Tom Amca’nın Kulübesi

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

VI
Keşif

Bay ve Bayan Shelby bir gece önceki uzun süren tartışmalarından sonra uykuya hemen dalamadılar ve sonuç olarak ertesi sabah da her zamankinden daha geç saatlere kadar uyudular.

“Eliza nerede bilmem.” dedi Bayan Shelby, çanı birkaç kere boş yere çalınca.

Bay Shelby boy aynasının önünde durmuş usturasını bileyliyordu ve sonra kapı açıldı, tıraş suyuyla zenci bir çocuk içeri girdi.

“Andy.” dedi hanımı. “Eliza’nın kapısına gidip üçtür onu çağırdığımı söyle. Zavallı şey!” diye içini çekerek ekledi.

Andy çok geçmeden döndü, gözleri şaşkınlıktan yuvalarından fırlamıştı.

“Tanrı’m, hanımım! Lizy’nin çekmecelerinin hepsi açık ve eşyaları her yana dağılmış; inanıyorum ki gitmiş!”

Gerçek aynı anda Bay Shelby ve karısının kafasına dank etti. Adam bağırarak:

“O zaman şüphelendi ve kaçtı!”

“Tanrı’ya şükürler olsun!” dedi Bayan Shelby. “Eminim yapmıştır.”

“Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun! Eğer öyleyse, benim için gerçekten tuhaf olacak. Haley bu çocuğu satmaktaki tereddütümü gördü ve onu kurtarmak için hoş gördüğümü düşünecek. Onuruma dokunuyor!” Bay Shelby aceleyle odadan çıktı.

Büyük bir koşuşturma ve haykırma başladı, kapıların açılıp kapanması, değişik yerlerde değişik renklerdeki yüzlerin görünmesi çeyrek saat kadar sürdü. Meseleyi aydınlatabilecek tek bir kişi tamamen sessizdi ve o da baş aşçı Chloe Teyze’ydi. Sessizce ve neşeli yüzüne ağır bir bulut yerleşmişçesine, çevresindeki heyecanı duymamış ve görmemiş gibi kahvaltı bisküvitlerini yapmaya koyulmuştu.

Çok geçmeden bir düzine kadar genç afacan karga sürüsü veranda parmaklıklarına tünemiş, her biri garip efendiye kötü kaderini ilk haber verecek kişinin kendi olduğuna karar vermişti.

“Gerçekten çok kızacak, buna eminim.” dedi Andy.

Sövmez mi şimdi!” dedi küçük kara Jake.

“Evet, buna söver.” dedi yün saçlı Mandy. “Dün akşam yemeğinde onu duydum. O zaman her şeyi duydum. Çünkü Hanım’ın büyük kavanozları koyduğu dolaba saklanmıştım ve her kelimeyi duydum.” Hayatı boyunca bir kara kediden fazla duyduğu bir kelimenin anlamını düşünmemiş olan Mandy şimdi süper zekâlı havalarındaydı ve kasıla kasıla geziyordu, bu süre içinde aslında kavanozlar arasına kıvrıldığını ve derin derin uyuduğunu söylemeyi unutmuştu.

Sonunda çizmelerini çekmiş ve mahmuzlarını kuşanmış Haley göründüğünde, dört bir yandan kötü havadislerle selamlandı. Verandadaki genç afacanların onu “söverken” duyma umutları suya düşmedi, onları hayranlıktan ağzı açık bırakacak biçimde akıcı ve hararetle bunu yaptı. Bu arada adamın kamçısından kaçınmak için bir oraya, bir buraya kaçıp kurtuluyorlardı. Hepsi bir arada bağrışıyorlar, ölçüsüz kıkırdayışlarıyla solmuş çimenlerin üzerine devriliyorlardı, burada topuklarına vura vura avazları çıkıncaya kadar bağrıştılar.

“Küçük şeytanlar sizi bir ele geçirirsem!” diye dişlerinin arasından homurdandı.

“Ama ele geçiremedin!” dedi Andy, zaferle elini kolunu sallayarak ve duyamayacak kadar ileri gidince de talihsiz tüccarın arkasından tarifsiz maymunluklar yaparak.

“Diyorum ki Shelby, bu yılın en garip olayı bu!” dedi ansızın salona giren Haley. “Öyle görünüyor ki kız küçüğü de alıp kaçmış.”

“Bay Haley, Bayan Shelby yanımızda.” dedi Bay Shelby.

“Pardon, bayan.” dedi Haley, hâlâ çatık kaşlarıyla hafifçe eğilerek. “Ama daha önce de dediğim gibi, hâlâ söyleyeceğim, bu, bu yılın en tuhaf olayı. Doğru değil mi, beyefendi?”

“Beyefendi.” dedi Bay Shelby. “Eğer bana bir şey söylemek istiyorsanız, bir beyefendi tavrında yapın. Andy, Bay Haley’nin şapkasını ve binici kırbacını al. Oturun beyefendi. Evet, efendim; çok üzgünüm ama genç kız ya duyduklarından ya da bu işi birisinin ona anlatmasından çocuğu gece alarak kaçmış.”

“İtiraf etmeliyim ki bu işte dürüst bir anlaşma bekliyordum.” dedi Haley.

“Eh, efendim.” dedi Bay Shelby, sertçe ona dönerek. “Bu laftan ne çıkarmam gerekiyor? Eğer biri onurumu sorgularsa verecek bir tek cevabım var.”

Tüccar bu laftan korktu ve biraz daha yavaş bir tonda şöyle dedi: “Dürüst pazarlık yapmış bir adamın bu şekilde dolandırılması çok can sıkıcı bir şey.”

“Bay Haley.” dedi Bay Shelby. “Hayal kırıklığınız için bir nedeniniz olduğunu düşünmeseydim, bu sabah salonuma kaba saba ve laubali şekilde girişinize katlanamazdım. Şunu da söyleyeyim, öyle görünüyor ki bu meseledeki haksızlıklarda payım varmış gibi imalara izin vermeyeceğim. Üstelik malınızın tekrar ele geçirilmesinde atlar, hizmetçiler gibi her türlü yardımı vermeye zorunlu hissediyorum. Yani kısacası, Haley.” dedi birden o ağırbaşlı soyluluktan basit bir içtenlikli dürüstlük tonuna düşerek. “Sizin için en iyi yol sakin olup biraz kahvaltı etmeniz sonra ne yapabileceğimize bakarız.”

Bayan Shelby ayağa kalktı ve o sabah işlerinin kahvaltı masasında olmasını engellediğini söyledi; yan masada beylerin kahveleriyle ilgilenmesi için çok saygın bir melez kadını yerine bırakıp odayı terk etti.

“Yaşlı bayan naçiz kulunuzdan hiç hoşlanmıyor.” dedi Haley, tanıdık gelme çabasıyla teklifsizce konuşmuştu.

“Karım hakkında bu kadar serbestçe konuşulmasına alışkın değilim.” dedi Bay Shelby kuru bir şekilde.

“Çok pardon; elbette yalnızca şakaydı, biliyorsunuz.” dedi Haley, gülmeye çalışarak.

“Bazı şakalar diğerlerinden daha kabul edilebilir.” diye söze karıştı Shelby.

“Şu kâğıtları haddinden rahat imzaladım, lanet herif!” diye kendi kendine mırıldandı. “Dünden beri oldukça şey değişti!”

Etrafta hiçbir başkanın mahkemeye düşüşü arkadaşları arasında Tom’un kaderinin durumu kadar sansasyon yaratmamıştı. Herkesin ağzındaki konuydu, her yerde; evde ya da tarlada olası sonuçlarını tartışmaktan başka bir şey yapılmamıştı. Eliza’nın kaçışı -çevrede daha önce eşi görülmemiş bir olay oluşu- genel heyecanı uyarmak üzere büyük bir yardımcı unsurdu.

Çevredeki her siyah oğlandan üç kat daha kara olması dolayısıyla, bilinen adıyla Kara Sam, kapsamlı görüşleriyle ve kendi kişisel durumuna çok dikkat ederek Washington’daki her beyaz vatansevere itibar getirecek bir şekilde, meseleyi tüm yönleri ve etkileriyle derinlemesine irdeliyordu.

“Hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı bu, olan budur.” dedi Sam veciz bir şekilde, pantolonunu biraz daha yukarı çekerek ve kayıp askı düğmesi yerine uzun bir çiviyi ustaca koyarak, bu mekanik dehasından dolayı son derece hoşnut görünüyordu.

“Evet, hiçbir yere esmeyen bir bela rüzgârı.” diye tekrar etti. “Şimdi burada Tom’un işi bittiğine göre, bir zencinin yükselmesi için yer açıldı ve neden o, bu zenci olmasın? Fikrim bu. Tom çiftlikte at biner, çizmeler parlatılmış, cebinde para, her şey kahve kadar yerinde. Ama o kim ki? Şimdi neden Sam olmasın? Benim bilmek istediğim bu.”

“Merhaba Sam, hey Sam! Efendi gidip Bill ile Jerry’i yakalamanı istiyor.” dedi Andy, Sam’in kendi kendine konuşmasını keserek.

“Selam! Neler dönüyor bakalım delikanlı?”

“Neden, biliyorsun sanırım, Lizy küçük oğluyla çekip gitti.”

“Sen büyükannene öğret!” dedi Sam, bayağı bir aşağılayarak. “Senin bildiğinden çok daha erken öğrendim; bu zenci artık o kadar toy değil!”

“Eh, her neyse, Efendi Bill ve Jerry’i hemen istiyor; senle ben Efendi Haley’le gidip onu arayacağız.”

“O zaman iyi! Gün bugün!” dedi Sam. “Bunca yıl sonra Sam’e iş düştü. O zenci benim. Şimdi onu yakalamazsan Efendi Sam’in ne yapabileceğini görecek!”

“Ah! Ama Sam.” dedi Andy. “Bir daha düşünsen iyi edersin; zira hanımım onun yakalanmasını istemiyor, saçını başını yolmasın.”

“Harika!” dedi Sam gözlerini açarak. “Sen bunu nereden biliyorsun?”

“Onu söylerken duydum, bu mübarek sabah, efendinin tıraş suyunu götürdüğümde. Lizy’nin neden onu giydirmek için gelmediğine bakmam için beni gönderdi ve ona kaçtığını söyleyince de sadece ayağa kalkıp, ‘Şükürler olsun.’ dedi ve efendi gerçekten çok kızmış gibiydi. ‘Karıcığım, budala gibi konuşuyorsun.’ dedi. Aman Tanrı’m! O onu yola getirecek! Bunun nasıl olacağını biliyorum, hanımımın tarafında durmak daha iyi, bak sana söylüyorum.”

Bunun üzerine Kara Sam, içinde engin bir zekâ taşımasa da hâlâ her türden ve ülkeden politikacının özel yeteneğini içeren ve kabaca “iş bilenin kılıç kuşananın” diye tabir edilebilen yünlü kafasını kaşıdı. Büyük bir ciddiyetle durarak kafa karışıklıklarında sıkça başvurduğu metoda başvurarak tekrar pantolonunu çekiştirdi.

Bu sizin dünyanızda hiçbir şey için imkânsız yok.” dedi sonunda. Sam sanki bir filozof gibi konuşmuştu, bu sözcüğünü vurgulayarak, sanki değişik dünyalarda geniş deneyimleri olmuş da tavsiye olarak bu sonuca varmış gibi.

“Şimdi hanımımın Lizy’nin arkasından onu köşe bucak tüm dünyada araması lazımdı.” dedi Sam düşünceli bir şekilde.

“Öyle gerekirdi.” dedi Andy. “Ama gerçeği göremiyor musun, kara zenci? Hanımım, Efendi Haley’nin Lizy’nin oğlunu almasını istemiyor; durum bu!”

“Harika!” dedi Sam, sadece zencilerin içinde yaşayanların duyduğu şekilde anlatılmaz bir tonlamayla.

“Sana daha da fazlasını söyleyeyim.” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de hemen, zira hanımımın seni sorduğunu duydum, burada aptal aptal dikildiğin yeter.”

Bunun üzerine Sam samimiyetle harekete geçti ve bir süre sonra görünerek Bill ve Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durmayı düşünmeden önce beceriklilikle kendini önlerine atıyordu, onları at bağlama yerinin önüne kadar bir fırtına gibi getirdi. Ürkek genç bir tay olan Haley’nin atı ürktü ve yularını gerdi.

“Ho, ho!” dedi Sam. “Korktun mu?” Ve kara yüzü meraklı, yaramaz bir ışıltıyla parladı. “Şimdi seni yola getiririm!” dedi.

Eve yakın, gölgesi düşen, büyük bir kayın ağacı vardı ve küçük, keskin, üçgen kayın meyveleri yeri iyice örtmüştü. Parmaklarında bunlardan biri, Sam taya yaklaştı, vurup okşadı ve gerginliğini gidermekle meşgul göründü. Eyeri ayarlarmış gibi gözükerek ustaca altına keskin, küçük meyveyi kaydırdı. Öylesine yapmıştı ki seleye getirilecek en ufak ağırlık bile görülebilir bir sıyrık ya da yara bırakmadan hayvanın gergin sinirlerini attıracaktı.

 

“İşte!” dedi, kendini onaylayan bir sırıtışla gözlerini devirerek. “Bunu hallettim!”

O anda Bayan Shelby balkonda belirerek onu çağırdı. Sam St. James ya da Washington’da boş bir yer bulmuş bir talibin kur yapan kararlılığıyla yaklaştı.

“Neden böylesine oyalandın, Sam? Acele etmen için Andy’yi gönderdim.”

“Tanrı sizi korusun hanımım!” dedi Sam. “Atlar bir dakikada yakalanmıyor ki, ta güney çayırına kadar gitmişlerdir, Tanrı bilir neresi!”

“Sam, sana daha kaç kere söylemeliyim. ‘Tanrı sizi korusun ve Tanrı bilir’ gibi şeyler söylememelisin. Bu kötü bir şey.”

“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bir daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”

“Sam, yine söyledin işte.”

“Dedim mi? Ah, Tanrı’m! Yani, bunu söylemek istememiştim.”

Dikkatli olmalısın Sam.”

“Biraz nefes alayım, hanımım daha iyi çalışabilirim. Çok dikkatli olacağım.”

“Eh, Sam, Bay Haley ile birlikte ona yolu göstermek ve yardım etmek için gideceksin. Atlara dikkat et Sam; biliyorsun Jerry geçen hafta biraz topallıyordu, onları çok hızlı koşturma.

Bayan Shelby son sözlerini alçak bir sesle ve üstüne basa basa söylemişti.

“Bu işi bu çocuğa bırakın!” dedi Sam, gözlerini içinde bir sürü anlamla devirdi. “Tanrı bilir! Harika! Buna böyle denmez mi!” dedi, komik görünüşüyle birden nefesini yakalayarak. Bu, hanımı da kendini tutmasına rağmen güldürdü. “Evet, hanımım, atlara dikkat ederim!”

“Şimdi, Andy.” dedi Sam, kayın ağaçlarının altındaki yerine dönerek. “Göreceksin ki şu beyefendinin yaratığı, atına binmeye gelince çok geçmeden onu fırlatmazsa çok şaşırmam. Biliyorsun, Andy, yaratıklar böyle şeyler yapabilir; sözün burasında Sam çok imalı bir şekilde Andy’yi yanından dürttü.

“Harika!” dedi Andy, hemen onaylar bir hareketle.

“Evet, görüyorsun ki Andy, hanımım zaman kazanmak istiyor. En sıradan adam bile bunu anlar. Ben onun için biraz zaman kazanırım. Şimdi sen gidip bütün bu atları sal, karmakarışık ormanda oynaşsınlar ve efendinin de o kadar acelesi yok nasılsa.”

Andy sırıttı.

“Görüyorsun.” dedi Sam. “Görüyorsun, Andy, eğer efendi Haley’nin atı aksilik etmeye başlar ve huysuzluk ederse sen ve ben atlarımızdan inip ona yardım edeceğiz ve ona yardım edeceğiz, ah evet!” Sam ve Andy bunun üzerine başlarını omuzlarına atıp yavaş, ölçüsüz bir kahkaha patlattılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle sallıyorlardı.

O anda Haley verandada göründü. Çok iyi birkaç fincan kahveyle biraz sakinleşmiş olarak çekilir nüktelerle, dışarı gülerek ve konuşarak çıktı. Sam ve Andy onları şapka gibi düşünme alışkanlığı içinde bölük pörçük palmiye yapraklarını çekip atların bağlı durduğu yere koşarak “efendiye yardıma” hazır olmak için gittiler.

Sam’in palmiye yaprağı saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin kenarlarına doğru ustalıkla çözülmüştü; kıymıklar ayrılmaya başlamıştı ve havaya doğru kalkmıştı, ona herhangi bir Fejee şefine eşit, belirgin bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu. Andy’ninkinin kenarları hepten ayrılmıştı, tacı başına hünerle pat diye oturttu ve oldukça memnun biçimde baktı, sanki “Kim demiş şapkam yok diye.” dermiş gibi.

“Eh, çocuklar.” dedi Haley. “Canlanın bakalım; zaman yitirmememiz lazım.”

“Bir dakika bile efendim!” dedi Sam, Andy de diğer iki atı çözerken. Haley’nin dizginini eline koydu ve üzengisini tuttu.

Haley eyere dokunur dokunmaz, atak yaratık ani bir sıçrayışla yerden hopladı, efendinin ayaklarını bir yerlere, yumuşak, kuru çimenlerin üzerine gelişigüzel attı. Sam çılgınca haykırışlarla dizginlere doğru atladı ama tek başarabildiği daha önce sözünü ettiğimiz keskin palmiye ağaçlarını atın gözlerine sürtmek oldu, bu da hiçbir şekilde sinirlerini yatıştırmadı. Bununla büyük bir öfkeyle Sam’i devirdikten sonra iki üç küçümseyici homurtu çıkardı, kuvvetle ayaklarını havaya kaldırdı ve çok geçmeden çayırlığın alt taraflarına doğru koşturarak gitti. Peşinden Andy’nin anlaşmaya göre çözmeyi unutmadığı, dehşetli haykırışlarla hızlandırdığı Bill ve Jerry gidiyordu. Artık herkesin başka bir şey yaptığı sahne meydana geldi. Sam ve Andy koştu, bağırdı, köpekler orada burada havladı. Mike, Mose, Mandy, Fanny ve hem erkek hem kız çevredeki küçükler aşırı bir işgüzarlık ve bitmek bilmeyen bir gayretle koşturdu, ellerini çırptı, bağrıştı ve haykırdı.

Haley’nin beyaz, çok hızlı ve canlı atı sahnenin en can alıcı noktasına büyük bir iştahla girdi; kendine yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, her yanı hafif bir eğimle koca ormana giden bir çayırlığı rota belirledi. Onu takip edenlerin ne kadar yaklaşacağına izin verdiğini görmekten sonsuz bir mutluluk duyar gibiydi ve sonra bir kol boyu uzunluk kalmışken, yaramaz bir canavar gibi homurdanıp öne fırladı ve orman yolunda son hızla gitti. Hiçbir şey, yakışık alacak zaman gelmeden güruhtan birini yanına alacak kadar Sam’in aklına uzak değildi ve harcadığı çabalar gerçekten son derece kahramancaydı. Her zaman en önde ve savaşın en yoğun yerinde parlayan Aslan Yürekli Richard’ın kılıcı gibi, Sam’in palmiye yaprağı atın yakalanabileceği en tehlikesiz anlarda her yerden görülebiliyordu. Orada eğilerek bağırıyordu, “Hadi şimdi! Yakalayın onu! Yakalayın onu!” Bir anda her şeyi birbirine katıyordu.

Haley yukarı aşağı koşturdu, sövdü ve orada burada tepindi. Bay Shelby boş yere balkondan emirler yağdırdı ve Bayan Shelby odasındaki pencereden kâh güldü, kâh düşündü. Tüm bu kargaşanın altında yatanlardan duyduğu kuşkuyu göz ardı etmeden.

Sonunda saat on iki civarlarında, Sam zaferle Jerry’nin üzerine binmiş döndü, Haley’nin atı yan tarafında terden sırılsıklam ancak çakan gözleri ve genişlemiş burun delikleriyle özgürlük ruhunun tamamen yatışmadığını gösteriyordu.

“Yakalandı işte!” diye zaferle haykırdı. “Eğer ben olmasaydım kendi başlarına tıkanırlardı hepsi ama ben onu yakaladım!”

“Sen!” diye homurdandı Haley, hiç de yumuşak başlı tonda değildi. “Eğer sen olmasaydın, bu hiç olmazdı.”

“Tanrı bizi korusun efendi.” dedi Sam, sesinde derin bir kaygıyla. “Kan ter içinde kalıncaya dek koşturup yakalamaya çalışan bendim!”

“Peki, peki!” dedi Haley. “Bana lanet olası saçmalıklarınla üç saat kaybettirdin. Hadi şimdi gidelim, daha fazla aptallık yapma.”

“Neden efendim.” dedi Sam, itiraz eden bir ses tonuyla. “Sizin bizi öldürmeye niyetiniz var herhâlde, atlarla hepimizi. Burada hepimiz düşmek üzereyiz ve yaratıkların hepsinden terden buğu tütüyor. Efendi akşam yemeğinden önce başlamayı düşünmez. Efendinin atı kurulanmak ister, baksanıza nasıl sırılsıklam; Jerry de topallıyor. Hanımımın bu şekilde gitmemize izin vermeyeceğini düşünüyorum. Tanrı sizi korusun efendim, eğer dinlenirsek yakalayabiliriz. Lizy hiç de iyi bir yürüyüşçü değildi.”

Olanlarla çok eğlenen Bayan Shelby konuşmayı verandadan duymuştu, artık sıra kendisine gelmişti. İlerledi ve nazikçe Haley’nin kazasıyla ilgili endişelerini dile getirdi, ona akşam yemeğine kalması için ısrar etti, aşçının yemeği hemen masaya getireceğini söyledi.

Her şey göz önüne alındığında Haley muğlak bir lütuf gibi salona ilerledi, bu sırada Sam tarif edilmez bir anlamla arkasından gözlerini devirerek atları ahıra ağırbaşlılıkla götürdü.

“Onu gördün mü Andy? Onu gördün mü?” dedi Sam, ahırın oldukça içine girince atı bir direğe bağladı. “Ah Tanrı’m, şimdi onun dans ettiğini, tekme attığını ve bize sövdüğünü görmek toplantı kadar iyiydi. Söv bakalım moruk; (Dedim kendi kendime.) atını şimdi mi istersin, yoksa yakalayıncaya kadar bekler misin? (Dedim.) Tanrı’m, Andy, şimdi onu görebilirim sanırım.” Sam ve Andy ahıra dayanıp içlerinden geldiği gibi güldüler.

“Atı ona getirdiğimde nasıl da kızdığını görmeliydin. Tanrı’m, beni öldürecek gibiydi ve bense orada masum ve alçak gönüllü duruyordum.”

“Tanrı’m, seni gördüm.” dedi Andy. “Sen de eski bir beygir değil misin, Sam?”

“Öyleyimdir herhâlde.” dedi Sam. “Hanımı yukarıda pencerede gördün mü? Onu gülerken gördüm.”

“Elbette öyledir, ben koşuyordum, o yüzden bir şey görmedim.” dedi Andy.

“Eh, gördün.” dedi Sam, Haley’nin tayını yıkamak için ağır ağır ilerleyerek. “Gözlem diye adlandırabileceğin bir yeteneğim var, Andy. Bu çok önemli bir yetenek Andy ve sana bunu edinmeni tavsiye ederim, şimdi daha gençsin. O arka ayağı kaldır, Andy. Gördün mü, Andy, zencilerde bunca farklı olan gözlemdir. Bu sabah rüzgârın nereden estiğini görmedim mi? Hiç söylemese de hanımımın ne istediğini görmedim mi? Bunlar gözlem, Andy. Bunlara beceri diyebilirsin. Beceriler farklı insanlarda değişir ama bunları edinmek insana çok yol aldırır.”

“Sanırım bu sabah gözlemine yardım etmeseydim, yolunu bu kadar akıllıca göremezdin.” dedi Andy.

“Andy.” dedi Sam. “Sen umut veren bir çocuksun, bundan hiç kuşkum yok. Senin hakkında çok düşündüm, Andy; senden hiçbir şekilde fikir almaktan gocunmuyorum. Hiç kimseye aldırmamız gerekmez, Andy çünkü bazen en akıllılarımız yanılıyor. Hadi şimdi eve gidelim, Andy. Eminim hanımım bize alışılmadık güzel bir şeyler verecek bu sefer.”

VII
Annenin Mücadelesi

Tom Amca’nın kulübesinden ayrılıp gittiğinden beri Eliza’dan daha yalnız ve ümitsiz bir insanoğlu tasavvur etmek imkânsızdı.

Kocasının acıları, karşılaştığı tehlikeler ve çocuğunun içinde bulunduğu tehlike, karmakarışık ve sersemletici risk duygusu, tek bildiği evi terk etmesi ve sevdiği, saygı duyduğu bir arkadaşın korumasından ayrılması ile hepsi birden kafasında karışmıştı. Sonra her bildiği nesneden ayrılmak vardı, büyüdüğü yerden, altında oynadığı ağaçlardan, mutlu günlerinde genç kocasının yanında akşamları yürüdüğü korulardan… Her şey açık ve soğuk, yıldızların aydınlattığı bir gecede ona sitemli bir şekilde konuşuyor ve böyle bir evden gitmeli mi diye soruyor gibiydi.

Ama bunların en güçlüsü ana sevgisiydi, çok yakına gelmiş korkunç tehlike ile çılgınlık nöbetine dönüşmüştü. Oğlu yanı başında yürüyecek yaştaydı ve başka bir durumda elinden tutar götürürdü ama şimdi onu kollarından bırakmak düşüncesi tüylerinin ürpermesine sebep oluyordu ve hızla ilerledikçe sarsıcı bir kucaklamayla bağrına basıyordu.

Donmuş toprak, ayaklarının altında çatırdadı ve sesten ürperdi; her titreyen yaprak ve gölgeyle ağzı yüreğine geliyordu ve adımlarını sıklaştırıyordu. Sanki bedenini sarmalamış gibi gelen gücü düşündü; zira oğlunun ağırlığı bir tüy gibi geliyor ve her korku dalgası üzerine gelen olağanüstü gücü artırıyor gibi geliyordu, bu sırada solgun dudakları açılarak sık sık yukarıdaki arkadaşa dualar söyleyiveriyordu: “Tanrı’m, yardım et! Tanrı’m, beni kurtar!”

Eğer o sizin Harry’niz, anneniz ya da Willie’niz olup da yarın sabah zalim bir tüccar tarafından koparılıp alınacak olsaydı -eğer adamı görseydiniz ve kâğıtların imzalanarak verildiğini duysaydınız, kaçmak için sadece saat on ikiden sabaha kadar vaktiniz olsaydı, siz ne kadar hızlı yürüyebilirdiniz? Ciğerpareniz göğsünüzde, küçük uykucu kafası omzunuzda- o birkaç kısa saatte kaç kilometre yol yapabilirdiniz, küçük, yumuşak kolları size güverenek boynunuzu tutarken?

Zira çocuk uyudu. Önceleri acayiplikler ve korkular onu uyanık tutuyordu ama annesi öylesine hızlıca her nefesi ya da sesi bastırıp eğer uslu durursa mutlaka onu kurtaracağı güvencesini verdi ki uykusunun geldiğini fark ederek sessizce onun boynuna asılıp sadece şunu sordu:

“Anne, uyanık kalmak zorunda değilim, değil mi?”

“Hayır tatlım; eğer istiyorsan uyu.”

“Ama anne, eğer uykuya dalarsam onun beni almasına izin vermezsin değil mi?”

“Hayır! O zaman Tanrı yardımcım olsun!” dedi annesi, daha solgun yanakları ve iri koyu gözlerinde parlak bir ışıkla.

Eminsin, değil mi, anne?”

“Evet, eminim!” dedi annesi, kendisini bile ürküten bir sesle zira ses onun parçası olmayan içindeki bir ruhtan gelmiş gibiydi. Çocuğun küçük, yorgun kafası kadının omzuna düştü ve çok geçmeden uykuya daldı. O sıcacık kolları, boynuna gelen nazik nefesi nasıl da hareketlerine bir ateş ve canlılık katmıştı! Teslim olmuş uyuyan çocuğun her nazik dokunuşu ve hareketi içindeki elektrik ırmaklarına bir güç veriyor gibiydi. Beyninin bedeni üzerinde üstün oluşu o kadar muhteşemdi ki bir süreliğine et ve sinirleri dayanıklı kılabiliyordu ve kasları çelik gibi geriyor, böylece zayıf bile çok güçlü hâle geliyordu.

Yürüdüğü sırada çiftliğin sınırları, baş döndürücü bir şekilde yanından geçti ve o bir tanıdık nesneyi diğerinin ardında bırakarak yürümeye devam etti, yavaşlamadı, durmadı, ta ki kızıllaşan gün ışığı her tanıdık objenin izlerinden kilometrelerce uzakta açık otoyolda onu buluncaya dek.

 

Hanımıyla birlikte sık sık bazı bağlantılarını ziyaret etmek için Ohio Nehri’nden çok da uzak olmayan küçük köy T.’yi ziyaret ederlerdi ve yolu iyi bilirdi. Oraya gitmek, Ohio Nehri’nden karşı tarafa kaçmak aceleyle yapılmış kaçış planının ilk hatlarıydı; bunun ötesini yalnızca Tanrı’dan umut edebiliyordu.

Atlar ve arabalar otoyolda hareket etmeye başladığında, heyecanlı duruma özgü, bir esin gibi gelen uyanık bir idrakle, başı önde gidişi ve telaşlı tavrının dikkat ve kuşku çekeceğinin farkına vardı. Bu sebeple oğlanı yere koydu ve elbisesiyle başlığını düzelterek, görüntüsüne uyduğunu düşündüğü bir hızda yürümeye başladı. Çocuğun hızını artırmak için kullanmak üzere çıkınında kek ve elma erzağı vardı, önlerinde elmayı yuvarladıkça oğlan bütün gücüyle peşinden koşuyordu ve sık sık tekrarlanan bu numarayla onlara bir kilometreye yakın yol aldırıyordu.

Bir süre sonra içinden temiz bir derenin şırıl şırıl aktığı sık ormanlık bir araziye ulaştılar. Çocuk açlık ve susuzluktan yakınırken, kadın onunla bir çiti aştı ve onları yoldan saklayan büyük bir kayanın arkasında oturarak ona küçük çıkınından kahvaltı verdi. Oğlan onun yemeyişine meraklanıp üzülmüştü ve kollarını boynuna dolayarak kekin bir kısmını onun ağzına sokmayı denese de boğazında yükselen bir şey onu boğacakmış gibiydi.

“Hayır, hayır, Harry tatlım! Sen güvende olana dek anne yiyemez! Nehre gelinceye kadar devam etmeliyiz!” Sonra tekrar aceleyle yola çıktı ve kendini düzgünce yürümek, sakince ilerlemek için zorladı.

Kişisel olarak bilindiği çevreleri geçeli kilometrelerce yol olmuştu. Eğer onu tanıyan birine rastlayacak olursa ailenin iyi bilinen iyi yürekliliğinin şüphe çekmesine engel olacağını düşündü, onun kaçak olabileceği zannını ihtimal dışına itecekti. Eğer irdelenmezse zenci soyundan olduğu bilinmeyecek kadar beyazdı ve çocuğu da beyaz olduğu için şüphelenilmeden geçmesi daha kolay olacaktı.

Bu varsayımla, biraz dinlenmek ve çocuğuyla kendine biraz akşam yemeği almak için öğleyin temiz bir çiftlik evinde durdu. Zira mesafeyle tehlike azaldığı için sinir sisteminin doğal olmayan baskısı azalmış ve kendini hem yorgun hem de acıkmış bulmuştu.

Kadın iyi kalpli, nazik ve dedikoducu biriydi, konuşacak birinin gelmesinden memnun görünüyordu; Eliza’nın dediklerini pek de sorgulamadan kabul etti. Eliza, “Arkadaşlarıyla bir hafta geçirmek için kısa bir süreliğine gidiyordu.” İçinden de bunun gerçek olmasını diliyordu.

Gün batımından bir saat önce, Ohio Nehri kıyısındaki T. köyüne girdi, yorgun ve ayakları şişmiş hâlde olsa da yüreği hâlâ güçlüydü. İlk olarak, kendisiyle diğer tarafında özgürlük ülkesi Kenan olan, Ürdün gibi yayılmış nehre baktı.

İlkbaharın başları olduğundan nehir kabarmış ve çalkantılıydı; yüzen büyük buz kütleleri çalkantılı sularda şiddetle bir oraya bir buraya dönüp duruyordu. Kentucky tarafında kıyının garip şekli sebebiyle, kara suya doğru kavisleniyordu, buz büyük kütlelerle takılmış duruyordu ve kavisi çevreleyen dar kanal birbiri üstüne dizilmiş buzla doluydu, merdiven gibi inen buza geçici bir bariyer olmuştu, büyük, dalgalanan bir miktarı takılarak bütün bir nehri doldurmuş ve neredeyse ta Kentucky kıyılarına kadar uzanmıştı.

Eliza bir anlığına durarak durumun olumsuz yanlarını düşündü, hemen her zamanki geminin hareketini engellediğini görmüştü ve sonra kıyıdaki küçük hana birkaç soru sormak üzere gitti.

Ocak üzerinde bir şeyler kaynatarak akşam yemeği hazırlığı ile meşgul bayan elinde bir çatalla durdu, Eliza’nın tatlı ve kederli sesi onu esir almıştı.

“Ne var?” diye sordu.

“İnsanları B.’ye götürecek bir gemi ya da tekne yok mu şimdi?” dedi.

“Hayır, kesinlikle!” dedi kadın. “Tekneler çalışmayı bıraktı.”

Eliza’nın umutsuzluğu ve hayal kırıklığı kadını etkiledi ve soruştururcasına şöyle dedi:

“Belli ki yola çıkmak istiyorsunuz. Birisi mi hasta? Çok endişeli görünüyorsunuz.”

“Tehlikede olan bir çocuğum var.” dedi Eliza. “Geçen geceye kadar duymamıştım ve bugün tekneye binme umuduyla bayağı bir yürüdüm.”

“Eh, şimdi bu şanssızlık.” dedi kadın, analık duyguları epey kabarmıştı. “Sizin için gerçekten endişelendim. Solomon!” pencereden arkadaki küçük bir binaya doğru bağırmıştı. Deri bir önlük takmış, elleri çok kirli bir adam kapıda belirdi.

“Diyorum ki, Sol.” dedi kadın. “Bu gece bizim adam varilleri taşımayacak mı?”

“Akla yatkın bir yol bulabilirse deneyeceğini söyledi.” dedi adam.

“Şuralarda bir adam var, uygun olursa bu akşam bir kamyonla yola çıkacak; bu gece akşam yemeği için burada olacak, siz oturup burada bekleyin. Bu ne tatlı bir çocuk.” diye ekledi kadın, ona biraz kek uzatarak.

Ama yorgunluktan tamamen tükenmiş olan çocuk ağlamaya başladı.

“Zavallı çocuk! Yürümeye alışkın değil ve ben de onu acele ettirdim.” dedi Eliza.

“Eh, o zaman onu bu odaya alın.” dedi kadın, içinde rahat bir yatağın olduğu küçük bir yatak odasının kapısını açtı. Eliza yorgun oğlanı üzerine koydu ve ta ki uykuya dalıncaya kadar ellerini kendi ellerinde tuttu. Ona göre dinlenmek yoktu. Onları takip edenin düşüncesi kemiklerinde bir ateş gibi onu zorladı ve onunla özgürlüğü arasında yatan kasvetli, çalkantılı sulara özlem duyan gözlerle baktı.

Onları takip edenlerin ne yaptığını görmek için şimdilik onu burada bırakmamız gerekiyor.

Bayan Shelby akşam yemeğinin masaya çabucak geleceğine söz verdiği hâlde, yakında görüleceği gibi daha önce sık sık da görüldüğü gibi, uzlaşmak için bir kişiden fazlası gerekir. Bundan dolayı emir Haley’nin duyacağı şekilde verilmiş ve Chloe Teyze’ye en az yarım düzine genç haberciyle taşınmış olduğu hâlde, o büyük adam edasıyla huysuz homurtular çıkartıp başını sallamış ve her faaliyeti alışılmadık şekilde sükûnetle ve ayrıntılı biçimde ele almıştı.

Bir sebepten, hanımın genelde gecikmelerden kaynaklanan bilhassa gücenmeyeceğine dair hizmetkârlar arasında izlenim hüküm sürmekteydi ve işlerin akışını geciktirmek için durmadan kazaların olması harikaydı. Şansı yaver gitmeyen birisi sosu bozunca, büyük bir dikkat ve ciddiyetle sosun tekrar yapılması gerekti. Chloe Teyze büyük bir dikkatle takip ederek izliyor ve sosu karıştırıyordu, acele etmesi için yapılan tüm tekliflere kısaca “Birisini yakalamaya yardım etmek için çiğ sosu masaya koyamayacağını.” söylüyordu. Birisi elindeki suyla yuvarlandı ve kaynaktan gidip su alması gerekti; diğeri olaylar zinciriyle yağı acele ettirdi ve zaman zaman mutfağa kıkırdayarak getirilen haberler vardı “Efendi Haley çok huzursuz ve hiçbir şekilde sandalyesinde oturamıyor ama sarmaşıkların orada ve verandada yürüyüp duruyor.”

“Ona oh olsun!” dedi Chloe Teyze öfkeyle. “Eğer bugünlerde kendine çekidüzen vermezse tedirgin olur tabii. Onu Tanrı’ya ısmarlayınca, nasıl göründüğüne bak!”

“Çok canı sıkılacak ve hak etti.” dedi küçük Jake.

“O bunu hak ediyor!” dedi Chloe Teyze zalimce. “Çok ama çok kalp kırdı, size bunu söyleyeyim!” dedi, ellerinde bir çatalı kaldırmış durarak. “Efendi George’un Vahiy’de okuduğu gibi ruhlar mihrabın altına çağrılıyor! Birbirlerinden intikam almak için Tanrı’ya yapılan çağrı! Çok geçmeden Tanrı bunları duyacak, evet duyacaktır!”

Mutfakta çok saygı gösterilen Chloe Teyze ağzı açık dinlendi ve akşam yemeği büyük oranda gönderildiği için bütün bir mutfağın onunla dedikodu yapmak ve görüşlerini dinlemek için vakti vardı.

“Kendileri sonsuza dek yanacaklar kuşkusuz, değil mi?” dedi Andy.

“Eminim bunu gördüğüme sevinirdim.” dedi küçük Jake.

“Çocuklar!” dedi, ses, hepsinin sıçramasına sebep oldu. İçeri giren Tom Amca’ydı ve kapıda konuşmayı dinlemek için durdu.

“Çocuklar!” dedi. “Korkarım ne dediğinizi bilmiyorsunuz. Sonsuza dek korkunç bir söz, çocuklar; düşünmesi bile kötü. Bunu hiçbir insanoğlu için dilemeyin.”

“Kimseye dilemeyiz, ruhları güdenler hariç.” dedi Andy. “Kimse onlara dilemezlik edemez, onlar son derece kötüler.”

“Doğa da onlar için ağlamıyor mudur?” dedi Chloe Teyze. “Onlar anasının göğsünden meme emen çocuğu çekip satmıyorlar mı ve çocuklar ağlayıp eteklerine yapışıyor, onları çekip satmıyorlar mı? Karı kocayı birbirinden çekip ayırmıyorlar mı?” dedi Chloe Teyze, ağlamaya başladı. “Bu onların içindeki yaşamı almıyor mu? Bütün bunlara bir şey hissetmezler, yiyip içip sigaralarını tüttürmüyorlar mı ve acayip bir şekilde boş vermiyorlar mı? Tanrı’m, eğer şeytan onları almazsa ne işe yarar?” Chloe Teyze ekose desenli önlüğüyle yüzünü kapattı ve tüm içtenliğiyle hıçkırmaya başladı.