Beşinci Kadın

Tekst
Z serii: Kurt Wallander #6
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

4

Adam ağzındaki halatı yine kemirmeye başladı.

Çıldırmasına ramak kaldığını düşünüyordu. Gözleri bağlı olduğundan hiçbir şey göremiyordu, hiçbir şey de duyamıyordu. Kulaklarının içine bir şey sokulmuştu ve bu her neyse kulak zarına baskı yapıyordu. Bazı sesler vardı ama bunlar kendi içinden gelen seslerdi. Bir an önce dışarı çıkmak isteyen telaşın ve paniğin sesiydi bu, ama onu en çok tedirgin eden şey kıpırdayamamasıydı. Onu çıldırtan buydu işte. Sırtüstü yatmasına karşın nedense hep düşüyormuş gibi bir duygu içerisindeydi. Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş gibi hissediyordu kendini. Bu belki de iç dünyasındaki panikten kaynaklanıyordu. Çıldırmak üzereydi.

Yaşananlardan kopmamaya çalıştı. Düşünmek için kendini zorladı. Mantığı ve paniğe kapılmama yeteneği sayesinde başına ne geldiğini anlayabilirdi. Neden kıpırdayamıyorum? Neredeyim? Neden buradayım?

Paniğe kapılmamak ve aklını yitirmemek için uzunca bir süre dakikaları, saatleri saymaya çalıştı. İçinde bulunduğu karanlık hiç değişmedi. Uyandığındaysa yine sırtüstü aynı yerde yatıyordu. Artık orada doğmuş olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı. İçinde bulunduğu panikten kendini kısa bir an için bile soyutlayabildiğinde gerçekle ilgisi olan her şeye dört elle sarılmaya çalışıyordu.

Acaba nereden başlasaydı? Yattığı yerden. Tüm bunlar kesinlikle hayal gücünün bir oyunu değildi. Sırtüstü, sert bir şeyin üstünde yatıyordu. Gömleği hafifçe sıyrıldığından sert ve pürüzlü bir zeminde yattığını biliyordu. Hareket etmeye çalıştığında bu sert ve pürüzlü zemin canını acıtmıştı. İçinde bulunduğu bu karanlıktan önceki son normal ânı hatırlamaya çalıştı ama normal olan o son an bile artık net değildi. Hem ne olduğunu biliyor hem bilmiyordu. Önce tüm bunların bir kuruntu ya da hayal olduğunu sanmıştı ama artık öyle olmadığını biliyordu. Birden hıçkırarak ağlamaya başladı ama hıçkırıkları başladığı gibi ânında kesildi. Bazı insanlar, çevresinde başkaları varken dikkat çekmek için ağlardı ama o bu tür biri değildi.

Aslında tek bir şeyden, yani kimsenin kendisini duyamayacağından son derece emindi. Bulunduğu yerde, bu beton zeminde, kendini dipsiz bir kuyuya düşer gibi hissettiği bu yerde yanında hiç kimse yoktu. Dolayısıyla sesini duyurması olanaksızdı.

Aklını yitirme korkusu dışında artık dört elle sarılacağı bir şey kalmamıştı. Bunun dışında her şeyini almışlardı, pantolonunu bile. Henüz kimliğini yitirmemişti ama bunun da fazla uzun sürmeyeceğini hissediyordu. Tüm bunlar Nairobi’ye gideceği günden bir gün önce olmuştu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, valizini kapatmış ve son bir kez daha yolculuk planlarını gözden geçirmek üzere çalışma masasının başına oturmuştu. Bunları son derece net anımsıyordu. Oysa Nairobi yerine başka bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunu bilmesine olanak yoktu o sırada. Pasaportu masanın sol tarafında, uçak biletiyse elindeydi. İçinde dövizlerin, kredi kartlarının ve çeklerin bulunduğu cüzdanıysa kucağında duruyordu. Kısa süre sonra telefon çalmıştı. Kucağındakileri ve elindeki bileti masanın üstüne koyup ahizeyi kaldırmıştı.

Duyduğu son ses bu olduğundan bu sese var gücüyle sarıldı. Bir kenarda sinsi sinsi bekleyen deliliğe karşı gerçekle tek bağıydı bu.

Telefondaki, hiç tanımadığı ama son derece yumuşak ve güzel ses bir kadına aitti.

Kadın gül almak istediğini söylemişti. Kendisini evden ve bu denli geç bir saatte aradığı için defalarca özür dilemiş ama çok acil gül istediğini belirtmişti. Nedenini açıklamamıştı. Ne var ki kadına ânında güvenivermişti. Güle ihtiyacı olduğunu söyleyen biri neden yalan söylesindi ki? Acaba neden tüm çiçekçilerin kapalı olduğu gece yarısı durup dururken güle ihtiyacı olduğunu düşünmüştü? Bunu bir an için aklından geçirmiş, hemen sonra da bir kenara atmıştı. Dükkâna çok yakın oturuyordu, ayrıca henüz yatmamıştı. Nasılsa kadının gül sorununu çözmesi on dakikadan fazla zamanını almayacaktı.

Karanlığın içinde sırtüstü yatarken bir şeye açıklık getiremediğini düşündü. Kendisine telefon eden kadının yakınlarda bir yerden aradığından emindi. Kadının neden başka birini değil de kendisini aradığını çok merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Sonra ne olmuştu?

Paltosunu giymiş ve sokağa çıkmıştı. Elinde dükkânın anahtarları vardı. Hava rüzgârlı değildi, sokakta yürürken serin havayı derin derin solumuştu. Gün boyunca sürekli yağmur yağmıştı. Sokaklar ıslaktı. Dükkânın ön kapısının önünde durmuştu. Kapıyı açıp içeri girdiğini anımsıyordu. Sonra da tüm dünyası kararmıştı.

Evden çıkıp dükkâna kadar olan yolu kafasında defalarca yürümüştü. Dükkânda mutlaka biri vardı. Kapının önünde beni bekleyen bir kadın göreceğimi sanmıştım ama kimsecikler yoktu. Aslında orada bir süre beklemeli sonra da eve dönmeliydim. Birinin benimle dalga geçtiğini düşünerek buna öfkelenmeliydim ama kadının geleceğini yüreğimin derinliklerinde hissettiğimden kapıyı açıp içeri girdim. Gerçekten de güle ihtiyacı olduğunu söylemişti.

Güller hakkında kimse yalan söylemez.

Sokakta kimse olmadığından emindi ama tek bir şey canını sıkmıştı. Işıkları yanık bir araba vardı. Anahtarıyla dükkânın kapısını açarken arabanın farları kendisine doğru çevrilmişti. Hemen arkasından da dünya bembeyaz bir parıltıyla birlikte kararmıştı.

Tek olası açıklama korkudan kanının donmasına neden olmuştu. Biri mutlaka ona saldırmış olmalıydı. Gecenin karanlığında gizlenmiş biri arkadan saldırmıştı. Peki ama gece yarısı telefon edip gül istediğini yalvarırcasına söyleyen o yumuşak sesli kadına ne olmuştu? Bu noktadan daha ileriye gidemiyordu. Mantıklı olan her şeyin bittiği yer burasıydı. Aşırı bir çaba göstererek ağzındaki halatı çıkarmak için bağlı ellerini güçlükle ağzına götürdü. Vahşi bir hayvanın, avını büyük bir iştahla parçalayışı gibi ağzındaki halatı parçaladı. Ne var ki bunu yaparken ağzının sol alt tarafındaki dişlerden biri de kırıldı. Birden acıyla inledi ama ağrısı uzun sürmedi. Halatın parçalarını çiğnemeye başladığında kendini tuzağa düşmüş bir hayvan gibi hissediyordu.

Kuru ve sert halatı çiğnemesi aklını kaçırmasını engelliyor ve akılcı bir şekilde düşünmesine yardımcı oluyordu. Saldırıya uğramıştı. Bulunduğu yere getirilmiş ve yere yatırılmıştı. Günde ya da gecede iki kez yanı başından gelen bir ses duyuyordu. Eldivenli bir el ağzındaki halatı çıkarıyor, ağzını açıyor ve su döküyordu. Başka bir şey vermiyordu. Çenesini tutan el acımasız değil ama kararlı bir eldi. Daha sonra ağzına bir pipet dayandı. Biraz çorba içti, sonra yine karanlık ve sessizlikte kaldı.

Saldırıya uğramış, elleri ve ayakları bağlanmıştı. Beton bir zeminde yatıyordu. Biri ölmemesi için gerekli önlemleri alıyordu. Bir haftadan beri orada yattığını düşünüyordu. Bunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Kendisine saldıran kişi mutlaka bir hata yapmış olmalıydı ama insan nasıl böyle bir hata yapabilirdi? Neden birinin karanlıkta kollarını bacaklarını bağlı tutarlardı? Aklını kaçırmasına ramak kaldığının farkındaydı. Aslında ortada yapılmış bir hata falan yoktu. Bu korkunç, tüyler ürpertici olay özellikle kendisi için hazırlanmıştı. Peki ama nasıl sona erecekti? Belki de sonsuza dek sürecek ve hiçbir zaman da neden orada olduğunu öğrenemeyecekti.

Günde ya da gecede iki kez kendisine su ve yiyecek veriliyordu. İki kez de yerdeki deliğe doğru birisi onu sürüklüyordu. Külotunu da çıkarmışlardı. Üstünde yalnızca gömleği vardı ve işini bitirdikten sonra da yine sürüklenerek eski konumuna geri getiriliyordu. Temizlenmesine olanak yoktu. Ayrıca elleri de bağlıydı. Çevresinden gelen kokunun farkındaydı.

Kir kokusuyla birlikte bir parfüm kokusu da duyuyordu.

Yanında biri mi vardı? Gül almak isteyen kadın mıydı bu? Yoksa yalnızca bir çift eldivenli el miydi? Kendisini yerdeki deliğe sürükleyen eller. Sonra çevreye yayılan parfüm kokusu. Eller ve parfüm başka bir yerden geliyor olmalıydı.

Elbette bu söz konusu ellerin sahibiyle konuşmaya çalışmıştı. Elleri olduğuna göre mutlaka ağzı ve kulağı da olmalıydı. Yüzünde ve omuzlarında bu elleri her hissedişinde ona yaklaşmaya çalışıyordu. Her defasında da farklı bir şekilde yaklaşıyordu. Kimisinde yalvarıyor, kimisinde öfkeyle homurdanıyor, kimisinde de kendini savunurcasına sakin bir sesle konuşmaya çalışıyordu. Bazen ağlayarak bazen de öfke içinde herkesin bir hakkı olduğunu ileri sürmeye çalışıyordu. Kolları bacakları bağlı olan bir insanın da hakları vardır. Tüm haklarımı neden yitirdiğimi bilmeye hakkım var. Serbest bırakılmasını istememişti ki. Öncelikle neden orada olduğunu öğrenmek istiyordu. Hepsi bu kadardı.

Elbette hiç yanıt alamıyordu. Eldivenli ellerin bedeni, kulakları ve ağzı yok gibiydi. Sonunda büyük bir çaresizlik içinde avazı çıktığı kadar bağırdı ama bu söz konusu eller hiç tepki vermedi. Yalnızca ağzını bağlamakla yetindiler. Bir kez daha aynı parfüm kokusunu duydu.

Sonunun ne olacağını görebiliyordu. Kendisini yaşama bağlayan tek şey ağzındaki halatı çiğnemesiydi. Yaklaşık bir hafta sonra halatın sert yüzeyini birazcık inceltebilmişti. Tek kurtuluşunun bu olduğuna inanıyordu. Ancak halatı çiğnemekle kurtulabilecekti.

Bir hafta sonra çıkmayı tasarladığı Nairobi yolculuğundan dönecek ve çiçek dükkânının başına geçecekti. Şu anda Kenya’daki orkide ormanlarında dolaşıyor olmalıydı, hayalinde o görkemli orkidelerin kokularını canlandırdı. Vanja Andersson geri gelmediğini görünce endişelenecekti. Ya da belki daha şimdiden endişelenmeye başlamıştı. Bu kesinlikle göz ardı edemeyeceği bir olasılıktı. Seyahat acentesi müşterileriyle yakında ilgilenmeliydi. Biletinin parasını ödemiş ama uçağa binmemişti. Birileri onun uçağa binmediğini mutlaka fark etmiş olmalıydı. Vanja ile seyahat acentesi onun tek kurtulma umuduydu. Bazen salt aklını kaçırmamak için ağzındaki halatı çiğnemeyi sürdürüyordu. Cehennemde olduğunun bilincindeydi ama bunun nedenini bilemiyordu. Panik içinde halatı çiğnemeyi sürdürdü. Kurtuluşu yaşadığı paniğe bağlıydı. Çiğnemeyi sürdürdü. Ara sıra ağlama krizleri geliyordu ama bunun dışında var gücüyle halatı çiğniyordu.

 

Kadın odanın kutsal bir yer gibi olması için elinden geleni yapmıştı.

Kimse onun bu sırrını bilmiyordu. Bunu tek başına yapmıştı.

Bir zamanlar burası birçok odası olan, alçak tavanlı, loş, duvarları kalın bir bodrum katıydı. O yazı hâlâ anımsıyordu. Büyükannesini son görüşüydü. Sonbaharın başında büyükannesi ölmüştü ama o yaz elma ağaçlarının gölgesinde oturabilmişti. Ne var ki artık günden güne eriyordu. 90 yaşındaydı ve kanserdi. Yaz boyunca tüm dünyayla ilişkisini kesmiş bir hâlde kıpırdamadan oturmuş; torunlarına onu rahatsız etmemeleri öğütlenmiş, yanına yaklaştıklarında kesinlikle bağırmamaları ve eğer yaşlı kadın torunlarını yanına çağırırsa ancak o zaman büyükannelerinin yanına gitmeleri söylenmişti.

Büyükannesi bir keresinde elini kaldırıp ona işaret etmişti. Korkuyla yanına yaklaşmıştı. Yaşlılık tehlikeliydi; hastalık, ölüm, mezar ve korku anlamına geliyordu ama büyükannesi ona sevecen bir şekilde gülümseyerek bakmıştı. Kanser bile onun bu gülümsemesini yok edememişti. Büyükannesi kendisine bir şeyler söylemiş olabilirdi ama şimdi bunları anımsamıyordu. O yaz büyükannesi canlı ve mutluydu. 1952 ya da 1953 yazı olmalıydı. Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Felaketler henüz başlamamıştı.

1960’lı yılların sonuna doğru evi kendi üstüne alınca baştan aşağı yenilemeye başlamıştı. Duvarlar yıkılmıştı. Güçlü kuvvetli kuzenleri ona yardım etmişlerdi ama kendisi de kollarını sıvamış, çalışmalara katılmıştı. Bu büyük odanın tüm duvarları yıkıldıktan sonra geriye yalnızca odanın ortasında duran görkemli fırın kalmıştı. İnşaat bittikten sonra gelenler eve hayran kalmışlardı. Ev eski evdi ama yine de çok farklıydı. Yeni açılan pencerelerden içeriye gün ışığı giriyordu. Gün ışığını istemediğindeyse ahşap panjurları çekiyordu. Çatı kirişlerini açığa çıkarmış, eski döşemeleri de sökmüştü.

Biri buranın kilise salonuna benzediğini söylemişti.

Bu sözlerden sonra da o odayı kutsal bir yer olarak değerlendirmeye başlamıştı. Orada tek başınayken kendini dünyanın merkezinde hissediyordu. Kendini tüm tehlikelerden uzakta, alabildiğine dingin ve huzurlu hissediyordu.

Bu kutsal yere çok sık gelemiyordu. Günlük yaşamı her zaman yoğundu. Zaman zaman evi satmayı bile düşünür olmuştu. Balyoz darbelerinin bile silip atamayacağı anılar vardı evde. Ne var ki yine de kendini buradan tam olarak soyutlayamıyordu. Ev, artık bir parçası olmuştu. Bazen bu evi savunması gerektiği bir kale gibi görüyordu.

Tam o sırada da Afrika’dan mektup gelmişti.

Ondan sonra da her şey birden değişmişti.

Bir daha da evi satmayı aklının ucundan bile geçirmedi.

28 Eylül günü öğleden sonra üçte Vollsjö’ye gelmişti. Hässleholm’den yola koyulmuş, kentin dışındaki evine gitmeden önce de yolda durup gerekli şeyleri satın almıştı. Bir terslikle karşı karşıya kalmamak için biraz fazla pipet almıştı. Nelere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Dükkânın sahibi kadını başıyla selamlamıştı. O da gülümsemiş, hava ve o korkunç feribot kazasına ilişkin kısa süre sohbet ettikten sonra aldıklarının parasını ödeyip arabasına binerek yeniden yola koyulmuştu.

Evine en yakın komşuları evde değillerdi. Aslında Alman olduklarından genellikle Skåne’ye yalnızca temmuzda geliyorlardı. Yılın diğer bölümünü Hamburg’da geçirirlerdi. İlişkileri selamlaşmanın ötesinde değildi.

Ön kapıyı açıp içeri girdi ve etrafa kulak verdi. Sonra da büyük odaya gidip fırının yanında taş gibi kıpırdamadan durdu. Ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Tüm dünyanın da aynı şekilde sessiz olmasını istiyordu.

Büyük fırının içinde yatan adamın onu duymasına olanak yoktu. Yaşadığının farkındaydı ama yine de adamın soluklarını ya da hıçkırıklarını duymak istemiyordu.

Bu beklenmedik olaya nasıl karıştığını bir kez daha geçirdi aklından. Her şey evi satmamaya ve fırını yıkmamaya karar vermesiyle başlamıştı. Daha sonra Afrika’dan mektup gelince de ne yapması gerektiğine karar vermiş ve fırını yıktırmadığına sevinmişti.

Saatinin alarmının çalmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Konukları bir saat sonra geleceklerdi. Onlar gelmeden önce fırının içindeki adama yiyecek bir şeyler vermeliydi. Adam beş günden beri oradaydı. Kısa süre sonra karşı koyacak gücü kalmayacaktı. Çantasından programını çıkardı. Pazar günü öğleden salı sabahına dek boştu. Bu arada işini yapmalıydı. Adamı fırından çıkarmalı ve ona olanları anlatmalıydı.

Adamı nasıl öldüreceğine henüz karar vermemişti. Birçok olasılık söz konusuydu ama kesin kararını vermek için de acele etmesine gerek yoktu. Önce adamın ne yaptığını iyice gözden geçirecek, sonra da nasıl ölmesi gerektiğini belirleyecekti.

Mutfağa gidip çorbayı ısıttı. Hijyen konusuna çok önem verdiğinden adamın daha önce kullandığı plastik kâseyle kapağını iyice yıkadı. Başka bir kâseye su doldurdu. Her gün yemeğin miktarını biraz daha azaltıyordu. Yalnızca ölmemesi için yeterli olan miktarı vermeye özen gösteriyordu. Yemek hazır olunca plastik eldivenlerini eline geçirdi, kulaklarının arkasına parfüm sıktı ve fırının yanına gitti. Fırının içinde, bazı gevşek taşların arkasına gizlenmiş bir delik vardı. Neredeyse bir metre uzunluğunda bir tünel gibiydi. Adamı oraya yerleştirmeden önce içine güçlü bir hoparlör yerleştirmiş, sonra da fırının içini doldurmuştu. Müziğin sesini sonuna değin açtığında dışarıya ses gitmiyordu.

Adamı görebilmek için öne doğru uzandı. Elini adamın bacaklarına koyduğunda adam kıpırdamadı. Bir an için öldüğünü sandı ama hemen sonra da adamın soluklarını duydu.

İyice perişan düştü, diye geçirdi içinden. Yakında bu bekleme sona erecekti.

Adamın yemeğini verip deliği kullanmasına izin verdikten sonra adamı eski yerine doğru sürükleyip deliği doldurdu. Bulaşığı yıkayıp mutfağı topladıktan sonra oturup bir fincan kahve içti. Çantasından personel haberlerini içeren ince dergiyi çıkarıp sayfalarını karıştırdı. Yeni maaş çizelgesine göre 1 Temmuz’dan itibaren maaşı aylık 174 kron daha fazla olacaktı. Bir kez daha saatine baktı. Genellikle on dakikada bir saate bakardı. Özelliklerinden biriydi bu. Yaşamda ve işinde her zaman programlı olmaktan hoşlanırdı. Onu program dışında davranmak kadar tedirgin eden bir şey yoktu. Bu konuda hiçbir bahane kabul etmezdi. Bu tavrı her zaman kendi sorumluluğu olarak görmüştü. İş arkadaşlarından birçoğunun arkasından güldüğünü, alay ettiğini biliyordu. Buna elbette üzülüyordu ama onlara da bir şey söylemiyordu. Susmak da onun kişiliğinin bir diğer özelliğiydi ama eskiden böyle değildi.

Çocukluğumdaki sesimi anımsıyorum. Güçlüydü ama tiz değildi. Çok daha sonraları içine kapanık biri oldum. Bütün o kanı gördükten sonra değiştim. Neredeyse annemi kaybediyordum. O anda bağırmamıştım. Kendi sessizliğime gizlenmiştim. Orada kendimi görünmez kılabildim.

İşte o zaman oldu. Annem bir masanın üstünde kanlar içinde yatarken ve hıçkırıklarla ağlarken her zaman çok istediğim kız kardeşim zorla benden alındığında.

* * *

Saate baktı. Az sonra orada olacaklardı. Her çarşamba olduğu gibi bu çarşamba da buluşacaklardı. Bu da bir alışkanlık hâline gelmişti ama bu kez çok yoğun olduğundan programın dışına çıkmak zorunda kalmışlardı.

Odada beş sandalye vardı. Beş kişiden fazla insanın aynı anda evde olmasından hiç hoşlanmazdı. Bu şekilde aralarındaki iletişimin de bozulacağına inanırdı. Gelecek olan sessiz kadınlara konuşabilmeleri için güven duygusu vermek çok önemliydi. Yatak odasına gidip üstündeki üniformayı çıkardı. Soyunurken her çıkardığı eşyanın arkasından bir dua mırıldanıyordu ve birden anımsadı. Bana Antonio’dan annem söz etmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan çok önce Köln’den Münih’e giderken trende tanışmış onunla. Tren tıklım tıklım olduğundan her ikisi de oturacak bir yer göremeyince çareyi sigara dumanı içindeki koridorda ayakta durmakta bulmuşlardı. Trenin pis camlarından Ren Nehri’ndeki teknelerin ışıklarını görebiliyorlarmış. Antonio anneme Katolik rahibi olacağını söylemiş. Ayinin, rahibin üstündekileri çıkarmasıyla başladığını söylemiş anneme. Kutsal ayine hazırlanmak için rahiplerin özel bir yıkanma işlemi vardı. Çıkardıkları her giysi ya da iç çamaşırıyla birlikte bir dua okurlardı. Bu giysi ya da çamaşırların her biri onları kutsal görevlerine bir adım daha yaklaştırırdı.

Annesinin Antonio’yla trende nasıl karşılaştıklarını anlatmasını bir türlü unutamıyordu. Kendisi de bir nevi rahibe olduğundan ve adaletin kutsal olduğuna yürekten inandığından giysi ve çamaşır değiştirmenin önemini kavramıştı. Bunu yaparken ettiği dualar, Tanrı’yla yaptığı konuşmaların bir parçası değildi. Karmaşık ve absürd dünyada Tanrı tek ve mutlak saçmalıktı. Bu dünyada tanrı yoktu. Dualarını her şeyin toz pembe olduğu o güzel çocukluğuna ediyordu. Annesi en çok istediği şeyi ondan yoksun kılmadan önceye. Yılan gibi sinsi bakışlı erkekler öfkelerini kusmadan önceki günler adına ediyordu tüm dualarını.

Kıyafetlerini değiştirdi ve çocukluğuna dönmek için dua etti. Üniformasını yatağın üstüne serdi. Sonra da açık renkli bir giysi giydi. İçinde bir şeyler oluyordu. Sanki bedeni de eski çocukluk günlerine dönüyor gibiydi. Son olarak peruğunu ve gözlüğünü taktı. Son duası içinde solup gitti. Bin, oyuncak ata bin…

Büyük aynadan yüzünü inceledi. Bu, karabasandan uyanan Uyuyan Güzel değildi. Sindirella’ydı.

Park eden arabanın sesini duydu. Hazırdı. Başka bir kimliğe bürünmüştü. Üniformasını katladı, yatak örtüsünü düzeltti ve odadan çıktı. Yatak odasına kimse girmeyecekti ama yine de kapısını kilitledi.

Saat altıdan önce toplanmışlardı ama içlerinden biri gelmemişti. Doğum sancıları tuttuğundan hastaneye kaldırılmıştı. Erken doğum yapacaktı. Büyük olasılıkla bebek şimdiye değin çoktan doğmuştu.

Ertesi gün hastaneye gidip onu görmeye karar verdi. Onu görmek istiyordu. Onca acı ve sancıdan sonra kadının yüzünü görmek istiyordu. Hepsinin öyküsünü dinlemişti. Ara sıra not defterine bir şeyler yazar gibi yapardı ama yazdıkları yalnızca rakamlardı. Zaman çizelgesi hazırlıyordu. Rakamlar, zaman, mesafeler. Bu artık onda bir takıntı hâline gelmişti ama sihirli bir takıntı. Anımsaması için her şeyi not etmesi gerekmiyordu. O korku dolu sesler tüm sözcükleri söylemiş, ifade etmeye çekindikleri tüm acı dolu anılarını ortaya dökmüştü ve o her şeyi teker teker anımsıyordu. Kadınların iç dünyasında gerçekleşen bir anlık bir gevşemeye tanık olmuştu ama bu anların dışında zaten yaşam neydi ki?

Yeniden zaman çizelgesine döndü. Birbirini izleyen, aynı zamanda olan olaylar. Yaşam sarkaç gibiydi. Acı, mutluluk ve sonsuzluk arasında gidip geliyordu.

Kadınların arkasındaki büyük fırını görebilecek şekilde oturmuştu. Işıklar kısılmıştı. Kendi deyimiyle odada kadınsı bir loşluk vardı. Fırın boş ve uçsuz bucaksız bir denizin ortasında hareketsiz duran bir sandık gibiydi.

Birkaç saat konuştular, sonra da mutfakta çay içtiler. Bir sonraki toplantının ne zaman olacağını herkes biliyordu. Kimse kendisine bildirilen zamanı sorgulamadı.

Onları kapıya kadar geçirdiğinde saat sekiz buçuk olmuştu. Hepsinin elini teker teker sıktı. Son araba da yola koyulunca içeri girdi, üstünü değiştirdi, peruğuyla gözlüğünü çıkardı. Çay fincanlarını yıkadı, ışıkları söndürdü ve çantasını aldı.

Bir an için fırının yanında durdu. Evde derin bir sessizlik vardı.

Sonra dışarı çıktı. Yağmur yağıyordu. Arabasına bindi ve Ys-tad’a doğru yola koyuldu. Yatağına yattığında gece yarısı olmuştu. Kısa süre sonra da derin bir uykuya daldı.