Beşinci Kadın

Tekst
Z serii: Kurt Wallander #6
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

5

Wallander perşembe sabahı uyandığında kendini bir gün öncesine oranla çok daha iyi hissetmişti. Altıda kalkıp mutfak penceresinin dışında asılı duran dereceye bakınca sıcaklığın beş derece olduğunu gördü. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı, yerler ıslaktı ama yağmur durmuştu.

Yedi civarında emniyete gitti. Koridorda odasına doğru giderken arkadaşlarının Holger Eriksson’u bulup bulamadıklarını düşünüyordu. Ceketini asarak masasının başına geçip oturdu. Masasında birkaç tane telefon mesajı vardı. Ebba öğleden sonra göz doktorunda randevusu olduğunu hatırlatan bir not bırakmıştı. Okuma gözlüğüne ihtiyacı vardı. Eğer uzun süre bir şey okur ya da yazarsa başı ağrıyordu. Yakında 47 yaşına basacaktı. Artık yaşıyla ilgili bazı gerçekleri benimsemesinde yarar vardı.

Per Åkeson’dan bir mesaj vardı. Wallander, savcının bürosuna telefon etti ama savcının o gün Malmö’de olacağı söylendi. Kahve almak için kantine gitti, sonra masasına oturarak oto hırsızlığı soruşturması için yeni bir strateji geliştirmeye çalıştı. Hemen hemen her organize suçta üzerine yeterince düşüldüğünde kırılabilecek zayıf bir nokta her zaman bulunabilirdi.

Telefonun sesiyle düşüncelerinden uzaklaştı. Arayan yeni polis müdürü Lisa Holgersson’du ve kendisine hoş geldin demek istemişti.

“Tatil nasıldı?” diye sordu.

“Çok iyiydi.”

“İnsan bu tür hareketlerle ailesini yeniden keşfediyor, değil mi?” dedi Lisa.

“Onlar da çocuklarına farklı açılardan bakabilmeyi öğreniyorlar,” diye karşılık verdi Wallander.

Lisa Holgersson kısa süre sonra bir dakika diyerek ahizeyi eliyle kapattı. Wallander, şefinin yanına birinin girdiğini ve bir şeyler söylediğini duymuştu. Björk ona tatilinin nasıl geçtiğini hiç sormamıştı. Wallander yeniden şefin sesini duydu.

“Ben de birkaç günden beri Stockholm’deyim,” dedi Lisa. “Ama seninki kadar eğlenceli geçmiyor.”

“Şimdi neyin peşindeler?”

Estonia’yı düşünüyorum. Deniz kazasında ölen meslektaşlarımızı.”

Wallander karşılık vermedi. Bunu kendisinin de düşünmesi gerekirdi.

“Buradakilerin canının ne denli sıkkın olduğunu tahmin edebilirsin,” diye sürdürdü konuşmasını. “Böyle bir durumda burada oturup Emniyet Genel Müdürlüğü’yle ilçe teşkilatları arasındaki organizasyon sorunlarını nasıl tartışabiliriz ki?”

“Biz de herkes gibi ölümün karşısında çaresiziz,” dedi Wallander. “Gördüğümüz onca ölüme karşın yine de elimiz kolumuz bağlanıyor. Alıştığımızı sanıyoruz ama ölüme alışmak söz konusu bile değil.”

“Fırtınalı bir gecede bir feribot battı ve ölüm yeniden o acımasız yüzünü İsveç’e gösterdi,” dedi Lisa. “Oysa uzun zamandan beri varlığını unutmuştuk.”

“Senin gibi düşünmesem de haklısın galiba.”

Genç kadının boğazını temizlediğini duydu. Kısa bir sessizlikten sonra yeniden konuştu.

“Teşkilat sorunlarını konuştuk,” dedi. “Ve her zamanki soruyla karşı karşıya kaldık. Acaba hangisine öncelik tanımalıyız?”

“Zamanımızı suçluları yakalamakla geçirmeliyiz, diye düşünüyorum,” dedi Wallander. “Onları adaletin önüne çıkararak ve cezalandırılmaları için yeterli delil toplayarak geçirmeliyiz.”

“Keşke her şey söylediğin kadar basit olabilseydi,” dedi Lisa hafifçe iç çekerek.

“İyi ki müdür değilim,” diye karşılık verdi Wallander.

“Ben de, bazen…” dedi ve cümlesini tamamlamadı. Wallander telefonu kapatacağını sanmıştı ama genç kadının söyleyecekleri bitmemişti.

“Aralık başında seni polis akademisine göndereceğime söz verdim,” dedi. “Geçen yazki soruşturmayla ilgili bir konferans vermeni istiyorlar. Stajyer polisler seni aralarında görmek için sabırsızlanıyorlar.”

Wallander şaşkına dönmüştü.

“Gidemem,” dedi. “Kalabalığın karşısında konuşamam. Bunu yapamam. Başka biri gitsin. Martinson çok iyi bir konuşmacıdır. Aslında bana sorarsan politikacı olmalıydı.”

“Senin gideceğine söz verdim,” dedi Lisa gülerek. “İnan bana her şey çok güzel olacak.”

“Hastalanabilirim,” dedi Wallander.

“Aralığa daha çok var,” dedi. “Bunu daha sonra konuşuruz. Tatilin nasıl geçtiğini öğrenmek için aramıştım. İyi geçtiğini duyduğuma sevindim.”

“Burada her şey yolunda,” dedi Wallander. “Elimizdeki tek dosya bir kayıp vakası ama arkadaşlarım bununla ilgileniyorlar.”

“Biri mi kayıp?”

Wallander, Sven Tyrén’le yaptığı konuşmayı aktardı.

“Kayıp ihbarları ne kadar doğru çıkıyor?” diye sordu Lisa. “Bu konudaki istatistikler ne diyor?”

“Ne dediklerini bilmiyorum,” dedi Wallander. “Ama kayıp vakalarında cinayet ya da kazanın söz konusu olmasının çok ender rastlanılan bir olay olduğunu biliyorum. Yaşlı ya da bunaklar söz konusu olduğunda bir süre sonra kendileri geri gelebiliyorlar. Gençler söz konusu olduğundaysa ya ailelerine isyan etmek ya da bir serüven aramak için ortadan kayboluyorlar. Uzun sözün kısası ciddi bir şeyin söz konusu olması çok sık rastlanılan bir olay değil.”

Birbirlerine iyi günler diledikten sonra telefonu kapattılar. Wallander polis akademisinde konferans verme düşüncesi karşısında kaskatı kesilmişti. Aslında ondan bir konferans vermesini istemeleri çok gurur vericiydi ama böyle şeylerden hiç hoşlanmazdı. Bu konuda Martinson’u ikna etmeye çalışacaktı.

Yeniden oto hırsızlığı dosyasına döndü. Saat sekizde bir fincan kahve daha almak için odasından çıktı. Karnı da acıktığından bir paket bisküvi aldı. Midesi artık iyiydi. Kısa süre sonra kapısı vuruldu ve Martinson içeri girdi.

“Bugün kendini nasıl hissediyorsun?”

“İyiyim,” dedi Wallander. “Holger Eriksson olayı nasıl gidiyor?”

Martinson ona şaşkınlıkla baktı.

“Kim? Ne olayı?”

“Holger Eriksson. Kayıp olduğu düşünülen adam, onunla ilgili bir rapor yazmıştım ya hani?”

Martinson başını iki yana salladı.

“Ne zaman söyledin? Hiç anımsamıyorum. Feribot kazası canımı çok sıktı. Ondan başka bir şey düşünemiyordum.”

Wallander ayağa kalktı.

“Hansson geldi mi? Bu konuda çalışmaya hemen başlamalıyız.”

“Onu az önce koridorda gördüm,” dedi Martinson. Birlikte Hansson’un odasına gittiler. Hansson elindeki piyango biletine bakıyordu. Bileti yırtıp çöp kutusuna attı.

“Holger Eriksson,” dedi Wallander. “Kaybolduğu düşünülen adam. Kapının önüne park eden o yakıt kamyonunu anımsıyor musun? Salı günü?”

Hansson evet dercesine başını salladı.

“Kamyonun şoförü Sven Tyrén,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Adının bir iki saldırıya karıştığını söylemiştin.”

“Evet, hatırlıyorum,” dedi Hansson.

Wallander öfkelenmemeye özen gösteriyordu ama sabrı da artık tükenmek üzereydi.

“Buraya kayıp ihbarı için gelmişti. Holger Eriksson’un oturduğu çiftliğe gittim. Raporumu yazdım. Sonra da dün sabah buraya telefon edip bu konuyla ilgilenmenizi rica ettim. Bence araştırılması gereken ciddi bir kayıp olayı.”

“Rapor buralarda bir yerde olmalı,” dedi Martinson. “Konuyla ben ilgileneceğim.”

Wallander sinirlerine hâkim olması gerektiğinin farkındaydı.

“Bu tür şeylerin olmaması gerekiyor,” dedi. “Ama bu defalık feribot kazasıyla çakıştığından kötü bir zamanlama olarak değerlendirelim. Çiftliğe bir kez daha gideceğim. Eğer hâlâ yoksa onu aramaya başlamamız gerekecek. Umarım adamın cesedini bir yerlerde bulmayız yoksa tüm bir günü boşa geçirdiğimiz için vicdan azabından kurtaramayız kendimizi.”

“Bir araştırma ekibi oluşturalım mı?” diye sordu Martinson.

“Hayır şimdilik buna gerek yok. Önce oraya gitmek istiyorum. Belki dönmüştür. Dönmemişse yeniden oturup konuşuruz.”

Wallander odasına gidip OK yakıt istasyonunun telefon numarasını buldu rehberden. Telefon ilk çalışta açıldı. Wallander kendisini tanıtarak Sven Tyrén’le konuşmak istediğini söyledi.

“Dağıtıma çıktı,” dedi telefona yanıt veren genç kız. “Ama araç telefonu var.”

Wallander telefonu kapatıp araç telefonunu çevirdi. Hat cızırtılıydı.

“Holger Eriksson’un kayıp olduğu konusunda galiba haklı çıktınız,” dedi.

“Bunu biliyordum,” dedi Sven Tyrén yüksek sesle. “Bunu ortaya çıkarmanız bu denli uzun mu sürdü?”

“Bu konuya ilişkin bana söylemek istediğiniz başka şeyler var mı?” diye sordu.

“Ne gibi?”

“Bunu siz benden daha iyi bilirsiniz. Kendisini görmeye giden akrabaları var mıydı? Hiç yolculuğa çıkar mıydı? Onu kim iyi tanırdı? Onun nereye gitmiş olabileceğini açıklayabilecek, bize ipucu verebilecek herhangi bir bilgi.”

“Ortadan kayboluşunun bence mantıklı bir açıklaması yok,” dedi Tyrén. “Bunu daha önce de söylemiştim. Zaten bu yüzden polise geldim.”

Wallander bir an sustu. Sven Tyrén’in yalan söylemesi için herhangi bir neden yoktu ortada.

“Şu anda neredesiniz?”

“Malmö’den dönüyorum. Terminale yakıt götürmüştüm.”

“Eriksson’un evine gideceğim. Siz de gelir misiniz?”

“Bir saatten önce orada olamam,” dedi Tyrén. “Önce bir huzurevine yakıt götürmem gerekiyor. Yaşlı vatandaşlarımızın soğuktan donarak ölmelerini istemeyiz, değil mi?”

Wallander emniyetten çıktı. Yağmur yağıyordu. Ystad’dan çıkarken içinde yoğun bir huzursuzluk hissetti. Eğer hastalanmasaydı bu yanlış anlaşılma da söz konusu olmayacaktı. Tyrén’in haklı olarak endişelendiğini düşünüyordu. Bunu salı günü hissetmişti ve şimdi perşembeydi.

Çiftliğe geldiğinde yağmur da hızlanmıştı. Arabasının bagajındaki lastik botları ayağına geçirdi. Posta kutusunu açtı. İçinden gazeteyle bir iki mektup çıktı. Kapıya yaklaşıp zili çaldı, açılmayınca da cebinden yedek anahtarları çıkararak kapıyı açtı. Eve kendisinden başka birinin gelip gelmediğini hissetmeye çalıştı. Neyse ki her şey bıraktığı gibi yerli yerinde duruyordu. Koridordaki dürbün kılıfı hâlâ boştu. Masanın üstündeki şiir de aynı yerde duruyordu.

Wallander bahçeye çıkıp boş köpek kulübesinin önünde durdu. Ekin kargaları tarlanın üstünde uçuşuyordu. Tarlada ölü bir yaban tavşanı bulmuş olmalılar, diye geçirdi içinden dalgınlıkla. Arabasından el fenerini alıp evi sistematik bir şekilde incelemeye başladı. Eriksson’un oldukça titiz biri olduğu anlaşılıyordu. Wallander mobilyaların cilalı ve tertemiz olduğunu gördü. Sonra da eve doğru yaklaşan kamyonun sesini duyunca Sven Tyrén’i karşılamak için dışarı çıktı.

 

“Evde yok,” dedi.

Wallander, Tyrén’i mutfağa götürerek ifadesini almak istediğini söyledi.

“Söyleyeceklerimi söyledim zaten,” dedi Tyrén sinirli bir sesle. “Onu bir an önce aramaya başlasanız daha iyi olmaz mı?”

“İnsanlar genellikle sandığından daha fazlasını bilir,” dedi Wallander, Tyrén’in davranışına sinirlendiğini gizlemeden.

“Ne bildiğimi sanıyorsunuz?”

“Yakıt siparişi verdiğinde onunla siz mi konuşmuştunuz?”

“Büroyu aramış. Sekreter kız da dağıtım fişini doldurmuş. Ben günde birkaç kez kızı yoldan arar, ne olup bittiğini sorarım.”

“Aradığında sesi her zamanki gibi miymiş?”

“Bunu kıza sorman gerek.”

“Peki. Kızın adı ne?”

“Ruth. Ruth Sturesson.”

Wallander bunu not defterine yazdı.

“Buraya ağustos ayında bir kez gelmiştim,” dedi Tyrén. “Bu da onu son görüşüm oldu. Her zamanki gibiydi. Bana kahve ikram etti ve yazdığı yeni şiirlerinden bazılarını okudu. Ayrıca çok da iyi öykü anlatırdı ama bu konuda biraz kabaydı.”

“Kaba derken?”

“Anlattıkları yüzümün kızarmasına neden olurdu.”

Wallander ona dikkatle baktı. Bu sözler ona kaba öyküler anlatmaktan hoşlanan babasını anımsatmıştı.

“Sizce bunamaya başlamış olabilir mi?”

“Sanmıyorum, sizin ya da benim kadar aklı başındaydı.”

“Eriksson’un akrabaları var mı?”

“Hiç evlenmemiş. Çocuğu yok, hanım arkadaşı da yoktu. Ya da en azından ben olduğunu bilmiyorum.”

“Ya akrabaları?”

“Onlardan hiç söz etmezdi. Mirasını Lund’daki bir derneğe bırakmaya karar vermişti.”

“Ne derneğine?”

“Ev aletleriyle ilgili bir dernekten söz etmişti galiba. Bilmiyorum.”

Wallander’in aklına birden Balta Dostları geldi ama sonra da Holger Eriksson’un mirasını Lund’daki Kültür Derneği’ne bırakmış olabileceğini düşündü.

“Başka bir gayrimenkulü var mıydı?”

“Ne gibi?”

“Başka bir çiftlik evi? Kent dışında bir ev? Ya da bir daire?” Tyrén karşılık vermeden bir süre düşündü.

“Hayır,” dedi. “Yalnızca burası vardı. Parası da bankadaydı. Handelsbanken. ”

“Bunu nereden biliyorsunuz?”

“Faturalarını Handelsbanken aracılığıyla öderdi.”

Wallander başını onaylarcasına salladı. Not defterini kapattı. Başka sorusu yoktu. Artık Eriksson’un başına kötü bir şeyler geldiğinden emindi.

“Sizi arayacağım,” dedi Wallander ayağa kalkarken.

“Şimdi ne olacak?”

“Polis, işlemleri başlatacak.”

Dışarı çıktılar.

“Kalıp size yardım etmek isterim,” dedi Tyrén.

“Buna hiç gerek yok,” diye karşılık verdi Wallander. “Bunu kendi yöntemlerimizle hallederiz.”

Sven Tyrén bu sözlere karşı çıkmadı. Wallander yola koyulan kamyonun arkasından baktı. Bir süre tarlaların kenarında durup uzaktaki ağaçlıklı yola baktı. Ekin kargaları hâlâ tarlanın üstünde uçuşuyordu. Wallander cep telefonunu çıkarıp emniyetten Martinson’u aradı.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu Martinson.

“Geniş bir araştırma başlatmalıyız,” dedi Wallander. “Adres Hansson’da var. Soruşturmanın bir an önce başlamasını istiyorum. Buraya köpekleri de gönder.”

Wallander telefonu kapatırken Martinson’un heyecanlı sesini duydu.

“Bir şey daha var. Holger Eriksson’la ilgili bir şey bulur muyuz, diye düşünüp araştırma yaptım ve bir şeyler bulduk.”

Wallander yağmurdan daha fazla ıslanmamak için bir ağacın altına sığınarak telefonu iyice kulağına yapıştırdı.

“Yaklaşık bir yıl önce adamın evine hırsız girmiş. Çiftliğin adı ‘İnziva’ değil mi?”

“Evet,” dedi Wallander. “Anlat bakalım.”

“19 Ekim 1993 günü konuyla ilgili bir tutanak yazılmış. Svedberg konuşmuş onunla. Ona bunu sorduğumda hatırlamadığını söyledi.”

“Başka?”

“Tutanak bana biraz garip geldi,” dedi Martinson duraksayarak.

“Ne demek istiyorsun?”

“Hiçbir şey çalınmamış ama Eriksson evine birinin girdiğinden emin olduğunu söylemiş.”

“Ne olmuş?”

“Konu kapanmış ama adamın ifadesi burada. İfadeyi de Holger Eriksson imzalamış.”

“İlginç,” dedi Wallander. “Bu konuyla daha sonra yakından ilgilenelim. Köpeklerin bir an önce buraya gelmelerini sağla.”

“Eriksson’un ifadesinde sana garip gelen bir şey olmadı mı?” diye sordu Martinson.

“Ne gibi?”

“Bu hiçbir şeyin çalınmadığı ikinci olay.”

Martinson haklıydı. Västra Vall Caddesi’ndeki çiçekçiden de hiçbir şey çalınmamıştı.

“Ama bunun dışında başka bir benzerlik yok,” dedi Wallander.

“Dükkân sahibi de kayıp,” dedi Martinson.

“Hayır, değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Kenya’da. Ortadan kaybolmadı. Ancak Holger Eriksson’un kaybolduğu açıkça anlaşılıyor.”

Wallander telefonu kapattıktan sonra ceketinin yakasını kaldırıp garaja doğru gitti. Köpekler gelmeden organize bir şekilde araştırmalarına başlamaları doğru olmayacaktı. Bir süre sonra eve girdi. Mutfakta bir bardak su içti. Musluğu açarken borulardan ses gelmişti, bu da birkaç günden beri evde kimselerin olmadığının bir başka göstergesiydi. Suyunu içerken pencereden ekin kargalarına baktı. Bardağı tezgâhın üstüne koyup yeniden dışarı çıktı.

Yağmur olanca hızıyla yağıyordu. Kargalar bağrışıyordu. Wallander birden durdu. Ön kapının hemen arkasındaki duvarda duran boş dürbün kılıfı gelmişti aklına. Kargalara baktı. Az ileride, tepede bir kule vardı. Düşünmeye çalışarak kıpırdamadan durdu. Sonra da tarlanın kenarında ağır adımlarla yürümeye başladı. Lastik botları çamur içinde kalmıştı. Tarlanın ortasındaki yolu gördü. Yolun birkaç yüz metre ötedeki kulenin bulunduğu tepeye uzandığını fark etti. Yolu izlemeye koyuldu. Kargalar aşağı doğru uçuyor, gözden kayboluyor, sonra yeniden hızla yukarı uçuyordu. Orada bir hendek ya da bir çukur olmalıydı. Kuleye yaklaşıyordu. Kulenin geyik ya da yabani tavşan avında kullanılabileceğini düşündü. Tepenin altında, kulenin karşı tarafında ormanlık bir alan vardı. Büyük olasılıkla bu alan da Eriksson’undu. Birden önündeki hendeği fark etti. Hendeğin üstünde bir iki kalas vardı. Hendeğe iyice yaklaştığında kargaların çığlıkları da artmıştı. Kargalar pike yapıp uçuyordu. Wallander eğilip baktı.

Bir çığlık atarak bir adım geriledi. Ânında midesi bulanmıştı. Daha sonraları, bunun tüm yaşamı boyunca gördüğü en korkunç şeylerden biri olduğunu söyleyecekti. Mesleği süresince görmemeyi tercih edeceği pek çok şeyle karşılaşmıştı. Sağanak yağmurun altında sırılsıklam olmuş bir hâlde dururken neye baktığını önce tam olarak çıkaramadı. Gözlerinin önünde garip ve gerçeküstü bir şey vardı. Asla düşünemeyeceği bir şey. Kesin ve net olan tek şey, bunun bir ceset olduğuydu.

Kendini zorlayarak eğilip bir kez daha cesete bakmaya çalıştı. Hendek en az iki metre derinlikteydi. Dibine de birkaç tane kazık çakılmıştı. Bu kazıkların üstünde de bir adam asılı duruyordu. Kazığın sivri uçları cesedi delip geçmişti. Adam kazığa yüzükoyun çakılmıştı. Ekin kargaları adamın boynunu gagalıyordu. Wallander yerinde doğrulduğunda bacakları titriyordu. Uzaklardan gelen araba seslerini duydu.

Bir kez daha hendeğe baktı. Kazıklar kalın oltalara benziyordu. Bambudan yapılmış olabileceklerini düşündü, Wallander. Uçları sivriydi. Hendeğin içindeki kalaslara baktı. Yol diğer tarafa devam ettiğine göre köprü görevi görüyor olmalıydı. Yol nerede bitiyordu ki?

Bir köpek havlaması duyunca hendeğin yanından uzaklaşarak çiftlik evine doğru yürüdü. Midesi fena hâlde bulanıyordu. Üstelik çok da korkmuştu. Birinin cesedini bulmak zaten hiç hoş olmayan bir deneyimdi ama bir de cesede yapılan onca korkunç şeye tanık olmak…

Biri hendeğin dibine bambu kazıkları dikmiş olmalıydı. Birini öldürmek için. Derin bir soluk alabilmek için durdu. Geçen yazdan kalma görüntüler gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başlamıştı. Her şey yeniden mi başlıyordu? Bu ülkedeki olaylar hiç bitmeyecek miydi?

Yürümeyi sürdürdü. Köpekli iki polis evin önünde bekliyordu. Höglund’la Hansson da gelmişti. Bahçeye girdiğinde polisler kötü bir şey olduğunu anlamışlardı bile.

Wallander yağmurdan sırılsıklam olan yüzünü sildi ve arkadaşlarına hendeği dolduran karga sürüsünü işaret etti.

“Orada,” dedi. “Ölmüş. Öldürülmüş. Hemen oraya bir ekip gönderin.” Arkadaşları Wallander’den birkaç kelime daha söylemesini beklediler ama söyleyecek başka bir şeyi yoktu.

6

29 Eylül Perşembe akşamı polis Holger Eriksson’un cesedinin bulunduğu hendeğin üstünü örttü. Hendeğin dibindeki çamurla kanı temizlemişlerdi. Hem bu tatsız iş hem de dinmek bilmeyen yağmur cinayet yerini Wallander’le arkadaşlarının tanık oldukları en iğrenç ve kasvetli yer yapmıştı. Lastik botları çamur içindeydi. Etrafa yerleştirdikleri projektörlerin ışıkları olay yerine gerçeküstü bir görünüm kazandırmıştı. Sven Tyrén yakıt dağıtımını bitirdikten sonra yeniden çiftlik evine gelmiş ve kazıklara çakılan adamın kimliğini doğrulamıştı. Evet demişti Tyrén, bu kesinlikle Eriksson. Bundan kuşkusu yoktu. Kaybolduğu bildirilen adamın aranması başlamadan bitmişti. Tyrén gördüklerini algılayamıyormuşçasına son derece sakin bir havadaydı. Birkaç saat polis kordonunun hemen arkasında tek bir sözcük söylemeden volta atmış, sonra da birden kamyonuna atlayarak oradan uzaklaşmıştı.

Hendeğin içinde Wallander kendini kapana kıstırılmış bir fare gibi hissetmişti. İş arkadaşları da kendisi gibi zorlanıyorlardı. Svedberg’le Hansson mideleri bulandığından kendilerini birkaç kez hendekten dışarı atıp kusmuşlardı. Evine göndermeyi düşündüğü Höglund ise hepsinden daha dayanıklı çıkmıştı.

Hendeğin içinde ceset bulunduğu haberini alır almaz Müdür Holgersson da zaman yitirmeden olay yerine gelmişti. Polislerin birbirlerine çarpmamaları, rahat rahat çalışabilmeleri için olay yeri düzenlenmişti ama genç bir stajyer polis çamurda kaymış, hendeğe yuvarlanmış ve kazıklardan biri eline batmıştı. Cesedi kazıklardan nasıl çıkaracağını tasarlayan doktor, stajyer polisin elini sarmıştı. Stajyerin nasıl düştüğünü gören Wallander, Eriksson’un da büyük olasılıkla aynı şekilde düşmüş olabileceğini düşündü.

Emniyetin adli tıp teknisyeni Nyberg’le birlikte ilk iş olarak kalasları incelemişlerdi. Tyrén kalasların köprü görevi gördüğünü onaylamıştı. Onları oraya Eriksson yerleştirmişti. Tyrén polislere Eriksson’un bir keresinde kendisini kuleye götürdüğünü de söyledi. Eriksson sabırlı bir kuş meraklısıydı ve kuleden kuşları izlemeye bayılırdı. Bu av kulesi değil, kuşları izleme kulesiydi. Evdeki boş dürbün kılıfının içindeki dürbün Eriksson’un boynundaydı. Nyberg birkaç dakikalık bir incelemeden sonra kalasların testereyle kesildiğini söyledi. Wallander bu sözleri duyduktan sonra hendekten dışarı çıkıp kafasını toplamaya çalıştı. Olayları birbirine bağlamaya çalışıyordu. Nyberg dürbünün gece de kullanılabilir türden olduğunu söylediğinde Wallander bazı şeyleri birbirine bağlamaya başlamıştı ama aynı zamanda karşısına çıkan bu gerçeği kabul etmekte zorlanıyordu. Eğer yanılmıyorsa planlı bir şekilde hazırlanmış vahşi bir cinayetle karşı karşıyaydılar. Katil her kimse, bu cinayeti kusursuz bir şekilde işlemişti.

Akşamüstü Eriksson’un cesedini hendekten çıkardılar. Doktor ve Müdür Holgersson bambu kazıkları çıkarıp çıkarmama konusunu bir süre tartıştılar. Wallander’in önerisiyle çıkarmaya karar verdiler. Olay yerini Eriksson kalaslara basıp hendeğe düşmeden önceki hâliyle görmeleri gerekiyordu. Eriksson’un cesedi kaldırılıp götürülürken Wallander kendini çok kötü hissediyordu. İşleri bittiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti, yağmur hafiflemişti ama yine de yağıyordu. Çevrede sadece jeneratörün uğultusuyla çamurların arasında yürüyen lastik botların çıkardığı ses duyuluyordu.

Bir anlık bir sessizlik oldu. Biri kahve getirdi. Jeneratörün beyaz ışığında yorgun yüzler görülüyordu. Wallander bir açıklama bulması gerektiğini düşünüyordu. Tam olarak neler olmuştu? İşe nasıl ve nereden başlayacaklardı? Herkes son derece yorgun ve bitkindi. Karınları da aç olmalıydı. Martinson cep telefonuyla konuşuyordu. Wallander onun karısıyla konuştuğunu tahmin etti. Ne var ki Martinson telefonu kapattıktan sonra arkadaşlarına dönüp meteoroloji uzmanıyla konuştuğunu ve yağmurun gece duracağını söylediğini açıkladı. Wallander yapılacak en iyi şeyin günün ağarmasını beklemek olduğuna karar verdi. Henüz katilin peşine düşmemişlerdi, başlangıç noktası arıyorlardı. Köpekler herhangi bir koku alamamıştı. Wallander’le Nyberg kuleye çıkmışlar ama herhangi bir ipucu bulamamışlardı. Wallander, Holgersson’a döndü.

“Şu an bir şey yapamayız, bu mümkün değil,” dedi. “Şafakla birlikte herkes burada olsa iyi olur. Şimdilik yapabileceğimiz en iyi şey biraz dinlenmek.”

Bu sözlere kimse karşı çıkmadı. Herkes bir an önce evine gitmek istiyordu. Sven Nyberg dışında tabii. Wallander onun olay yerinde kalmak isteyeceğini biliyordu. Geceyi orada geçirecek ve ertesi sabah geldiklerinde onu orada bulacaklardı. Diğerleri çiftlik evinin önüne park ettikleri arabalarına doğru giderken Wallander geride kaldı.

 

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Hiçbir şey,” diye karşılık verdi Nyberg. “Tüm yaşamım boyunca hiç bu denli ürkütücü bir şey görmediğim dışında bir şey düşünemiyorum.”

Muşambayla örtülmüş hendeğin yanı başında duruyorlardı.

“Sence tüm bunlar ne anlama geliyor? Karşımızda duran şey ne? Neye bakıyoruz da göremiyoruz?” diye sordu Wallander.

“Hem savaşlarda kullanılan hem de yırtıcı hayvan avına çıkan Asyalıların kullandığı tuzakların bir benzeri bu,” dedi Nyberg. “Bunlara hayvan kazıkları derler.”

Wallander başını salladı.

“İsveç’te bambular bu denli kalın yetişmez,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Balık oltaları ve mobilya için bunları ithal ediyoruz.”

“Skåne’de yırtıcı hayvan da yok,” dedi Wallander düşünceli bir sesle. “Ve savaşta da değiliz. O zaman tüm bunlar ne oluyor?”

“Buraya ait olmadıkları kesin,” dedi Nyberg. “Uygun olmayan bir şeyler var. Hiç hoşuma gitmedi.”

Wallander ona dikkatle baktı. Konuşkan biri olmayan Nyberg, uzun zamandan beri ilk kez bu denli uzun konuşmuştu. Duygularındaki ani değişikliği ve korkusunu açıkça ifade etmesi doğrusu ilginçti.

“Kendini fazla yorma,” dedi Wallander arkadaşının yanından uzaklaşırken ama Nyberg karşılık vermedi.

Wallander kordonun üstünden atlayarak gece boyunca olay yerinde nöbet tutacak olan polisleri başıyla selamlayıp çiftlik evine doğru gitti. Lisa Holgersson onu bekliyordu. Elinde bir el feneri vardı.

“Gazeteciler geldi,” dedi. “Onlara ne söyleyeceğiz?”

“Söyleyecek fazla bir şeyimiz olduğunu sanmıyorum.”

“Onlara Eriksson’un adından da söz etmeyelim mi diyorsun?” Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.

“Kurbanın adını verebiliriz. Yakıt kamyonu sürücüsünün boş atıp dolu tutmaya çalışmadığından eminim. Bana Eriksson’un hiç akrabası olmadığını söylemişti. Ölümünü haber vereceğimiz hiç kimsesi yoksa adının duyulmasına da izin vermeliyiz. Belki bunun bize bir yararı bile olabilir.”

Eve doğru birlikte yürüdüler. Arkalarında kalan projektörler cinayet yerini gündüz gibi aydınlatıyordu.

“Başka ne anlatabiliriz?”

“Onlara bunun bir cinayet olduğunu söyle,” diye karşılık verdi Wallander. “Bundan hepimiz eminiz ama elimizde kuşkulanabileceğimiz ne bir ipucu var ne de bir delil.”

“Bir fikir oluşturdunuz mu?”

Wallander çok yorgun olduğunu hissediyordu. Her düşünce, söyleyeceği her sözcük sanki büyük bir çaba gerektiriyor gibiydi.

“Senin gördüğünden farklı bir şey görmedim ama cinayetin planlı programlı işlendiği açıkça ortada. Eriksson tuzağa düşürüldü. Bu da en az üç sonucu beraberinde getiriyor.”

Durdular.

“Bunlardan birincisi, bu cinayeti her kim işlediyse onun Eriksson’u tanıdığını ve bazı alışkanlıklarını bildiğini düşünebiliriz,” diye söze başladı Wallander. “İkincisi de katil onu kesinlikle öldürmeyi planlamıştı.”

Wallander yeniden yürümeye başladı.

“Üç demiştin.”

El fenerinin solgun ışığı altında genç kadının yüzüne baktı. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti. Yağmur güneş yanığı teninin açılmasına neden olmuş muydu acaba?

“Katil Eriksson’un yaşamına son vermekle yetinmedi,” dedi. “Onun acı da çekmesini istedi. Eriksson ölmeden uzun bir süre o kazıklarda acı çekerek can vermiş olmalı. Kargaların dışında da sesini duyan olmamıştır. Belki doktorlar bize onun ne zaman öldüğünü söyleyebilirler.”

Müdür Holgersson yüzünü buruşturdu.

“İnsan nasıl böyle bir şey yapabilir?”

“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Wallander.

Eve yaklaştıklarında iki gazeteciyle bir fotoğrafçının kendilerini beklediğini gördüler. Wallander onlarla daha önceki cinayetlerde karşılaşmıştı. Müdür Holgersson’a bir göz atınca genç kadının başını hayır dercesine salladığını gördü. Wallander gazetecilere olayı elinden geldiğince özetleyerek anlattı. Gazetecilerin birçok sorusu vardı ama Wallander soruları yanıtlamayacağını söyleyince onlar da gitmek zorunda kaldılar.

“Sen iyi nam salmış bir polissin,” dedi müdür. “Geçen yaz ne denli yetenekli olduğunu herkese kanıtladın. İsveç’te her polis birimi seninle çalışmak ister.”

Genç kadının arabasının yanında durdular. Wallander müdürünün sözlerinde son derece içten olduğunun farkındaydı ama buna karşılık veremeyecek denli de yorgun hissediyordu kendini.

“Bu soruşturmayı istediğin gibi yürüt. Bana sadece ihtiyaçlarını bildir ve gerisini merak etme.”

Wallander olur dercesine başını salladı.

“Birkaç saat sonra bazı şeyleri öğrenmiş olacağız ama şimdi her ikimizin de dinlenmesi gerek.”

Wallander eve gittiğinde saat sabahın ikisi olmuştu. Kendisine birkaç sandviç hazırlayarak mutfak masasına oturup yedi. Sonra da çalar saatini beşe kurup yatağına uzandı.

Bir kez daha alaca karanlıkta toplandılar. Yağmur durmuştu ama rüzgâr vardı ve hava soğumuştu. Gece boyunca olay yerinde kalan Nyberg’le polisler hendeğin üstündeki muşambanın uçmaması için önlem almışlardı. Nyberg şimdi de hendeğin içinde adli tıp elemanlarıyla birlikte çalışıyordu.

Wallander çiftliğe gelirken yolda soruşturmayı nasıl yürütmesi gerektiğini düşünüyordu. Eriksson hakkında kimse bir şey bilmiyordu. Varlıklı olması işe başlamaları için yol gösterici nitelikte olabilirdi ama cinayetin bu yüzden işlendiğine inanmak olası değildi. Hendekteki kazıklar başka bir şeyi anlatmak istiyor gibiydi. Kazıkların dilini çözemediğinden hangi yöne gitmesi gerektiğini de kestiremiyordu.

Ne yapacağını kestiremediği zamanlarda yaptığı gibi bir zamanlar hem öğretmeni hem de yakın dostu olan eski polis Rydberg’i düşündü. Onun o bilgeliği olmasaydı ben sıradan bir polis olmaktan öteye gidemezdim, diye geçirdi içinden. Rydberg yaklaşık dört yıl önce kanserden ölmüştü. Wallander zamanın bu denli hızla geçmesi karşısında birden ürperdi. Rydberg olsaydı ne yapardı, diye sordu kendine.

Sabır, diye geçirdi içinden. Rydberg olsaydı bana şimdi mutlaka sabırlı olmanın her şeyden çok daha önemli olduğunu söylerdi.

Eriksson’un evinde geçici bir üs kurmuşlardı. Wallander en önemli görevlerin listesini yaparak olabilecek en iyi şekilde görev dağılımı yaptı. Bundan sonra durumun özetini çıkarmaya çalıştı ama soruşturmalarında ilerleyebilecek herhangi bir ipucu olmadığının bir kez daha bilincine vardı.

“Bu cinayetle ilgili çok az şey biliyoruz,” diye söze başladı. “Sven Tyrén adında bir yakıt kamyonu sürücüsü salı günü emniyete gelerek birinin kaybolduğundan kuşkulandığını bildirdi. Tyrén’in söylediklerinde ve şiirin üstündeki tarihten yola çıktığımızda cinayetin geçen çarşamba akşamı saat ondan sonra işlendiğini düşünebiliriz ama tam olarak ne zaman işlendiğini bilmiyoruz. Patalogların raporlarını beklemek zorundayız.”

Wallander sustu. Kimsenin sorusu yoktu. Svedberg esnedi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Şu anda yatağında uyuyor olması gerekirdi ama ona ihtiyaçları olduğunu da herkes biliyordu.

“Holger Eriksson hakkında fazla bir şey bilmiyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Eski bir galerici. Varlıklı, hiç evlenmemiş ve çocuğu yok. Hem şair hem de kuşlarla yakından ilgili biri.”

“Bundan biraz daha fazlasını biliyoruz,” diye araya girdi Hansson. “Eriksson bu bölgede özellikle on ya da yirmi yıl önce çok iyi tanınan biriymiş. Hem araba hem de at ticaretiyle ün salmış o günlerde. Sıkı bir pazarlıkçıymış. Sendikalara asla hoşgörüyle yaklaşmazmış. Alabildiğine cimri olduğundan parasını çarçur etmemiş. Vergi kaçırma gibi bazı yasa dışı işlere adı karışmış ama eğer yanlış hatırlamıyorsam hiç yakalanmamış.”

“O zaman bazı düşmanları olması gerek,” dedi Wallander.

“Böyle düşünmek rahatlatıcı olabilir ama bu, söz konusu düşmanların onu öldürmek istediği anlamına da gelmez. Özellikle bu şekilde.”

Wallander uçları sivriltilmiş bambu kazıklarla köprü konusunu tartışmak için biraz daha beklemeye karar verdi. Öncelikle kafasındaki düşünceleri bir düzene koymak istiyordu. Bu, Rydberg’in sürekli ona söylediği şeylerden biriydi. Bir cinayet soruşturması inşaat alanına benzer, derdi. Her şeyin sırayla ve belli bir düzen içerisinde yapılması gerekir, aksi hâlde bina yıkılır.

“Yapmamız gereken ilk şey Eriksson’un yaşamını ayrıntılarıyla ortaya çıkarmak olmalı,” dedi Wallander. “Ama bunu yapmadan önce cinayetin kronolojisiyle ilgili izlenimlerimi anlatmaya çalışacağım.”