Mürebbiye

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Anjel, derin derin düşünerek:

“Anladım mösyö, anladım… Fakat bizim sanatımız ile sizinkinin arasında iddia ettiğiniz kadar yakınlık ve benzerlik göremedim. Bizim sanatın insanları çok kere cahil olurlar. İşledikleri fenalıkları, geçim sebeplerinden ve belki de hayatın zaruretlerinden sayarak işlerler. Bir fenalığın bilmeyerek işlenmesiyle bilerek işlenebilmesi arasında çok fark vardır. Size alay sermayesi olan bu kötü hâle bizi sürükleyenler de gene erkeklerdir. Bunun için işte biz de elimizden geldiği kadar onlardan intikam almaya uğraşırız. İçimizde en bahtsız olanlar, bir erkeğe sahiden gönül vermek felaketine uğrayanlardır. Bir erkeği sevmek, bizim gibi kadınların harap olmasının sebebidir. İçten seven çok kere hakarete uğrar, hıyanetle karşılık görür. İşte bundan dolayı sevilip sevmemek, aldatıp aldanmamak bizim hükmüne uyup hiç ayrılmamaya uğraştığımız bir düsturumuzdur. Bizce sevmek, budalalık; acımak, bir kabahattir. Bize göre ahlak dışı hareket işte bu düstur dışına çıkmaktır. Ahlak nedir mösyö? Maddi, manevi ceza korkusu ile hükmü geçerlikte olan kaidesine aykırı davranmaktan çekinilen şey değil mi? Pekâlâ… Ceza korkusuyla namuslu yaşayanlarca ahlak ne ise bizim için de bu düsturumuz işte odur. Çünkü bu düsturumuza aykırı davrandığımız anda bizim için de ceza hazırdır. Teorimizin bu cihetleri biraz nazik olduğundan sözlerim karışıklaştı ama siz yazar ve hem de mesleğinizin mesleğimize yakınlığını iddia eden kalem sahibi olduğunuz için benim bir sözümden sizin bin anlayacağınıza hiç şüphe etmem. Bizim oyuncağımız dilbazlık, sermayemiz kurnazlıktır. Bu asrın medeniyetçe terakkisi tesiriyle her şeyde görülen değişiklik, aşk ve muhabbetler şimdi yalnız Paul ve Virginie gibi duygu temizliğini tasvir etmelerinden dolayı modaları geçmiş sayılan bazı hikâyelerde kaldı. Şimdi hayvan gibi sevişiyorlar. İşte o hayvanlardan birisi ben, gücenmeyiniz mösyö, bir öteki de sizsiniz. Ömrünüzde hiç insan gibi sevdiğinizi hatırlayabiliyor musunuz? Ben kendi hesabıma hatırlayamıyorum. Böyle çocukça bir hatırlamada bulunabilsek bile bu budalalığımızı birbirimize karşı söylemeye zamanın ahlakını düşünerek sıkılırız. Ne yapalım? Bu gibi gönül saflıkları şimdi ayıp sayılıyor. La Dam o Kamelya gibi roman kahramanlarına bile şüphe ile ve belki horlukla bakılıyor. Bu yaradılışta bir hafif kadın olabileceğine kimse ihtimal veremiyor. Yazarı, çok iyi yürekli ve hayalci olmakla suçlanıyor. Zamanımızda herkes Nana gibi hakikatlere bayılıyor. Kadın dedin mi Pöl Burje’nin ‘Mensonges’ romanındaki Suzan veya Kolet gibi olmalı. Koca denince Suzan’ın kocası Moren’e benzemeli, âşıklar da Deforj tipinde bulunmalı, işin içine samimilik, muhabbet gibi budalalıklar girerse sonra görülecek hâl Rene Vensi’de görülen gibi çok acıklı sonun aynı olur. Romanlarda bile tasvir edilmesi yazarın kalemine leke sayılacak iyi ahlak insanlarını Paris’in gerçek hayatında artık aramak bir manasızlık sayılmaz mı? İffetimiz olmaması bizi umumi iffete karşı düşman etmiştir.”

Anjel’in bu son cümleden sonra ileri sürdüğü edepsizce fikirler henüz anlatma saffeti ve anlatış bekâreti o dereceye varamamış olan Türkçemizle ifade edilemeyecek derecede Frenklerin yeni edebiyatından olduğu için matmazelin bu teorisini umumi edebe saygı için susarak geçiyorum.

Bodler, bu edebiyatça karşılıklı konuşma üzerine Anjel’in teorisiyle kendininkini birleştirerek başı açık bir eser vücuda getirir. Yazar bu eseri yazmakla uğraşırken Anjel’in karnındaki yavru da bütün gelişme devresini geçirir. Sonunda çocuğu kundağa, kitabı tezgâha yatırırlar. Konu tabiattan alındığından mıdır nedir, çocukçağızın talihine kitap o kadar beğenilir ve satılır ki Bodler cenapları kendine münasebeti binde bir derece de bulunan bir çocuğa bu kadar mühim bir bağışta bulunduğuna pişman olur ama verdiği “parol donör”den (namus sözü) dönmeye yol bulamaz.

Anjel, az zamanda o paraların altından girer, üstünden çıkar. Cı-yak cıyak bağırmaktan başka artık kendisine bir faydası kalmayan o yavrucağı büyükannesinin şefkatine emanet ederek matmazel cenapları yeni yakalamış olduğu Mösyö Maksim adında bir herifle yaşamaya başlar. Bu yeni amanı ile olan münasebeti ümit ettiğinden fazla sürer. Tüccar olduğu için dört beş ay kalmak için herifin İstanbul’a gelmesi icap eder. Anjel, garp mallarının şarkta para ettiğini bildiğinden ve kendini de o metalardan biri saydığı için hem ziyaret hem ticaret niyetiyle Mösyö Maksim’in peşine takılır, birlikte İstanbul’a gelirler. Mösyö Maksim’in ticaret işleriyle uğraştığı sırada Anjel de fırsat düşürdükçe kendi hususi ticaretiyle uğraşmaktan geri kalmaz. İstanbul’a geldiklerinden bir ay sonra Maksim, metresini bir Rum delikanlısıyla yakalar. Mösyö Maksim, Fransız olmakla beraber her nasılsa natüralizm taraflısı olmadığından Anjel’in beli ortası budur diye bir tekme indirip karıyı bulundukları otelden kapı dışarıya defedivermek gibi Frenklere yaraşmayacak bir nezaketsizlik ve kabalıkta bulunur.

İki yol çantası ile iki eli böğründe beş parasız sokak ortasında kalan Anjel kerhanelerden birine sığınacak yerde çirkin sanatını umumilikten hususiliğe dökmek, fahişelik yorgunluğundan bir parça dinlenmek isteyerek, İstanbul’da yerleşmiş itibarlı bir Fransız ailesine başvurur. Melek gibi, bir ikiyüzlülük gösteren çehre ile kendi kendini temiz bir kız olmak üzere tanıtır. Güya söyleyecek çok sözü varmış da fazla utancı bunlara engel oluyormuş gibi yalancıktan kızarır. Her ne derdi varsa sıkılmayıp açık söylemesi için o aile üstüne düşer. Birçok utangaç duraklamalar ve yapmacık hâllerden sonra yüzüne mendil tutarak yaşamak için mürebbiyelik etmek gibi halis bir niyetle İstanbul’a gelmeyi arzulamış ve şimdiye kadar da Fransa’dan dışarı çıkmamış olduğundan kadınlığı ve seyahat hususundaki acemiliği, hele tabiat itibarıyla beceriksizliği ve utangaçlığı yüzünden İstanbul’a gelmek üzere bulunan namuslu bir kimse olarak tanıdığı Mösyö Maksim adında biri tarafından kendisine teklif olunan arkadaşlığı kabul etmek zorunda kalmış olduğunu, gene burada yer yurt bilmemesinden dolayı o zatla bir otele inmiş, namuslu insan sandığı o Mösyö Maksim tarafından son zamanda vahşi bir surette ırzına taarruza kalkışması üzerine coşup taşan namuslu atılganlığıyla kendini sokağa dar atabilmiş olduğunu ve yanında birkaç günlükten fazla harçlığı ve eşya adına bir iki kat çamaşırıyla bir dua kitabından(!) başka bir şeyi olmadığını ter dökerek öyle yana yakıla bir yanıklıkla anlatır ki dinleyenlerin gözleri acıma şiddetiyle yaşarır.

O itibarlı Fransız ailesi, Anjel’in hâline ağlamak derecesinde acımakla beraber gene kendisini bir gece bile evlerine misafir olarak almazlar.

Vatanları dışında yaşayan Avrupalılar bulundukları yabancı memleketlerinde kendi milletlerinden birine rastladıkları zaman o kimseye her hususça saygı duyarak kolaylık gösterirler. Bu saygı ve şefkatin sebebi ise o vatandaşın başka bir milletin kesesinden geçimini sağlamaya uğraşmasıdır. Bu işte düşünülen fayda da kendi milletlerinin başka bir millet arasında çoğalması ve nüfuzunun artmasıyla oradaki servetten bir kısmının kendi memleketlerine taşınmasına yol açılmasıdır.

O Fransız ailesi tarafından işte böyle bir şefkat duygusu ile Anjel’e yardım edilmeye kalkışılır. İlkin kendi yakınlarında ucuzca bir oda kiralanır. Matmazel oraya yerleştirilir. Az bir zaman sonra da mürebbiyelik işi ile Dehrî Efendi ailesine gönderilir.

Mürebbiye Anjel, geçmişinden birazcık söz açtığımız işte böyle bir Anjel’dir. Mürebbiyemiz orospuluk yorgunluğundan bir zaman için vücut ve zihin dinlendirmeye niyetlendiği hâlde “Alışmış kudurmuştan beterdir.” sözünce arasına katıldığı aile insanları içinde genç, ihtiyar birkaç erkek görür görmez niyetinden cayıverir.

Gerekli kayıtları yakında yürütmek üzere hoşuna giden aile erkeklerinden bir ikisinin adlarına defterinden alfabe sırasına uygun haneleri hemen açar.

Nezahet Hanım’la Vahip Bey’in fiil çekimleri mürebbiyenin son derece hoşuna gider ama defterinde açtığı hanelerin çokluğuna göre Şemi ve Sadri’nin sevgileriyle kanaat edemeyeceğinden çatkınca bir suratla çocuklardan sorar:

“Yalnız, Şemi, Sadri beyler ikisi bu lakırtı söylemiş? Amca bey böyle bir şey demedi?”

Çocuklar ikisi birden, “Hayır, demedi.” cevabını verirler.

Amca beyin böyle bir şey demediğine Anjel’in o kadar canı sıkılır ki o yapmacık çatkınlığı bu sefer sahici bir somurtkanlığa döner. Onun adına olarak defterde açılan hane açık mı kalacak? Kederli kederli düşünür: Bugün demediyse elbette bir gün der, düşüncesiyle gönlünü biraz avutur.

O aralık kameriyenin önünden yalının aşçıbaşısı Tosun Ağa kolları dirseklere kadar sıvalı, belde al soflu ipek futası, boyundan aşağı göğsüne doğru gümüşten bir akarsu gibi sarkan kordonu ile geçmekte olduğundan gümrah bıyıklı, kırmızı yanaklı bu Bolu güzeline karşı Anjel evvela yürek gıcıklayıcı süzgün bir gülüş gösterip sonra akidemsi gevrek tatlı bir kahkaha salıvererek Fransızca der ki:

“Ajibaşı15 defterime yazılacaklardan biri de sensin. O güzel bıyıklarınla bu şerefi kazanmaya hak iddia edebilirsin.”

Aşçı Tosun o gülümsemedeki letafeti, o kahkahadaki tatlılığı şimdiye kadar ateş üzerinde miyanesini kokuttuğu, kıvamını getirdiği helvaların hiçbirinde görüp tatmamış olduğundan kalbi yerinden kopup da boğazına tıkılmış gibi zavallı herif helecanlar içinde oracıkta yılışıp kalır. Söylenen sözlerden hiçbirini anlamaz. Ama söylenişe göre ve o şeker gibi kahkahalardan kendine iltifat olunduğunu anlar.

Aşçıbaşı humma nöbetine tutulanların bakışları gibi, tuhaf bir bakış, sevincinin çokluğundan kulaklarına kadar uzayan ağzı, sözden ziyade hıçkırığa benzeyen bir söyleyişle der ki:

“Efendim kokana hanım, lafını hiç anlamıyorum ama vallahi sesin küçük beyin akşamları üfürdüğü düdükten (flavta), benim tamburanın telinden daha tatlı, daha oynak çıkıyor. Param olsa senin dilini ben de öğreneceğim. Diline de sana da hilafsız hayran oluyorum.”

 

“Bu akşam puf börek var?”

“Sen puf böreğini seviyon mu? Öyle ise bundan sonra her gün sana kaba kaba püşürürüm.”

“Sen onu nasıl kabartır öyle?”

“Unu hassalı olunca kabarır. (Anjel’in kollarını göstererek) Senin fistanının kollarından ziyade şişer. Hele ben her aşçıdan ziyade kabartırım. Seninle lafa daldık ama şimdi mutfakta çıraklar tencereleri yakar… Bu akşam yemekler benim gönlüm gibi hep yanık olur.”

Aşçıbaşı mutfağına doğru yürür. Giderken kendi kendine şöyle söylenir: “Bu kokana benden ne istiyor canım? Gördüğü yerde sırıtıyo… Benim de elim ayağım donakalıyo, işim bitiyo, tuh Allah cezanı vere, bu karı bana alakalandı mı acap? Beni günaha sokuyo… Ocak başında kokana aklıma gelince bütün damarlarım peluze gibi debreşiyo, yemeklere, attığım tuzun kararını şaşırıyorum canım… Bunlar için dört defadır efendiden tekdir yiyorum. Hep bu hâller memleketteki Ayşe’ye malum oluyo galiba… Kokana bu konağa geleli gayrık Ayşe’nin hiç düşüme girdiği yok. Bu işin Allah encamını hayr ede.”

 
Kolların puf böreği, gerdanın elmasiye
Ben püşürürüm güzelim, sen hemen durma ye
 

beytini bir Bolu bestesiyle yanık yanık söyleyerek mutfağına girer.

II

Dehrî Efendi sivil emeklilerden altmış beş yetmiş yaşında kadar bir zattır. Babasından birçok malın mirasçısı olduğu gibi bulunduğu ehemmiyetli memurluklarda da iyi idare ve tutumlu olması sayesinde o malları hemen hemen iki kat etmiş olduğundan şimdi “vezir konağı” denecek derecede kalabalık bir daireyi gayet rahatlıkla idareye elindeki serveti bol bol yetmektedir.

Kendinin ilim ve fenne karşı bir sevgisi, bunlardan bazılarında bilgisi vardı. Avrupa dillerinden Fransızcayı adamakıllı, ötekilerini de şöyle böyle bilir. Ahlakındaki bazı gariplikler, lüzumundan fazla öfkeli, tok ve doğru sözlü olması pek çok kimseleri gücendirir ise de tabiatı doğru, intizamı sever, hakka saygı gösterir, millî âdet ve ahlaktan bazılarına uymakta çok mutaassıp bulunmak gibi bazı seçme vasıfları da kadir bilenlere kendisini sevdirir.

Bazı eski filozof resimlerinde görülenlere benzer koskoca bir kafa, o geniş alnın altında uzun kılları birbirine karışmış akı siyahından çok bir çift gür kaş, hemen bir bıyık kadar kaba duran bu kaşlar ile alnın çıkıntısından peyda olan karaltı içinde çukura gömülmüş sert bakışlı yuvarlak, iki kara göz… Ta kulakların içinden fışkırarak iki yanağı hemen tamamıyla kaplamış gümrah beyaz bir sakal Dehrî Efendi’nin yüzüne büyükler için Sokrat’ın karikatürü şeklinde acayip bir heybet, çocuklar için korkunç bir umacı hâli vermişti.

Zaten ev halkından büyük küçük yanına her kim girse vücudunda hafif bir titreme duymadan o yüze bakamaz. Efendinin önünde söylenecek sözler çok kere pek kısa ve onlara alınacak cevaplar da kati hükümlü olurdu. Efendi bir defa karaya aktır dedi mi o iş geçmiş ola. Artık o karayı beyazdır diye kabul etmekten başka çare yoktur. O şeye “Efendim beyaz ama pek o kadar bembeyaz değil biraz siyahımtırak görünüyor.” demek bile kimsenin haddi değildi.

Efendi kütüphanesine kapanıp da okuma veya yazmaya başladı mı lüzumlu lüzumsuz bir iş için yanına girilemezdi ama kendi canı istediği zaman dairesinden dışarıya çıkardı. Bazen yalının büyük divanhanesinde yakaladığı kâhya kadına “ekonomi politik”ten mühim maddeler açar. Bahçede ara sıra bahçıvanı ele geçirdikçe biçareye “doğum”dan bahsederdi. O korkunç Dehrî Efendi’nin, o ciddi adamın bazı huyu o kadar hafiflerdi ki sofada veya bahçede oynayan çocuklara karışır, onlarla beraber saklambaç, köşe kapmaca oynardı.

Bu acayip hâlleri aşırı zekâ taşkınlığından mı yoksa o koca kafadaki kapalı olan cevherin dış büyüklüğü ile uygun bulunmamasından mı ileri geldiği kolay kolay kestirilemeyecek bir mesele idi.

Dehrî Efendi’nin ilk karısından bir kızı ile bir oğlu olmuştu: Melahat Hanım’la, Şemi Bey. Birinci karısının ölümünden sonra tuttuğu genç bir odalık da Nezahet Hanım’la Vahip Bey’i dünyaya getirmişti. Yirmi beş yaşında kadar bulunan ilk kızı Melahat Hanım kocada, on sekiz yaşındaki büyük oğlu da yatılı okullardan birinde bulunduğundan Mürebbiye Anjel küçüklerin, yani Nezahet Hanım’la, Vahip Bey’in terbiye ve okumaları için tutulmuştu.

Dehrî Efendi’nin dört çocuğunda da babalarının o koca kafası, çukur gözleri, garip huylarından bazıları da az çok görülürdü. Çocuklar, babalarının saklambaç oynamak gibi bazı senlibenliliklerine, iltifatlarına uğramakla beraber büyüğü olsun küçüğü olsun kendisinden korkarlardı. Çünkü peder efendinin hiçbir hususta şakası yoktu. Çocuklardan birinin bıçak, çakı, kalemtıraş gibi kesici aletlerle oynadığını görse hemen o kesici şeyi çocuktan alır, zavallının elini birkaç yerinden kanatıncaya kadar çizer. Çocuğun kendi kendine kazara yapacağı şeyi, iyice hatırlatmak için o bile bile yapardı. Ateşle oynayanın elini ateşe sokar. Ateşin, acısına dayanılmaz, ne kadar can yakıcı bir madde olduğu çocukta tecrübe ile belli oluncaya kadar o eli ateşte cızırdatırdı.

Efendi, çocuklara yaptığı bu cezaları, bir dereceye kadar değişiklikle, ailenin büyüklerine de tatbik etmekten çekinmediğinden bu hâllerden birkaçını gören Mürebbiye Anjel ev içindeki erkeklerden yalnız Dehrî Efendi’nin adını defterine yazmakta tereddüde düşmüştü.

Dehrî Efendi’nin kendinden on sekiz yirmi yaş kadar küçük bir kardeşi vardı. Bu kardeş ailece “Amca Bey” diye çağrıldığından ev halkından Amca Bey’in asıl adının ne olduğunu bilmeyenler çoktur.

Amca Bey’in beden yapısı, Dehrî Efendi’nin küçürek çapta bir çeşit acayip bir örneği idi. Birinin dimdik, ötekinin eğri büğrü boyu Amca Bey’in Dehrî Efendi’ye benzerliğini, son oluşum devresinde bulunan bir kurbağa yavrusunun ana babasına şekilce olan son yakınlığı derecesinde bırakmıştı. Çocukların bacak aralarını hamam bohçasına çevirircesine, eski annelerin kötü bir âdete uyarak oralara pamuklu bezler tıkıştırmaktaki cahilce inatları yüzünden Amca Bey’de bacaklar yılankavileşmiş, bu boy eğriliğine bel kemiğindeki tabii çarpıklık da katılınca iki nokta arasındaki en kısa yola geometride doğru denmesi tarifine ters bir örnek meydana getirecek suretteki bu eciş bücüşlük zavallı adamın boyunu meşhur şekillerden “âşık yolunu şaşırdı”ya çevirerek boy uzunluğunun hemen dörtte biri kadarını içine oynatmıştı.

Amca Bey’in beden yapısında olan bu bükülme Allah’ın bir hikmeti olarak ahlakına da geçmişti. Dehrî Efendi’yle boyca olan otuz santimlik bir eksiklik aralarındaki benzerliği pek o kadar açmamıştı. Çünkü kafatası büyüklüğü ve yüzlerinin çizgileri birbirinin aynı idi. Fakat ikisinin de işlerine ve davranışlarına bakan en az dikkatli bir kimse, beyin tartısınca Amca Bey’in ötekinden (beyni okkaya bindirmeye müsaade olunursa) okkalarla noksan bulunduğunu anlamakta güçlük çekmezdi. Sanki Yaradan Tanrı ana karnında iken ne kadar işe yarayan ve yaramayan haslet var ise birinci evlada vermiş ve ikincisine her şeyin adisini, bozuğunu, zayıfını bırakmıştı.

Amca Bey her hareketinde ağabeysinin hâlini taklit etmeyi âdet edindiğinden zaten bir acibe olduğu hâlde “acayiplerin acayibi” bir şey olduğuna şüphe yoktur.

Ağabeyi, taşra memuriyetlerinde gezerken küçüğü İstanbul’da mirasını son parasına kadar yemiş, şimdi Dehrî Efendi’nin lütuf ve ihsanına sığınmaktan başka bir çaresi kalmamış olduğundan her şeye “eyvallah” demek Amca Bey için bir hayat zarureti sırasına geçmişti. Bu yüzden, Dehrî Efendi’nin Amca Bey üzerinde olan nüfuzu ağabeylikten babalık derecesine çıkmış, ötekinin evdeki mevkisi ise çocuklarla uşaklar arasındaki bir yere inmişti.

Amca Bey’in birkaç karı alarak geçinemeyip boşaması Dehrî Efendi’yi son derece öfkelendirmiş ve bu öfke sonunda Amca Bey’i ebedî bir bekârlığa mahkûm etmişti.

İşte bu sebeple Mürebbiye Anjel’in yalıya gelmesi herkesten çok Amca Bey’in gözlerini kamaştırdı. Eğri boyunu bir güzel kadın tarafından beğenilmeye kuvvetli bir engel sanıp dururken matmazelin gönül avlayan sevdalı bakışı ara sıra manalı manalı kendine çevrilmiş olmasından önüne atılan aldatıcı taneye ağzını açan anlayışsız bir balık gibi eğrile büğrüle kızın etrafında dolaşarak kalbinde gülünç ümitler, hâlinde acınacak gariplikler peyda olmaya başladı.

Mürebbiye, Paris’in romancılarına taş çıkartan o psikolog, sakat bir vücutta sağlam bir kalbe pek az rast olunacağını bildiğinden Amca’ya kancayı takınca zavallıyı istediği tehlikeli sevdaya doğru güdebileceğini anlamıştı.

Matmazel, Amca Bey’e kamburuyla uygun bir zoka düzenledikten sonra evdeki ufak tefek beylere de bir çapari hazırladı. Bazı defa çinekop iğnesine çurçur düştüğü gibi Şemi ve Sadri beylere attığı bu çapariye vekilharç ve aşçıbaşı veya ayvazdan biri yakalanırsa vay hâline! Maksat balık avlama değil mi? İğneye birkaçı çengellensin de ne cinsten olursa olsun. İçinden aşırı hoş olmayanlar bulunursa onları tekrar suya atmak, eti latif, yemesi hafif olanları da salamuraya yatırmak kendi gönlüne kalmış bir iş değil midir?

Garip insanlar müzesi denmeye layık o yalıda Dehrî Efendi, Amca Bey’den sonra gelen üçüncü acayip insan, Melahat Hanım’dı.

Her adın sahibine uygun olduğunu sananlar bu yanlışlarını düzeltmek için Melahat Hanım’ı görmelidirler. Adı “Melahat” fakat kocası için canlı bir felakettir. İnsan bu kadını kocasıyla bir arada görse “Melahat” sözünün bu kötü kullanılışına mı yoksa o talihsiz damadın hâline mi hangisine acıyacağında şaşırır kalır. Melahat’ı görenler:

 
Uzun servilerden uzundur boyu,
İnce fidanlardan incedir beli.
 

şarkısının gösterdiği boyca incelikteki hiç de şairane olmayan mübalağayı aşırı görmeyeceği gelir.

Erkeklerde bile pek az rastlanan telgraf direği gibi ince uzun bir vücudun üzerine kadınlarda hiç rastlanmayan irilikte ve uzun kutru16 dikliğine gelmek üzere oval biçiminde bir kafa geçiriniz. Bu oval yüzün üzerine Çinlilerinkini andırır, o derece çekik kaş, göz, ağız, burun koyunuz ki güya Melahat Hanım lastikten yapma bir insan imiş de iki kişi biri ayaklarından, öteki tepesinden tutarak o lastiği son derecesine kadar çekip uzatmışlar. Bütün vücut azası ile birlikte yüz çizgileri de bu çekilişe göre eğri bir resim meydana getirerek hiç kıpırdamadan öyle kalmış sanılsın, işte o zaman Melahat Hanım’ın fotoğrafını diyemez isem de aslına pek benzer bir krokisini gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.

Başka bir anlatışla, sanki dünyaya geldiği zaman ebesi olan kadın kendilerince eskiden beri uyulan âdete göre çocuğun kafasını latif bir şekle koymak için iki şakağından şiddetle bastırmış, ama ne yazık ki ilk baskı ile Uzunköprü kavununa çevirdiği çocuğun kafasını her nasılsa çene altından ve tepeden sıkıştırmayı unutmuş, sonra da çocuğu babasının kucağına vererek “Al işte. Bunun adını Melahat koy.” demiş.

Tavan süpürgesine kadın esvabı giydirmişler gibi Melahat Hanım pelerinli, kat kat dantelli yeldirmesini giyip pullu beyaz başörtüsünü de örterek bahçeye, koruya, bostana çıktığı zaman rüzgârın o uzun boya verdiği dalgalanmadan ürkerek bütün vahşi kuşların kaçıştıklarını gören bahçıvan, efendiden doğum bilgisi ve jeoloji derslerini dinleye dinleye zekâsına bayağı bir genişleme gelmiş olan o herif bu hâlden ibret alarak bostana koyduğu korkulukları Melahat Hanım’ın şeklinde yapmaya başlamış ve çok fayda görüldüğünün farkına varan komşu bahçıvanlar tarafından model olarak kabul olunmuştu.

Bazı günler sabah vakti veya akşamüstü Melahat, kocası Sadri Bey’le kol kola koru gezintisine çıkarlardı.

Rüzgârın kuvvetle estiği tepelerde karısının o uzun boyunu süsleyen kırmalar, sayvanlar, kurdeleler yelpir yelpir uçuştukça Sadri Bey, “Melahat, kolundan sıkı tutmasam şimdi havalanacaksın.” derdi.

Sadri’nin bu sözden maksadı, karısının o yumurta gibi kafası, her ucu bir tarafa uçan elbise süsleri içinde türlü eğilmeler peyda eden o ipince vücuduyla bir uçurtmaya benzediğini anlatmak olduğu hâlde, Melahat’ta nükteyi anlayacak kadar zariflik olmadığından bu “havalanmak” sözünü kendisine şuhluk, havaya kapılmak söyleniyor manasına alarak uzun boyuna hiç yaraşmayan istiğnalı bir işvebazlıkla, “Elinden uçuveririm diye korkuyor isen sıkı tut… Melahat’ını kaçırma. ‘Kadıya yalan, kadına inan olmaz…’ Canım isterse bir gün uçuveririm zahir. Sonra Melahat’sız ne yaparsın? Elinde iken kıymetini bil.” diye cevap verir, bu soğuk cilve Sadri’nin damarlarındaki kanı buz gibi dondururdu.

 

Melahat, şekilde bir kadından ziyade uçurtmaya benziyordu. Fakat ipi, bir bela boyunduruğu gibi Sadri’nin boynuna geçirilmiş öyle bir uçurtma ki değme fırtınalar ile bağın kopmasının ihtimali düşünülemez.

O yalıya damat olmazdan evvel Sadri’ye “efendi” denirdi. “Bey”lik kendisiyle Melahat’ın boyu ile beraber verildi. Fakir oğlu, tabiatı yumuşak, terbiyeli, mütevazı olması, evlenmezden önce bütün hâlleri Dehrî Efendi’ce bilinmesi, Sadri’nin o aileye damat olması sebeplerinin başlıcalarındandır.

Damat seçmek işinde fıkaralığın üstün sayılmasına şaşılmasın. Her akıllının düşüncesi başka olur. Eğer ukaladan her birinin düşünmesi, anlaması bir çeşitten olsa idi dünyada hemen her ilim ve fen ile her hususta akılların mesleği bir olurdu. Her şeyde görülen çeşitli fikirler, bu kadar görüş ayrılıkları görülmezdi. İşte bu umumi kaideye göre kimi zengin damat arar kimi fakir. Başkasının davranışlarında gördüğümüz kendi fikir ve görüşümüze uymayan her şeye gülmemiz, şaşmamız lazım gelse ömrümüzün büyük bir kısmını gülmek, şaşmak ile geçirmemiz lazım gelirdi. Herkes davranışına kemdi aklıyla karar verir. “Akılları mezada vermişler de herkes gene aklını beğenip almış.” sözü meşhurdur.

Lakırtı lakırtıyı açar ama her açıdan lakırtı gediğine kalem sokmak, bahsi büsbütün çığırından çıkarır. Kafada zevzeklik, kalemde söz anlamazlık olursa ne yapmalı?

Evet efendim… Dehrî Efendi damadını fıkaradan seçmişti. Buna sebep de gözü açılmadan yanıma gelsin, her şeyi burada görsün fikri idi. Sakat bir fikir ama aile insanlarından hangi babayiğit Dehrî Efendi’nin karşısına çıkıp da “Siz okuduğunuz kitaplarda yanlış görmüşsünüz. İnsanlar analarından hepsi gözü açık doğarlar. Gözü kapalı doğmak kedi falan gibi bazı hayvanlara mahsustur. Allah saklasın, ara sıra insanlarda da gözü kapalı doğan olur ama onların gözleri yedi gün sonra açılmaz.” diyebilecek?

Damat olmadan önce de Sadri’nin o yalıya gidip geldiğini söylemiştik ya. Sadri, bayram, kandil gibi resmî ve mübarek günlerde Dehrî Efendi’nin eteğini öpmek fırsatını hiç kaçırmazdı. Böyle her tebrik ve etek öpmek ziyaretinde Sadri oda kapısından içeri girerken belini olabildiği kadar kamburlaştırıp bacakları diz kapaklarıyla keskin bir zaviye teşkil edecek kadar kırdıktan sonra Amca Bey’in yürüyüşünü taklit eder gibi çağanozvari, yampiri bir yürüyüşle koşa koşa gider, o feyizli eteği yüzüne gözüne sürerek öper, efendinin ettiği tek ve hafif temannaya karşı -gövdesine verdiği o kargacık burgacık şekline hiçbir bozukluk vermeden ayakları geri geriye işler ve sağ elinde de- makineli tüfek ateşi gibi temanna atış talimidir gider. O acayip tornistan tavrıyla arka arka gide gide nihayet gidecek yer kalmaz, arkası duvara dayanır. Gene o durumda da bir zaman daha ayakta durur. Sonunda Dehrî Efendi son derece büyük bir iltifat olarak “Otur.” emrini verir. Bu iltifata karşı bir ikinci ateş talimi daha olur. En sonunda Sadri, şamandıra üzerinde tek ayak üstünde martı durur gibi boynunu bir tarafa bükerek vücudunun hemen hemen onda bir kısmı denecek kadar çekingen bir hâl ile sandalyelerden birinin ucuna ilişir.

Dehrî Efendi, Sadri’nin işte şu hâllerinden çok terbiyeli bir insan olduğuna karar vermişti.

Ev sahibi ile sonradan damadı olacak insan arasında dereden tepeden söz açılır. Fakat Dehrî Efendi’nin konuşmalarındaki deresi tepesi, bütün söz vadileri ekonomi politik, kimya, zooloji, botanik, en çok da bunların cümlesinden ehemmiyetli olarak doğum ilmidir.

Bunlardan oldukça derin derin bahisler açar. Rüştiye bilgisinden başka insan bilgisi adına bir şey görmemiş olan zavallı Sadri ağzını açar, bir sürü fen sözlerinin karışıklığı içinde her bir kelimesi güm güm kafasına vurulur gibi edilen o bahislerin bir sözünü bile anlamadan kendinden geçmiş bir şaşkınlıkla dinlerdi. Arada sırada, “Keramet buyurdunuz efendim… Hiç işitmemiştim, aman ne tuhaf şey efendim…” gibi cevaplardan başka bir karşılıkta bulunamaz.

Sadri’nin bu cahilliği de fakirliği gibi, Dehrî Efendi’nin hoşuna gider. “Varsın biraz cahil olsun, mekteplerde birtakım yanlış şeyler öğreneceğine gelsin, her şeyin doğrusunu benden öğrensin.” der.

Efendinin önüne çıkmaya, konuşma şerefine başladığı ilk zamanlarda Sadri ile aralarındaki sevgi bağı şöyle başlamıştı:

“Efendi oğlum, ne tahsil ettiniz bakalım?”

“İşte, hâlimiz yettiği kadar… Şundan bundan tahsil ettik.”

“ ‘Şundan bundan’ ne demek?”

Sadri sıkılarak: “Sarf gibi, nahiv17 gibi… Tarih, coğrafya, hesap… Mesela Risale-i Ahlak gibi…”

“Sarf ve nahiv dediğin şeyler… Arabi mi? Türki mi? Farisî mi? Fransevi mi?”

“Üçü dördü karışık efem… Bunlardan yalnız Türkçenin nahvini iyi göremedim, bir görene de rastlamadım.”

“Bunlar çocuk dersleri canım… Çeşitli ilim ve fenlerden neler gördün? Bunlardan da hangisine merak sardın? Hiçbirinden ihtisasın yok mu?”

Sadri derin derin düşünmeye vararak:

“Yalnız birisine ihtisas ettim. Fakat o da ehemmiyetsiz…”

“Hangisine?”

“İlm-i nebata18 efendim.”

“Ehemmiyetsiz mi ya! Botanik pek mühim bir ilimdir. Nesc-i kureybi, nesc-i kureybi-i lifi, nesc-i kureybi-i viaiye dair olan yeni nazariyat hakkındaki mütalaatın derin mi?”

Sadri, şaşırarak:

“Kurabiye mi buyurdunuz efendim?”

Dehrî Efendi öfke ile: “Kurabiye değil! ‘Tissu ulriculaire’in (tulum-su doku) Türkçesini… Türkçesi mi ya, Arapçasını söylemek istedim.”

“Şu buyurduğunuz isimlerde şimdiye kadar hiç nebat ismi işitmedim efendim.”

“Bu söylediklerim nebat ismi değildir. Ben nebatın ilk hâllerinden, nasıl meydana geldiğinden, şimdiye kadar tetkik edilebilen doku nevilerinden bahsetmek istiyorum. Bunları bilemedim. Pekâlâ ‘fasile-i futriye’, yani mantar kısmında nasılsın?”

Ooo! Sadri mantar kısmında birinciydi. Hele lakırtı mantarında… Efendinin bu nüktesinin farkına vardığı için zavallı çocuk utancından kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmekle beraber uzunca bir gülümsemeden de kendini alamadı. Efendi de hafifçe bir gülümseme göstererek:

“Gülme oğlum… Böyle her şeye gülüvermekle geçmemeli. Biraz da onların ne olduğunu anlamaya uğraşmalı. Mantarlar, nebatın ‘zatililkah-i hafiyetülmüvellid-i tarnfeyn’(!)19 sınıfındandır. Ensiceleri20 yalnız hücreviyeden meydana gelmiştir. Bazıları tok hücreden dokunmuştur, birtakımları da çok hücrelerin karışık bir surette dokunmasından müteşekkil olur. Tabiat ekonomisinde mantarların gösterdikleri tesirler pek büyüktür. Mantarlar sona eren her şeyin kalmış olan parçalarını yok ederler. Organlaşmış hâlde bulunanları madenleştirirler, organik maddeleri de azot, amonyak hâlinde mahvederler. Küçük mantarlar da büyük mantarları âdeta yerler.”

Son derece şaşırarak: “Mantarlarda bu gibi tuhaf hâller olduğunu hiç bilmiyordum efendim… Hele bir mantar başka bir mantarı yerken hiç görmedim.”

“Ben sana fen dairesinde söz söylüyorum. Mantar, mantarı ağzıyla ısırıp dişleriyle çiğneyerek yemez.”

Çok mahcup olarak:

“Malum efendim… Malum… Onlar da birbirini fen dairesinde yerler.”

“Ona ne şüphe! Her yerde, her toprakta mantar bulunur. Yetişmeleri, bulundukları yerlerin coğrafya bakımındaki değişikliklerle değişmez ise de aynı çeşit mantar, asırlar ve devirler boyunca şekil bakımından çeşitlilik gösterebilir. Mantarların renkleri beyaz, esmer, kırmızı, mavi, morumsu olur. Yeşili bulunur derlerse sakın inanma ha!.. Bunların kimyaca olan mürekkebatı yetiştikleri yer ve muhit ile alakalıdır. Terkibinde yüzde doksan su, mayalanacak şeker, azotlu maddeler ve bazı da yiyenleri zehirleyen pek kuvvetli bir zehir maddesi bulunur. Bunların yüzünden hayvanlara ve tarıma musallat olan hastalıklar sayısızdır. Birçok şeyler üzerinde rutubet ve sair tesirlerle meydana gelen ve halkın ağzında ‘küf’ diye dolaşan şeyler bütün mantardır. Bunların ‘klostroma’ denilen nevi, üstünde bittiği koca bir gemiyi birkaç senede çürütüp dağıtır.”

“Aman efendim, şaştım kaldım! Ne fena şey imiş bu mantarlar… Lütfen kulunuza bu malumatı vermemiş olsaydınız… çakeriniz21 hâlâ… bendehanenizin22 alt katındaki bütün eşyayı saran o mavi şeye ‘küftür’ deyip gidecektim. Süphanallah, bunlar hep mantar ha!”

Bir zekâ eseri göstermek isteyerek:

“Efendimiz, o hâlde, hani ya bazı tembel adamlara ‘Be adam, nedir bu hâlin? Artık küfleneceksin!’ derler. Bu söz yanlış. Bundan sonra onlara ‘mantarlanacaksın’ demeli. Doğrusu bu değil mi efendim?”

15Aşçıbaşı.
16Çapı.
17Dil bilgisi.
18Botanik.
19Çiçeksiz bitkiler.
20Dokuları.
21Kulunuz.
22Evinizin.
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?