Toraman

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

2

Adile Hanım’ın kızı evden bağırır:

“Anne gel, Mebrure Hanım teyzem geldi. Seni çağırıyor.”

Adile Hanım: “Söyle buraya gelsin. Azıcık lakırtımız var.”

Kız “Nasıl azıcık lakırtı? Bir saattir konuşuyorsunuz, bitmiyor!”

Mebrure Hanım başörtüsü, yeldirmeyle bahçeye çıkar. İki kadın birbiriyle sırlı bir hâlle işaretleşirler. Adile, Mebrure’ye parmağıyla susmasını hatırlatır. Misafir tahta perdeye yaklaşarak ev sahibinin kulağına:

“Duydun mu?”

“Duydum.”

“Buraya onu söylemeye mi geldin?”

“Onun için geldim ama kadının kızını kocası yeni bıraktı. Aklı başında yok. Şeyhlerle, tespihlerle uğraşıyor. Şimdi bunu söylersem ayılır bayılır. Bir tarafına bir şey olur diye korkuyorum.”

“Bayılırsa benim yanımda lokman ruhu var. Dostluk bu günde belli olur.”

“Dur dur, şimdi olmaz. Hasnâ’yı Rukiye Hanım’ın evine götürelim de orada söyleyelim.”

“Söylemeli ya… Saklamak olur mu hiç? Biz Hasnâ’nın dostu değil miyiz? Rukiye’nin evine götürmezden önce burada bir parça çıtlatalım da kulağı alışsın.”

“Bunun çıtlatması nasıl olur? Kocan evlendi diye patadak ben bu kadına söyleyemem.”

Hasnâ Hanım tahta perdenin arkasından:

“Karılar nedir o fiskos? Beni mi çekiştiriyorsunuz?”

Mebrure Hanım: “Allah etmesin! Seni ne diye çekiştirelim? Siz her gün burada, bu budak deliğinin önünde böyle bağıra bağıra konuşuyorsunuz da yanı başınızdaki evde meyzinin karısı hepsini işitiyor. Akşam kocasına anlatıyor. O da mahalle kahvesinde ezan okur gibi herkesin kulağına bağırıyor. Mahallede bir parmak bal oluyoruz. Onun için yavaş yavaş konuşuyoruz.”

Hasnâ Hanım: “Meyzinse meyzinliğini bilsin! Ezanı bitirdikten sonra minareden tülbentçinin kızı Huriye ile al sevda ver sevda işaret gırla gidiyor. Kaç defa gördüm. Karısı olacak yosma bizi dinleyeceğine, kocasına dikkat etsin. Onu gözetlesin. Tanrı evinde böyle kepazelik olur mu? Büyüklüğüne kurban olayım, çarpılmıyorlar da…”

Mebrure: “Sus kardeş Hasnâ… Sus hanım sus! Korkmuyor musun?”

Hasnâ sesinin tonunu yükselterek:

“Ben Tanrı’dan başka kimseden korkmam! Meyzininden kork, imamından ürk, bekçisinden çekin. Nedir bu?.. Aaaa illallah… O meyzin olacak herifin sarığını çıkarıp da Kâğıthane’den gazel okuduğunu mahallede bilmeyen var mı? O nasıl ezan okuyuştur hanım? Kutsal sabah ezanının içinde uzun uzun ahlar var mıdır? Şükredelim ki başımıza ateş yağmıyor.”

Adile Hanım: “Hasnâcığım, Şeyh Keramet’in sana verdiği suskunluk taşını nereye koydun?”

Hasnâ Hanım: “Cebimde…”

Adile: “Al onu ağzına kardeş, al ağzına…”

Hasnâ Hanım: “Ağzımda olsa valla yutar da yine söylerim. Dayanılır mı? Benim nemi dinliyormuş meyzinin karısı? Bunları da işitsin de akşam kocasına anlatsın…”

Müezzinin karısı pencereden başını uzatarak:

“Yine bu çirkefe kim taş attı? Çarpsın seni binlik tespih inşallah!”

Hasnâ Hanım: “Kolun budun çarpılsın! Kullanılmış kuyu çıkrığı karı! Bak bak, sabahtan beri burada konuştuklarımızı hep dinlemiş.”

Müezzinin karısı: “Yaptığın yalancı dolmanın içine bir avuç daha tuz koy da akşam mahalle bekçisine yedir. Çünkü kocan üstüne evlenmiş. Bir daha yanına gelmeyecekmiş.”

Hasnâ Hanım: “Aaaaa hepsini dinlemiş! Aman çarpıntım tutuyor. Kocama ne olmuş dostlar? A dostlar kocama ne olmuş? Anlayamadım.”

Adile Hanım: “Bir şey olmamış. Bir şey olmamış. Meyzinin Nuriye seni kızdırmak için uyduruyor.”

Hasnâ Hanım: “Onu yedi dağın haydutları uydursun.”

Müezzinin karısı: “Aman ne çirkef! Tanrı’m, ne çirkef… Böylesine şeyh, tespih iyi gelir mi?”

Hasnâ Hanım: “Kapıdan, pencereden adam dinleyen casus karı!”

Müezzinin karısı: “Casus senin kocan. Abdülhamit’in baş casusuydu. Mahalleden kaç tane suçsuzu sürdürdü. Siz de bir gün sürüm sürüm sürüneceksiniz! Kocam çok şükür Kur’an’ı ezberlemiş hafız adam… Bizim namusluluğumuzu bütün dünya bilir.”

Hasnâ Hanım: “Kah kah kah… Karı, Bozdoğan Kemeri’nde kocanın sesine âşık olup da varmadın mı? Başka erkeğin varken bu herifi içeriye almadın mı? Kocan hafızmış… O herif akşamları sarığını cebine sokup da Yenikapı’da Maksut’un meyhanesinde şişe şişe içki yuvarladıktan sonra Langa bostanları arasında kayabaşı okumaz mı? Sarhoş sarhoş Kızıltaş Camisi’nde mevlüt okurken zaptiyeler kürsüden indirmediler mi? Hangi birisini söyleyeyim? Bunları bütün dünya duydu…”

Müezzinin karısı: “İşitiyor musunuz komşular? Bu karıdan namus dava edeceğim.”

Hasnâ Hanım “Ne işine? Ne yüzle? Keşke yanılıp da öyle bir şey yapsan… Vallahi ağzı çelikli bir apukat tutarım da bütün bu dediklerimi içine yazarak şeyhülislam kapısına3 bir dilekçe veririm. Misafir çarşafı karı, Şam kumaşı gibi çeşit çeşit doğurduğun çocukların babaları belli değil!”

Adile Hanım: “A Hasnâ Hanım, a aa… Hani ya ya sabur? Koy şu taşını ağzına artık… Koy… Neye gerek, komşusunuz şunun şurasında. Bir gün gelir yüz yüze bakarsınız.”

Hasnâ Hanım: “Hanım, artık sinirlerim bir defa depreşti. Ağzıma çeki taşı koysam dilimi durduramam. Aaa baksanıza ayol, bu evde çıt olsa ertesi günü mahalle kahvesinde pasaparola oluyor. Meğerse bu karı bizi dinler de kocasına yetiştirirmiş… Geçenlerde kuyumuzun suyu çekildi. Helada uçkurum elimde kaldım. Kızım Sabire’ye, ‘Kız bu ev Kerbela’ya döndü. Cumbada bekle de sakayı çevir. Yahut babanın iyi suyundan bir maşrapa su getir!’ diye bağırdımdı. Bu sözüm bile kahvede bir parmak bal olmuş. Bizim evden mahalle kahvesine telefon mu var, telgraf mı var diye şaşırıp duruyordum.”

Müezzinin karısı: “Mahalle vebası kokmuş karı! Ben niye söyleyeyim? Evinde olup biteni bütün ellere sen kendin yetiştirirsin. Evinde kedi yellense sen onu Binbir Gece Hikâyesi gibi teller, pullar koskoca bir masal yaparsın. Dil değil ki ekmekçi küreği! Bu karının ağzına taş koymak değil, duvar örseler yine boş… Hem kendi çatlar hem ortalığı çatlatır. Pireyi deve yapar. Geçen akşam kocam sancılandı da bir kadeh konyak içti. Zavallıya içiyor diye attığı iftiralar hep bundan azma… Hekim reçeteyle verdi de öyle içti…”

Hasnâ Hanım: “Hay, kah kah kah… Hiç de gülecek hâlim yoktu. Kocam meyhanelerde içip de el âlem kurmasın diye evde içirmeye uğraşır. Mezelerini kendi eliyle hazırlar. Her akşam bostandaki bahçıvana ‘İvan, on paralık tere otu getir!’ diye bağırırlar. Yatsıdan sonra bir çiroz kokusudur başlar. Burunlarımızın direği kırılır. Meyzin evinde o vakit çiroz salatasının işi ne? Bunu bana anlatınız bakayım…”

Müezzinin karısı: “Karı, evimizde yiyip içtiğimize de mi karışıyorsun? Çiroz salatası yerim. Sardalya salatası yerim. Yatsıyın yerim. Sabaha karşı yerim. Senin neyine gerek? Sen casus değilsin de bizim evimizde olup biteni niye gözetliyorsun?”

Hasnâ Hanım: “Ya sabur Şeyh Keramet! Ya Saburrr… Bu karı beni çatlatacak! Bu karı beni çat diye orta yerimden ikiye ayıracak! Ayol Osman Efendi’nin kına gecesinde kocanı bekçi sabaha karşı eve arkasında getirdi. Düğün evinde de mi sancısı tutmuştu? Orada da mı reçeteyle içti?”

Müezzinin karısı: “Kurt kuş uyur, düşman uyumaz derler. Demek bu karı bizi sabahlara kadar gözlüyor! Gözetliyor…”

Hasnâ Hanım: “Ayol genç, ihtiyar bütün mahallenin erkeği bir eve toplanıp da yalelli çağırarak göbek attıkları gece uyunur mu ki ben uyuyayım?”

Müezzinin karısı: “İnşallah diri iken hortla da hiç uyuyamaz ol! El oğlunun çiroz salatası senin nene gerek? A zavallı! Sen kendi derdine bak. Kocan evlenmiş…”

Hasnâ Hanım: “Ne diyor? Kocam yellenmiş mi?”

Müezzinin karısı: “Hah hah hahayyy… Şimdi de ben güleyim bari! Kocan evlenmiş, evlenmiş… Genç… Güzel… İlikler gibi bir kadın almış. Senin gibi adı Hasnâ kendi yedi bela, çirkin, kokmuş karıyı ne yapsın? Saçlarını karaya değil a eleğimsağma rengine boyasan artık yüzüne bakılacak hâlin kalmamış. Tüyü tüsü dökülmüş, sütü kesilmiş ihtiyar uyuz keçilere dönmüşsün! El âlemin içkisi fışkısı senin neyine gerek? Sen on paralık mum al da kendi derdine yan…”

Bu korkunç, bu keskin haber şiddetle burnuna kaçmış gibi Hasnâ Hanım dolma tenceresinin üzerine üç dört defa sağanaklıca aksırdıktan sonra topla vurulmuşa döner, sersemler…

Müezzinin karısı pencereden devam eder:

“Konu komşunun kapısını, penceresini dinleyip gözetleyeceğine, o çomak kadar dilinle mahalleyi çorba gibi karıştıracağına, kocana sahip olaydın kaltak! Şeyhlere gidip çiğnenmek ne para eder? Seni şimendifer çiğnemeli ki bütün dünya o uğursuz ağzının kötülüklerinden kurtulsun!”

Adile Hanım pencereye başını kaldırarak:

“Sus artık Nuriye sus… Kadın baygınlıklar geçiriyor. Bir tarafına iner miner… Bir şey olur. Yazıktır, günahtır.”

“Günah mıdır? O kendisi günahı biliyor mu? Benim hafız kocama niye iftira atıyor? Kocamın bir baş dönmesi hastalığı vardır. Düğün evinde kalabalıktan tutmuş. Onun için bekçinin sırtında geldi.”

Hasnâ Hanım büyük vuruşlar altında silkinip silkinip baş kaldıran cins bir horoz gibi davranarak:

“Kına gecesinden dönen erkeklerin kimi arabayla gitti kimi küfe içinde kimi hamal sırtında… Birtakımı da sokaklarda suratlarını köpeklere yalatarak kaldırımlar üzerinde sergin yattılar. Hepsinin de başı dönmüş, midesi mi bulanmıştı? Düğün evini, o canım gelin odasını kusmuk deryasına çevirmişler. O gece sizin evdeki öğürtüden bizim evde durulmadı. Ben kimseye iftira etmem. İftirayı evlenmiş diye sen benim kocama atıyorsun… Kocam evlenmez… Evlenemez!”

“Ay amaannn… Acaba niçin?”

“Erkekliği yoktur da onun için…”

“A tuhaf şey… Gıdıklasalar da bir parça gülsem… Kocanın erkekliği yoksa sen o çocukları kimden peydahladın?”

“Oldum olası öyle değildi ya… Yedi sekiz yıl öncesi yanlışlıkla bir ilaç yedi de öyle oldu…”

 

“Daha geçen yıl onu Tavrışen’in evinde basacaklardı. Erkekliği olmayan adam zamparalığa gider mi? Senin koynunda yatıp kocakarı soluğu ile zehirlenmemek için bu hileyi uydurmuş. Daha o zamanları seninle döşeğini ayırmak istemiş. Sen kene gibi yapışarak ‘Ben şeyhe danıştım. Kocasından ayrı döşekte yatmak günahtır, dedi.’ demişsin. Adamcağız da ne yapsın? Senden kurtulmak için bu düzeni kurmuş… Ayıplanmaz… O genç, sen yaşlı… Yan yana aynanın önüne geçip de bir baksanıza… Ana oğul gibi duruyorsunuz.”

“Aaaa üstüme iyilik sağlık… O benden on yaş büyüktür ayol! Nüfus kâğıtlarımız çekmecede duruyor.”

“Nüfus kâğıdına kendini on yaş küçük yazdırmak modası artık pek adi bir hile sırasına geçti. Geçen günü Tırabzanlının4 yetmişlik kaynanasının yaşı nüfus kâğıdında otuz altı göründü. Buna zavallı kadının kendinden başka herkes güldü. Çünkü oğlunun yaşı elliden fazla… Bir adamın nüfus kâğıdından önce suratına bakarlar hanım…”

“Kocamın saçı sakalı hep boyadır. Onu öyle görüp de genç mi sanıyorsunuz?”

“Boya saçları vaktinden önce ağarmış kimselere yaraşır. Gerçekten yaşlanmış olanları büsbütün çirkin eder. Sen de boya kullanıyorsun. Niçin gençlenemiyorsun?”

“Kocamda gözün mü var karı? Meyzin sana yetişmiyor mu?”

“Meyzin kadar başına taş insin! Bilgiçliği, zarifliği kimselere vermezsin. Kocanın erkekliği yokmuş da niçin boyanıyor bakayım? Kendini kime beğendirecek? Başında kalıplı fes, ayağında gıcır gıcır ruganlı potinler. İpekli boyun bağı, ortasında oklu yaylı elmas iğne… Ismarlama yapılmış ütülü elbise… Delikanlı oğlun bile o kadar süslenemiyor. Sense alık karı, evde, sokakta hamam anası gibi gezersin. Kocan da bebek değildir bilirim. Elli beşini geçkindir. Fakat seninle vücudunu yıpratmamış. Hiç gam, tasa tutmaz. Senin dırdırından bucak bucak kaçar. Evde durmaz, hemen kendini sokağa atar. Evde çoluğuna çocuğuna sade suya pırasa, ıspanak, semiz otu haşlaması yedirir. Kendi bir güzel lokantalarda kuzu kızartması, hindi dolmasıyla karnını doyurur. Kocan son zamanlarda komisyonculuktan öyle para kazandı, öyle para kazandı ki alyona döndü. Size on para göstermedi. Evinizde insan kıçının altına koyacak sağlam bir iskemle bulamaz. Hâlâ o kırk yıllık ot minderler… Soluk, basma makatlar…5 Hâlâ misafir odanızda o çarpık konsol, üstünde o kararmış hotozlu ayna, önünde hırdavatçılardan düşürülmüş Nuh Peygamber yılından kalma kırık lambalar… Senin el âlem içine çıkacak bir kat temiz elbisen, iyi bir çarşafın yoktur. Çoluğunun çocuğunun üstleri, başları dökülüyor. Mademki söz buraya geldi, hepsini anlatayım bari… Hani ya üç yıl öncesi İzmir’e ticarete gidiyorum diye kocan buradan kaybolmadı mı? İşte o zaman evlendi. Yirmi ikisinde bir karı aldı. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki bir içim su diyorlar. Fakat bozuk soydanmış… Müjdemi ver. Kocan boynuzları takınmış. Artık dal budak salıvermiş. Namuslu karısı Hasnâ Hanım’ın oturduğu evden içeri o çatal çutal deccal kafası artık sığmayacakmış… Kocanın haftada üç dört gece eve gelmediğinin sebebini niye merak etmedin? Bu Çingene çergisi, hakuran kafesi çarpık eve gelip de ne yapsın? Öteki evini öyle bir döşetip dayatmış, öyle cici bici eşya ile doldurmuş ki küçük Pazar Alman diyorlar.”

Hasnâ Hanım beyninden aşağı saçılarak zehir kasırgası korkunçluğu ile her tarafını alazlayan bu sözlerin acı etkisi altında önce şaşalamış, sonra aklını başına toplamaya uğraşarak dikkatle dinlemeye başlamıştı. Müezzinin karısı Nuriye’nin fırından saçılır gibi savurduğu bu son sözler düşmanca olmakla beraber büsbütün de iftira gibilerden, asılsız şeyler değildi. Kocasının son zamanlarda yaşına hiç uymayan bir ölçüde süse, tuvalete şıklığa verdiği önem, İzmir yolculuğu, haftada üç dört gece evden kayboluşu, bunlar tamamıyla doğru şeylerdi.

Hasnâ Hanım dolma tenceresinin yanından çekildi. Başını asma çardağının direğine dayadı. Yağlı elleriyle saçlarını düzelterek düşünüyordu. O dakikaya kadar kocasının üstüne böyle bir şey yormak aklına gelmemişti. Fakat şimdi komşusu Nuriye onu öyle bir iz üzerine koymuştu ki bu izin yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidişlerini kafasında dikkatle izleyerek, iki bilinmezden bir bilinene atlayarak yavaş yavaş ayağı suya eriyor, son zamanlarda kocasının hâlinde beliren tuhaflıkların karanlıkları yırtılıyor, bazı gerçekler gün gibi açık ortaya çıkıyordu.

3

Evlendikleri zaman Şuayip Efendi yirmi beş yaşında gürbüz bir delikanlı, Hasnâ Hanım güzel fakat delişmen bir kızdı. Evleneli şimdi otuz beş yıl olmuştu. Bu uzun karılık kocalık süresinde birbirini çok gücendirmişlerdi. Aile hayatları hemen devamlı bir hır gürle geçti. Hasnâ Hanım ilk çocuğu Sabire’yi dünyaya getirdikten sonra rahim boğulması hastalığına tutuldu. Kadınların deyimince henüz kırkı çıkmadan loğusayı döşeğinde yalnız bırakmışlar da al basmıştı. Kadının yaratılışı zaten delişmenken bu al baskınından sonra zırdeli oldu. Hekim, hoca, tedavisine çok uğraşıldı. Pek işe yaramadı. Ara sıra kendisine biraz sakinlik gelir. Fakat ay başlarında şiddetle nöbeti tutar. Yalnız kendi evini kasıp kavurmak değil, bütün mahalleyi altüst eder. Kapısının önünden gelip geçenlerle kavgaya tutuşur. Bu nöbet zamanlarında yüzü kasılır, bir tuhaf gerginlik alır. Kaşları çatılır. Gözleri büyür. Salyaları akar. Bir lakırtı tufanı, bir hâlinden yakınma saçmalaması başlar. Uyumaz, söylenir. Yemez, söylenir. Evladına, kocasına, bütün dünyaya düşman olur. Ve el âlemi de kendisine düşman görür. Diline dolamadığı, tenkit etmediği, hor görmediği, küçümsemediği şey bırakmaz. Tımarhanenin azılılara ayrılmış bir hücresinde zincire vurulacak kadar deli değil. Fakat akıllı da hiç değil. İnsanlar arasında hiçbir kadroya sokulması mümkün olmayan bu kadını nereye koyacağını, nasıl tutacağını bilemeyen Şuayip Efendi şaşırmıştı. Çünkü nöbet zamanları dışında, kadının yumuşak, iyi, sessiz işiyle gücüyle uğraşan kadın kadıncık hâlleri de olur. O zaman insan zavallıya acır. Bu sakin zamanlarında herkes için iyilikçidir. Bir ay, bazen daha fazla süren ve hemen uykusuz, besinsiz geçen azgınlığı sırasında çok arttığı sanılan bütün gücünü el âlemle dalaşmaya harcadığı için nöbetin sonunda yorgun düşer. Sanki bu düşkünlüğünü ödemek için tabiat ona büyük bir iştah verir. Yer, içer, uzun uzun uyur. Artık söylemez. En gerekli sözler için bile ağzını kıpırdatmaya üşenir. Dudakları buruşup birbirine yapışmış gibi durur. Yanında havadan sudan konuşan kadınlara “Herkesin dırdırı nenize gerek hanımlar? Soluğunuza yazık. Kendinize üzüntü arıyorsunuz. Zevkinize bakınız.” yollu öğütler verir. Nöbeti sırasında her kimin kalbini kırmışsa onlardan özürler, aflar diler. Hasnâ Hanım’ın yaratılışındaki bu iyiliği, bu yürek temizliğini, bu iyilikseverliği görenler, bilenler, nöbet zamanlarında saçmalamalarına aldırmamaya karar verirler. Fakat dayanmak kabil olmaz. Çünkü nöbeti tutunca bazen sadece deli gibi saçmalar savurmaz. Gayet düzgün konuştuğu da olur. Herkesin can alacak damarını bulur. En gizli kusur ve ayıplarını korkunç bir keskin görüşle görür. Adi zamanlarında iki sözü bir araya toplayıp söyleyemez bir kadın gibi dururken rahim hastalığı nöbetiyle kafasında ve sinirlerinde öyle bir uyanıklık meydana gelir ki okuryazar olmadığı hâlde, âdeta Nâbi’leşir, Fitnat’laşır. Sözlerini ok gibi işletecek bir ustalık gösterir. Öyle hazırcevap olur, öyle parlak cümleler kurar ki şaşmamak mümkün olmaz. Düşmanının zayıf noktası ne tarafındadır bilir. Herkesin kalbinde gizli tutmaya uğraştığı yaralarını zehirli dilinin ucuyla biz gibi deşer, kurcalar, kanatır. İşte o zaman en insaflı, en hoşgörü sahibi bir kimse bile gırtlağına atılarak bu kadını boğmak ister.

Bazen yalanlar, iftiralar da atar ortaya. Fakat bunları yaraştıracak, gerçeğe benzer, kandırıcı şeylerle süsler. Hücumu hep insanın onuruna ve namusunadır. Mahalle halkından birinin namusu hakkında ortaya bir balgam attı mı o adam yedi mahkemeden temize çıksa, suçsuzluk kararı alsa yine de temizlenemez. Hücum sırasında sözlerini güçlendirmek için yüzünün çizgilerine, jestlerine verdiği sanatlı ifadeyi en ünlü artistler bile taklit edemez. Çünkü sanat yoluyla taklidine uğraşılanın bu aslı, modeli, tabiisidir.

Hasnâ Hanım’ın sakinlik döneminde iki dudağı birbirine yapışıkmış gibi bir hâl alınca arkasından hastalık da yavaş yavaş ortaya çıkar. Önce esnemeler, sonra hafif bir çarpıntı, uykusuzluk başlar. Hastalığın gidişi başlangıçta adi bir yürüyüş gibidir. Sonra tırısa, daha sonra dörtnala kalkar. İşte o zaman etrafında tozu dumana katar. Yedi mahalleyi susta durdurur. İlk hastalık işaretleri belirdi mi ev halkını büyük bir korku ve telaştır alır. Sakinlik verici, yumuşatıcı, uyutucu ilaçlar verilir! Fakat bütün bunlar pek bir işe yaramaz. Hastalık süresini tamamlamadıkça kadını bırakmaz. Bazen iki üç ay sürdüğü de olur. Hasta, şiddetli yürek çarpıntısından, uykusuzluktan, boğazına yuvarlak bir şey tıkandığından yakınır durur.

Bu isterinin adı mahallece merak illetidir. “Hasnâ Hanım’ın yine merakı tutmuş!” haberi mahalleye yayıldı mı herkesi bir korunma kaygısıdır alır. Yakın komşularda kapılar, pencereler kapanır. Sözler fısıltı derecesine iner. Çünkü komşuların birinden aldığı yahut birisi adına uydurduğu sözü dallandıra budaklandıra süsleyerek bir kandırıcı belge şekline soktuktan sonra bir başkasına karşı kullanır. “Senin için falanca böyle diyor.” der.

Bu kadının deliliğini herkes bilir. Fakat kötülük saçan bu delilikten kendini koruma hemen kimse için kabil olmaz. Bu delinin kurduğu ökselere en akıllı insanlar bile tutulur.

Bu hâlden mahalleli bazen bıkıp usanarak Şuayip Efendi’ye deliliği zamanında karısını ya bir hastaneye koymasını yahut evinde kapalı bulundurmasını ısrarla salık vermişlerdi. Fakat deli olup da asla kimseye saldırmaz. Ateş, bıçak gibi kazalı şeylere el sürmez. Onun zehirli deliliği sadece dilindedir. Yaklaşabildiklerini sokar, zehirler. Bu salıkçılara Şuayip Efendi şu karşılığı verir: “Karım tımarhanelik deli değildir. Bu öğüde mahalleliden ziyade doktorlar yetkilidir. Böyle bir harekette bulunmaya Allah’tan korkarım. Çocuklarımı üzmüş olurum. Biz onun huyunu aldık. Huyuna suyuna giderek merakını yatıştırmaya uğraşırız. Zıddına varmaya hiç gelmez. Tımarhanede belki büsbütün deli olur. Bizim mahalledeki kadınların çoğu zihince karımdan pek üstün değildirler. Karımın böyle asabi zamanlarında onun bunun üzerine ağzından laf almak için yanına gelirler. Lakırtı eşelerler. Siz de karılarınızı biraz tutsanız, bu öğüde lüzum kalmaz.”

Şuayip Efendi otuz beş yıldır bu belayı çekti. İnsanlığın gerektirebileceği davranışlardan sapıtmamaya uğraştı. Vicdanıyla, acıma duygularıyla cenkleşti. Fakat bu uzun yıllar içinde ne gençliğini bildi ne yaşlılığını anladı. Ne evlilik mutluluğunu gördü ne de üç gün aile mutluluğu.

Geçimi sağlamak için dışarıda durmadan uğraşmak, eve gelince de her saat dalaşmak… Kendisi için hayat buydu. Karısı pek kıskançtı. Efendisini kendi gözünden, kurttan, kuştan bile kıskanırdı. Hastalığının artmasına bu her türlü ölçülerden aşkın kıskançlığı sebep olurdu. Kocası hakkındaki aşırı sevgisini ona dayanılmaz işkenceler çektirmek suretiyle belli ederdi. Son yıllarda Hasnâ zayıfladı. Buruştu. Yüzüne tamamıyla kocakarılık görünüşü, bir yıpranma çirkinliği çöktü. Her yanı pörsüdü, sarktı. Cildi esmerleşti, çillendi. Kocası şişmanlığını ve oldukça yüzünün tazeliğini koruduğundan ona bakınca şimdi genç görünüyordu. Hasnâ Hanım’ın “Ben saçlarımı boyamayayım da kocamın yanında anası gibi mi durayım?” endişesi işte bundan ileri geliyordu.

Şuayip Efendi hovardalık kaçamakları yapardı. Fakat pek gizli, pek seyrek… Karısına bir şey sezdirmemek için alınabilecek tedbirlerin hiçbirinde zerrece kusur göstermezdi. Uzun süre kapı çuhadarlıklarında bulundu. İyi kötü geçinip gidiyordu. Bolluğa erememişti. Son zamanlarda komisyonculuğa başladı. Bir iki iş, hiç umulmadık şekilde yüzünü güldürdü. Kasasına birkaç bin lira girdi. Zeki, çalışkan bir adamdı. Fakat ömrünün ikindi ezanı “hayyalelfelah” seslenişiyle dikkatini çekmiş olduğu ve şimdiye kadar ömrünü hemen yoksulluğa yakın bir geçim darlığı içinde geçirmiş olduğu için erişmek üzere olan ihtiyarlığını, iki evladını, hasta karısını düşündü. Kendinin ve ailesinin geleceği için daha çalışmak ve birkaç parça gelir kaynağı sağlamak amacına bağlandı. Bunun için kazancını kimseye sezdirmemeye uğraşarak günlük geçimine hiç genişlik vermedi. Önceki ev idaresini katiyen bozmadı.

 

Fakat determinizm adıyla bir felsefe vardır ki alın yazısına kimse hükmedemez; insanın her hareketi bir sebepten doğar; daima iş olacağına varır, tezini ortaya atan bir meslektir.

Zavallı adam bu kelimeyi ömründe hiç işitmemiş olduğu hâlde bu felsefenin fırtınasına uğradı. Birtakım sebepler de onun bu iyi niyetini uygulamaktan kendisini alıkoydu.

Eski zaptiye taraflarında küçük bir büro açarak komisyonculukla uğraştığı sıralarda birçok kimselerle görüşüyor, iş yapıyordu. Bir aralık bürosuna Servinaz adında kâğıt kavafı bir kadın dadandı. Bilgiç, becerikli, işten, sözden yılmaz, ele aldığı işlerin çokluğundan dişi avukat kesilmiş fakat geçkince bir kadın…

“Cami yıkılsa mihrap yerinde durur.” derler. Bunun mihraptan başka minberi, maksuresi ve hele son cemaat yeri henüz bozulmamış gibiydi. Yaşça hemen Hasnâ Hanım’a yakındı. Saçlar gür, gözler hafif sürmeli, jestleri, edası, davranışlarıyla kendinin hâlâ güzellik tahtından inmemeye yemin etmiş bir eski yosma olduğuna şüphe götürmezdi. Kendisine ne iş verilse tamamıyla altından kalktığı, başardığı için Şuayip Efendi bu kadınla alışverişi ilerletti. Fakat kadın, komisyoncunun kasasındaki birkaç bin liranın kokusunu aldı. Eski bir kovukta bal peteği bulmuş bir arı gibi adamın başından ayrılmıyordu. Şuayip Efendi’nin özel hayatı, ruh hâli, girdisi, çıktısı ve evdeki felaketli durumu hakkında derin bir kovuşturmaya, incelemelere girişti. Her şeyi öğrendi. Zavallı adama mükemmel bir sevda tuzağı kurmak için etrafına kazıklarını kaktı. İpleri germekle uğraşıyordu.

Büroya girmezden önce aralarında geçen iş birliğine dair cilveli, gönül alıcı, sanatlı sözler düzenleyerek henüz pembe beyaz ve tombul kalmış kollarını çarşaftan ve dantelli yenlerinden sıyırarak yazı masasının üstüne dayar, en çekici, en tatlı gülümsemelerini dudaklarının etrafına yaya yaya adamcağızın en derin kalp köşelerine sokulmak ister gibi içe işleyen baygın bakışlarla göz süzerek büyük bir içtenlikle ağır ağır, tatlı tatlı söze girişir. Kısacası, bayat varlığını yürek tazeleyen lezzetli bir şurup gibi herifin boğazından aşağı akıtmak ister. Fakat Şuayip Efendi oralarda değildi.

O, bu kadının yüzünde, işlerinin bazı bölümlerini çekip çevirme yeteneğinden başka bir şey görmezdi. Efendi vurdumduymazlıktan geldikçe kadın büyüleme sanatındaki ustalığını ortaya döker, ne yazık ki istediğini elde edemezdi. Bu yüzden kadına bir aralık şüphe geldi. Acaba Hasnâ Hanım’ın kocası hakkında “Kocamın erkekliği yoktur.” diye çıkardığı söylenti bir gerçeğe mi dayanıyordu?

Meselenin içyüzü tuhaftı. Şuayip Efendi’nin erkekliği var, hem de işlenmemiş bir maden gibi o yaştaki adamlarda az bulunur bir güç ve cevherdeydi. Osmanlı memleketlerindeki yere gömülü madenler gibi Şuayip Efendi kendi erkeklik cevherinden kendisi bile habersizdi. Hasnâ Hanım onu körlendi sanıyordu. Rahim tıkanıklığı nöbetleri sırasında ihtiyar karısının mevsimsiz olduğu kadar ateşli ve tiksinti verici sevda saldırışlarından kurtulmak için bu yalana başvurmuş ve karısını inandırıncaya kadar yıllarca akla karayı seçmişti. “Herifin gözü artık beni görmüyor. Büyü yapıp kocamı bağladılar. O sırım gibi adam paçavra kesildi. Keskin bir hoca biliyorsanız bana salık veriniz. Büyüyü bozdurayım. Bu genç yaşımızda herifle kardeş gibi olduk a dostlar!” sızlanışlarıyla çalmadığı kapı, başvurmadığı tedavi çaresi kalmadı. Kocasını haftalarca tütsülere yatırdı. Yedirmediği kuvvet macunu, takmadığı muska, ıslatıp içirmediği dua bırakmadı. Hoca, doktor öğütlerinden başka Çingene karısı reçeteleri şifa düzeninden olan kunduzlara, köstebeklere, kaplumbağalara, kurbağalara, örümceklere, yengeçlere, şeytan minaresinin içine, hüthüt yumurtalarına varıncaya kadar hep yedi. Karısının gönlünü yalnız bu suretle hoş etmeye çalıştı. Çünkü onun öteki türlü hatırını almaya kendince imkânı yoktu. Vücudunu her çeşit denemeye açık tutmaktan çekinmedi. Fakat Hasnâ Hanım paçavrayı diriltemedi. Kocasının güçsüzlüğüne inandı. Şuayip Efendi de hayatının bu en zor şeyinden kurtuldu. Fakat kadın bütün bütün fitili aldı.

Karısının yedirdiği kuvvet verici şeylerden komisyoncunun bünyesi etkisiz kalmadı. Kanında ve sinirlerindeki cinsel yeteneği vakit vakit coşup kabarma nöbetleri gösterdi. Fakat yalnız turfanda ve taze meyveler için iştahları depreşen uyuşuk mideler gibi ihtiyarlara vergi gençlere düşkünlük merakıyla doluydu. Kokusu pek koklanmamış, renk ve çekiciliğiyle pırıl pırıl, yeni açılmış taze çiçeklere, gençlik ve güzelliğinin henüz dumanı üstünde, güvercin palazı körpe kızlara düşkündü. Günaha girerse de böyleleriyle girmek, yarın öteki dünyada günahlarının cezasını çekmek için zebanilere yakasını vermezden önce bu dünya meleklerinin aşk tatlarıyla yanmak isterdi.

Ünlü bir masal vardır: Bir padişahın çocuğu olmaz. Bir derviş görünür. Zamanın hükümdarına bir elma sunarak bu sihirli elmayı kadın sultanla yarı yarıya yemelerini, kabuklarının da kısrağa yedirilmesini söyler. Bu elmadan Tanrı’nın izniyle nur topu gibi bir şehzade ve kısraktan da Düldül’e benzer çevik bir tay doğar.

Bu masalın mucizesiyle kulağı dolgun olan Hasnâ Hanım, cinsel coşkunluklarda da kocasından aşağı kalmamak için Nasrettin Hoca’nın neft yağı hikâyesinden hisse çıkartır gibi güçlendirici ilaç ve öteberiyi kocasıyla yarı yarıya yemiş, kırıntılarını da kediye vermişti. Kedi o yıl Şehzadebaşı kantocuları gibi damlar üstünde azgın âşıklarla kulak paralayıcı inceli kalınlı birçok düettolar okuduktan sonra nihayet martta altı tane yavru doğurarak bereketli cinsel yeteneğine bütün mahalleyi hayran etmişti. Fakat kocasının nikâhlı karısına rağbet etmemesi yüzünden Hasnâ Hanım’ın yediği, içtiği bütün o cinsel hayatı güçlendirici şeylerin ateşi kanında kaldı. Kadını bütün bütün zehirledi.

Şuayip Efendi de yaşlı sinirlerinde sevda hayalleri depreşmeleri, iliklerinde bir sonbahar şiiri uyanıklığı, kanında mevsimsiz bir yükselip kabaran aşk dalgası duyuyordu. İşte bu aralık karşısına Servi-naz çıktı. Lakin kadın adındaki nazla adamın kalbinde bir arzu ateşi uyandıramadı. Adamcağız bu kadının düzgün altında derinleşen buruşuklarına baktıkça Hasnâ’nın istek uyandırmak için süslendiği zamanlardaki yorgun yüzünü hatırlayarak onu görmüş gibi oluyor, kanı, iliği, siniri buz gibi donuyordu.

Kadın yalnız adındaki nazın sihirli kuvvetiyle yetinmez kurnazlardan biriydi. İhtiyar kalplerin geç tutuşur fakat bir kere kıvılcımlandıktan sonra ateşin çatıyı saracağını biliyordu. İş, büyüleme metodunu amaca iyi isabet ettirebilmekteydi. Herifin yıkılmaya yüz tutmuş kalp hisarını fethetmek için yeminler etti. Antlar içti. Hiçbir şeyden çekinmeyecek ve yılmayacaktı. Komisyoncunun eğilimlerini, duygularını inceden inceye araştırmaya, incelemeye girişti. Zaafının, düşkünlüğünün gençlere karşı olduğunu anlayınca kavaf kadın, silahı kendi yorgun ve titrek elinden sağlam, genç bir avcının aman vermez başarılı eline bırakmak gerektiğini kabul etti.

Servinaz’ın Binnaz adlı hayatının yirminci yılına adım atmış, Tanrı’nın özenle övmüş yaratmış, gerçekten eşsiz bir güzellik ve çekiciliğe sahip, şeytan, fettan bir kızı vardı. Bir temiz, namuslu ortamda yetişseydi birbirinden üstün olan zekâ ve güzelliğiyle kızın değerine paha olmazdı. Fakat bir anadan bin babadan olma bu Binnaz, orospuluk çöplüğünde yetişti, gelişti. Aşktan doğmuş bir güzellik, tutuşmuş iki kalbin alevlerinden fırlamış bir yasak aşk çocuğuydu. Yasak şey tatlı olur sözündeki iddiaya bu kızın yaratılışından daha açık bir örnek olamaz. Onu herhangi bir şeye benzeterek anlatmak, göz önüne getirmek mümkün değildir. Edasına, tadına, albenisine söz yoktu. Fakat nihayet pek yürek yakan, en acı ve tehlikeli zehirlere dönen tatlılardandı. Dışarıda büyük bir öğretim görmemiş, Güzel Sanatlar Akademisine gitmemiş, öğretmen okullarının semtine uğramamış, o özel ana okulunda yetişip sanatının ustası olmuştu. Anasının tutkunlarına verdiği gizli ziyafetlerde ruhları titreten gazeller okur, dinleyenlerin, orada hazır bulunanların akıllarını da beraber zıplatacak çiftetelli oynar. Maçiçte, tangoda Parizyana artislerini gölgede bırakırdı. Anasının göstermelik olarak iş edindiği kavaflıktaki başarısı kızının yüzündendi. Binnaz’ı billur şişeye konmuş bir hayat suyu ve neşe pınarı gibi iştahlılarına yalnız dışından yalatır, kimseye bir yudum yutturmazdı. Ateşten yanan bir ağız böyle sızdırılmış, süzülmüş bir sevda içkisini kabın dışından yalamakla nasıl artan bir ateşe uğrarsa buna da dil uzatanlar öyle tutuşurlardı.

Karı kendi sevgi büyüsüyle komisyoncuyu çarpamayınca av silahını kızının eline verdi. Kendi bir hastalık bahanesiyle işleri yürütmek için büroya Binnaz’ı göndermeye başladı. Anası çekirdekten yetiştirdiği kızına artık sanatı devrediyordu. Binnaz hem kaçar hem davul çalar sözünü yerine getirir bir davranışla komisyoncunun karşısına melekçesine bir şeytanlıkla çıktı. Öyle ki Şuayip Efendi bu eşsiz güzelliği görünce gökte huri kardeşlerinden ayrılmış bir gökyüzü sürgünü sandı. Bu çekicilikte bir kadının bir erkeği ne gibi kaza ve belalara sürükleyebilecek büyüleme gücünde olduğunu düşünerek o zamana kadar yerdiği, tenkit ettiği bazı adamlara şimdi hak verdi. Kendisi de böyle bir günah için cennetten kovulmayı göze alacak bir ahlak sarsıntısına düştü. Kendi cinsel hayatının hayallerini dolduran, duman üstünde aşk sofrası işte buydu. Ağzının salgısı çoğaldı. Yutkunuyor, yutkunuyordu. Zavallı adamcağız şair değildi. Kendi kendine küçük dilini yutarcasına “Heyyyyy! Bu nasıl mahluk böyle be? Bir lenger kaymak, kaymak, kaymak…” tutkusunun şaşkınlığı içinde salyalarının yarısını içeri, yarısını dışarı akıttı. Onun değer ölçüsünde ve şairliğinde beyazlık, yumuşaklık, tat ve güzellikçe kaymaktan üstün bir şey yoktu. Bütün tutkunluğunu bu benzetmeyle dile getirir, imrendiği her şeyi buna benzetirdi: Kaymak… Zavallı adam nihayet kaydı. Tepesi aşağı baş döndürücü bir patinaj yaptı. Artık bir daha da doğrulamadı.

3Şeyhülislamlık dairesi
4Trabzonlunun
5Sedir
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?