Abdülhamit ve afrodit

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

CEVDET BEY’İN JURNALİ

Abdülhamit, elinde tuttuğu uzun bir jurnalin şu satırlarını tekrar okumaya başladı:

Ve nihayet bir gün, Efendimize suikast cüretini göstermesi pek muhtemel olan bu gizli teşkilatı bir an evvel meydana çıkarmak ve kurucularını ortadan kaldırmak…

Kâğıdı avucunun içinde sıktı.

“Cevdet çok doğru söylüyor. Bu hainleri bir an evvel bulup kafalarını ezmeli,” diye kendi kendine söylendi.

Padişah’ın Cevdet Bey’e fevkalade güveni vardı. Abdülhamit, İzzet ve Fehim Paşaların sadakatinden emin olmakla beraber, onların her şeyi abarttıklarından emindi. Fakat kalemi çok kuvvetli olan Cevdet Bey’in şimdiye kadar verdiği jurnaller hiç de boş ve mânâsız şeyler değildi. Cevdet Bey ne yazarsa, Padişah onun doğruluğuna inanır ve derhal o işin icabına bakardı. Saray dışındaki inzibat ve asayişin devlet adamları ve memurları tarafından temin edileceğinden şüphesi yoktu. Abdülhamit’in en büyük düşünce ve endişesi, saray içinde kendi şahsını ilgilendiren dedikodulardı.

Özellikle İzzet Paşa’nın ihbarı onu büsbütün çileden çıkarmıştı.

Hakikaten günün birinde yatak odasına bir bomba koyacak olsalar, Padişah’ın hali ne olurdu? Abdülhamit yalnız bunu, kendi hayatını düşünüyor ve gözüne uyku girmiyordu.

Bir haremağası ile Cevdet Bey’i çağırttı. Cevdet Bey, Padişah’ın bütün sırlarını bilirdi. Abdülhamit ancak onunla fikir alışverişi yaptığı zaman teselli olur ve birkaç saat rahat uyku uyuyabilirdi.

Huzura girdiği zaman Cevdet Bey evvela Padişah’a bakar, yüzündeki hatların mânâsına göre konuşmaya girişirdi. Bu defa Padişah asabi adımlarla odanın içinde geziniyordu. Cevdet Bey gözünün ucuyla Hünkâr’ı incelemek fırsatını bulmuştu.

Abdülhamit, Cevdet Bey’e meselenin vahameti hakkında birçok söz söyledikten sonra, bu sadık ve kurnaz kölesine hitaben, “Cevdet! Bana karşı göstermiş olduğun sadakat ve fedakârlığa memnun oldum. Yazdıklarının hepsi doğru, güzel… Meselenin şiddetle takibini emrettim. Beyanname neşrederek halkı kışkırtmaya cesaret edenlerin herhalde cezaları verilecektir. Fakat sarayda bu tehlikenin önüne nasıl geçmeli? Cevdet! Hele bir defa da bu işi sen düşün bakalım!” dedi.

Cevdet Bey, Padişah’ın gözünde büyüttüğü bu meselenin halledilmesinin mümkün olduğunu ima ederek cevap verdi:

“Efendimiz, merak buyurmayınız! Sarayda Zat-ı Şahaneleri uğrunda ölmeyi şeref bilenler az değildir. Her türlü olasılığı düşünerek muhtelif cephelerde önlem almak doğru olur kanaatindeyim.”

“Ne yapmak lazımsa söyle, Cevdet!”

“Efendimiz, İzzet Paşa’ya sarayın gözü kulağı olmasını ferman buyurmuşsunuz! O da bütün kızları Başmabeyinci kulunuzla sıkıştırıp duruyor. Halbuki bu işi ayağa düşürmeden takip etmek daha uygun değil midir, Sultanım?”

“Hiç kimsenin fikir ve kararları, akıl ve mantığıma seninkiler kadar uygun gelmiyor. Sen olayı uzaktan gören ve bütünüyle değerlendiren gayet akıllı bir adamsın, Cevdet! Gidince İzzet’e söyle, ortalığı karıştırmasın. Kimden şüpheleniyorsa bana haber versin. Sana gelince; bu hususta ne tedbir düşünüyorsan açıkça söyle bakayım!”

Cevdet Bey, Padişah’ın ona duyduğu güven ve sevgiden cesaret aldı.

“Ferman buyurulursa, saraylılar arasında bu işi araştırması için Melahat’e talimat verelim.”

Bu teklif Hünkâr’ın hoşuna gitmişti.

“Melahat’i çağırınız, gelsin!” dedi.

ABDÜLHAMİT’TEN MELAHAT’E TALİMAT

“Seni bir iki günden beri göremiyordum. Nasılsın bakayım?”

“Ömrü şahanenize dua ediyorum, Efendimiz!”

“Seninle biraz gizli olarak görüşmek istiyorum. Babanın meşgul olduğu bazı önemli meseleler var, fakat bunlar hakkında ağzından bir kelime bile kaçırmayacaksın!”

Cevdet Bey söze karışmak fırsatını bularak, “Hiç merak buyurmayınız, Efendimiz! Melahat gayet ketumdur,” dedi.

Abdülhamit, Cevdet Bey’e hitap etti:

“Sen bizi yalnız bırak, Cevdet! Ben Melahat’e talimat vereceğim.”

Cevdet Bey huzuru hümayundan memnuniyetle çıkıp doğruca dairesine gitti.

Padişah, Melahat’i görünce gevşemiş, hiddeti geçmişti.

Abdülhamit’in çok garip ve değişken bir ruhu vardı. Bir günü diğer gününe, bir saati diğer saatine uymazdı. En ziyade güvendiği bir adamla görüşürken veya en çok ilgi gösterdiği bir kızı sever ve okşarken, ilgi ve sevgisi o saate, o dakikaya has kalırdı.

Abdülhamit’in kalbi esrarengiz bir kutuya benzerdi. Onun içinde muhabbet, kin ve ihtiras vardı. Fakat tüm bunların üstünde bir şey daha vardı: korku!

O her zaman ve her şeyden korktuğu için kimseye tam anlamıyla güvenemez ve kimseyi candan sevemezdi.

Melahat saraya yeni girdiği için saray entrikalarını henüz öğrenememişti. Padişah bu düşünceyle Melahat’e daha fazla iltifat ediyor ve onun zekâsından faydalanmak imkânını arıyordu.

“Melahat!” dedi. “Kaç günden beri sarayda dikkat çekici hiçbir şey işitmedin mi?”

“Hayır, bir şey işitmedim.”

“Saraylılarla konuşmuyor musun?”

“Konuşuyorum, Efendimiz! Fakat onlar bana karşılar.”

“Sana karşılar mı?”

“Çok soğuk duruyorlar. İmkân bulsalar gözlerimi oyacaklar âdeta.”

Padişah, Melahat’in hal ve tavrından o kadar hoşlanıyordu ki, en ufak bir sebepten dolayı rahatsız olmasını istemiyordu. Melahat’i dizinin yanına oturtarak bir çocuk gibi okşamaya başlamıştı.

“Senin o güzel gözlerine yan bakanın canını derhal cehenneme gönderirim. Yavrum, söyle bana, seni cidden rahatsız edenler var mı?”

“Kadınlar arasında bazı kıskançlıklar olur, Efendimiz.”

“Yalnız kıskançlık mı?”

“Evet.”

“Onun önemi yok. Başka bir şey varsa söyle. Korkma!”

“Hayır, bir şey yok, dünya cennetinde yaşayan mesut ve bahtiyar bir cariyenizim!”

Abdülhamit, kolunu genç kızın boynuna doladı.

“Benimle konuşurken daima önüne bakıyorsun. Bunu sana tembih mi ettiler, yoksa hakikaten utanıyor musun?”

Melahat utanarak güldü.

Padişah, genç kızı kollarının arasında sıkıştırıp öperken, aynı zamanda da onun zekâsından ve yeniliğinden faydalanmanın şekillerini düşünüyordu. Melahat’e bu işleri kısmen anlatacak olursa, acaba Melahat bu sırrı gizli tutabilecek miydi? Herhalde Melahat’in tahsil ve zekâsı, bu gibi işleri başarabilmesi için yeterliydi.

Padişah konuyu açtı.

“Melahat!” dedi. “Sarayımda bana fenalık yapmayı düşünen bazı kadınlar varmış. Bunları gizlice öğrenip bana haber verebilir misin?”

Padişah’ın teklifinden cesaret alan Melahat, sarayda duydukları hakkında Hünkâr’ı aydınlatmak istemişti. Genç kız düşünüyordu.

Padişah tekrar etti.

“Yavrum, bana fenalık yapmak isteyen kimseler hakkında duyduğun bir şey varsa, bana söylemekte tereddüt etme. Seni ödüllendiririm.”

“Duyduğum bir şey yok. Fakat mademki bu hususta meşgul olmamı emrediyorsunuz, herhalde Efendimize bir iki güne kadar önemli haberler vereceğimi zannediyorum.”

Padişah, Melahat’in bu sözlerinden şüphelendi.

“Sen herhalde bir şeyler biliyorsun, Melahat!”

“Bildiğim bir şeyi Efendimizden gizlemeyi kendim için bir hıyanet addederim.”

“Aferin! İşte şimdi biraz daha gözüme girdin. Seni çok sevdiğimden midir bilmem, her sözün hoşuma gidiyor. Sarayda bana dair ne işitirsen hemen haber vermeli, hatta bir dakika bile gecikmemelisin!”

“Geldiğim günden beri cariyenizi çok kıskanıyorlar. Henüz hiç kimse ile samimi olmadım. Kimin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Ancak bazı kızların hal tavrını bugünlerde pek şüpheli bulduğum için onları emriniz üzerine takip edeceğim.”

“Çok âlâ. Yalnız şu şüphelerin hakkında bana biraz bilgi ver bakayım!”

“Hemen hemen istisnasız denecek derecede, bütün kadınefendiler ve kızlar geldiğim günden beri cariyenize dehşetli düşman oldular.”

“Bu bir kıskançlıktan ibarettir. Sen bunlara kulak asma ve hemen bana işittiklerini haber ver. Yalnız dikkat et ki kimse bir şey hissetmesin, anladın mı?”

Abdülhamit, birden aklına bir şey gelmiş gibi yerinden kalkarak yazı masasının önüne gitti ve masa üzerinde duran demir bir gülleyi Melahat’a gösterdi.

“Sana böyle bir bomba verseler atabilir misin?”

Melahat, Padişah’ın bu soruyu neden sorduğunu anlayamamıştı. Hünkâr’ın gözüne daha fazla girebilmek için olumlu bir cevap verdi.

“Zannederim ki atabilirim!”

Abdülhamit birdenbire gözlerini açarak sordu:

“Senin gibi ince, zarif bir kız böyle bir bombayı nasıl eline alabilir?”

Melahat, Padişah’ın huzurunda onun vesvesesini artıracak büyük bir pot kırdığını anlayarak masumane bir tavırla ilave etti:

“Efendimiz irade buyurursanız hayır, atamam, diye itiraz etmek haddim midir? Sonunda şahsım için bir ölüm tehlikesi de olsa, Efendimizin uğrunda ölmeyi büyük bir şeref addederim.”

“İşte bu cevap da hoşuma gitti. Gittikçe gözüme giriyorsun, Melahat! Gel bakayım, şöyle yanıma otur! Bak yanakların ne kadar kızarmış. Hâlâ o ilk günkü sıkılganlığın üzerinde! Ne oluyorsun? Sana kaç defa söyledim. Serbest ol! Sen cahil bir kız değilsin. Söylediğin şu düzgün sözleri mabeyinci efendiler işitseler, seni belki onlar da kıskanırlardı.”

Padişah, genç kızın pembe yanaklarını okşarken, birdenbire Cafer Ağa telâşla huzura girdi ve yerlere kadar eğilerek Hünkâr’a özürlerini ilettikten sonra, “Kölenizi mazur görünüz, Sultanım,” dedi. “Bugün sarayda yemek yiyenlerden birçokları zehirlendikleri halde bu esrarengiz hadiseyi Efendimizden saklıyorlar!”

Haremağası’nın verdiği bu haber üzerine Padişah o andan itibaren yemek yememeye başladı.

Gerçekten o gün sarayda yemek yiyenlerden birkaçı zehirlenmişti. Fakat mesele ne Haremağası’nın gösterdiği kadar önemli, ne de Padişah’ın kuruntu ettiği kadar tehlikeliydi. Kalaysız bakır bir kazanda üzüm hoşafı pişirmişlerdi. Yapılan muayene neticesinde yemeklerde zehir namına bir şey görülmediği saray hekimleri tarafından tespit edilmişti.

Muayene sırası üzüm hoşafına gelince, kazanın kalaysız olduğu anlaşılmış ve zehirlenenlerin fazla hoşaf içtikleri ortaya çıkmıştı.

 

Meseleyi, İkinci Kâtip İzzet Paşa ile Başmabeyinci birlik olup Abdülhamit’e arz etmişlerdi. Padişah, hayatını ilgilendiren meselelerde pek titiz ve şiddetli davranırdı. Bu güvencelere de inanmamıştı. Akşamları gözünün önünde kaynamış çayla kuru gevrek ve kutular içinde getirilmiş tereyağı yiyordu artık.

Abdülhamit, ruhunu daimi bir ıstırap içinde bırakan bu tehlikeli vaziyete son vermek istiyordu. Hünkâr’ın, sebeplerini ve faillerini keşfedemediği bu gibi hadiselerde fikrinden ve ilminden yararlandığı bir adamı vardı: Ebülhüda!

Padişah, Şeyh Ebülhüda’nın kerametine inanmıştı. Onun bütün dediklerine inanırdı.

Ebülhüda, evvelce Şam’da devecilik eden cahil bir Arap iken nasıl olduysa İstanbul’a gelerek Padişah’a rastlamış ve gün geçtikçe Abdülhamit’in güven ve ilgisini kazanarak sarayın en nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olmuştu.

Padişah, gece alaturka saat iki raddelerinde bu keramet sahibini huzuruna çağırmıştı.

O günlerde saray dahili ve haricinde meydana gelen siyasi ve hususi bütün hadiseleri adamları vasıtasıyla takip ettirip araştıran bu Arap sihirbazı, Padişah’a karşı daima hazırlıklı bulunurdu.

Huzura girdiği zaman, Hünkâr’a bağlılığını bildirir bildirmez uzun ve iri taneli tespihini cebinden çıkarmış ve Padişah’ın kendisine söz söylemesine meydan vermeden, “Allah, Allah…” diyerek gayet garip tavırlarla okuyup üflemeye başlamıştı. Ebülhüda’nın gözleri kapalıydı. O, cinler ve perilerle sohbete başlamıştı.

“Ya huddam! Ya huddam! Ya huddam!” diye üç defa bağırdı. Şeyh Efendi, kendisine hizmet eden cin taifesini davet ediyordu.

Abdülhamit cinlerden çok korkardı. Ebülhüda’ya saygıda kusur edecek olursa, cinlerin kendisini çarpacağını zannederdi.

Yavaşça Ebülhüda’nın koluna girdi ve onu kenarda duran geniş bir koltuğa oturttu. Kendisine bu geç vakitte niçin huzura çağrıldığını anlatmak istemişti. Ebülhüda göz kapaklarını kaldırdı ve korkunç nazarlarını Hünkâr’a dikerek, “Cinler şimdi hepsini bana söyleyecekler. Boşuna yorulmayınız, Sultanım!” dedi.

“Allah, Allah, Allah…” diye otuz üç tespih daha çektikten sonra şu kerameti yumurtladı:

“Cinler şimdi gözümün önüne geldiler. İşte genç bir kız… Mutfakta kimseler yokken kazana gizlice bir şey atıp kaçtı. O ne? Zehir mi? Vay hain! İsmi ne onun? Nazikter mi? Estağfurullah. Estağfurullah. Bu ne müthiş manzara! Ya huddam, sorunuz o kötü kıza, İslam halifesine bu suikasttan maksadı nedir?”

Padişah, kendisine en sadık zannettiği gözdelerinden Nazikter’in bu ihaneti karşısında dişlerini gıcırdatarak hiddetle yerinden kalktı.

“O lanet olasıcayı şimdi buraya çağırınız!” diye bağırdı.

Ebülhüda, Padişah’ın gösterdiği şiddet ve hiddete ehemmiyet vermemiş gibi görünerek kerametlerini yumurtlamaya devam etti.

“Velinimetimize nankörlük eden bu kızın arkasında bir kalabalık görüyorum. İşte, Nazikter yine gözümün önüne geldi. Evet, bana hizmette kusur etmeyen cinler haber veriyor ki, bu kız düşmanlar tarafından tamamıyla elde edilmiştir. İşte, işte kafasını ve kalbinin içini okuyorum. Bu kötü kız kesinlikle fenalık yapmaya karar vermiş.”

Abdülhamit hiddetinden titriyordu.

“Şeyh Efendi, şu hınzırın arkasındaki kalabalığı da keşfedin,” diye seslendi.

Ebülhüda tespihini çekti ve bir müddet okuduktan sonra tekrar keramet savurmaya başladı.

“Karanlık, mahzen gibi bir yer. On, on bir, on iki… Evet, tam on iki kişi. Birçoğu genç. Galiba hepsi de okullu. İki kollarında omuzlarına kadar süslü şeritler var. İşte birisi bağırıyor: Hürriyet isteriz, hürriyet!

Abdülhamit çok saygı duyduğu Ebülhüda’nın ağzını kapadı ve “Sus! Artık yeter!” dedi.

Ebülhüda susmuştu. Padişah, avının üzerine saldıran bir kaplan saldırganlığıyla, yanlarında bulunan Cafer Ağa’nın üzerine atıldı.

“Hınzır fellah!” dedi, “Bana her zaman bu kaltağın sadakatinden bahseden sen değil misin? Söyle bana, sarayda, içimizde bu kadar fırıldaklar dönüyor da benim neden haberim olmuyor? Alçak köpekler, uyuyor musunuz?”

Zavallı Arap’ın hiçbir şeyden haberi yoktu, bir şeyden haberdar olsa bile, “Ebülhüda hazretlerinin bütün söyledikleri uydurmadır!” diyebilir miydi? Cafer Ağa, Padişah’ın bu sihirbaz herife karşı gösterdiği inanç ve saygının derecesini biliyor ve görüyordu.

Padişah fena halde köpürmüştü.

“Bu kolu şeritli hayaletler kesin Tıbbiye öğrencileri olacak. Nankörler! Bunların kim olduklarını şimdi öğrenmek isterim.”

Ebülhüda o sırada izin isteyerek huzurdan çıkmıştı.

Cafer Ağa yere yuvarlanmıştı. Oda kapısının önünde bir yengeç gibi iki büklüm olmuş ve simsiyah yüzü korkudan morarmıştı.

Ebülhüda uzaklaşınca Haremağası eski bir hadiseyi hatırlayarak cesaret buldu ve Hünkâr’a yalvarmaya başladı.

“Ebülhüda hazretleri yalan söylüyor, Sultanım! Bir defa da kulunuzu dinleyiniz.”

“Sus, melun! Öyle bir keramet sahibine suç atmak ha?”

Padişah, yerden henüz kalkmayan musahibine bir tekme vurarak, “Kalk, melun!” dedi, “Bütün alçaklık ve ihanetleri meydana çıkarıp kafalarınızı koparacağım.”

Cafer Ağa yerden kalktı. Elleri ve vücudu korkudan tir tir titriyordu.

Abdülhamit, Haremağası’nı çenesinden tuttu.

“Söyle bakayım, Nazikter ’in böyle bir fenalığa âlet olmasına nasıl meydan verdin?”

“Şey… Efendimiz…”

“Çabuk söyle diyorum, şimdi o habis ruhunu cehenneme göndereceğim!”

Cafer Ağa için bildiğini itiraftan başka kurtuluş yolu yoktu. Metanetini toplayarak cevap verdi:

“Ebülhüda hazretleri, Efendimize yalan söylemişlerdir. Çünkü Nazikter cariyeniz kendisine yüz vermiyor.”

Padişah, Cafer Ağa’nın sözlerine inanırdı. Ebülhüda’nın genç kızlara olan düşkünlüğünü de biliyordu. Fakat Nazikter, Hünkâr’ın çok sevdiği kızlardan biriydi; onu kendi eliyle belki Ebülhüda’ya verebilirdi, lakin kendisinden gizli olarak böyle bir gözdesine Ebülhüda’nın göz koyması Padişah’ın hiddetini yeniden artırmıştı.

“Çabuk bana Nazikter ’i getir!” dedi.

Cafer Ağa kapıdan çıkarken Padişah’ın aklına bir şey geldi. Cafer Ağa’yı göndermedi. Haremağası’nın genç kıza yolda talimat vermesi ihtimalini düşünmüştü.

Hünkâr elini vurdu, oda kapısının dışında duran bir başka haremağası içeriye girdi. Abdülhamit onun vasıtasıyla Nazikter’i huzuruna getirtti.

Padişah’ın bu güzel Çerkez kızına ilk sorusu şu oldu:

“Kız, doğru söylemezsen kafanı koparacağım. Ebülhüda ile aranızda bir şey var mı?”

Cafer Ağa’nın cam gibi parlayan gözlerinin akı büyümüştü. Genç kıza anlamlı bir bakışla bakarak göz kapaklarını indirdi ve önüne baktı. Yavaşça başını da sallamıştı.

Nazikter bu işaretin mânâsını anlamıştı; kendisini Ebülhüda’dan kıskandıracak bir şey olduğu kesindi.

Çerkez kızı zaten ara sıra kendisine çam sakızı gibi yapışmakta olan Ebülhüda’nın elinden kurtulmak istiyordu.

“Efendimize bir türlü fırsat bulup arz edemedim. Ebülhüda hazretleri cariyenizi daima taciz eder.”

“Ya sen?”

“Cariyenizim… Efendimizden başkasına görünmeme imkân var mıdır?”

“Doğru söyle diyorum, benden gizli olarak onun tekkesine filan gittin mi?”

“Mümkün mü, Sultanım?”

Abdülhamit sakinleşmişti. Onun en ziyade endişe ettiği cihet, kendisine saray içinde bir suikast hazırlanmasıydı.

Nazikter’in Ebülhüda hakkındaki sözleri, kurnaz Hünkâr’da yeni bir fikir ve kanaat uyandırmıştı. Kendi kendine, “O halde gizli teşkilatçılar Ebülhüda’yı elde etmişler. Bu yolla sarayda bir şaşırtma hareketi yaparak en sadık adamlarımı gözümden düşürmeye çalışıyorlar!” diye söylendi.

Cafer Ağa, Nazikter’e Padişah’ın yanına sokulması için gözünün ucuyla işaret verdikten sonra yerlere kadar eğilerek, “Nazikter, Efendimiz için gece gündüz gözyaşı döküyor, Sultanım! Onun Zat-ı Şahanenize hıyanet etmesine ihtimal vermeniz hatırımızdan bile geçmez. Zehir meselesine gelince, bu sırf aşçıların dikkatsizliğinden ileri gelmiştir. Hoşaf kazanının kalaysız olması, birkaç kişinin hastalanmasına sebebiyet vermiştir. Bu her zaman ve her yerde olabilir, Padişahım! Mesele gayet basittir. Ortada dik-katsizlikten başka hiçbir şey yok. Nazikter cariyenizi affediniz merhametli Sultanım!” dedi.

Nazikter, ince uzun endamıyla boynu bükük bir lale gibi Padişah’ın yanında durmuş, melül ve mahzun, efendisinin yüzüne bakıyordu.

Abdülhamit, eliyle verdiği bir işaretle Cafer Ağa’ya dışarıya çıkmasını emrettikten sonra, Çerkez güzelinin saçlarını okşamaya başladı.

“Nazikter, seni çoktan beri gördüğüm yok. Sarayda olup biten işlerden eskiden sık sık beni haberdar ederdin; şimdi ne oldu sana böyle?”

“Ne yapalım Sultanım, ikiyüzlü insanlar iltifatınızı kazandıktan sonra bizim gibi sadık cariyeleriniz unutulmaya mahkûm oldu.”

“Kız, söyle bakayım bana, ikiyüzlü insanlar derken kimi kast ediyorsun?”

“Cariyeniz dedikodudan korktuğu için…”

Padişah onun sözünü kesti.

“Söyle bakayım diyorum sana! Kimmiş o ikiyüzlü?”

Abdülhamit’in ısrarı üzerine Nazikter, tatlılığı ve alışılmış şakraklığıyla, yeni açılan bir gül gibi açıldı.

“Bu gibi işler Cevdet Bey’in kızı gibi üç günlük devşirmelere veriliyorsa, sarayın huzuru elbette tehlikeye düşer, Padişahım!”

Abdülhamit, gözünün birini kapayarak tek gözle Nazikter’i süzdü.

“Kız, siz hepiniz kıskançlıkta birbirinize benziyorsunuz!”

“Cariyeniz hiç kıskanç değil, Sultanım! Fakat Melahat ikiyüzlü ve iki kalpli bir kadın.”

“İki kalpli bir kadın mı? Bu da ne güzel bir tarif. Birinde belki ben… Lakin ötekinde kim var acaba?”

“Genç ve güzel bir yaver.”

“Bu da kim? İsmini söyle çabuk!”

“Yüzbaşı Kâzım Bey.”

Abdülhamit bu ismi işitince beyninden vurulmuşa dönmüştü.

“Kız,” dedi, “bana hakikati söyle!”

“Hakikat bundan ibarettir, Padişahım! Melahat kaç günden beri Kâzım Bey’le gizli gizli görüşüyor.”

Hünkâr Yaveri Yüzbaşı Kâzım Bey, Erkânıharbiye Mektebi’nden çıkar çıkmaz selamlıkta Padişah’ın gözüne ilişmiş ve bu suretle yaverler arasına girmişti.

Yüzbaşı Kâzım Bey üç aydan beri sarayda bulunuyordu. Kendisi henüz yirmi beş yaşında, yakışıklı ve pembe yanaklı bir gençti. Kâzım Bey saraya girip çıkarken onu gören kadınlar, bu genç ve güzel yaver ile görüşmek için can atarlardı.

Abdülhamit, Nazikter’in verdiği bu bilgiye tedbirli yaklaşmakla beraber, bu hususta önlem almayı da faydalı görmüştü.

Nazikter, Hünkâr’ın tamamıyla gözüne girebilmek için her şeyi yapmaya karar vermişti. Çerkez kızının bir emeli ve bir gayesi vardı: Melahat’i Padişah’ın gözünden düşürerek saraydan uzaklaştırmak!

Genç kız bu emeline ulaşmak için efendisinin dizinin dibinde oturmuş anlatıyordu:

“Cariyenize güvenirseniz, Padişahım! Melahat saraya çok fena bir fikirle gelmiştir. Babasıyla da daima temasta bulunuyor. Hatta yarın ikindi vakti Başmusahip’in yanındaki salonda Kâzım Bey ile gizlice buluşup görüşecekler.”

“Sen nereden biliyorsun?”

“Konuşurlarken işittim, Sultanım.”

“Vay habisler vay!”

Abdülhamit, Nazikter’i bir müddet okşadıktan sonra birdenbire oturduğu yerden kalkarak odanın içinde asabi adımlarla dolaşmaya başladı. Nazikter’in sözlerini kıskançlığına atfetmekle beraber, genç ve güzel Yaver’in vaziyetini de göz önünde bulundurmaya lüzum görmüştü.

“Nazikter, haydi sen git. Yarın onları gözle ve orada buluştuklarını görünce derhal bana haber ver,” dedi.


Nazikter, huzurdan çıkar çıkmaz Melahat hakkında kendi kendine önemli karar ve önlemler almıştı. Evvela Melahat’e bir aracı vasıtasıyla haber göndermiş ve Yaver Kâzım Bey’in ertesi gün ikindi vaktinde Başmusahip’in dairesinin yanındaki salonda kendisiyle görüşmek istediğini bildirmişti.

Çerkez kızı bir diğer aracı vasıtasıyla Kâzım Bey’e de aynı şekilde haber göndermiş ve Melahat’in kendisini bekleyeceğini belirtmişti.

Ertesi gün Kâzım Bey ile Melahat söz konusu mahal ve saatte buluşmuşlardı.

Melahat, sarayda ilk defa gördüğü bu genç ve güzel yaver karşısında olanca metanetini muhafazaya çalışarak sordu:

“Beyefendi! Benimle ne görüşmek istediğinizi bilmiyorum. Fakat her şeyden evvel böyle tehlikeli bir yeri niçin seçtiğinizi sorabilir miyim?”

Kâzım Bey biraz da çapkın bakışlı bir gençti; Melahat çok hoşuna gitmişti. Onun bu sözlerini aralarında kurulacak ilişkiye bir temel olarak görerek, “İki gözüm, vallahi bilmiyorum nasıl oldu da burada buluştuk!” dedi.

Melahat, ilk defa böyle güzel ve sevimli bir erkekle karşılaşmıştı. Kendisiyle tanışmak için oraya davet edildiğini düşündü.

“Fakat beyefendi, burası çok tehlikeli bir yerdir. Bana söyleyecekleriniz uzun sürecekse başka bir yere gidelim.”

Bu esnada Nazikter koşarak Abdülhamit’e gitmiş ve rakibini herkesten gizli kurduğu tuzağa düşürmek için bütün zekâsını kullanmıştı.

Padişah, gerçek olacağına hiç ihtimal vermediği bu ihbar üzerine şiddetle yerinden kalktı ve rovelverini cebine koyarak odasından çıktı. Gideceği yeri bildiği için Nazikter’i kendi odasına göndermişti.

 

Padişah buluşma yerine geldiği zaman Melahat ile Kâzım Bey de bir koltuğa oturmuş, baş başa vermiş konuşuyorlardı.

“Nereye arzu ederseniz oraya gidelim, elmasım!”

“Çok rica ederim, evvela bana kısaca maksadınızı söyleyiniz!”

“Maksadım mı?”

“Öyle ya, beni buraya niçin davet ettiniz?”

“Çok zekisiniz, küçük hanım!”

“Ben mi? İhtimal.”

“Böyle ateşli iki gencin karşı karşıya gelince yekdiğeriyle ne konuşması lazım geldiğini elbette siz benden iyi takdir edersiniz!”

“Ah… Rica ederim beyefendi, kalbim fena halde çarpıyor. Şimdi birisi gelir de bizi burada görürse…”

“Kıyamet kopar, değil mi?”

“Tabii. Kıyamet kopacağını siz de tahmin edersiniz ya!”

“Nihayet sizi sevdiğimi ve size talip olduğumu söylersem…”

“Fakat benim Efendimize ait olduğumdan haberdar değilsiniz galiba?”

“Hayır. Mamafih siz kalbinizi bana verseniz ben sizi buradan…”

Genç zabit sözünü bitirememişti. Salonun kapısı birden açıldı ve Abdülhamit kapıdan içeriye girdi.

“Hain! Deminden beri seni dinliyordum,” dedi ve büyük bir soğukkanlılıkla cebinden rovelverini çıkararak Yaver’e ateş etti.

Rovelverden çıkan kurşun Yüzbaşı Kâzım Bey’in başına isabet etmişti. Genç zabitin başı derhal Melahat’in kucağına düştü ve alnından akan kanlar genç kızın üstünü lekelemeye başladı.

Hünkâr Yaveri baygın bir halde Melahat’in dizleri üzerinde yatıyordu.

Padişah birkaç adım yaklaşarak Melahat’a sordu:

“Kız, bu hain senden ne istiyordu?”

Melahat şaşırmıştı. Ne cevap vereceğini düşünüyordu. Hakikat namına bu feci sahneden başka bir şey bilmiyordu. Rovelver sesine Başmusahip koşmuş, fakat salon kapısında Padişah’ı görünce geri çekilmişti. Kâzım Bey’in niçin vurulduğunu anlayamayan saraylılar salonun önündeki koridora toplanmışlardı. Herkes büyük bir korku içinde birbirine bakıp duruyordu.

Melahat kendisine bir tuzak kurulduğunu tahmin etmişti. Padişah’ın kendisine önemli görevler verdiğini hatırlayarak yavaşça cevap verdi:

“O mesele hakkında Yaver ’den bazı şeyler öğrenmek istiyordum, Efendimiz!” dedi.

Abdülhamit, genç kızın suratından bu sözün yalan olmadığını ve işittiği konuşmadan da iki gencin arasında bir münasebet bulunmadığını öğrenmişti.

“Haydi, benimle gel ve sana taarruz etmek isteyen bu küstah hakkındaki şüphelerini bana birer birer açıkla,” diyerek Melahat’i kolundan tuttu. İkisi birlikte döndüler. Koridorda Başmusahip ile Serasker Rıza Paşa ayakta duruyordu. Padişah bir saat evvel mühim bir mesele hakkında görüşmek üzere Serasker’i saraya çağırmıştı.

Abdülhamit işlediği cinayetten dolayı üzgün değildi. Koridorda Başmusahip’e, “Şu habisi buradan çabuk kaldırsınlar. Eğer ölmemişse, hekimbaşına hemen haber gönderin, yarasına baksın. Soran olursa intihar ettiğini söylersiniz!” dedi.

Odasına geldiği zaman Padişah’ın hiddetinden gözleri dönmüştü. Melahat ile Kâzım Bey arasında geçen konuşma tesadüfen Melahat’in lehinde olduğundan, genç kız Hünkâr’ın gazabına uğramaktan kurtulmuştu.

Sakinleştikten sonra Abdülhamit, kendisiyle konuşmak için gelen Serasker’i daha fazla bekletmemek için, Melahat’e yandaki odaya geçmesini emretti.

Melahat, pencereleri kapalı ve karanlık bir odada, büyük bir şüphe ve korku içinde hadisenin ne netice alacağını düşünerek beklemeye başladı.

Serasker Rıza Paşa huzura girmişti.

Bir gün evvel Padişah’a cuma selamlığında kısmen bahsettiği Yemen İsyanı, Osmanlı Devleti’ni müşkül vaziyete sokacak gibiydi.

“Zat-ı Şahanelerini üzen isyan haberinden sonra, Yemen Valisi’nden ve Yedinci Ordu Kumandanı Feyzi Paşa’dan şifreler aldık. Yemen İsyanı maalesef gittikçe vahamet kazanmaktadır,” dedi.

Abdülhamit şifreleri dikkatle okudu.

“Feyzi Paşa’nın bu isyanın önüne geçeceğinden eminim. O, Yemen çevresini ve isyanın nasıl bastırılması gerektiğini çok iyi bilir. Kendisine tüm yetkilerin verildiğini ve isyan eden Arapların cezalandırılması ile beraber diğer tüm kabilelerin de tatlılıkla yola getirilmesini istediğimi yazınız!”

“Efendimiz uygun görürlerse Yemen’e biraz da para gönderelim. Zira Yemen kabileleri fevkalade ihtiyaç ve yokluk içindeymiş.”

“Siz harbiye bütçesinden para göndermiyor musunuz?”

“Eldeki para ile ancak mühimmat ve savaş aracı tedarik edebildik. Hatta orduya dört aydan beri aylık bile veremedik!”

Padişah bu haberi işitince elindeki kâğıdı buruşturarak karşısındaki adamın üzerine attı.

“Yemen çöllerinde asilerle savaşan asker ve zabıtanın dört aydan beri maaş almadıklarını bana ne cesaretle söylüyorsun?”

Rıza Paşa zeki ve kurnaz bir adamdı. Padişah’a yirmi gün evvelki bir müzakere ve konuşmayı hatırlatarak, “Para cihetinden çok sıkışık bir vaziyette olduğumuzu daha yirmi gün önce zatınıza arz etmiştim. Efendimiz bunu dikkate almamıştı. Ayrıca bizden yirmi bin altın lira aldırmıştınız zannederim!” dedi.

Abdülhamit, Serasker’in bu acı hatırlatması üzerine mahcup olmuştu. Rıza Paşa’yı çok severdi. Tehlikeli vaziyetleri Hünkâr’ın yüzüne söylemekten çekinmeyen Rıza Paşa, Abdülhamit’in can alacak damarını bulmuştu. Padişah, Yemen İsyanı’na karşı o günlerde lüzumundan fazla alaka ve hassasiyet gösteriyordu. Bu alaka dolayısıyla da Müşir Feyzi Paşa’yı Hicaz’dan derhal Yemen’e göndermişti. Feyzi Paşa, kolağalığından beri tüm ömrünü Yemen’de geçirdiği için Yemen isyanlarını birkaç defa bastırmayı başarmış ve Yemen ahalisine kendini çok sevdirmişti. Yemen’de Feyzi Paşa’yı sevmeyenler bile hiç olmazsa ondan korkarlardı.

Abdülhamit, Yemen İsyanı’nın katiyen bastırılmasını istiyordu. İmam Yahya’ya saraydan bazı kıymetli hediyeler gönderilmesini irade etmekle beraber Rıza Paşa’nın tavsiyesini de reddetmemişti.

“Yemen’e derhal iki yüz elli bin mecidiye gönderilsin. Fakat bu paranın Hüdeyde’ye varmasından önce, orduya şimdiden bir maaş verilmeye başlanmalıdır.”

“O halde bu para kime verilecek?”

“Asilere.”

Padişah, Yemen’de isyan eden Araplara verilmek üzere hazineden iki yüz elli bin mecidiye gönderilmesini emredince, Serasker Rıza Paşa geniş bir nefes almıştı.

Artık bu mesele etrafında görüşülecek fazla bir nokta kalmamıştı. Serasker’in en çok endişe ettiği şey, Padişah’ın para vermemesi ihtimaliydi. Para meselesi hallolunca, diğer mahalli hadiselerin Yemen Kumandanı Feyzi Paşa ile de örtbas edilmesi imkânı vardı.

Rıza Paşa, Abdülhamit’in yanından çıkınca doğruca Babıali’ye giderek Sadrazam’ı görecekti.

Padişah, Rıza Paşa’nın arkasından derhal Melahat’i yanına getirtti.

“Eeee… Anlat bakalım!” dedi. “Yaver senden ne istiyordu?”

Melahat bir saatten fazla kaldığı karanlık odada epeyce düşünmüş ve Hünkâr’ın sorması muhtemel olan sorulara verilecek cevapları hazırlamıştı. Abdülhamit’in yüzü gülüyordu.

“Cariyeniz tarafından gizlice takip edilip araştırılmasını ferman buyurduğunuz işler hakkında çok önemli bilgiler elde etmiştim. Fakat Yaver Kâzım Bey…”

“Şimdi onu bırak. Evvela, elde ettiğin o önemli bilgilerin neden ibaret olduğunu söyle!”

Melahat, Padişah’ın iltifat ve tebessümlerinde samimiyet olmadığını anlamıştı. Gözünün önünde yaşanmış bir de cinayet sahnesi vardı. Bu önemli hadiseler karşısında kendisini kurtarmaktan başka yapabileceği bir şey olmadığını anlamış, ciddi bir tavırla Hünkâr’a cevap veriyordu.

“Dün Şehzade Burhanettin Efendi’nin dairesine şüpheli bir adamın geldiğini haber almıştım.”

Padişah gözlerini açtı.

“Kimmiş bu şüpheli adam?”

“Tıbbiyeli bir gençmiş.”

“Burhanettin’in dairesinde kiminle görüşmüş? Orasını anlayamadın mı?”

“Sarı saçlı, mavi gözlü ve orta boylu güzel bir kızla. Fakat bu kız, o gencin hemşiresiymiş.”

“Tıbbiyeli olduğu kesin mi?”

“Evet, Efendimiz. O kız saraya alındıktan bir müddet sonra Tıbbiye Mektebi’ne girmiş.”

“Pekâlâ netice?”

“Yaver Kâzım Bey’in Şehzademizin dairesine her zaman girip çıktığını bildiğim için, o kızın ve bu gencin kim olduğunu ondan öğrenmek istemiştim.”

“Fakat siz böyle bir şey konuşmuyordunuz. Ben kulaklarımla işittim. Saklama, o melun seni seviyor, hatta kaçırmak istiyordu!”

“Onun sevmesinin ne kıymeti olabilir, Sultanım? Ben ona bu hususta lazım gelen cevabı vermiştim.”

“İşittim. Onu da işittim ve memnun oldum. Bu sadakatinden dolayı seni ödüllendireceğim!”

Abdülhamit, Melahat’i sevip öpmeye başlamıştı.

“Bak, hava ne kadar sıcak. Bu akşamüstü seninle birlikte gül bahçesindeki havuzda yıkanırız, olmaz mı?”

Melahat, uzun kirpiklerinin arasından Padişah’ı inceleyip de efendisinin hayvani güdülerinden başka bir şey düşünmediğini görünce, “Mademki Efendimiz irade buyuruyorlar…” dedi ve en ciddi erkekleri bile çıldırtıp felce uğratan baygın bakışlarla güldü.