etti, sonra beni bir tabancayla sandala kadar kovaladı ve sonra onu neden öpmediğimi öğrenmek istedi. Bunu geri çevirebilir miydin?”

“Peki, yaptın mı?” diye sordu Henry, elini bilinçsizce yanında kenetleyerek.

“Garip bir diyardaki zavallı bir yabancı ne yapabilir ki? Kolları dolduracak kadar güzel bir kız.” Bir saniye sonra Francis ayağa fırlamıştı ve Henry’nin onu resmen ezen yumruğu çenesine inmişti.

“Ben… Ben özür dilerim.” diye mırıldandı Henry ve eski deniz sandığının yanına çökü. “Aptalın biriyim, biliyorum ama bunun için duramazsam asılırım…”

“İşte yine başlıyorsun.” diye küskünce sözünü kesti Francis. “Bu çılgın ülkede sen de herkes kadar çılgınsın. Bir an geliyor kırık kafamı bandajlıyorsun, başka anda aynı kafamı benden koparıp almaya çalışıyorsun. Bu, kızın beni öpmesiyle birlikte, namlusunun ucuna sokması kadar kötü.”

 

“Doğru, ateş et, hak ettim.” diye itirafta bulundu Henry kederli bir ifadeyle ama konuşmasına devam ederken sözleriyle ateş etmeye başlamıştı: “Seni şaşkına çeviren kişi Leoncia idi.”

“Leoncia ise ne olmuş? Mercedes? Ya da Dolores olsa ne olur? Bir adanın kötü şöhretli kum yığınının üzerinde karşılaştığı kirli kanvas pantolonlu bir kabadayı tarafından kafası kırılmadan, bir adam güzel bir kızı tabancanın namlusu ona çevrilmiş olsa bile öpemez mi?”

“O güzel kız, kirli kanvas pantolon içindeki kabadayı ile evlenmek üzere nişanlı…”

“Demek istediğin gerçekten de…” dedi diğeri heyecanla sözlerini tamamlayamadan.

“Sevgilisinin daha önce hiç görmediği bir hıyarı öptüğünün söylenmesi, bu özellikle de bir akraba için çok eğlenceli değil.” diye tamamladı Henry onun cümlesini.

“O zaman, beni sen diye yakaladı.” diye düşündü Francis, durumu gözden geçirerek. “Öfkeden kendini kaybettiğin için seni suçlayamam, yine de bunun iğrenç olduğunu kabul etmelisin. Dün kulaklarımı kesmek istememiş miydin sen?”

“Seninki de aynı derecede iğrenç ama Francis, evlat. Seni yere serdiğimde onları kesmem için ısrar etme şeklin. Ha! Ha!”

Her iki genç adam da içtenlikle birbirlerine güldü.

“Bu tamamen yaşlı Morgan’ın öfkesi.” dedi Henry. “O, her şeye rağmen acımasız, yaşlı bir küfürbazdı.”

“Evleneceğin Solanolardan daha acımasız olamaz. Ailenin çoğu sahil kıyısına gelmişti ve giderken hepsi beni tüfekleriyle vurmak istiyordu. Ve senin Leonciacığın küçük silahını babası olabileceğini tahmin ettiğim uzun sakallı, yaşlı bir adama doğrulttu, benim peşimi bırakmayacak olursa onu delik deşik edeceğini anlamasını sağladı.”

“Babasıydı, bahse girerim, yaşlı Enrico’nun ta kendisiydi.” diye bağırdı Henry. “Ve diğer çocuklar da kızın kardeşleriydi.”

“Şirin kertenkeleler!” diye patladı Francis, daha fazla kendini tutmayarak. “Söylesene, böyle huzurlu, güvercinlere benzeyen bir aileyle evlendiğinde hayatının önemsiz bir monotonluğa girebileceğini düşünmüyor musun?” Bir süreliğine sustu, aklına yeni bir fikir gelmişti. “Bu arada, Henry, herkes benim sen olduğumu düşündüğüne göre, neden bu denli ateşli biçimde seni öldürmek istiyorlardı? Yoksa müstakbel eşinin akrabalarını kızdıran huysuz Morgan öfkesinden bir şeyler mi vardı?”

Henry, sanki kendi kendisiyle tartışıyormuş gibi ona bir anlığına baktı ve sonra cevap verdi.

“Sana bunu söylemekten çekinmeyeceğim. Bu iğrenç bir karmaşa ve sanırım suç benim öfkemde. Amcasıyla tartışmıştım. Babasının en küçük erkek kardeşiyle…”

“Mıştım?” diye geçmiş zaman üzerine önemli bir vurgu yapmaya çalışarak sözünü kesti, Francis.

“Mıştım, dedim.” diye Henry başını salladı. “O, şimdi yok. Adı Alfaro Solano’ydu ve fazlasıyla sinirli bir adamdı. İspanyol fatihlerin soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ve eşek arılarından bile daha fazla gururluydular. Odunluk ağaçlardan para kazanmış, sahilin daha aşağısında büyük bir tropikal bitki plantasyonu kurmuştu. Bir süre sonra onunla tartıştık. Şuradaki küçük kasabada oldu, San Antonio’da. Bir yanlış anlaşılma olmuş olabilir ancak ben yine de onun yanıldığını iddia ediyorum. Her zaman benimle takışmak için bir sebep arıyordu. Leoncia ile evlenmemi istemiyordu, anlıyor musun? Eh, işte aramızda hararetli bir şeyler geçti. Alfaro’nun haddinden fazla içtiği bir akşamdı. Bana hakaret etti. Bizi birbirimizden ayırmak ve silahlarımızı elimizden almak zorunda kaldılar, biz de ya ölüm ya yıkım diyerek birbirimize söz vererek ayrıldık. Sorun buydu, kavgamız ve birbirimize karşı savurduğumuz tehditlerimiz çok sayıda tanık tarafından duyuldu.

İki saat içinde Komiser ve iki jandarma beni kasabanın arka sokaklarının birinde Alfaro’nun bedeni üzerine eğilirken buldu. Sırtından bıçaklanmıştı ve ben sahile doğru giderken ona rastlamıştım. Açıklamak mı? Mümkün değildi. Kavga, intikam tehditleri vardı ve orada, iki saat dolmadan, henüz sıcak cesedinin yanı başında duruyordum. O zamandan bu yana San Antonio’ya geri dönmedim ve kaçmak için de hiç zaman kaybetmedim. Alfaro çok sevilen biriydi, şu ayaktakımının favori zevklerini yakalayan atılgan tipleri bilirsin. Kimse benden mahkemede bir ifade vermemi bile istemeyecekti. Onlar benim canımı almak istiyordu ve o zaman ben de çok çabuk oradan ayrılmak zorunda kaldım.

Sonra, Bocas del Toro’da, Leoncia’dan bir haberci nişan yüzüğünü geri verdi. Ve işte buradasın. Gerçekten de içimde büyük bir tiksinti gelişti. Tüm Solanolar ve hayatımın geri kalanı boyunca oradaki halkın yanına geri dönmeye cesaret edemediğim için burada bir keşiş yaşamı sürmeye ve Morgan’ın hazinesini aramaya başladım… Aynı zamanda, o bıçağı Alfaro’ya kimin sapladığını da çok merak ediyorum. Eğer onu bulacak olursam, Leoncia ve diğer Solanolar huzurunda kendimi temize çıkarmış olacağım, böylece bir düğün gerçekleşeceğine dair bu dünyada kimsenin şüphesi kalmayacak. Ve şimdi her şey bittiğine göre, Alfaro’nun iyi bir izci olduğunu inkâr edemem, öfkesi hayatını yarıda bırakmış olsa bile.”

“Durum parmak izi kadar netleşti.” diye mırıldandı Francis. “Babasının ve erkek kardeşlerinin beni delik deşik etmek istemelerine şaşmamalı. Şimdi sana baktıkça bıyığım dışında birbirimize tıpkı iki bezelye tanesi kadar benzediğimizi görüyorum…”

“Ve bunun için…” Henry kolunu sıvadı ve sol kolunun üzerinde uzun ince bir beyaz yara izini ortaya çıkardı. “Bu yara çocukken oldu. Bir yel değirmeninden, seranın cam çatısına düştüğümde.”

“Şimdi beni dinle.” dedi Francis, zihninde tasarladıklarıyla yüzü aydınlanmaya başlamıştı. “Birinin seni bu karışıklıktan kurtarması gerekiyor ve bu dostun adı Morgan ve Morgan şirketinin ortağı olan Francis olacak. Ben geri dönüp Leoncia ve onun diğer akrabalarına bir şeyleri açıklamaya çalışırken sen burada takılmaya devam edersin ya da Bull üzerine araştırma yapmaya başlarsın…”

“Ben olmadığımı anlayana kadar seni vurmazlarsa.” diye acı acı mırıldandı Henry. “Bu Solanoların sorunu bu. Önce ateş ederler, sonra konuşurlar. Ölüm gerçekleşmediği sürece mantık aramazlar.”

“Sanırım bir şans yaratabilirim, yaşlı dostum.” diye güvence verdi Francis, kendisi Henry ile kız arasındaki sıkıntılı durumu temizleme planıyla bir hamlede bulunacaktı.

Ancak onu düşünmesi bile aklını karıştırıyordu. Sevimli yaratığın kendisine çok benzeyen diğer adama ait olduğunu bilmesi, içinde pişmanlıktan çok daha fazlasını yaşamasına neden oluyordu. Kızla karşılaştığı anları aklına getirdiğinde, kızın da adamı sevdiğini ancak bu durumlardan dolayı onu küçümsediğini ve hor gördüğünü anladı. İstemsizce iç çekti.

“Ne oldu?” diye sordu merakla Henry.

“Leoncia son derece güzel bir kız.” diye cevap verdi Francis saf bir samimiyetle. “Aynı zamanda sana ait ve benim amacım senin onu elde ettiğini görmek olacak. Sana geri gönderdiği yüzük nerede? Senin için onu kızın parmağına takamaz ve bir hafta sonra iyi bir haberle buraya gelemezsem, kulaklarımla birlikte bıyıklarımı da kesebilirsin.”

Bir saat sonra Kaptan, Trefethen sinyale yanıt olarak Angeliue’den sahile bir sandal gönderdikten sonra, iki genç adam birbirleriyle vedalaştı.

“Sadece iki şey daha var, Francis. Birincisi, sana söylemeyi unuttum, Leoncia öyle olduğunu düşünse de o bir Solano değil. Bunu bana bizzat Alfaro söylemişti. O evlat edinilmiş bir çocuk ve yaşlı Enrico ona resmen tapıyor ancak ne kanı ne de ırkı damarlarında dolaşıyor. Alfaro, İspanyol olmadığını söylemesine rağmen bana hiçbir zaman bunun tüm ayrıntılarını anlatmadı. İngiliz mi, yoksa bir Amerikalı mı onu bile bilmiyorum. Manastırda gibi bir yaşam sürmesine rağmen yeterince iyi İngilizce konuşuyor. Anlayacağın, küçükken evlat edinilmiş ve Enrico’nun babası olduğundan başka bir şey bilmiyor.”

“O zaman, senin yüzünden benden nefret etmesine şaşmamalı.” diye güldü Francis. “İnandığı durum açısından bakıldığında, sen onunla tam kan bağı olan amcasını sırtından bıçaklamış oldun.”

Henry onaylarcasına başını salladı ve anlatmaya devam etti.

“İkinci durum ise oldukça önemli. Ve kanun bu. Ya da yokluğu daha doğrusu. Onlar bu çukurda ne istiyorlarsa onu yapıyorlar. Panama’ya kadar çok uzun bir yol var ve bu eyalet, bölge ya da buraya her ne diyorlarsa o şey, miskin yaşlı bir Silenus. San Antonio’daki Vali, dikkat edilmesi gereken bir adam. O ormanın, o körfezin küçük çarıdır ve huysuz bir heriftir, kendinden pay biçebilirsin. Rüşvetçi, bazı anlaşmalarına sadık kalmayacak kadar zayıf, tek kelime ile sansar kadar acımasız ve kana susamış bir adamdır. Ve bu adamın en büyük zevki infaz etmektir. Asmaya bayılır. Ne yaparsan yap, gözlerini ondan sakın ayırma… Eh, işte hepsi bu kadar. Ve Bull’da bulacağım her şeyin yarısı senindir… O yüzüğü Leoncia’nın parmağına yeniden tak.”

İki gün sonra, melez Kaptan karaya çıktıktan ve Leoncia’nın ailesindeki tüm erkeklerin uzakta olduğu haberini geri getirdikten sonra, Francis onunla ilk karşılaştığı sahile inmişti. Bu sefer sahilde gümüş tabancalı bir bakire ve ellerinde tüfekleri olan adamlar yoktu. Her şey fazlasıyla sakindi. Sahildeki tek kişi, bozuk parayı görünce büyük çiftliğin genç senyoritasına küçük bir not ulaştırmaya hemen razı olan, yırtık pırtık kıyafetli, küçük Kızılderili bir çocuktu. Francis not defterinin sayfasına bir şeyler karaladı. “Ben Henry Morgan sandığınız adamım ve size ondan bir mesaj getirdim.” Bu notu yazarken, istenmeyen olayların ilk ziyaretinde olduğu gibi aynı hız ve sıklıkta gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu.

Eğer, Leoncia’ya notu yazarken sırtını dayadığı kayanın çıkıntılarının üzerinden etrafına şöyle bir bakmış olsaydı, yüzmekten henüz dönen deniz tanrıçası gibi bir genç kadının, arkasından onu gözetlediğini görerek irkilebilirdi. Fakat yazmaya sakince devam etti, Kızılderili çocuk verilen göreve ondan daha fazla kendini adamıştı, bu yüzden de ikisi de fark etmedikleri bir anda, Leoncia’nın bir kayanın arkasından ortaya çıkmasıyla onu gören ilk kişi oldu. Boğuk bir çığlığın ardından, körü körüne ormanın yeşilliklerinin arasına dalarak kaçtı.

Francis ona yaklaşan genç kadının varlığını, ilk olarak ürkütücü bir biçimde atmış olduğu çığlığın ardından fark etmişti. Çığlığın geldiği yöne doğru fırladığı sırada elindeki not defteri ve kalemini kuma düşürmüş, çığlık atmasına neden olan şeyi anlamamış, ıslak ve üzerinde bir parça kıyafetle kaçmaya çalışan genç kadınla çarpışmıştı. Bu beklenmedik çarpışmanın bir saldırı değil, aksine onu korumak için yapılan bir hamle olduğunu anlayana kadar, genç kadın, ikinci bir korkunç çığlık daha koparmıştı. Yüzü korkudan kireç gibi beyaza dönmüş hâlde onun yanından geçmiş, Kızılderili oğlanın üzerine doğru tökezlemiş, ancak açık kuma varana kadar durmadan ilerlemişti.

“Bu da nedir?” diye bir cevap istedi Francis. “Yaralandın mı? Ne oldu?”

Genç kadın çıplak dizini işaret ederek güçlükle fark edilebilen iki küçük yaradan yan yana damlayan, iki küçük kan damlasını gösterdi. “Bir engerek yılanıydı.” dedi. “Ölümcül bir engerek yılanı. Beş dakika içerisinde ölü bir kadın olacağım ve bundan mutluyum, mutluyum çünkü o zaman kalbim artık senin tarafından kırılmayacak.”

Suçlayıcı parmağını ona doğru doğrultarak, söyleyemediği bazı sözlerin sıkıntısıyla ilk başta nefesini tutmuş, sonrasında baygın bir hâlde yere yığılmıştı.

Francis, Orta Amerika yılanlarını sadece söylentilerden biliyordu ama söylentiler bile yeterince korkunçtu. İnsanlar, on beş ila yirmi inç uzunluğundaki bu minik sürüngenler tarafından ısırıldıktan beş on dakika sonra korkunç acılar içerisinde ölen katır ve köpeklerden bahsetmişlerdi. O kadar hızlı nüfuz eden bir zehrin yayılmaya başlamasıyla beraber kadının bayılmış olmasına şaşmamalıydı. Yılan ısırığının tedavisine dair öneriler de aynı şekilde söylentilerden ibaretti ancak yaranın üzerindeki dolaşımı durdurması gerektiği ve zehrin kalbe ulaşmasını önlemek için bir turnike yapması gerektiği aklına gelmişti.

Hemen mendilini çıkardı ve dizinin yukarısından bacağının etrafına gevşek bir şekilde bağladı, kısa bir dal parçasını mendilin kenarından düğümün altına iterek mendili çok şiddetli biçimde kızın bacağını kavrayacak hâle gelene kadar sıktı. Sonra, tüm söylentilere uygun bir şekilde hızlı çalışmaya dikkat edip, çakısının küçük bıçağını açtı, mikroplara karşı emin olmak için birkaç kibritle ucunu yaktı ve yılanın dişlerini geçirdiği iki deliği dikkatlice ama acımasızca kesti.

Kendisi de korku içindeydi, ateşli bir ustalıkla çalışıyordu ve zehrin her an önünde yatan güzel varlığın bedenine yayılmaya başlayabileceğini düşünüyordu. Duyduğu kadarıyla, yılanın ısırmasından sonra kurbanların bedeni hızla ve olağanüstü bir şekilde şişmeye başlıyordu. Diş yaralarını açma işlemini tamamladıktan sonra, sıradaki iki eyleminin ne olacağına karar verdi. İlk olarak, alabileceği tüm zehri emmeye çalışacak, sonra bir sigara yakarak ısırılan yerin etrafındaki eti dağlayacaktı. Ama bıçağının ucuyla hafif, çapraz kesiler yaptığı sırada, genç kadın huzursuz bir biçimde hareket etmeye başladı.

 

Kadın doğrulmaya çalıştığında, “Uzan.” diye emretti ve tam o sırada dudakları görevini yerine geirmek için kadının bacağının üzerine eğiliyordu.

Buna karşılık, genç kadının küçük elinden, yüzüne patlayan bir tokat geldi. Aynı anda Kızılderili çocuk ormanın kenarında, elinde kuyruğundan tuttuğu küçük, ölü bir yılanı sallayarak ve coşkulu bir şekilde bağırıp dans ediyordu:

“Katırcın! Katırcın!”

Francis bu konuda en kötüsü olabileceğini varsayıyordu.

“Uzan ve sakin ol!” diye tekrarladı sert bir şekilde. “Kaybedecek bir saniyen bile yok.”

Ama genç kadının gözleri sadece ölü yılanın üzerine odaklanmıştı. Fazlasıyla sakinleşmişti fakat Francis henüz buna tanık olmamıştı çünkü yılan ısırığının klasik tedavi yöntemini icra etmek üzere yine onun üzerine eğilmişti.

“Bunu sakın yapma!” diye onu tehdit etti genç kadın. “Bu sadece bebek bir katırcın ve ısırığı zararsız. Bir engerek olduğunu sandım. Katırcınlar küçük olduğundan birbirlerine benziyorlar.”

Turnike yüzünden kan dolaşımının yavaşlaması onun canını yakıyordu ve aşağıya doğru baktığında, mendilin bacağına düğümlenmiş olduğunu fark etti.

“Ah, ne yaptın sen?”

Genç kadının yüzü kızardı.

“Ama o sadece bebek bir katırcındı.” diye sitem etti tekrar ona.

“Bana bunun bir engerek olduğunu söyledin.” diye karşılık verdi Francis.

Genç kadın yüzünü ellerinin arasına aldı, kıpkırmızı kesilmiş yüzü öfkeden yanıyordu. Yine de Francis delirdiğini düşünmese de onun güldüğüne yemin edebilirdi; ayrıca üstlendiği görev icabı, başka bir adamın yüzüğünü bu kadının parmağına takmanın ne denli zor olacağının da ilk kez farkına varmıştı. Bu nedenle onun güzelliğine ve büyüsüne karşı yüreğini elinden geldiğince soğutarak, acı bir şekilde şöyle dedi:

“Sanırım şimdi, aile eşrafınızdan bazıları beni delik deşik edecek çünkü ben ne engerek ne de katırcın yılanını tanıyorum. Bunun için çiftlikten birkaç kişinin gelmesini sağlayabilirsin. Ya da belki de bana doğrudan sen ateş etmek isteyebilirsin.”

Ama genç kadın, sanki onu duymamış gibi davranıyordu çünkü böylesine muazzam bir güzellikten beklenilmeyecek kadar güçlü bir çeviklikle ayağa fırlamış ve ayağını kuma vurmakla meşguldü.

“Uyuşmuş… Ayağım.” diye açıklamada bulundu genç kadın, bu sefer attığı kahkahayı eliyle gizlemeye gerek duymadan.

“Gerçekten inanılmaz utanç verici davranıyorsun.” diyerek sitemkâr bir tavırla karşılık verdi Francis ona. “Amcanızın katili olduğumu düşündüğünüze göre.”

Bu sözler onun eskiyi hatırlamasına sebep olmuştu, kahkahası bir anda kesildi ve yüzünün rengi çekildi. Ona hiçbir cevap vermedi ama eğilerek öfkeyle titreyen parmaklarıyla sanki iğrenç bir şeymiş gibi mendili açmaya çalıştı.

“Bırak, yardım etmeme izin ver.” dedi nazik bir şekilde Francis.

“Sen bir canavarsın!” dedi genç kadın öfkeyle. “Çekil kenara. Gölgen üzerime düşüyor.”

“Şimdi gerçekten çok tatlı ve çekicisin.” diye kucakladı onu Francis, onu kollarının arasında tuttuğunda içinde kabaran arzularını görmezden gelmeye çalışarak. “Burada, sahilde son geçirdiğimiz anları yeniden canlandırabiliriz, bir anlığına gelip seni öpmediğim için beni suçladın, sonra beni gelip sen öptün -evet, sen de öptün beni- ve daha sonra elindeki küçük oyuncak tabancanla beni sandalıma kadar kovalayarak, sonsuza kadar buradan gitmem konusunda tehdit ettin. Hayır, son seferden bu yana zerre kadar değişmemişsin. Tıpkı eski Leoncia hâline geldin yine. Bunu senin için çözmeme izin versen iyi olur. Düğümün sıkışmış olduğunu görmüyor musun? Küçük parmaklarınla bunu asla başaramazsın.”

Genç kadın, öfkesini tam anlamıyla ifade edemediği bir tavırla ayağını sertçe yere vurdu.

“Neyse ki yüzmeye giderken oyuncak küçük tabancanı yanına almadığın için şanslıyım.” diye alay etti Francis. “Yoksa tam burada, sahilde, niyeti asla kötülük yapmak olmayan mükemmel derecede hoş genç bir adamın cenazesi olurdu.”

Kızılderili çocuk tam bu sırada çiftlikten alelacele kapıp getirdiği havluyla koşarak geri dönmüştü. Küçük çocuğun yardımıyla genç kadın düğümü tekrar açmaya çalıştı. Mendil bacağından çıktıktan sonra, onu bir engerek yılanıymış gibi elinden fırlatıp attı.

“Kirliydi.” diye parladı, sanki ona kötü bir şey söylemek istemiyormuş gibi.

Ama yüreğini ona karşı hâlâ hissizleştirmeye çalışan Francis, başını yavaşça salladı ve şöyle dedi:

“Bu seni kurtarmaz Leoncia. Artık üzerinden asla gitmeyecek bir iz bıraktım.”

Dizinde açtığı yaraları işaret ediyor ve gülüyordu.

“Canavarın işareti.” diye karşılık verdi genç kadın, ayrılmak üzere harekete geçtiğinde. “Buradan hemen gitmen için seni uyarıyorum, Bay Henry Morgan.”

Ama Francis onun yolunu kesti.

“Tamam, şimdi artık biraz iş konuşalım Bayan Solano.” dedi Francis ses tonunu değiştirerek. “Ve sen de dinleyeceksin. Gözlerin istediği kadar ateş püskürsün, sözümü kesmeyeceksin.” Eğildi ve biraz evvel yazmakla meşgul olduğu notu aldı. “Sen çığlık attığın sırada, sana bu çocukla bir mesaj göndermeye hazırlanıyordum. Al bunu. Oku. Seni ısırmaz. Bu engerek yılanı değil.”

Almayı reddetmeye çalışsa da gözleri istemsizce, açılmış olan not kâğıdındaki yazıya takılmıştı:

“Ben, sizin Henry Morgan sandığınız adamım…”

Ona sanki hiçbir şey anlamıyormuş ama pek çok belirsiz şeyi tahmin edebiliyormuş gibi şaşkın gözlerle bakıyordu.

“Şerefim üzerine yemin ederim.” dedi Francis ciddi bir şekilde.

“Sen… Sen… O… Henry değil misin?” diye kekeledi.

“Hayır, ben o değilim. Lütfen alıp okur musun?”

Bu sefer Francis’in solgun yüz hatlarına ve gözlerine kararlı bir şekilde doğrudan bakmasından mı yoksa altın rengi tropik yüz hatlarına basan kanın şaşırtıcı derecedeki güzel dokunuşundan etkilendiğinden mi bilinmez, itaat etmişti.

Genç kadının kadife kahverengi gözlerini neredeyse bir rüyadaymış gibi sorgulayıcı ve ürkmüş bir tavırla ona yönlendirdiğini fark etti.

“Peki, bu yazının imza sahibi kimdir?” diye sordu.

Francis bir anda kendini toparladı ve kadının önünde eğildi.

“Ama ismi nedir? Senin ismin?”

“Morgan, Francis Morgan. Orada da açıkladığım gibi Henry ve ben bir tür uzak akrabayız, kırk beşinci kuşak kuzen ya da onun gibi bir şey.”

Şaşkınlığının üstesinden gelmeyi başarmış, gözlerinde aniden büyük bir şüphe ve eski tanıdık öfkenin ifadesi parlamıştı.

“Henry.” dedi sitemkâr bir ses tonuyla. “Bu kesinlikle bir aldatmaca, şeytani bir oyun oynuyorsun benimle. Elbette ki sen Henry’sin.”

Francis bıyığını gösterdi.

“O zamandan bu yana uzatmışsındır.” diye karşılık verdi öfkeyle genç kadın.

Kolunu sıvadı ve sol kolunu, bileğinden dirseğine kadar gösterdi. Ancak görünüşe göre genç kadın onun ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştı.

“Yarayı hatırlıyor musun?” diye sordu.

Evet, anlamında başıyla onayladı.

“O zaman bul onu.”

Genç kadın çaresizlikle yara izini aramak için başını eğdi, sonra tereddüt ederek kafasını salladı:

“Ben… Ben senden af diliyorum. Çok büyük bir hata yapmışım ve nasıl olduğunu düşündükçe ben… Seni tehdit ettim…”

“O öpücük oldukça güzeldi.” diye afacan bir tavırla reddetti onu Francis.

Genç kadın onun neyi kastettiğini bir anda hatırladı, dizine baktı ve o yüzüne çok yakışan kıkırdamasını bastırmaya çalıştı.

“Henry’den bir mesaj getirdiğini söylemiştin.” dedi birden konuyu değiştirmek için. “Ve onun masum olduğundan bahsediyorsun… Bu doğru mu? Ah, sana gerçekten inanmak istiyorum!”

“Ahlaki olarak şundan eminim ki Henry’nin amcanı öldürme ihtimali en fazla benim öldürme ihtimalim kadar…”

“Tamam, o zaman şimdilik daha fazlasını söyleme.” diye neşeyle sözünü kesti. “Her şeyden önce, yaptığın ve söylediğin bazı şeylerin iğrenç olduğunu itiraf etmiş olmana rağmen bana bir özür borçlusun. Beni öpmeye hakkın yoktu.”

“Eğer hatırlayacak olursan.” dedi gülerek Francis. “Bunu tabancanın namlusu bana doğrultulmuşken yaptım. Eğer bunu yapmazsam neyi vuracağını nereden bilebilirdim.”