Karanlık Yüz

Tekst
Z serii: Kurt Wallander #1
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Hastane, diye geçti yıldırım hızıyla aklından.

Maria Lövgren’in öldüğünü bildirmek için arıyorlar. Acaba ölmeden önce kendine geldi mi? Bir şeyler söyledi mi?

Çalan telefona baktı.

Kahretsin, diye düşündü. Kahretsin.

Duyacağı bu olmasın.

Ama ahizeyi alırken telefondakinin kızı olduğunu anladı. Öyle şaşırdı ki neredeyse telefonu masadan düşürecekti.

Kızı, “Baba,” derken, Wallander telefon kulübesinde düşen bozuk paranın sesini duydu.

“Selam,” diye yanıtladı. “Nereden arıyorsun?”

Lima’da olmasın bari. Ya da Katmandu. Ya da Kinşasa’da.

“Ystad’dayım.”

Buna sevindi. Demek kızını görebilecekti.

“Aslında seni görmek istemiştim,” dedi kızı. “Ama fikrimi değiştirdim. Şu an gardayım. Yine yola çıkıyorum. Seni gerçekten görmek istediğimi bilmiş olmanı istedim.”

Sonra hat kesildi. Wallander elinde telefon öylece kalakaldı.

Sanki bir şeyler sönüvermiş, hâlâ elinde tuttuğu bir şeyler parçalanıvermişti.

Canı çıkmayasıca, diye düşündü. Neden böyle bir şey yapıyor?

Kızının adı Linda’ydı, on dokuz yaşındaydı. On beş yaşına kadar araları iyiydi. Sormaya çekindiği güç bir durumda ya da istediği bir şey olduğunda annesine değil de hep kendisine gelmişti. Onun tombul bir çocuktan iddialı bir çekiciliğe sahip genç bir kadına dönüşmesine şahit olmuştu. On beş yaşına basmadan önce içindeki, onu aldatıcı ve gizemli bir dünyaya yönelten şeytanları hiç belli etmemişti.

On beşinci yaş gününden kısa süre sonra bir ilkbahar günü birdenbire, önceden en küçük bir uyarı sezdirmeden canına kıymaya kalkışmıştı. Bu bir cumartesi günü öğleden sonra yaşanmıştı. Kurt Wallander bahçe sandalyelerinden birini onarıyor, karısı da pencereleri siliyordu. İçinde ansızın uyanan bir huzursuzluk, onu elindeki çekici bir yana bırakıp eve girmeye zorlamıştı. Kızı odasında yatağında yatıyordu, bir jiletle bileklerini ve boğazını kesmeye çalışmıştı. Daha sonra, her şey atlatıldıktan sonra, doktor ona, eğer yetişmeseydi ve tampon bastırmayı akıl etmeseydi kızının ölmüş olacağını söylemişti.

Bu şoku hiçbir zaman tam olarak atlatamamıştı. Linda’yla arasındaki bağ ise o günden sonra bozulmuştu. Kızı ondan uzaklaşmıştı. Kendisi de neyin kızını bu intihar girişimine sürüklediğini hiçbir zaman anlayamamıştı. Linda okulu bırakmış, geçici işlerde çalışmaya başlamıştı ve ara sıra uzun süre ortadan kaybolduğu oluyordu. İki kez karısının ısrarı üzerine kızının kayıp olduğunu ihbar etmiş, onu aratmıştı. Bu aramalara katılmasının onu ne kadar üzdüğüne iş arkadaşları bizzat tanık olmuşlardı. Ama günün birinde Linda geri dönmüş, o da ceplerini gizlice karıştırarak pasaportunun sayfalarındaki yolculukları incelemişti.

Lanet olsun, diye düşündü. Neden burada kalmazsın ki? Neden aklından bambaşka düşünceler geçer?

Telefon bir kez daha çaldı. Ahizeyi kaptığı gibi kulağına götürdü.

“Alo, ben baban,” dedi beklemeksizin.

“Bu da ne demek oluyor?” diye karşılık verdi babası. “Neden kendini baba diye tanıtıyorsun telefonda? Polis değil miydin sen?”

“Şimdi seninle konuşacak vaktim yok. Seni daha sonra arasam?”

“Hayır olmaz. Nedir bu kadar önemli olan?”

“Bu sabah kötü bir şey oldu. Seni ararım.”

“Ne oldu?”

Babası onu hemen her gün arıyordu. Bazı günler santrale babası aradığında bağlamamalarını tembihlemişti. Ancak bu taktiği boşa çıkmıştı çünkü babası kendisini farklı isimlerle tanıtmaya, ayrıca santral memurları tanımasın diye sesini değiştirerek konuşmaya başlamıştı.

Kurt Wallander onu başından savabilecek tek çıkar yol görüyordu.

“Bu akşam sana uğrarım,” dedi. “O zaman konuşuruz.” Babası buna isteksizce razı oldu.

“Yedide gel. O saatte seninle ilgilenebilecek vaktim var.”

“Güzel, öyleyse yedide görüşmek üzere. Hoşça kal.” Ahizeyi yerine koydu ve telefonu her türlü aramaya kapattı.

Arabasını alıp tren garına gitmeyi, orada kızını aramayı geçirdi aklından. Onunla konuşmayı, böyle esrarengiz biçimde kaybedilen o güzel bağı yeniden yaşama döndürmeyi düşündü. Ama bunu yapmaması gerektiğini biliyordu. Kızının kendisinden sonsuza dek uzaklaşmasını göze alamazdı.

Kapı açıldı ve Näslund kafasını içeri uzattı.

“Selam,” dedi. “Onu içeriye getireyim mi?”

“Kimi içeriye getireceksin?”

Näslund saatine baktı.

“Saat dokuz,” dedi. “Dün bu saatte Klas Månson’u sorgu için istemiştin.”

“Hangi Klas Månson?”

“Şu doğu çevre yolundaki dükkânı soyan adam. Unuttun mu yoksa?”

Şimdi hatırlıyordu. Ayrıca Näslund’un yaşanan cinayetten haberdar olmadığını da anladı.

“Månson’u sen devral. Gece bir cinayet işlendi, Lenarp’ta. Hatta belki de çifte cinayet. Yaşlı bir çift. Månson’u tek başına halletmen gerekiyor. Ama onu da ertelesen iyi olur. Şu an en önemli şey Lenarp cinayeti.”

“Månson’un avukatı geldi bile,” diye karşılık verdi Näslund. “Onu yine evine gönderecek olursam çok öfkelenecek.”

“Ön sorgu gibi bir şey yap,” diye yanıtladı Wallander. “Avukat mızmızlanacak olsa da yapabileceğim bir şey yok. Benim orada saat onda toplanalım. Herkes gelsin.”

Birden canlanmıştı. Şimdi yine polis olmuştu. İşte şimdi katilin peşine düşebilirlerdi.

Masasındaki evrak yığınını bir yana kaldırdı, doldurmaya fırsat bulamayacağı bir bahis kuponunu yırtıp attı, kantine giderek kendine bir kahve doldurdu.

Saat onda herkes odasında toplanmıştı. Pencerenin yanındaki sandalyede oturan Rydberg cinayet mahallinden gelmişti. Odada toplam yedi polis vardı. Wallander hastaneyi arayıp yaşlı kadının kritik durumunun değişmediğini öğrendi.

Sonra olanları ayrıntılarıyla anlattı.

“Orada olanlar hayal ettiğinizden de kötü,” dedi. “Sen ne dersin Rydberg?”

“Doğru,” diye yanıtladı Rydberg. “Tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi. Hatta kan kokusu bile var. Böylesini hiç görmemiştim.”

“Katilleri yakalamak zorundayız,” sözleriyle bitirdi konuşmasını Kurt Wallander. “Böyle gözü dönmüş canilerin ortalıkta dolaşmalarına göz yumamayız!”

Oda sessizliğe gömüldü. Rydberg sandalyenin kolunu parmaklarıyla tıkırdatıyordu. Dışarda koridorda bir kadının kahkahası duyuluyordu.

Kurt Wallander etrafına göz gezdirdi. Bunların hepsi onun birlikte çalıştığı kişilerdi. Hiçbiriyle sıkı bir arkadaşlığı yoktu. Ama birbirlerine bağlıydılar.

“Şimdi,” dedi, “ne yapmalıyız? Artık işe koyulmamız gerekiyor.”

Saat on bire yirmi vardı.

3

Öğleden sonra saat dörde çeyrek kala Kurt Wallander acıktığını fark etti. Öğlen yemek yemeye fırsat bulamamıştı. Sabahki soruşturma toplantısından sonra Lenarp katillerinin soruşturmasıyla meşguldü. Nedense katilin bir kişi değil de birden fazla olduğunu düşünüyordu. Ona göre, bir kişinin tek başına bu kanlı katliamı gerçekleştirmiş olması imkânsızdı.

Masasındaki koltuğuna geçip basın metnini düzenlemeye başladığında hava çoktan kararmıştı. Masanın üzerinde santral memurlarından birinin getirdiği, telefon edenlerin adlarının yazılı olduğu bir dizi not kâğıdı duruyordu. Notların arasında kızının adını boşuna aradıktan sonra hepsini bir yığın halinde toparlayıp gelen posta bölmesine koydu. Yerel televizyonun karşısına çıkıp polisin henüz katil ya da katillerle ilgili herhangi bir ipucu bulamadığını söylemek zorunda kalmanın doğuracağı sıkıntıdan kurtulmak için Rydberg’e âdeta yalvararak bu işi üstlenmesini istedi. Buna rağmen basın metnini kendisi hazırlayacaktı. Acaba ne yazmalıydı? Gün boyu çalışmış ama sonuçta bir yığın soru işaretinden başka bir şey ortaya çıkmamıştı.

Bekleyişle geçen bir gündü. Boynundaki ipten son anda kurtulan yaşlı kadın yoğun bakımda yatıyor, burada ölüm kalım savaşı veriyordu.

Kadının o korkunç gecede, ıssız çiftlikte neler gördüğünü öğrenmeyi başarabilecekler miydi? Yoksa bunları anlatmaya fırsat bulamadan ölüp gidecek miydi kadın?

Kurt Wallander pencereden dışarıya, karanlığa baktı.

Basın metni yerine o gün neler yapıldığına ve hangi izlerin peşinde koştuklarına dair bir özet yazmaya başladı.

Hiçbir şey, diye düşündü yazısını bitirdiğinde. Yaşlı iki insan, sakladıkları paraları da yok, vahşice saldırıya uğramış ve işkence görmüşler. Komşular hiçbir şey duymamış. Ancak katiller ortadan kaybolduktan sonra yaşlı kadının yardım çağrısını duymuşlar ve pencerelerden birinin kırılmış olduğunu fark etmişler. Hepsi bu.

Yerleşim merkezlerinden uzak çiftliklerde yaşayan yaşlı insanlar eskiden beri hırsızların hedefiydi. Bu tür olaylarda saldırganların yaşlıları bağladığı, dövdüğü, hatta öldürdüğü görülürdü.

Ancak bu kez başka bir şey var, diye düşündü Kurt Wallander. Boğaza geçirilmiş olan ip bu olayın endişe verici boyuttaki vahşetine ve nefretine, hatta belki de bir öç alma olayı olduğuna işaret ediyor.

Bu saldırıda alışılmadık bir şeyler vardı.

Şu an yapılabilecek tek şey beklemekti. Bütün gün polisler Lenarp sakinleriyle konuşmuştu. Belki bir şeyler gören birileri vardı? Çoğu kez saldırganlar eyleme geçmeden önce çevredeki yaşlı insanları araştırırlardı. Ayrıca belki Rydberg de her şeye rağmen olay yerinde birkaç ipucu bulmuş olabilirdi.

Kurt Wallander saate baktı. Hastaneyi en son ne zaman aramıştı? Kırk beş dakika önce mi? Bir saat mi?

Basın metnini tamamlayana kadar beklemeye karar verdi.

Kasetçaların kulaklıklarını takıp Jussi Björling’in bir kasetini koydu. Otuzlu yılların kaydından gelen tiz ses, “Rigoletto” müziğinin güzelliğini bastıramıyordu.

Basın metni sekiz satırdı. Kurt Wallander bir sekreter bulup metni bilgisayarda yazdıktan sonra çoğaltmasını rica etti. Bu arada Lenarp çevresinde yaşayan herkese postalanacak anketi okudu. Bu vahşi cinayetle bağlantılı olabilecek olağan dışı bir şeyler görülmüş müydü? Bu anket işine pek olumlu bakmıyordu, olsa olsa fazladan uğraştırmış olacaktı. Telefonların durmadan çalacağına ve iki polisin bütün gün bu olay hakkında önemsiz açıklamalar getirmeye çalışacak insanları dinlemek zorunda kalacaklarını biliyordu.

 

Yine de bu uygulama gerekli, diye düşündü. Böylece en azından kimsenin bir şey görmediğinden emin olacağız.

Odasına döndü, bir kez daha hastaneyi aradı. Ancak durumda değişiklik yoktu, yaşlı kadın hâlâ yaşam savaşı veriyordu.

Telefonu henüz kapatmıştı ki odaya Näslund girdi.

“Haklıydım,” dedi Näslund.

“Haklı mı?”

“Månson’un avukatı öfkeden kudurdu.”

Kurt Wallander umursamaz tavrını omuz silkerek gösterdi.

“Bu gerçekle yaşamak zorundayız.”

Näslund kafasını kaşıdı, bir ilerleme olup olmadığını sordu.

“Henüz elimizde bir şey yok. Ama her zamanki işleri tamamladık. Şimdilik bu kadar.”

“Adli tıbbın ön raporunun geldiğini gördüm.”

Kurt Wallander kaşlarını kaldırdı.

“Benim neden haberim yok?”

“Rapor Hansson’da.”

“Orada işi ne?”

Kurt Wallander kalkıp koridora çıktı. Hep aynı, diye düşündü. Evraklar hiçbir zaman ait oldukları yere ulaşmaz. Polis işlerinin büyük kısmı gün geçtikçe bilgisayarlarda yapılıyor olsa da önemli evraklar eskisi gibi yanlış adreslere gidiyor.

Kurt Wallander kapıyı vurup içeri girdiğinde, Hansson telefon görüşmesi yapıyordu. Hansson’un önündeki masanın beceriksizce gizlenmeye çalışılmış kupon ve yarış bültenleriyle kaplı olduğunu gördü. Emniyetteyken Hansson’un vaktinin çoğunda çeşitli antrenörleri arayıp tüyo almaya çalıştığı herkesçe bilinirdi. Akşamları ise güya kendisine büyük ödülü garantileyecek en delice bahis sistemlerini bulmakla geçirirdi. Ortalıklarda dolaşan bir söylentiye göre Hansson bir zamanlar büyük tutturmuştu. Ancak kimse bu konuda daha fazla şey bilmiyordu. Zaten Hansson da öyle bol keseden yaşamıyordu.

Kurt Wallander içeri girince Hansson ahizeyi kapattı.

“Adli tıp raporu,” dedi Kurt Wallander. “Sende mi?” Hansson, Jägersro yarış bültenini kenara itti.

“Ben de şimdi raporu sana getirecektim.”

“Yedinci koşuda banko dört numara gelir,” dedi Kurt Wallander ve evrak dosyasını masadan aldı.

“Ne demek istedin?”

“Diyorum ki banko gelir.” Kurt Wallander, Hansson’u ağzı açık bakakalmış bir halde orada bırakarak çıktı. Koridordaki saatten basın toplantısına daha yarım saatinin olduğunu gördü. Odasına gitti, raporu iyice inceledi. Cinayetin vahşetini o sabah Lenarp’ta gördüğünden daha iyi anlamıştı, mümkün olduğunca tabii.

Cesedin ilk yüzeysel incelemesinde doktor gerçek ölüm nedenini teşhis edememişti.

Fazlasıyla olasılık vardı.

Tırtıklı ya da keskin bir nesneyle vücut sekiz yerinden kesilmiş ya da bıçaklanmıştı. Rapor bunun bir testere olabileceğini söylüyordu. Bundan başka, uyluk kemiği darbeyle kırılmıştı, sol kolun pazu kemiği ve bilek kemiği de. Vücutta yanık izleri bulunmuş, hayalar şişmiş ve alın kemiği içeri göçmüştü. Asıl ölüm nedeni henüz kesin olarak teşhis edilememişti.

Doktor resmî raporun yanı sıra bir de kenara not düşmüştü.

“Çılgınca bir iş,” diye yazıyordu. “Bu adama öyle bir vahşet uygulanmış ki onu dört beş kez öldürmeye yeter.”

Kurt Wallander raporu bir kenara bıraktı. Gitgide kendini daha kötü hissediyordu. Bu olayda ters giden bir şeyler vardı.

Yaşlı insanları hedef alan hırsızlar böylesine nefret dolu olmazlardı. Düşündükleri şey sadece para olurdu.

O halde bu anlamsız vahşet de neydi?

Bu soruya kendi başına yeterli bir yanıt bulamadığını kabullendiğinde, yazmış olduğu notları tekrar okudu. Unuttuğu bir şey var mıydı? Sonradan önemli olduğu anlaşılacak herhangi bir ayrıntıyı gözden kaçırmış olabilir miydi? Polislik çoğunlukla birbiriyle bağlantılı faktörlerin titizlik ve sabırla aranması olsa da gördüklerinden öğrendiği şey, olay yerinin ilk izleniminin önemli olduğuydu. Özellikle de polis, suç işlendikten sonra olay yerine ilk gelenler arasındaysa.

Yazmış olduğu notlarda onu düşündüren bir şey vardı. Bir ayrıntıyı mı atlamıştı?

Uzun süre oturup düşündü, ancak bunun ne olduğunu bulamadı.

Sekreter bilgisayara geçirildikten sonra kopyalanarak çoğaltılmış basın metnini getirdi. Basın toplantısına giderken tuvalete uğradı, aynada kendisini inceledi. Berbere gitmesi gerekiyordu. Kahverengi saçları kulaklarını örtmeye başlamıştı. Ayrıca kilo da vermeliydi. Karısı onu terk ettiğinden beri yedi kilo almıştı. Dayanılmaz yalnızlığı içinde pizza, yağlı hamburger ve börek gibi hazır yemeklerden başka şey yememişti.

“Seni yağ torbası,” dedi yüksek sesle kendine. “Yaşlı ve çirkin bir adam olmanın zamanı mı şimdi?” O andan itibaren yeme alışkanlıklarını değiştirmeye karar verdi. Hatta gerekirse kilo verebilmek için sigaraya tekrar başlamayı da düşündü.

Her iki polisten birinin boşanmış olmasının nedenini merak ediyordu. Neden karıları onları terk etmişti? Bir zamanlar okuduğu polisiye romanda da durumun aynı şekilde yazıldığını üzülerek fark etmişti.

Polisler boşanmış kişilerdi. İşte o kadar…

Basın toplantısının yapılacağı oda çoktan dolmuştu. Gazetecilerin çoğunu tanıyordu. Ama aralarında tanımadığı yüzler de vardı. Sivilceli suratlı genç bir kız, ses kayıt cihazını çalıştırırken cilveli bakışlarla kendisini süzüyordu.

Kurt Wallander, pek fazla bilgi içermeyen basın metnini dağıttı ve odanın bir köşesine kurulu küçük bir kürsüye geçti. Aslında Ystad Emniyet Müdürü’nün de toplantıya katılması gerekirdi ama izne çıkmıştı. İspanya’da kış tatili yapıyordu. Rydberg televizyoncularla görüşmesi biter bitmez geleceğine dair söz vermişti. Bu durumda Kurt Wallander yalnız sayılırdı.

“Basın metnini aldınız,” diye söze başladı. “Aslında bu metindekilerden başka şu an için söyleyebileceğim bir şey de yok.”

“Soru sorabilir miyiz?” dedi, Kurt Wallander’in Arbetets gazetesinin yerel muhabiri olduğunu hatırladığı bir gazeteci.

Kurt Wallander, “Burada olmamın nedeni de bu,” diye yanıtladı.

“Dürüst olmak gerekirse, bu metni oldukça yetersiz buldum,” diye açıkladı gazeteci. “Biraz daha bilgi sunmanız gerekirdi.”

“Katillerin izini henüz bulamadık,” diyerek karşılık verdi Kurt Wallander.

“Yani birden fazla kişi mi söz konusu?”

“Büyük olasılıkla.”

“Bunu nasıl anladınız?”

“Öyle sanıyoruz. Ancak bundan henüz emin değiliz.” Gazetecinin yüzü asıldı, Kurt Wallander, tanıdığı bir başka gazeteciye başıyla işaret ederek söz hakkı verdi.

“Adam nasıl öldürülmüş?”

“Güç kullanılarak.”

“Bu pek çok anlama gelebilir.”

“Nasıl olduğunu bilmiyoruz. Adli tıp işlemleri henüz bitmedi. Birkaç gün sürebilir.”

Gazetecinin sormak istediği başka sorular da vardı, ancak ses kayıt cihazı tutan sivilceli kız sözünü kesti. Kurt Wallander kızın üzerindeki armadan onun bölge radyosundan gelmiş olduğunu anladı.

“Hırsızlar evden ne çalmışlar?”

“Bunu bilmiyoruz,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Hatta bunun bir hırsızlık olup olmadığını dahi bilmiyoruz.”

“O halde başka ne olabilir?”

“Net bir şey söyleyebilmek için henüz çok erken.”

“Bunun bir hırsızlık olmadığını gösteren herhangi bir ipucu var mı?”

“Hayır.”

Wallander bu dar odada terlemeye başladığını hissetti. Bir zamanlar genç bir polisken basın toplantılarını yönetmeyi ne kadar da çok düşlediğini hatırladı. Ama düşlerindeki görüntü, hiç de böyle sıkıntılı ve terletici değildi.

“Bir soru sormuştum,” dediğini duydu odanın öte ucundaki gazetecinin.

“Sorunuzu anlayamadım,” dedi Kurt Wallander.

“Polis bunun önemli bir cinayet olduğu görüşünde mi?” diye sordu gazeteci. Bu soru Wallander’i şaşırtmıştı.

“Tabii ki, bu cinayetin çözülmesi bizim için önemli. En kısa sürede olayın çözüme kavuşmasını istiyoruz. Sorunuzu hâlâ anlamış değilim.”

Henüz çok genç olan ve kalın camlı gözlük takan gazeteci kalabalığın arasından öne ilerledi. Kurt Wallander onu daha önce hiç görmemişti.

“Demek istediğim şu: Günümüz İsveç’inde yaşlı insanlar kimsenin umurunda değil.”

“Bizim umurumuzda,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Katilleri yakalamak için tüm gücümüzü kullanacağız. Skåne bölgesinde de yerleşim merkezinden uzakta yaşayan pek çok yaşlı insan var. En azından elimizdeki tüm olanakları kullanacağımızdan emin olabilirsiniz.” Ayağa kalktı. “Elimize yeni bir bilgi geçtiğinde size bildireceğiz. Geldiğiniz için teşekkürler.”

Odadan ayrılmak üzereyken bölge radyosundan gelen kız yolunu kesti.

“Ekleyeceğim hiçbir şey yok,” dedi Kurt Wallander.

“Kızınız Linda’yı tanıyorum,” diye atıldı kız. Kurt Wallander durdu.

“Tanıyor musun?” diye sordu. “Nereden?”

“Birkaç kez karşılaşmıştık.”

Kurt Wallander kızı bir yerlerden tanıyıp tanımadığını hatırlamaya çalıştı. Belki de kızıyla sınıf arkadaşıydılar?

Kız düşüncelerini okumuşçasına hayır anlamında kafasını salladı.

“Sizinle daha önce hiç karşılaşmadık,” dedi. “Beni tanımıyorsunuz. Biz Linda’yla tesadüfen Malmö’de tanışmıştık.”

“Demek öyle,” dedi Kurt Wallander. “Memnun oldum.”

“Bence o harika biri. Şimdi acaba birkaç soru sorabilir miyim?”

Kurt Wallander kızın uzattığı mikrofona biraz önce söylemiş olduklarını tekrarladı. Ona kalsa Linda hakkında konuşurdu ama buna cesaret edemiyordu.

“Ona selam söyleyin,” dedi kız ses kayıt cihazını toparlarken. “Cathrin’den, Cattis de diyebilirsin.”

“Söylerim,” dedi Kurt Wallander. “Söz.”

Odasına döndüğünde midesinde bir gerilme hissetti. Bu açlıktan mı, yoksa huzursuzluktan mı?

Aklımı başıma toplamalıyım, diye düşündü. Karımın beni terk etmiş olmasını kabullenmeliyim. Linda’nın kendi isteğiyle benimle bağlantı kurmasını beklemeyi kabullenmeliyim. Yaşamımın, işte şu anda nasılsa öyle olduğunu kabullenmeliyim…

Saat altıya doğru polis memurları yine bir toplantı için bir araya geldiler. Hastaneden yeni bir haber çıkmamıştı. Kurt Wallander çabucak gece için bir nöbet programı hazırladı.

“Bu gerçekten gerekli mi?” diye sordu Hansson. “Bir ses kayıt cihazı koy gitsin. Cihazı, yaşlı kadın kendine geldiği an herhangi bir hemşire çalıştırabilir.”

“Bu gerekli,” diye karşılık verdi Kurt Wallander. “Gece yarısından sabah altıya kadar nöbeti ben alabilirim. O zamana dek nöbet tutmaya gönüllü var mı?”

Rydberg başıyla onayladı.

“Başka yerde oturabildiğim kadar hastanede de bekleyebilirim,” diye açıkladı.

Kurt Wallander çevresindekileri süzdü. Tavandaki neon ışığı altında hepsi kireç gibi bembeyaz görünüyordu.

“Biraz ilerleme kaydedebildik mi?” diye sordu.

“Lenarp’taki işler tamamlandı,” dedi civar evlerde oturanların sorgulamasını yürütmüş olan Peters. “Kimse bir şey görmemiş. Ama insanların olayı düşünüp hatırlamaları genelde birkaç günlerini alır. Bunun yanı sıra oradakiler korku içindeler. Bu neredeyse inanılmaz bir durum. Hemen hemen hepsi yaşlı. Bir de Polonya’dan buraya büyük olasılıkla yasa dışı sığınmış, korkmuş genç bir aile vardı. Ama onlarla uğraşmadım. Yarın devam edeceğiz.”

Kurt Wallander başıyla onaylayıp Rydberg’e döndü.

“Bir sürü parmak izi var,” dedi Rydberg. “Belki işimize biraz olsun yarar. Fakat esas ilgimi çeken şey düğümdü.”

Kurt Wallander ona soran gözlerle baktı.

“Düğüm mü?”

“Kadının boğazındaki ipe atılmış düğümü diyorum.”

“Ne olmuş?”

“Bu öyle sıradan bir düğüm değil. Böylesini daha önce hiç görmemiştim.”

“Sanki daha önce böyle bir ilmik gördün de?” diye atıldı, kapıda gitmek üzere sabırsızca bekleyen Hansson.

“Evet,” diye yanıtladı Rydberg. “Evet, gördüm. Neyse, bakalım bu düğümden ne çıkacak, göreceğiz.”

Kurt Wallander, Rydberg’in o anda konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğini biliyordu. Ancak düğüm onu ilgilendirmişse bir anlam taşıdığı da kesindi.

“Sabah erkenden komşulara tekrar gideceğim,” dedi Kurt Wallander. “Lövgren’in çocuklarına haber verildi mi?”

“Bunu Martinson yapacaktı,” diye yanıtladı Hansson.

“Martinson hastanede değil miydi?” diye atıldı Kurt Wallander hayretle.

“Onun nöbetini Svedberg devraldı.”

“Kahretsin, peki nerede şimdi?”

Martinson’un nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Kurt Wallander santrali aradığında Martinson’un bir saat erken çıkmış olduğunu öğrendi.

“Onu evden ara,” dedi Kurt Wallander. Sonra saatine baktı. “Sabah onda toplanıyoruz. Bugünlük bu kadar.”

Santral Martinson’un telefonunu bağladığında odasında yalnızdı.

“Üzgünüm,” dedi Martinson. “Toplantıyı tamamen unutmuşum.”

“Çocuklar ne oldu?”

“Hiç sorma, Rickard suçiçeği mi çıkarıyor nedir.”

“Lövgren’in çocuklarını kastediyorum. İki kızını.”

Martinson’un sesi yanıt verirken şaşırmış gibiydi.

“Haberimi almadın mı?”

“Yok, almadım.”

“Haberi merkezdeki kızlardan birine vermiştim.”

“Bakarım. Ama sen anlat hele.”

“Kızlardan biri, elli yaşında, Kanada’da yaşıyor. Winnipeg’de, her neredeyse işte. Onu telefonla aradığımda oralarda gece yarısı olduğunu tamamen unutmuşum. Önce ne dediğimi bir türlü anlamadı. Ancak kocası telefona gelince neler olduğunu anladılar. Bu arada kocası polis. Basbayağı Kanadalı, atlı polislerden. Yarın onları tekrar aramamız gerekiyor. Ama kızın uçağa atlayıp eve geleceği kesin. Diğer kızı bulmaksa zor oldu, hem de İsveç’te yaşamasına rağmen. Kırk yedi yaşında, Göteborg’daki Rubinen’de büfe sorumlusu. Öyle görünüyor ki şimdi Norveç, Skien’de bir hentbol takımının antrenörlüğünü yapıyor. Ama ona durumu bildireceklerine söz verdiler. Ayrıca Lövgren’lerin diğer akrabalarının bir listesini de verdim santrale. Epey akrabaları var. Çoğu Skåne’de yaşıyor. Belki yarın gazeteyi okuduktan sonra daha çok kişi arar.”

 

“Bunlar iyi haberler,” dedi Kurt Wallander. “Nöbetimi yarın sabah altıda hastaneden devralabilir misin? Tabii kadın o saate kadar ölmezse.”

“Alırım. Ama bu nöbeti senin tutman şart mı? Bunun iyi bir fikir olduğundan emin misin?”

“Neden olmasın?”

“Soruşturmayı yürütecek olan sensin. Sen de biraz dinlensen iyi olur.”

“Bir gece dayanabilirim,” dedi Kurt Wallander ve konuşmasını bitirdi.

Kıpırdamadan yerinde oturmuş önüne bakıyordu.

Bunu başarabilecek miyiz, diye düşündü.

Yoksa bizimle aralarını çoktan açtılar mı?

Paltosunu giydi, masa lambasını kapatarak odadan çıktı. Giriş salonuna giden koridor bomboştu. Santral memurunun gazete okuduğu camlı bölmeye kafasını uzattı. Okuduğu sayfanın yarış programı olduğunu gördü. Acaba buradaki herkes son zamanlarda at yarışlarına mı merak sarmış, diye düşündü.

“Martinson buraya benim için birkaç evrak bırakmış olmalı,” dedi.

Santral memurunun adı Ebba’ydı ve otuz yılı aşkın süredir emniyette çalışıyordu. Başını dostça sallayıp masanın üzerini işaret etti.

“Gençlere iş bulma kurumundan yeni bir kızımız var burada. Çok tatlı ve sevimli fakat son derece deneyimsiz. Acaba sana evrakı vermeyi unuttu mu?”

Wallander başıyla onayladı.

“Ben çıkıyorum,” dedi. “Birkaç saate kadar evde olurum. Bir şey olursa beni babamdan bulursun.”

“Hastanedeki zavallı kadıncağızı düşünüyorsun, değil mi?”

Kurt Wallander evet anlamında başını salladı.

“Korkunç bir olay.”

“Evet,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Bazen kendime soruyorum, bu ülkede şu sıralar neler oluyor böyle, diye.”

Emniyetin cam kapısından çıkarken onu rüzgâr karşıladı. Soğuk ve iliklerine işleyen rüzgâra karşı Wallander park yerine giderken büzüldü. Biz şu Lenarp’a gelenleri yakalamadan kar yağmaz umarım, diye düşündü.

Arabaya bindi ve uzun bir süre torpido gözünde sakladığı kasetleri karıştırdı. Doğru düzgün karar veremeden Verdi’nin “Requiem”ini teybe koydu. Arabaya pahalı amfiler taktırmıştı, amfilerden çıkan kuvvetli ses kulaklarını çınlatıyordu. Direksiyonu sağa kırıp Dragon Caddesi’nden aşağıya, doğu çevre yolu yönünde ilerlemeye başladı. Yolda yapraklar uçuşuyor ve bir bisikletli rüzgârla mücadele ediyordu. Arabanın saati altıyı gösteriyordu. Yine acıkmış olduğunu hissederek OK kafeteryasında durdu. Beslenme alışkanlıklarımı yarından itibaren değiştiririm, diye düşündü. Babama bir dakika dahi gecikirsem, her zamanki gibi onu unuttuğum vaazını dinlemek zorunda kalırım.

Patates kızartması ve bir hamburger yedi.

Öyle hızlı yedi ki bağırsakları bozuldu.

Tuvalette iç çamaşırını değiştirme zamanının da geldiğini düşündü.

Birden ne kadar yorgun olduğunu hissetti.

Ancak kapı çalındığında kalktı.

Depoyu doldurdu, Sandskogen üzerinden doğuya ilerledi ve Kåseberga’ya saptı. Babası, deniz ve yeşillikler içindeki Löderup’ta oturuyordu.

Evin önündeki çakıllı avluya saptığında saat yediye dört vardı.

Çakıl kaplı yol, babasıyla arasındaki en son ve en uzun tartışmanın nedeni olmuştu. Avlu eskiden parke taşlarıyla kaplıydı. Günün birinde babası birden avluyu çakılla kaplamaya karar vermişti. Kurt Wallander buna karşı çıkınca babası çılgına dönmüştü.

“İtiraz istemez!” diye gürlemişti.

“Bu güzelim parke taşlarını neden bozmak istiyorsun?” diye soracak olmuştu Kurt Wallander.

Bunun üzerine sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi.

Şimdi avlu tekerleklerin altında gıcırdayan gri çakıllarla kaplıydı.

Yan binanın ışıklarının yandığını gördü.

Sıradaki babam olabilir, diye geçti birden aklından. Belki de bu katillerin bir sonraki hedefi babamdır.

Kimse imdat çığlıklarını duyamazdı işte o zaman. Bu rüzgârda ve en yakın ev beş yüz metre uzaktayken mümkün değildi, üstelik o evin sahibi de yine yaşlı bir adamdı.

Arabadan inip gerinmeden önce “Dies Irae”yi son bulana dek dinledi.

Babasının atölyesinin bulunduğu yan binaya girdi. Babası burada her zamanki gibi resimlerini yapıyordu.

Bu, Kurt Wallander’in ilk çocukluk anılarından biriydi. Babasının nasıl terebentin ve boya koktuğunu hatırlıyordu. Hep aynı lacivert tulumu ve kesilmiş lastik çizmeleriyle boyaya bulanmış şövalesinin önünde duruşunu da. Kurt Wallander, babasının yıllar boyu hep aynı tablo üzerinde çalışmadığını ancak beş altı yaşına gelince anlamıştı.

Hiç değişmeyen şey resmettiği manzaraydı.

Babası melankolik güz manzarasını resmederdi, ön planda ayna gibi düz bir göl, çıplak dallarıyla bükülmüş bir ağaç ve en arkada ufukta belli belirsiz, bulutlar içinde kaybolmuş sıradağlar seçilirdi, hepsi de gerçeküstü parlaklıkta bir akşam güneşinin altında ışıldardı. Zaman zaman resmin sol tarafına, bir kütüğün üzerine tünemiş bir yaban horozu eklerdi.

Sonra düzenli aralıklarla evlerine ipek takımlar giymiş, parmaklarında kalın, altın yüzükler taşıyan adamlar gelmeye başlamışlardı. Adamlar paslı nakliye araçlarıyla ya da kocaman, pırıl pırıl Amerikan yapımı arabalarıyla gelir ve yaban horozu var mı yok mu ayrım yapmadan resimleri satın alırlardı.

Böylece babası yaşamı boyunca hep tek ve aynı manzarayı resmetmişti. Pazarlarda ya da açık artırmalarda satılan resimleriyle geçimlerini sağlamışlardı.

Malmö’nün dışındaki Klagshamn’da, eve dönüştürülmüş eski bir demirci dükkânında yaşamışlardı. Burada Kurt Wallander kız kardeşi Kristina’yla birlikte büyümüştü ve her zaman baygın bir terebentin kokusu içinde kalmışlardı.

Babası dul kalınca bu eski demirci dükkânından bozma evi satmış, bir çiftlik evine geçmişti. Kurt Wallander bunun nedenini bir türlü çözememişti çünkü babası sürekli yalnızlıktan şikâyet ederdi.

Kurt Wallander yan binanın kapısını açıp babasının, yaban horozsuz bir manzara resmetmekte olduğunu gördü. O anda ön plandaki ağacı çiziyordu. Bir selam homurdanarak resmine devam etti.

Kurt Wallander isler çıkaran gaz ocağının üzerindeki kirli demlikten bir fincan kahve doldurdu.

Neredeyse seksen yaşında olan babasına baktı. Kısa boyluydu ve gittikçe küçülmüştü ama yine de daha fazla güçlü ve enerjik olmak istediği belliydi.

Yaşlandığımda ben de mi böyle görüneceğim, diye düşündü.

Çocukken anneme benzerdim. Şimdi dedeme benziyorum. Belki yaşlanınca babama benzeyeceğim?

“Kahve alsana,” dedi babası. “İşim bitmek üzere.”

“Aldım bile,” diye karşılık verdi Kurt Wallander.

“O halde bir tane daha al,” dedi babası.

Anlaşıldı, keyfi yok, diye düşündü Kurt Wallander. Babasının sürekli ruh hali değişiyordu. Benimle ne alıp veremediği varsa?

“Yapacak çok işim var,” dedi Kurt Wallander. “Bütün gece çalışmak zorundayım. Benden bir şey istediğini sanmıştım.”

“Neden bütün gece çalışmak zorundasın?”

“Hastanede nöbet tutacağım.”

“Neden? Kim hasta?”

Kurt Wallander iç geçirdi. Şimdiye dek yüzlerce sorgulama yapmış olmasına rağmen babasının kendisini sorgularken gösterdiği azme asla erişemezdi. Üstelik babası polislik mesleğine bir parça ilgi göstermediği halde. Kurt Wallander on sekiz yaşında, polis olmaya karar verdiğinde babasını hayal kırıklığına uğratmış olduğunu biliyordu. Ama babasının ondan ne gibi beklentileri olduğunu da bir türlü çözememişti.

Onunla konuşmayı denemiş ama bu asla mümkün olmamıştı.

Kız kardeşi Kristina’yla yaptığı seyrek görüşmelerden birinde -kardeşi Stockholm’de yaşıyor ve kuaför salonu işletiyordu- bu konuda ona danışmıştı çünkü onun babasıyla arasının iyi olduğunu biliyordu. Ancak kız kardeşi de sorusuna yanıt bulamamıştı.

Ilık kahveyi yudumlarken düşündü. Herhalde babası içten içe onun günün birinde elindeki fırçayı devralıp, bir soy boyunca daha aynı manzarayı resmetmesini dilemişti.

Babası birden elindeki fırçayı bıraktı ve ellerini kirli bir beze sildi. Kendisine bir kahve almak için yaklaştığında, babasının pis koktuğunu fark etti.

Bir babaya kötü koktuğu nasıl söylenir, diye düşündü Kurt Wallander.

Belki de artık gerçekten de yalnız başına idare edemeyecek kadar yaşlandı? O zaman ne yaparım?

Onu yanıma alamam, bu mümkün değil. Birbirimizi öldürürüz.

Bir eliyle burnunun üzerini silerken diğeriyle kahvesini höpürdeterek yudumlayan babasını inceledi.