Billur Kalp

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

5

Gazetelere verilen ilanların üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti. Ertesi günü Mansur Efendi yazıhaneyi açmaya geldiği zaman, sabahleyin erkenden kapının önünde kara kuru uzun boylu bir kadın buldu.



Dalgın ihtiyar, beyefendinin çapkınlığını unutmuştu. Kadından sordu:



“Hanım, ne istiyorsunuz?”



“Burası Koza Hanı değil mi?”



“Evet…”



“14 numaralı kapının önünde bulunuyoruz?”



“Evet, lakin ne bekliyorsunuz?”



“Gazetelerde ilanınızı okudum geldim.”



Mansur Efendi, şimdi birden meseleyi kavrayarak kadının yaşlılığından çok, yoksulluk sıkıntısından yıpranmış; hafif düzgünle

10

10


  Düzgün: Fondöten. (e.n.)



 onarılmasına uğraşılmış zayıf yüzüne; bütün bereleri, pürüzleri ütü ile yapıştırılmış soluk pelerinine dikkatle baktıktan sonra içinden kendi kendine:

Vah zavallı, boşuna gelmişsin. Bizim beyefendi kadın arıyor ama beklediği sen değilsin,

dedi.



Kadın, bu anlamlı bakışın uyandırdığı şüphe altında biraz sıkılarak: “Yanılıyor muyum? İlan veren siz değil misiniz?”



“İlanı biz verdik. Yanılmıyorsunuz. Lakin biraz acele etmişsiniz… Beyefendi gelinceye kadar bekleyeceksiniz.”



“Kaçta gelirler?”



“Belli olmaz…”



“İlanda saat belirtilmemiş de akşamın şerrinden sabahın hayrını üstün saydım, erken geldim.”



“Başka işleriniz varsa görüp de daha sonra gelseniz iyi edersiniz…”



“Başka işim yok. Sizi rahatsız etmem… Bana lütfen bir iskemle veriniz, dışarıda beklerim…”



Mansur Efendi anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdi. Odabaşı her yeri süpürmüş fakat henüz sandalyeleri, ufak tefek eşyayı yerli yerine koymamıştı.



İhtiyar memur odasına yürüdü. Oturacağı yeri düzeltti. Dünden yarım kalmış bir işin incelenmesine koyuldu. Dışarıdaki kadını unuttu. Lakin on beş yirmi dakika sonra kadın yavaş yavaş giriş bölümünden geçip Mansur Efendi’nin kapısından başını uzatarak: “Cüretimi affedersiniz efendi. Başıma çok şey geldi de işimi sağlam tutmak isterim. Yine geçenlerde böyle ilanla çağrılan bir yere geç gittim de orasını düğün evi gibi dolmuş bularak fırsatı kaçırdım.”



İhtiyar adam, herhâlde otuzunu geçkin görünen bu yoksulluk sıkıntılarıyla ezilmiş yüze bir daha dikkat ederek: “Hanım, isterse bin kişi gelsin. Kısmet kimin ise o kabul olunur…”



“Öyle demeyiniz efendi. Şimdiki zamanda kimse işini kısmete bırakmıyor. O ilanları, şarlatanlıkları, propagandaları, didişmeleri, itişmeleri görmüyor musunuz? Bakınız erken geldiğim fena mı oldu? Sizi yalnız buldum. Kimliğimi, iktidarımı, çabalarımı, çalışmalarımı size bir parça anlatayım. Gerçeği öğrendikten sonra, buraya yüz kadın müracaat etmiş olsa içlerinden beni tercih edersiniz…”



Mansur Efendi’nin kılları uzamış kırçıl kaşları çatıldı:



“Yok hanım, affedersiniz. Dinlemeye vaktim yoktur. Sabahleyin buraya erken gelişim çok acele bir işim olduğu içindir…”



Kadın hemen koltuğunun altından ruganları dökülmüş, yıpranmış küçük bir serviyet

11

11


  Serviyet: Evrak çantası; serviette. (e.n.)



 çıkararak: “Dinlemeye vaktiniz yoksa bir boş zamanınızda gözden geçirirsiniz. Feci hayatımla ilgili evrak, diplomalarım, tasdiknamelerim, takdirnamelerim, tahsinnamelerim hep buradadır. Yazarlığım var, öğretmenliğim var, muhabirliğim var, muhasipliğim var…”



“Pek güzel fakat benim onlarla uğraşmaya hiç vaktim yok hanım… O evrak sizde dursun. Arandığı zaman verirsiniz…”



“Bana bir iskemle olsun lütfetmez misiniz?”



Mansur Efendi, bir iskemle vererek sözü kısa kesmeyi daha uygun buldu. Kadına istediği şeyi uzattı. Oda kapısını itti. İşinin başına geldi…



Kadın, girişte kendisini yalnız bulunca iskemleye oturdu. Önemli evrakı taşıyan serviyetin bir köşesinden bir küçük ayna ponpon, kızıl boya tüpü çıkardı. Hızlı el vuruşlarıyla tuvaletini tazelemeye koyuldu. O aralık dış kapı itildi. İçeri kılıkça birinciden pek düzgün olmayan iki kadın daha girdi… Bunlardan biri, giriş yerini tavanından parkesine kadar çarpık bir bakışla gözden geçirdikten sonra: “Koza Hanı’nda 14 numara… İşte burası… (İlk gelene bakarak) İşte bizden önce bir kadın gelmiş bekliyor…”



Serviyetli hanım, tuvalet araçlarını hemen yine çıkardığı yere tıktıktan sonra, bu sözleri hiç işitmemiş gibi gayet asık bir suratla gözlerini önüne dikti.



Yeni gelenlerden biri:



“Hanım, kime müracaat edeceğiz?”



İlk gelen:



“Ne bileyim ben?”



“A niye bilmeyeceksin? Bizden önce gelmişsin.”



“Önce geldiğime kabahat mi ettim?”



“A ne nobran kadın! Senden adam gibi lakırtı soruyorlar. Niye ters cevap veriyorsun?”



“Bunun tersi yüzü var mı hanım? Ben de sizin gibi buranın yabancısıyım… Ne bileyim?”



“O altındaki iskemleyi nereden buldun?”



“Böyle bir suale ne senin hakkın vardır, cevap vermeye ne de benim mecburiyetim!”



“Haydi öyle olsun lanet karı…”



“Kararsın ömrün, günün inşallah…”



“Sen buraya Sulukule’den mi geldin?”



“O, sizin ailenizin yurdu…”



“Bak ben pamuklar gibi bembeyaz bir kadınım… Senin Çingene olduğunu her şeyden önce rengin, cildin söylüyor. Biz buraya girdiğimiz vakit, elinde küçük bir ayna ile şebek gibi boyanıyordun. Patlıcanı ne kadar badana etsen esmerliği kapanmaz…”



Üçüncü kadın: “A bizim buraya geldiğimizi kıskandı.”



Birinci kadın: “Ben buraya sizin gibi beyazlığımı, pamukluğumu teşhire gelmedim. Bu 14 numaralı daireden metreslik kadın aramıyorlar. İş gördürecek, kalemi, bilgisi kuvvetli, tecrübeli, terbiyeli bir kâtip hanım istiyorlar.”



Üçüncü kadın: “A zavallı, bu saydıklarının hiçbiri sende yok. Terbiyeni gösterdin. Hiç şüphesiz kalemin, bilgin de bu kıratta olacak…”



Birinci kadın, yırtık serviyetini göstererek: “En tanınmış imzalarla bezenmiş, tasdik edilmiş belgelerim, bilgim ve kültürüm işte buradadır. Ben buraya düzgünüme, allığıma güvenerek fingirdemeye gelmedim. Hepimizi içeride imtihana çektikleri vakit görürsünüz…”



İkinci kadın: “A bizi burada imtihan mı edecekler?”



Birinci: “Ya ne sandınız? Hukuktan diplomanız var mı? Daktilo bilir misiniz? Burada paravanın arkasından öpücük verecek yaratıkları aramıyorlar… İş görecek kadın istiyorlar…”



İkinci: “Ağzını topla… Biz buraya namuslu bir iş bulmaya geldik. Bu sayıp döktüğün üstün niteliklerin sende bulunduğuna inanacak kadar saf değiliz. Kişinin aslı sözünden bellidir…”



Üçüncü: “Vah zavallı! İddian derecesinde ‘liyakatli’ bir kadın olsaydın, buraya davet için gazetelere verilen ilanı dikkatle okurdun. İlanın başında: ‘Genç bir kâtip hanım aranıyor.’ cümlesi göze çarpıyor. Sen otuz beşini geçkin, kart bir karısın… Övündüğün binbir türlü üstün niteliklerinle birlikte böyle sade bir şeye dikkat edecek kadar uyanık olmamışsın… Daha sonra ilanda ‘Vazife ağır değildir, aylık dolgundur.’ deniliyor… Ne daktilodan söz açılmış ne de hukuk diplomasından… Kadınlar için bir hukuk okulu bilmiyoruz. Sen diplomanı nereden aldın?”



Serviyetli esmer kadın, her şeyden çok, kartlık kondurulmasına köpürdü. Şimdi iki tarafın ses perdeleri yükseldi. Hitaplar daha nezaketsizlendi. Kelimeler büsbütün sertleşti, kabalaştı. Birbirinden az ara ile iki genç kadın daha geldi. Bu üç kadın arasında parlayan ağız dalaşının içyüzünü pek kavramadan bir köşeye çekildiler. Öyle şaşakalmış dinliyorlardı.



Ufaktan başlayan dırıltı, bir mahalle kavgası şeklinde kabararak girişi doldurup etrafa taşmaya yüz tutunca Mansur Efendi bir eli gözlüğünde, öteki dudaklarında, oraya birikmiş beş kadına sus işareti vererek: “Susalım hanımlar, burası Şehzadebaşı Tiyatrosu değil, hamam hiç değil… Siz buraya ehliyetinizi ispat için çağrıldınız. Siz maharetinizi ters yolda gösteriyorsunuz. Kavgada sesi en yüksek perdeye çıkanın alınacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz…”



Son gelen iki kadından biri:



“Efendi, affedersiniz. Biz şimdi geldik. Daha ağız açmak kısmet olmadı. Bu hanımların arasında kavgayı alevlenmiş bulduk. Bu hırıltının sebebi nedir? Daha onu bile anlayamadık…”



Mansur Efendi: “Sebebi ne olacak… Daha buranın hizmetine girmeden birbirlerini çekemiyorlar…”



Yeni gelenler: “A a aman ya Rabbi, dünyada ne kadınlar varmış! Ne oluyorsunuz ayol?”



Birinci gelen kadın, bu defa yeni gelenlere dönerek: “Hanımlar, hırıltı sözünü tamamıyla size iade ederim; biz köpek değiliz… İnsanca lakırtı söyleyiniz… Bu yazıhanenin de ne tuhaf tecellisi var? Hiç terbiyeli kadın gelmeyecek mi?”



Üçüncü kadın, yüreğinden kopan bir kahkahayı avucuyla tutmaya uğraşarak: “İçimizde en terbiyesiz sensin kadın! İşte bu efendi görüyor… Şu yeni gelen hanımlar da tanık…”



Yeni gelenler birbirini dürterek gülüştüler…



Mansur Efendi: “Bu gerçek, imtihandan sonra anlaşılacak…”



İkinci kadın: “İmtihana lüzum kaldı mı? Burada Çingene kavgasından mı numara alacağız?”



O sırada girişin aralık duran kapsı itildi. Saim İzzet içeri girdi…



Mansur Efendi: “Hah işte başmümeyyiz geldi.”



Kadınların gözleri delikanlıya dikildi…



İzzet, girişteki beş kadının yüzlerini o çapkın gözüyle çarçabuk bir sıra yoklamasından geçirdikten sonra Mansur Efendi’nin odasına girdi. Kapıyı kapadı.



Mansur Efendi yavaşça: “Nasıl İzzet, dışarıdakilerin içinde gözünün tuttuğu var mı?”



“İkisi beyazca meyazca ama hepsi de kıyafet düşkünü… Açlık solgunu… Hele bir tane sırım gibi kara yağız var. Ahırda eski tramvay beygirlerini andırıyor… Sıtma döşeğinden kalkıp buraya gelmişe benziyor. Önce onu azatlamalı; boşuna beklemesin…”

 



“Aman o karı hezarfen…

12

12


  Hezarfen: Çok bilgili kimse. (e.n.)



 Kendi anlatışına göre bilmediği yok. Girmediği hizmet kalmamış… Bir dış işleri bakanlığı etmemiş, işte o kadar. Daktilo falan mükemmel. Hukuktan bile mezun. Çantasının içi diploma ile dolu. Çenesine de kavi şey ha! Öyle ulu orta sayayım deme; esmayı üstüne sıçratırsın…”



“Neme gerek benim; kartaloz istediği kadar beklesin… Bunlar ilk döküntüler. Belki sonra aynalıları gelir… Bize hukuk, guguk, daktilo maktilo lazım değil. Beyefendinin ne istediğini biliyorsun…”



Mansur Efendi, derin bir puflamadan sonra: “Evet, beyefendinin ne istediğini bilmek bu kır sakaldan sonra bana pek ağır geliyor ama ne yaparsın? Geçim belası…”



“Ortalık aç yahu… Bir kuru ilana sabah karanlığı beş kadın birden koşuşmuş… Belki içlerinde bu gibi davetlere çapkınlık karışacağını, gençliğin, güzelliğin, fingirtinin para edeceğini sezenler de vardır. Babacığım, bu işten herhâlde sana da bana da kısmet var.”



“Bırak kısmeti canım, bu yaştan sonra beni de çapkınlıkta kendinize mi uyduracaksınız?”



“Ne var canım, benim büyükbabam seksen yaşında iken son turfanda bir daha evlendi ve karısını doğurttu…”



“Karıları doğuran ihtiyarlara ben birkaç yönden acırım. Ben, doğmuş olanları besleyemiyorum. Bırak şimdi zevzekliği… Burada yüz yazısı varmış gibi dışarısı türlü çeşit karılarla doluyor. Bunların terbiyelisi, terbiyesizi var. Namuslusu, namussuzu var. Davet etmesi kolay… Bakalım bu hanımları şimdi birer birer nasıl savacaksınız?”



“Merak ettiğin şeye bak… Ben onların kanı sıcaklarını, yani aşı tutacaklarını bir yana, tutmayacak vahşilerini öbür yana ayırırım. Beyefendimizce ‘icapları icra’ buyurulduktan sonra hepsinin gereğine bakarım. Merak etme. Turşularını kuracak değiliz. Çeşnilerine bakacağız…”



6

Semih Atıf Bey yazıhanesine geldiği zaman, girişte ondan fazla kadın toplanmış bulunuyordu. Hanımların topuna birden nezaketli bir gülümseyişle selam verdikten sonra Mansur Efendi’yle İzzet Saim’in saygılı karşılamaları arasından yürüyerek odasına girdi.



Kadınlar arasında hemen bir fısıltı başladı. Birbirini dürterek: “Gördünüz mü? İşte buranın şefi…”



“Genç, güzel adam…”



“Evli mi? Bekâr mı acaba?”



“Erkek kâtip almayıp da kadın aramaktan maksadı nedir acaba?”



“Kaç kâtip hanım alınacak?”



“Bilmiyorum ama hanım, galiba bir kâtip aranıyor…”



“A burada bu kadar kadın var. Daha da gelecek… Hangimize kısmet olacak? A bilinmez ki…”



“Kadın çoğaldıkça hepimizin şansı azalıyor…”



“Aylık ne kadarmış?”



“Seksen lira diyorlar… Yüz diyorlar…”



Kadınların içinde başlayıveren bu uğultu içinde ortaya atılan yüksek aylık söylentisi, çoğunun başını döndürdü. Hemen “sak”lardan küçük el aynaları çıktı. Avuç içindeki bu tuvalet araçları kâh tepeye kâh yana kâh çeneye tutularak saçlar, kaşlar düzeltiliyor, boya tazelemeye kalkanlar bile görülüyordu. Gözlerin tahrilleri arttı. Yanaklar kızardı. Dudaklar kirazlaştı. Sanki içeride güzellik sergisi açılıyordu. Yarışmaya girecek hanımlar, başlarını her şeyden önce yüzlerinin albenisinden bekliyorlar; her kadının gözünde ötekinin güzelliğine karşı bir kıskançlık tiksintisi yanıyor. Çoğu, önüne geçemediği bir can atışın ince titremeleriyle sarsılıyordu…



Aman ya Rabbi bu bir düzine kadından kim kazanacaktı? Hangisi?



***

Semih Atıf’la İzzet Saim kapandıkları odada görüşüyorlardı. Yazıhane sahibi bir cigara tellendirerek geniş maroken koltuğunun arkalığına başını dayadıktan sonra dalyanına balık düşmüş bir talihli süzgünlüğüyle: “Umduğumuzdan çok av var…”



“Ah bu konuda dâhisiniz beyim…”



“İçlerinde yürek oynatacaklar var mı?”



“Sonradan gelenlerden üçü dördü zararsız. Daha da gelecekler sanırım.”



“Böyle alayla genç kadını ne yapacağız? Bunları sınıflandırmalıyız…”



“Buyurduğunuz gibi olur…”



“Sen eline kâğıt kalem al. Giriş yerine çık… Hiçbirine şüphe getirmeyecek bir ciddilikle hepsine adlarını, adreslerini sor. Yaz… En güzellerine işaret koy, kâğıdı bana getir… Gereğine göre ağız kullan…”



“Merak etme paşam…”



İzzet Saim, halka erzak dağıtan bir “iaşe memuru’’ çalımıyla bir elde kâğıt, ötekinde kalem, kadınların ortasına çıkarak: “Hanımlar, davetimize gelmenizden dolayı beyefendi adına hepinize teşekkür ederim. Fakat affedersiniz, mesele biraz naziktir. Bize bir tek kâtip hanım lazım. Fakat beyefendimiz kimsenin gönlü kırılsın istemez. Haksızlığı sevmez. Hepinizin adınızı, adresinizi yazacağız… Hakka uygun usule göre kâtipliğe içinizden biriniz seçilecek… Bu seçimden sonra şartlarımızı bildirir ve şartlarınızı dinleriz.”



Kadınlar arasında hafif bir uğultu koptu. Kimileri ne olduğunu bilmedikleri bu hakka uygun usulü yerinde buluyorlar, kimileri dudak büküyorlardı.



İzzet Saim, ad yazımına en güzellerinin önünde durarak başlamakta iken serviyetli esmer kadın, uzun boyu ile bir kara servi gibi ortaya dikilerek: “Beyefendi, haklı bir iş görecekseniz benden başlamanız gerekir… Çünkü en önce ben geldim. Bütün bu hanımlara nispetle kıdem sahibiyim.”



Birkaç yadırgama gülüşmesi işitildi. Haksever Semih Atıf Bey’in kâtibi, bu uzun kadının önüne giderek işi bozmamak için: “Dalgınlığımı af buyurunuz. Hatırlatmanıza teşekkür ederim. Söyleyiniz isminiz, şöhretiniz, adresiniz?”



“Adım Hüsniye Abdülkadir. Biz Şeyh Muslihiddin sülale-i tahiresindeniz.

13

13


  Sülale-i tahire: Temiz sülale olan Hazreti Muhammed’in soyu. (e.n.)



 Rahmetli amcam Haremeyn payelülerindendir. Annem, kadın olduğu için, şeyhlik mirasçısı olmak iddiasında bulunanlar çoğaldı. Çarşafı başıma örttüm. Paya pay dört buçuk yıl Bab-ı Fetva ile evkaf arasında mekik dokudum. Şeyhülislam’ın huzuruna mı çıkmadım, rikaba arzuhâl mi vermedim… Medine-i Münevvere’ye vekil mi göndermedim… Avukatlığı işte bu sayede tahsil ettim. Nihayet tekke yandı… Boşu boşuna davaya kalkışanlar dağıldı. Ben yangın yerinin üzerine tahtalarından bir çatı kurdum. Çünkü kudretim bu kadara yetiyordu. Dervişlerimi topladım. Zikrullah’a devam ettirdim.”



İzzet Saim büyük bir sabırla dinlediği bu kurusıkı yersiz sözlerin arasını kesmek için:



“Semtiniz?”



“Şehremini, Bostan Sokağı 29 numara. Ablamın, eniştemin yanlarında oturuyorum. Onların da başlarına gelmedik kalmadı…”



“Yetişir Hanım…”



“Rica ederim. Söyleyeceklerimin en önemlilerini bitiremedim. Üç yıl

Accoucheur

14

14


  Accoucheur: Doğum doktoru. (e.n.)



 Şeref Bey’in yanında asistanlık ettim. (Serviyetini karıştırarak) İşte doktorun tasdiknamesi burada. Mükemmel ebeyim… Savaş yıllarında basında yazar, muhabir kalmadı. Bu hizmetleri iki gazetede takdirle ve hayrete değer bir fedakârlıkla ve eksiksizce yaptım… Başınızı ağrıttım affedersiniz. Şimdi mükemmel avukat, ebe, yazar, muhabir ve eşsiz bir ev kadınıyım. Hep bunları, üstün tutulmanın nedenleri olduğu için söylüyorum. Söylediğim gibi lütfen hepsini kaydediniz… İşte belgelerim burada…”



“Yetişir Hanım yetişir; göstermeniz gerekmez… Sözlerinizin doğruluğu belli… Vaktimiz dardır… Öbür hanımların da kimliklerini yazacağım. Sizin kadar heyecanlı açıklamalara girişmemelerini kendilerinden rica ederim.”



İzzet, görünüşte bir falso etmemek için gelen kadınların kimliklerini hep birer birer yazdıktan sonra yine beyefendinin yanına girdi.



Bey: “E?”



İzzet: “Bir yandan hâlâ kadın geliyor…”



“Gelenlerin içinde yürek yakacak tatlısı yok mu?”



İzzet, görünmez bir çiçek kokluyormuş gibi dudaklarını sımsıkı toplayıp göz kayıklığıyla soluğunu derin derin burnundan içeri çekerek: “Üç tane var vay anam babam! Benim iliklerimi kestiler. Bilmem size de aynı etkiyi yapabilirler mi?”



“Adları?”



“İşte burada. (Kâğıdı okuyarak) Mürvet, Nükhet, Vehbiye…”



“Eh ötekileri sav. Bu üçünü kerrat cetveline geçirelim…”



“Beyim, ötekileri savması kolay bir iş değil… Hele bir tane tohuma kaçmış acur var. Silsilesini bellediğim yedi ceddini, binbir hünerini anlatmak için yarım saat beni karşısında ayakta tuttu…”



“Haydi oğlum, haydi sen becerirsin…”



“Becermek için uğraşıyorum velinimet…”



“Haydi göreyim seni…”



“Müsaade buyrulursa bir şey soracağım…”



“Söyle…”



“Biz bu hanımların adreslerini aldık. Şimdi hepsini savsak da sonra istediklerimizi birer birer davet etsek olmaz mı?”



Beyefendi küçük bir düşünceden sonra: “Bu sözün pek azı için uygulanabilir. Şimdi bizim bir kafes pilicimiz var… Hazır kapana girmişleri niçin dağıtalım? Durumları, ahlakları şüpheli, her davete koşan sözüm ona bu genç kızların peşinden dolaştıkları kim bilir daha ne kadar iş vardır. Bugün bu saatte burada iseler yarın nerede bulunacakları, kimlerin kucaklarına düşecekleri belli değildir. Fırsat fırsattır. Kaçırmayalım. Sen şu üç güzeli birer birer içeri al. Gör. Seyret. Ulan çapkın, kullanacağım oyunu pek beğeneceksin…”



İzzet Saim, elindeki kâğıtla, kendi deyimince afi kesmek için giriş bölümüne çıktı. Uzun karı, serviyetini koltuğunun altına yerleştirerek hemen sallantılı bir eda ile davrandı. Fakat İzzet Saim, okşayan bakışlarını hiç o yana çevirmeyerek “Mürvet Abit Hanım, Aksaray…” nidasını salıverdi. Kadınların arasından kına rengi mantolu, siyah kıvırcık saçlı, barut rengine çalar bir bürüncükle kundaklı, benzi solgun fakat gözlerinin içi gülen melek gibi masum bakışlı pek genç bir kızcağız ayağa kalktı. Bütün gözler bu körpe çehreye dikildi.



İzzet: “Buyurun küçük hanım, içeriye…”



Kız yürüdü. Fısıltılar yükseldi. Uzun karı:



“Bu hanım benden çok sonra geldi. Kıdeme riayet olunmuyor… Her yerde keyfî muamele, eski haksızlık. Biz Türkler adam olur muyuz hiç?” homurtularıyla yerine oturdu.



Mürvet Hanım’ı odaya aldılar. Genç kız, sürüden ayrılmış bir kuzu gibi etrafını yadırgayarak şaşkın, sıkılgan, ürkek bakışlarla nerede duracağını, ne yapacağını bilmez duraksamalarla kızardı.



Semih Atıf, pek çabuk bir göz kıpıştırmasıyla avın pek iyi olduğunu İzzet’e anlattı ve sonra kâtip adayına bir koltuk gösterdi. Kızcağız dokunmaktan korkar gibi bu geniş şeyin ucuna seçilir bir titreyişle ilişti.



Yiyecek gibi bir iştahla kıza baktıkça Semih Bey’in neşesi artıyor ve kendi kendine içinden:

Olağanüstü, eşi bulunmaz bir güzel değil… Solukça zayıfça bir tip. Lakin çok genç, çok körpe, daha çocukluk çağından tamamıyla kadınlığa geçmemiş. Bu yaradılıştakiler erkeğe tutkulu olurlar. Aman sıkmayalım. Biraz gönlüne emniyet vererek çekingenliğini giderelim.



Yazıhane sahibi, gözlerini küçülte küçülte cigarasını çekerek: “Küçük Hanım ne biliyorsunuz?”



Mürvet’in solgun yüzünde bir pembelik dalgalandı. Flüt gibi ince ve ahenkli bir sesle: “Beyefendi, cüretimi affedersiniz. Çok şey bilmem. Fakat yalandan hoşlanmam. Bir talih denemesi diye geldim… (Biraz kekeleyerek) Çünkü öyle gerekiyordu… İlanda vazifenin ağır olmadığını yazmışsınız. Belki… Kim bilir? İktidarsızlığıma uyar bir iş bulabilirim dedim… Geldim…”



Kızcağız, uygunsuz bir cevap almak korkusuyla hemen ağlayacak gibiydi.



Semih Bey, sesinin perdesine avutucu bir tatlılık vererek: “Sıkılmayınız küçük hanım. Biz de derin bilgili bir kâtip aramıyoruz. İşimiz hafiftir. Biraz imla, okunacak kadar bir yazı… Dört işlem derecesini pek geçmeyen bir hesap…”



“Efendim, bu kadarına söz veririm. İmlam vardır. Düzgünce bir ifadem olduğunu söylemeye de cesaret edebilirim. Çünkü şimdi adını gizlemek zorunda olduğum rahmetli büyük babam, memleketimizin tanınmış ediplerindendi. Küçük yaşımdan beri hep onun özenli öğretmesiyle dilimi yazmayı öğrendim. Ben bir şehit kızıyım efendim… İki küçük kardeşim daha var… Annem cariyeniz…”



Mürvet sözünü bitiremedi. Kesildi. Küçük, sık, sarsıcı hıçkırıklarla nazik başı önüne düştü.



Bu samimi, bu masum üzüntü levhası karsısında Semih’in zihni bulandı. Hafifçe başı döner gibi oldu. İnsan, ağırlığını bile bile bir günah işlemeye hazırlandığı zaman, çirkince isteklerine yenilmesinden bir iğrenti duyar. Fakat vicdanını sarsan büyük isteği de silkinip üzerinden atamaz.

 



Yazıhane sahibi bu üzüntü sağanağının geçmesi için bekledi. Kızın sarsıntısı kesildi. Yüzünden ufacık buruşuk mendili çekti. Şimdi geçiveren bir fırtınadan sonra bulutların ortasından açılan parlak bir gök parçası durgunluğuyla kıvırcık, siyah kirpikleri arasından yalvaran sabit bakışlarla sanki, “Beni kurtarınız… Kurtarınız… Namus sınırları içinde, size bu çelimsiz gövdemden ummadığınız bir çabayla çalışırım…” demek istiyordu. Semih, kızın bakışlarındaki bu anlamı okuyarak düşündü. Bu dünyada olup gidecek ya da olmaya mahkûm kötülükler engellenebilir mi? Yetim iki küçük kardeşini, hasta anasını beslemek için tehlikeli geçim denizinden kısmetini avlamaya çıkan bu genç kız, herhâlde bir kayaya çarpacaktı. Onu kurtarsa kurtarsa iyiliksever bir koca kurtarabilirdi. Fakat bu koca nerede idi? Şimdiki evlenecekler önce başlarını sokacak bir bucak, sonra bütün bütün yardımlarına muhtaç olmadan kurulmuş bir sofra, yani masrafın yarısından aşağısına katılacak iç güveyilikleri arıyorlar. Büsbütün beleşten geçinecek evlenme arayanların sayısı, sınırı yok ya… Fakat bir ailenin bütün masraflarına birden omuz uzatacak kocayı, böyle babayiğitleri artık hiçbir yerde aramayınız… Takımıyla kocalarının sırtına binecek kızların gelecekleri karanlık… Böylelerine, sevgi ve benzeri nedenlerle, umulmaz istekliler çıksa da sonra geçinmesi güç… Hırgür, boşanma, oh, birtakım facialar…



İşte Mürvet, bu zavallılardandı. O çelimsiz vücuduyla, tecrübesiz genç kafasıyla ailesini besleyecek bir iş aramaya çıkmıştı… Acaba her başvurduğu yerde bu kızın masumluğuna acıyan, şehit babasının yurt topraklarına akıttığı sıcak kana saygı gösteren olacak mıydı? Oh ne boş bir soru… Bu kızcağızın körpelik kaymağına eninde sonunda hoyrat parmaklar banacağa benziyordu. Çünkü İstanbul kaldırımlarında bu duruma düşmüş kızlar hesapsızdı… Onun için böyle bir avı başkalarının kısmetine bırakmak bir ahmaklıktı. Ayağına gelen kısmeti tepmemek için böyle bir muhakeme yürüttü: Karnı aç olan hiçbir canavar, paralayacağı ava acımaz. Kendi nefsine etrafın hakkını ve canını kurban eden bir yaratık, insan suretinde yaratılmış olsa da bir canavardır.



Semih’le İzzet bir kapan kurmak için karşıdan göz göze anlaştılar. Bu sefer İzzet Saim rolünü yapmaya girişti. Bu iki genç erkeğin fıldır fıldır yanan gözlerinde, zavallı varlığı için melul melul şefkat arayan kızcağıza dönerek “Küçük Hanım, hiçbir imtihana lüzum yok. Siz seçildiniz. Buyurunuz içeriki odaya… Yaşlı memurumuzun yanında biraz dinleniniz. Bize iki kâtip daha lazım. Fakat böyle olduğunu dışarıdaki hanımlara söylemiyoruz. Çünkü gürültü kopuyor. Henüz sizi seçmemiş gibi davranarak giriş yerinde bulunan hanımlardan ikisini daha seçeceğiz…” dedi. Mürvet’in önüne düştü. Onu Mansur Efendi’nin odasına oturttuktan sonra beyin yanına dönerek “Oh bir tanesi kapana girdi. Öbür ikisini de böyle ustalıkla avlamalıyız…” dedi. Oda kapısından girişe bağırdı:



“Nükhet Feyyaz Hanım, Üsküdar…”



Sarışın, baygın gözlü, serbest davranışlı, hangi milletten olduğunu ayırt etmeye yarar hemen hemen üzerinde hiçbir şey taşımayan bir genç kız, göze çarpan bir sevinç gülümsemesiyle yürüdü.



Kadınlar arasında yine bir uğultu koptu. Serviyetli kadın, yürüyen bir direk gibi, yine ortaya dikilerek kırgınlığından kabalaşan bir sesle: “Yolsuzluk oluyor. Kıdem aranmıyor. Hak gözetilmeyen işlerden hayır gelmez…”



İzzet Saim, biraz sertçe cevap verdi:



“Haksızlık etmiyoruz. Adlar üzerine piyango çekiyoruz. Kime rastlarsa onu çağırıyoruz…”



Acur karı:



“Kıdem dururken piyangoya ne lüzum var efendim?”



“Biz saat tutmadık ya… Kimin erken geldiğini ne bilelim? Şimdi onun için de çıkacak gürültüyü dinlemeye vaktimiz yok…”



Nükhet Feyyaz Hanım içeri alınırken uzun karı arkasından bağırıyordu:



“Benim ilk geldiğime bir diyecek yok ya? İçerideki yaşlı efendi şahittir… Haksızlık oluyor hanımlar…”



İzzet Saim biraz daha öfkelenerek: “Hanım, sabahleyin buraya adımını atar atmaz, daha hiçbir emeğin geçmeden, ne çabuk hak davasına kalkışıyorsun? Burası bir idarehanedir… İstediğimiz gibi hareket etmekte serbestiz. İşine gelirse bekle, gelmezse buyurun işte kapı açık…”



İzzet, içeri alınan ikinci kâtip hanımın üzerine kapıyı kapadı…



Kadın biraz şaşaladı. Fakat kendini yenilmiş saymadı. Her çatışmada karşısındakinin zayıf tarafını seçmek ustalığına sahipti. Bunun üzerine derin bir içerleme gülümseyişiyle “Ben bu işte bir guguk görüyorum. Dikkat ediyor musunuz? En güzeller, en körpeler çağrılıyor. Bu tuhaflığın sonunu anlamak için gitmeyeceğim. Bekleyeceğim. Bana Şehreminili Hüsniye derler. ‘Polemik’ için yaratılmış bir kadınım… Bütün gazeteler makalelerimi kapışırlar… Ben bu tuhaflığı tadıyla tuzuyla bir yazayım da görsünler…” dedi.



Dedikodu kadınların gıdasıdır. Hepsi birbirine bakışarak kimi güldü, kimi dudak büktü, omuz kaldırdı. Fakat yavaş yavaş hepsinin bu olay üzerine ağızları açıldı. Türlü yorumlar, yargılar başladı.



Yüzü çilli, çipil, hizmetçi kıyafetli, kılıksızca otuzluk bir kadın, dudaklarını büzüp iki kaşını yukarıya kaldıra kaldıra bütün bakışları üzerine çektikten sonra:



“Dikkat ediyor musunuz? Giden gelmiyor. Bir kâtip hanım arıyoruz diye ilan ettiler. İki kızı içeri çektiler. Burası bir acayip yer. Kızları içeri çağırıp da nereye tıkıyorlar? Ne yapıyorlar? Ay ırzımdan, namusumdan korkarım doğrusu… Adımı okurlarsa yalnız gitmem. Kardeşler, birbirimize yardak olalım. Bakınız gidenlerin hiç sesi çıkmıyor…”



Bu tuhaf öğütlemeyi çoğunluk yerinde buldu, azınlık eleştiriyle karşıladı. Fakat gitgide yakası açılmadık sözler, türlü tuhaf, yaman rivayetler bir kaynaktan kaynar gibi etrafa fışkırıyordu.



Nükhet Feyyaz Hanım’ın içeri alınması üzerinden hemen yarım saate ya