Billur Kalp

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

9

Hüsniye, daha serbest yürümek için çocuğun birini, oğlanı dadısının elinden aldı. Şimdi iki kadın ellerinde birer çocuk, caddeye çıktılar. Vakıf Han’ın önünden yürüdüler. İçleri eşya yığını gibi dolu ve sahanlıklarına insan salkımları asılmış tramvaylar aşağı yukarı çanlarını öttürerek akıyor, otomobiller kalabalığın arasından birer canavar homurtusuyla kıvrıla kıvrıla koşuyor… Bu dar caddeden taşan halk, kedi görmüş fareler gibi oraya buraya kaçışıyor; canını Allah’a emanet edip de karşıdan karşıya çırpınarak koşanlar görülüyor.

Fırının köşesini döndüler. Orada ecza deposunun önünde durmuş bir otomobil gördüler. Boynunu kaplumbağa gibi iki omzunun arasına çekmiş sigarasını tüttüren şoförden Hüsniye sordu:

“Kardeşim, ikinci dairenin 628 numaralı arabasını işleten meslektaşını tanıyor musun?”

“Ne yapacaksın?”

“Otomobilinde bir paket unuttum da…”

“Tanımıyorum…”

Bu olumsuz cevabı alarak yürüdüler.

Hüsniye: “Hiçbir işte ilk başarısızlıklardan yılmamalıdır. Çarçabuk elde edilen şeylerin tadı olmaz. Asıl iş, uğraşılarak başarılanlardır…”

Kâmile: “Aman Hanım, ben üzüntü kaldırmam. Hanımefendi hiç kaldıramaz. Ben Tezveren Dede’ye adağımı adadım zati… Tanrı işimizi bir ayak önce kolaylaştırsın… Bence en iyi işler en çabuk olanlardır.”

Deponun önünden Mayer’in köşesine kadar çocukları kucaklarında geçirdiler… Eminönü’nde sıra sıra müşteri bekleyen otomobil birikintileri arasına daldılar.

Hüsniye, şoförlerin beş altısına yine sorusunu tekrar etti. Bazıları lakırtıya bile tenezzül etmeyerek yalnız başlarıyla “Hayır…” işareti veriyorlardı. En sonunda bir tanesi köprüden kıvrılan bir otomobil göstererek “İşte aradığınız Şakir geliyor…” dedi.

Hüsniye, başını çevirdi. İşaret edilen otoyu görür görmez sevincinden sarılır gibi Kâmile’nin omuzlarından tutarak: “Hah işte o… İşte o… Ta kendisi…”

“Şimdi ne yapacağız hanım?”

“İşte asıl diplomatlığı şimdi yapacağız…”

“Ne yaparsan yap… Herifin ağzından bu sırrı haber al…”

“Hanım, bunların ağızları para ile açılır… Bu yolda bana istediğimi yapma iznini veriyor musunuz?”

“Yerden göğe kadar… Tek şu çapkınları bastıralım. Kendisine sormadan işte ben, hanımefendinin ağzından sana söz veriyorum. Korkma, şoföre ‘İstediğini vereceğim!’ de! Yüzün kara çıkmaz…”

628 numaralı araba, Gümrük Caddesi’ne doğru bir kavis çevirerek sıraya girer. Kadınlar o yana doğru koşuşurlarken Turgut iki eliyle Kâmile’ye asılarak: “Dadı…”

“Yürü… Şimdi herifi kaçıracağız… Ne var?”

Çocuk, büyük kalın sesiyle: “Çişim var…”

“Hangisi?”

“Kocaman…”

“Turgut donuna etsen şu anda seninle uğraşacak vaktim yok. Şoförü kaçıracağız. Şimdi herif bir müşteri alırsa kuş gibi gözden kaybolur.”

Oğlan tepinerek: “Ediyorum… Ediyorum…”

“Etme… Koca oğlan ayıp değil mi? Etme. Yerin dibine gir ilahi! Akşamlara kadar yukarıdan doldurup aşağıdan boşaltmaktan başka işiniz yok… Sekiz okka yemiş yedin yumurcak. A elbette… Miden, karnın doldu taştı. Nereye götüreyim? Bu kalabalığın içinde nereye becerteyim ben bunu?”

Kâmile etrafına bakınırken Mihriban aynı tepinme, aynı yaygara ile: “Dadı… Benim de geldi.”

“Senin de mi geldi? Babalarının yumurcakları. Domuz yavruları… Zaten biriniz ne yaparsa arkasından öteki de onu yapar. Yemeniz içmeniz hep böyle… Her şeyde sidik yarışına çıkarsınız. İkinizi de götüreyim şuradan denize atıp kurtulayım…”

Oğlan iki büklüm, sararmış bir beniz ile göbeğini tutarak çabasının son boğumunda olduğunu gösterir bir telaşla: “Dadı… Dadı… Vay… Vay…”

İşte şaka olmadığını anlayan Kâmile, çocuğu iki omzundan kavrayarak: “Dişini sık… Çişini tut… Yoksa şimdi seni yere vurur, kabak gibi patlatırım…”

Oğlanı deniz kıyısındaki helaya doğru koştururken kız aynı acıklı durumda süzülerek: “Dadı… Dadıcığım… Aman… Aman…”

Kâmile, Hüsniye’ye: “Sen de öteki yumurcağı omuzlarından kavra… Abdesthaneye kadar getir bırak. Sonra şoföre koş… Herifi kaçırmayalım. Bu piçler işimiz tam kıvamında iken ortasına ettiler…”

Muhbir Kadın, söylendiği gibi yaparak çocuğu helaya bırakır. Şoförün yanına koşar.

Bir sigara sarmakta olan şoförün önünde durarak: “Kardeşim Şakir Bey…”

Şoför, kendisine kardeşlikle birlikte beylik payesi veren bu kadının yüzüne dikkatle bakarak: “Adımı tanıyorsun fakat ben seni bilemedim.”

“Epeyce vakit önce birkaç defa arabana bindik. Ben seni tanıyorum. Sen günde yüz türlü müşteri taşıyorsun. Elbette çoğu aklında kalmaz.”

“Canım epeyce dediğin şey ne kadar zamandır? Benim şoförlüğüm çok eski değildir…”

“Canım şimdi oraları nemize gerek… Gözünü açıyor musun? Önemli bir iş var…”

“Önemli bir iş mi var? Nedir? Dağa adam mı kaçıracağız?”

“Allah göstermesin kardeş. Öyle canice işleri ne ben kabul ederim ne de sana yap derim… Benim sana söyleyeceğim şey namussuzlara karşı namusu savunmak yolunda bir iştir.”

“Ben mahkeme başkanı değilim. Savcı hiç… Bir şoför şunun bunun namusunu nasıl savunur?”

“Çok uzatma vakit yok… Yarısını bana vermek şartıyla şimdi şıp diye elli lira kazanmak ister misin?”

Elli lira rüşvet teklifiyle başlayan bu namuslu işe şoför biraz şaşarak: “Sen kurnaz bir kadına benziyorsun?”

“Nereden anladın?”

“Yarısını sana vermek şartıyla bana elli lira kazandırıyorsun… Yarısını sana verince bana yirmi beş kalır hanım hemşire… Ben lafın piyazını, asıl sözden ayırmayı bilirim… Bu elli lira kalabalığıyla zihnimi doldurup kandırmaya uğraşıyorsun. İş ne imiş hele bir kere onu anlayalım.”

“Sen deminden Koza Hanı’ndan üç kadınla dört erkek müşteri aldın.”

“Evet…”

“Nereye götürdün onları?”

Şoför, Hüsniye’yi tepeden tırnağa kadar dikkatle bir daha süzerek: “Bu soruyu bana ne yetki ile soruyorsun? Polis hafiyesi misin? Öyle ise kimliğini göster…”

“Canım şimdi aramızda polisin ne işi var? Bu kadar ince eleyip sık dokuma! Soruma cevap ver…”

“Ben böyle soruya çarçabuk cevap veremem… Niçin soruyorsun anlamalıyım.”

“Vakit geçiyor. Saflık etme.”

“Onlar senin akraban mıdır?”

“Öyle ya da değil… Nene gerek senin… Bir şoför taşıdığı müşteriyi nereye bıraktığını her zaman herkese söyleyebilir.”

“Sanırım bir kıskançlık meselesi…”

“Zekisin. Hah işte anladın…”

“Benim belaya girmeye vaktim yok…”

“Niçin canım?”

“Ne felaket çıkarsa kıskançlıktan çıkar. İntiharlar, öldürmeler…”

“Korkma… Korkma öyle şey yok… Meraklı, yarı kaçıkça, hasta bir hanımefendi, iki sümüklü çocuk, bir hizmetçi kadın, bir de ben… Bizim hepimizi arabana alıp onları bıraktığın yere götüreceksin. Bizim hangimizden cinayet umarsın?”

“O! O! İş değişti. Yalnız gittiklerini söylemek değil de sizi alıp oraya götürmek…”

“Sen bir kira otomobilinin şoförüsün. Her müşteriyi alıp istedikleri yere götürebilirsin. Yarım saat fazla geçirmekle bu işin tavını kaçırmış olabilirsin. Bugün ayağına gelen bu kısmeti havaya bırakma…”

Şoför, içtiği sigaranın dumanını kendine kendisine pek yaklaşmış olan Hüsniye’nin yüzüne üfleyerek biraz düşündükten sonra:

“Hanım, pazarlık istemem…”

“Peki…”

“Sana son ve kısa bir sözüm var…”

“Dinliyorum…”

“Sizi oraya götürmek için elli lira alırım… Hem de peşin…”

Bu kez Hüsniye düşünmeye vararak: “Öyle olsun. İnsanlık uğruna yapılan bu iş için ben payımdan vazgeçiyorum…”

İleri doğru bakıp: “İşte kadınla çocuklar geliyorlar… Şimdi hepimizi buradan bindirerek konağa götüreceksin. Oradan hanımefendiyi alıp istenen yere gideceğiz…”

“Otomobil için her saat başına olan ücreti de ayrıca alırım…”

“Uzun ediyorsun. Para için merak etme…”

“Konak nerede?”

Hüsniye, konağın nerede olduğunu bilmiyordu. Bu konuda kesin bilgisizlik göstermek şoförde şüpheler uyandırabileceği için eliyle Yeni Cami tarafına doğru işaret ederek: “Uzak değil… İşte şuracıkta… Otomobil için birkaç dakikalık yol…” sözüyle üzerine şüphe çekmek tehlikesinden kurtuldu. Cevap veremeyeceği bu türlü suallere meydan bırakmamak için Kâmile’ye doğru yürüdü. Burun buruna gelince: “Kardeş müjde… Pazarlık ettim. Herif bizi beyefendinin gittiği yere götürecek. Lakin yüz liraya razı edinceye kadar göbeğim çatladı…”

Kâmile, yüz liralık müjde önünde biraz irkilerek: “A kardeş, pek çok değil mi?”

“Sus hemşire, lakırtı karıştırma… Herif pek dönek tabiatlı bir adam. Şimdi pişman olur, sözünü geri alır…”

İki kadın, iki çocuk otomobile kurulurlar. Şoför gideceği semti sorar.

Kâmile: “Dizdariye, Türbe Sokağı, 18 numara…”

Otomobilin lastik gırtlağı şoförün parmakları altında iki üç kez anırdıktan sonra, araba, yolcularını hafifçe sağa sola eğerek küçük bir rüzgâr içinde yollanır…

10

Tarif edilen sokak ve numaranın önünde durdu. Marmara’ya bakan üç katlı bir kâgir evin bahçe kapısından içeri girdiler. Bahçe gün güneş içinde… Havuz, fıskiye, kameriye, çardak, çakıllık, iki yanı lavantinli yollar. Her şey var. Lakin hepsi bakımsız, harap… Kapının arkasında içleri süprüntü dolu gaz tenekeleri… Sökülüp atılmış bitki döküntüleri orada burada kokmuş yığınlar hâlinde… Adım başında tabak, bardak kırıkları yatıyor… Kediler, köpekler tenekelerden süprüntülerin bir kısmını oraya buraya taşımışlar… Yollara saçılmış türlü renkte kırıntı parçaları… Temizlemek, düzenlemek için hiçbir yanda bir insan eli dolaşmamış. Her yön kendi oluruna bırakılmış…

Bakımsızlıktan, evin içi de bahçeden pek farklı değil… Her yanı yarım parmak toz kaplamış… Odalar alan taran16 eşya, karmakarışık…

Hüsniye, ortalığın bu düzensizliğini gözden geçirirken Kâmile, onu birinci katta bir odaya sokarak: “Bir evin beyi çapkın, hanımı kıskançlıktan hasta olursa işte orası bu hâle gelir… Sen burada bekle. Ben hanımefendinin yanına çıkayım. Ona üzüntüden ölmeyecek biçimde işi anlatayım. Sonra seni çağırtırım…”

 

Kâmile Hanım, hanımefendisinin yanına girer. Mevsim pek sıcak değil lakin içine güneş dolmuş, pencereleri, kapısı kapalı odanın ısınmış, değişmeyen havasında bir hastane ağırlığı ve kokusu var…

Hanımefendi, pencere kenarında bir koltuğa oturmuş… Üst baş kirlice, saçlar Rufai dervişleri gibi salkım saçak, dizlerinde kalın bir eteklik, ayaklarında fanila terlikler… Beniz kirli sarı, gözlerinin etrafı umutsuzluk ve bıkkınlık gölgeleriyle haleli; yanı başında bromür, aspirin ve bir sürü ilaç kutuları, koca bir şişe kolonya, nane ruhu… Masanın üzerinde eski yeni birkaç divan… Akşamlara kadar, “Bey bana ne diyor? Ben ona ne diyorum?” fallarıyla bu kitapları karıştırmaktan ve yine aynı niyet üzerine bol bol iskambil falı açmaktan başka işi gücü yok. Kocasının aşkı onu boğacak bir dalga gibi her an üzerine saldırıyor, hep onunla uğraşıyor, hep…

Kâmile odaya girince hanımefendi telaşla: “Bir otomobil homurtusu işittim. Bey mi geldi? Böyle vakitsiz hiç geldiği yoktur. Çık biraz onu oyala. Beni bu hâlde görmesin…”

Yüzüne pembe bir ponpon gezdirmek, biraz da saçlarını derleyip toplamak için aynanın önüne koşar.

Kâmile: “Telaş etme hanımcığım, bey gelmedi. Galiba biz ona gideceğiz…”

“Ay neden? Apansızın olağanüstü bir hâl mi oldu? Bir hastalık, bir kaza, bir felaket?”

“Hep beyinizin üzerine böyle korkunç şeyler yorarsınız. Onun sizden uzakta vur patlasın bir eğlence âleminde bulunduğuna bir türlü ihtimal vermezsiniz…”

“Nerede?”

“Öyle vefasız, hayırsız, azgın erkekler fahişelerin ortasında hangi rezalet yuvalarında eğlenirlerse orada işte…”

Hanımefendi, büsbütün sararır. Süzülür, gözlerinin karaları kayar… Bayılıp düşmemek için koltuğun iki yanına yapışarak: “Kâmile, bana lokman ruhu şişesini bul.”

“Yok hanımcığım bayılmayınız… Dayanıklı olunuz. Olan işlerin ben size daha aslını anlatmadım. Kendinizi tutunuz ki bu sefer o azgının hakkından gelelim.”

“Söylediğin şeylerin doğruluğuna iyice inanıyor musun?”

“Ulu Tanrı’ma inandığım kadar… Ah bilirim en açık oluşlar önünde bile beyinize karşı güven beslemek düşkünlüğünden kendinizi kurtaramazsınız.”

“Sonu ev bark yıkımına çıkacak böyle önemli konularda her söze gelişigüzel inanıvermek olur mu?”

“Şu saatte hiç düşünemediğiniz hâlleri gözlerinizle görmek için gereken büyücek bir masrafa katlanır mısınız?”

“Bu nasıl soru? Nem varsa fedadan çekinmem…”

“Öyle ise haydi kalkınız, hazırlanınız… Otomobil aşağıda bekliyor. Pire tok iken tutulur, derler. Biz de onu sıcak zevk âleminde bastıralım. Ustalıklı inkârlar ile artık sizi kandırmasına imkân kalmasın.”

Hizmetçi kadın, hanımına lokman ruhu koklata koklata zavallının şakaklarını, bileklerini kolonyalarla ovuştura ovuştura olayları en çarpıntı veren, en sinire dokunacak, en göz kızdıracak boyalar altında, dedikoducu dilinin bütün zehirlerini karıştırarak tasvir ede ede anlatır… Sonunda facianın en usta oyuncusu Şehreminili Hüsniye’yi odaya sokarak bunu, hanımına, her şeyi zamanında haber veren “Hızır kadın” adıyla takdim eder.

Hızır kadın da hanımefendinin kıskançlık ateşini körükleyerek bu karı koca faciasından kendi çıkar payına epey bir şey ayırabilmek için bütün ustalığını gösterir. Sinirli kadın, bu iki keskin dilli körükçünün arasında büsbütün kızıl deliye döner… Kocasını suçüstü yakalamak için çarşaflanır. Kendisini romanlarda okuduklarına benzer bir olay içinde bulduğuna biraz şaşar. Yanına bir şey almak gerek… Bir silah! Öyle ya… Kocasının kolları arasında yabancı bir kadın görünce yaralanan izzetinefsinin öcünü almak için söylenecek acı ve öldürücü sözü bir tabanca namlusuyla anlatmak gerek… Dolaptan kocasının küçük, şık tabancasını çıkarır… Elinde evirip çevirerek: “Hayatımda böyle acı günler olacağını, kocamı öldürmek için bir tabanca hazırlayacağımı hiç aklıma getirmezdim. Bu uğursuz alet nasıl, neresinden dolar? Bilmiyorum…”

Kâmile telaşla: “Hanımefendi, bilmediğin şeyi kurcalama, kazalıdır.”

“Boştur biliyorum…”

“Şeytan doldurur…”

Hanımefendi, küçük bir titremeyle silahı masanın üzerine bırakır. Hızır kadın, onu oradan bir erkek cesaretiyle kavrayarak: “Bu alet, insana hem dosttur hem düşmandır… En karışık meselelerde sözü kesen bir hâkimdir. Ömrü boyunca bunun yardımına muhtaç olmamış adam yok gibidir. Doldurmasını da atmasını da bir silahşor kadar bilirim.”

Tabancayı kırıp kovanlarını parmağıyla yoklayarak: “Boş boş… Hani ya fişekler nerede?”

Hanımefendi, ortaya bir teneke kutu çıkararak: “Bunun içinde bir şeyler var. Fişek dediğiniz onlar mı bilmem…”

Hüsniye: “Hanımefendimiz, şimdiye dek hiç silah atmadınız mı?”

“Hiçbir cana kıymak aklımdan geçmezdi ki atayım.”

“Öyle ise biraz el alıştırmalısınız…”

“Burası nişan yeri mi? Şimdi güm diye patlarsa konu komşu ne der?”

“İçine kurşun koymayacağım… Biraz parmaklarınızı alıştırmak için boş boşuna atacaksınız…”

Hızır kadın, tabancayı hanımefendinin eline verir, tetiği göstererek: “İşte bunu parmağınızla çekiniz…”

Hanımefendi çekmeye uğraşarak: “Ay pek sıkı! Bir parmağımın kuvveti yetmiyor…”

“Birinin kuvveti yetmiyorsa iki parmağınızla çekiniz.”

Hanımefendi, alt dudağını dişlerinin arasında çiğneye çiğneye, korkunç bir yüz kasılmasıyla namlunun ucunu havada dolaştırarak tetiği çekmeye uğraşırken Kâmile büyük bir telaşla: “Hanımefendiciğim durunuz. Eliniz her tarafa oynuyor. Ben dışarı çıkayım da tetiği sonra çekiniz.”

“Boş diyorlar ayol…”

“Boş silahların patladığını ben çok bilirim. Kavga yerine gitmeden burada birbirimizi vurmayalım… Bugün sakar bir gün… Şeytanın işi yok. Tanrı’m kazasından saklasın…”

Hanımefendi gözlerini yumar. Dudağını koparırcasına kendini sıka sıka nihayet tetiği çeker. Boş tabanca tamam çıt çıt ettiği sırada birdenbire oda kapısı açılır. Turgut’la Mihriban koşarak içeri girerler… Çıt çıtlarla çocukların girmeleri saniyesinin rastlaştığı anda Kâmile çığlığı basarak: “Atma Hanımefendi, çocuklara rast gelir…”

Bu yaygaranın üzerine gözlerini açıp da karşısında çocuklarını gören hanımefendi, bir kaza oldu sanarak tabancayı elinden birkaç metre öteye fırlatıp durduğu yere serilir.

Kopan çığlığa dışarıdan birkaç kadın daha koşar. Hanımefendi bir yanda baygın, ötede tabanca… Herkeste bet beniz kaçık… Ortada vurulan görülmez. Kazanın çeşidi anlaşılmaz. Fakat kimi limona, kimi sirkeye, lokman ruhuna, kolonyaya koşar. Eczaneye, doktora haber göndermeye kalkanlar bile olur… Hanımefendiyi, “Kendinize geliniz efendim, bir şey yok…” avutmalarıyla ovup ovuştururlar… Sözün kısası ev halkı birbirine girer..

Turgut’la Mihriban bu kargaşalıktan yararlanarak annelerinin kıyıda bucakta ne kadar ilaçları varsa açıp karıştırırlar. Bir kutu içinde buldukları sürgün şekerlerini17 birbirlerinin ellerinden kapışarak hepsini tıkınırlar.

Hanımefendi kendine gelir. Çocuklarının sağ olduklarını görmek için onları karşısına dizer. Sonra bağrına bastırır. Bütün annelik şefkatiyle, atlatılmış kazadan dolayı sıcak gözyaşlarıyla Ulu Tanrı’ya şükürler ederler.

Rüzgârlara karışarak koşmaya alışmış şoför, arabasının içinde sigara üstüne sigara içerek bir saatten çok pinekledikten sonra vaktin gecikmekte olduğunu hatırlatmak için içeriye haber gönderir.

Ne gibi önemli bir iş için hazırlanılmakta bulunulduğu kadınların biraz akıllarına gelir…

Hızır kadın, vakit gecikirse tam kızgın tavında öç almak fırsatının kaçırılacağı ihtimalini uzun kanıtlarla anlatarak hanımefendiyi derler toplar. Bir çantanın içine, bayılanı ayıltmak için ne gerekse konur. Tabancayı, kimi kez dolmadan şeytan eliyle boşanan bu kazalı aleti gerektiği anda hanımefendiye vermek üzere Hüsniye kendi yanına alır.

Hanımefendi, Kâmile, iki çocuk otoya binerler.

Hızır kadın, her ihtimale karşı, şoföre verilecek paraları peşin ister. Herifi bir yana çeker. Onun kesişilen payını avucuna sıkıştırarak kendininkini göz bağcı çabukluğuyla serviyetine yerleştirir… Arabaya girer. Koca canavar, homurtusuyla sokakları doldurarak sırtındakileri istenen yöne doğru uçurur…

***

Araba, uçan camlı bir köşk gibi hafif sarsıntılarla ve köşebaşları dönemeçlerinde içlerindekileri sağa sola biraz yaslandırarak koşa koşa Köprü’yü geçti. Kalabalık yollarda kaynaşan insanları, siyah köpüklü bir deniz üzerinde giden bir vapur gibi, iki yanına fırlatarak engel tanımaz bir inatla yollara saldırıyordu. Banka önünden geçtiler. Şişhane Karakolu dönemecinde otomobil yokuşlara atılırken Mihriban, annesinin iki dizi arasına sokularak şakaklarından sızan hafif bir ter ve her saniye artan baygın bir çehre ile: “Anneciğim…”

“Ne var yavrum?”

“Çişim geldi…”

“A a sırası mı?”

“Ama pek geldi…”

“Tut kendini bir parça… Şimdi arabadan ineceğiz… İşte o zaman…”

“Anneciğim… Tutamayacağım… Tutamıyorum… Ay işte tutamadım!”

Turgut aynı ter, aynı solgunluk ve titrek sesle Kâmile’ye sarılarak: “Dadı… Ediyorum…”

Hanımefendi: “A bu nedir canım? Ayıp değil mi koskoca çocuklarsınız!”

Kâmile: “Hanımefendiciğim, bu iki çocuğun karınlarından birbirine telgraf mı vardır nedir? Bir türlü anlayamadım. Ne vakit birisi böyle bir sıkıntısı olduğunu söylerse arkasından hemen öteki de başlar…”

Şaka değil, evde hanımefendinin baygınlık kargaşalığı sırasında boğazlarına düşkün bu iki yaramaz, altmışar grama yakın müshil şekerlemesi tıkınmışlar, basan hararet üzerine sokağa çıkmazdan önce birer bardak da su çekmişlerdi… Şekerlemelerdeki yumuşatıcı madde, şimdi mide ve bağırsaklarını gevşetmiş… Zavallıları, o yaşta çocukların değil demir gibi pehlivanların karşı koyamayacağı bir duruma getirmişti. Fakat bu oburluktan kimsenin haberi yoktu. Bu vızvızlanmaları, bu iki yaramazın böyle anlarda her zamanki sıkıştırmalarına benzer birer densizlikleri sanıyorlardı.

Bu pis olayın gittikçe tehlikesi artıyordu. Kız, anasının dizlerine serildi. Oğlan, Kâmile’nin kucağına kapandı… Arabanın içini, penceresi kapalı bir hela kokusu sardı. Aynı zamanda anne ile dadı gövdelerinin çocuklara dokunan kesimlerinde sıcak sıcak bir ıslaklık duydular.

Sinirli Hanımefendi, sinirlerinin bütün taşkınlığıyla haykırdı:

“A a kız benim kucağıma küçüğünü büyüğünü salıverdi.”

Kâmile: “Sus hanımefendiciğim sus! Yarı belimden aşağısı o kadar ıslandı ki bu küstahlığı eden ben miyim yoksa çocuk mu, ayırt edemeyecek bir duruma geldim…”

Hanımefendi çocuğunu tartaklayarak: “Kız bu nedir ettiğin? Yeni baştan kundakta bebek mi oldun? Bu kadar kirlettiğin yeter…Tut kendini yoksa şimdi seni arabadan aşağı atarım alimallah!”

Mihriban, bu azara karşılık vermedi. O, sergin, âdeta baygındı. Yalnız tartaklanma sırasında midesinde sulanan şeylerin bir kısmı ağzından taşmaya başladı. Yine o anda oğlan da Kâmile’nin kucağına kusuverdi.

Hanımefendi sinirli bir şaşkınlık içinde: “Bu olağan bir durum değil; bunlara ne oldu kuzum?”

Kâmile titiz bir sesle: “Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Fakat biz, herhâlde onlardan daha berbat olduk…”

Arabanın her sarsıntısında çocuklar, ağızları açık kalmış birer tulum gibi yukarıdan aşağıdan boşanıyorlardı.

Kâmile, oğlanı hemen belinden kavradı. Başını otomobilin penceresinden dışarı verdi. Boşanan bu iki delikten birinin akıntısını olsun dışarıya atmak, uğradıkları bu kirli kazaya karşı her hâlde yine az çok koruyucu bir yol sayılırdı.

Sonra Hüsniye’ye haykırdı:

“Sen de hanımefendinin kucağından kızı kap, arabanın öbür penceresinden başını dışarı çıkar da deliğin biri içeri boşanıyorsa hiç olmazsa öteki sokağa aksın…”

Hızır kadın, hemen bu söze uydu. Şimdi arabanın iki yan penceresinden sokağa uzatılmış iki çocuk başı, hızın verdiği itici güçle iki üç metre öteden geçenlerin suratlarına kadar kusuyorlardı.

O aralık Beyoğlu’nun dar sokaklarından geçmek talihsizliğinde bulunan süslü, temiz madamlar, şık mösyöler suratlarından aşağı bu pis kokulu şarapneli yedikçe haykırışıyorlar, otomobil kazasının hiç de bu türlüsüne uğramamış olduklarını birbirlerine yana yakıla anlatıyorlardı.

Otomobilin iki yanından, kaza kurbanlarının iğrenme sesleri çoğaldı. Kimi bu kusmuk saldırısını o yana bir tükürük savurmakla geri çevirmiş oluyor, kimi yumruklarını sıkarak otomobilin arkasından yirmi otuz adım koşmakla kendini öç almış sayıyor…

 

Gitgide halkın tiksintisi o dereceye geldi ki, iki yanına kusarak koşan bu iğrenç arabayı durdurmak için sokaklarda bağırmayan, sövüp saymayan kalmıyor gibiydi… Fakat kimi durdurur, kimi tutarsın? Şoförler, sinek ezer gibi, bir insanı devirip üzerinden geçiyorlar; bir saniye önce ayakta gezen bir canlı, kıyma makinesinden geçmiş et yığınına dönüyor, kaldırımlar al kana boyanıyor da şoförler yine durmuyorlar…

Bir şoförün iyi kullanamayışı, daha doğrusu fazla koşmak keyfine, hevesine kapılması yüzünden bir suçsuz, ölüm cezasına uğruyor. Öyle ki şu uygar çağın hiçbir kanunu, böyle şiddetli bir cezayı, en kötü suçlu hakkında bile uygulayamaz. Ve tüyleri diken diken eden bu ölüm tehlikesi, zihnini biraz düşünceye kaptırıp sokakta dalgınca giden her zavallı yolcu için düşünülebilir. Sokaklarımızda, tekerleklerinin lastiklerine böyle dikkatsizlik cinayetinin kanı bulaşmamış pek az otomobil vardır. Bu öldürücü arabaların tekerlekleri altında can verenlerin cesetleri ayrıca bir mezarlığa gömüleydi, şunun bunun otomobillerde hızlı koşmak sefasına kurban gidenlerin çokluğu önünde gözlerimize dehşetler dolardı. O zaman bizden yılda otuz kırk nüfus üzerinden vergi alan vebaya, koleraya teşekkürler ederdik.

Öldüren otomobillerin çok kez durdurulamadıkları bir sokakta, kusanın küstahlığına ceza düşünen olur mu? Şoför, kalpağını sağ kulağını suratından büsbütün silecek bir caka ile yana eğmiş, o gün arabasının yol ücretinden başka havadan vurduğu elli liranın neşesiyle arkasından sapan taşı yetişmez bir hızla ve içleri gevşemiş çocukların etrafa saçtıkları pisliklerden habersiz, uçuyordu.

16Alan taran: Darmadağın. (e.n.)
17Sürgün şekeri: Müshil. (e.n.)
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?