Zemheri Kadinlari

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Elif Aşk Mim
Elif Aşk Mim
E-book
4,68 
Szczegóły
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Velibah

İlerledikçe erimeler sebebiyle geçidin puslu ışığı artarken sonunda geniş bir meydanla sona eriyor. Bu meydan, birçok geçidin birleşme noktası olan zeminindeki karlar ezilmiş veya kürenmiş bir alan. İnsan eseri. Hepsi buraya bağlanmış. Kanallar ve tüneller. Büyük bir örümcek ağının merkezindeyiz.

İlginç bir şekilde burada tipiden eser yok. Bunun tek sebebi çevresini saran kar yığıntıları olamaz. Köy gerçekten bir çukura kurulmuş olmalı, tabi bu yığıntılar da tipiyi perdeleyen mükemmel ve yüksek bir duvar vazifesi görmüş. Ama bir ihtimal de tipinin dinmiş olması, çünkü gökyüzünün ferahlatıcı maviliği ortaya çıkmış. Az önce, bir an bu maviliği bir daha göremeyecekmişim gibi bir hisse kapılmıştım.

Aslında karanlık bulutlarla kapalı, yağmur çiseleyen, karakargaların oraya buraya uçuştuğu, çoğu insan tarafından kasvetli olarak nitelendirilen havaları severim. Coşkuyla doldurur bu tür bir hava içimi. İçgüdülerim ise, uzun bir süredir kar ve tipiden olsa gerek, maviliği ve aydınlığı özlemiş meğer. Gerçekten rahatlatıyor bu manzara beni.

Meydan neredeyse tam bir daire olarak bizimkiyle beraber onlarca geçide açılıyor. Ortalarda kimse yok. Çocuk meydanın tam ortasında, sanki bir an yolu kaybetmiş gibi duraklıyor. Yine çamurlu izler başka bir geçitten çıkıp bizim çıktığımız geçide uzanıyor. Çamurlu izleri mi, başka bir yolu mu takip etmek konusunda karar vermeye çalıştığını sezinliyorum nedense. Hâlâ olayı merak ediyor olmalı. Olayla bu cenaze bağlantılı olabilir. Beni bırakamadığı için gitmediğini anlıyorum.

Temiz bir yolu seçip yeni tünele dalıyor.

Karanlık.

Burası tamamen karanlık.

Dışarıdan da anlaşılıyordu zaten sebebi. Çevreden kürenen karla bu tünelin üstü kapanmış. Daha kalın bir tabaka ışığı tamamen kesmiş. Gözlerim alışamadığından bir şey göremiyorum ama daha girer girmez iştah açıcı bir koku karşılıyor. Sacda yanan tereyağının kokusu bu… Tünelin sonunda bir ev olmalı. Sofrası kurulu bir ev… İlerledikçe ışık artarken koku da yoğunlaşıyor. Ve karşımızda tam bir ışık dairesi bir anlığına beliriyor. Ama bir şeyin içeri girdiğini görüyorum, yine sadece bir an.

Gördüğüm şeyi yorumlamaya fırsat bulamadan kıllı bir şey birden üstüme atlıyor. Göremesem de ne olduğunu, suratıma değen ıslak tüylerden bunun bir hayvan olduğunu anlıyorum. Korkuyla, düşünmeden, kendimi arkaya atıyorum. Basarken yumuşak olan kar zemin, sanki düşerken taşa dönmüş gibi beklenmeyen bir sertlikle karşılıyor sırtımı. Sırtımda asılı asker çantası darbenin şiddetini emiyor ama yine de nefesimi kesiyor darbe. Bu acı umurumda bile değil, dehşetle yüzümü ve boğazımı kapatıyorum. Önce oraya saldıracak.

“Games! Gel buraya!” bağıran çocuk. Hayvan hemen tepki verip üzerimden kalkıyor. Çocuğun kontrolünde olduğu açık olsa da üzerimdeki kıllı ağırlık beni serbest bırakınca tereddütsüz bir şekilde ışığa kadar koşar adımlarla ilerliyorum ve kendimi yere fırlatıyorum. Aklım tehlikenin geçtiğini söylese de bedenim hâlâ savunma tepkileri veriyor istemsizce. Çocuk kahkaha atarak çıkıyor karanlıktan. Peşinden ise bir köpek; siyah kafalı, beyaz burunlu, siyah pantolon ve ayakkabının içine beyaz çorap giymiş gibi bilekli, kabarık tüylü. Sarkıttığı dili ve güleç suratıyla merakla beni izliyor.

Mustafa içten içten kıkırdıyor. Kaçışım ona çok komik gelmiş olmalı, beni sakinleştirmeye çalışıyor, “Issırmaz gorhma, seni gohlamak istiyo. Daha yapmaz. Danıdığına dohanmaz.”

Köpek bu defa yere çömelen çocuğun omuzlarına tırmanıp bariz bir şekilde insan gibi sarılıyor. Sonra havayı kokluyor, çocuk arkasından Games, Games diye seslense de oralı olmadan, keskin bir havlamayla çamur izlerinin gittiği delikte kayboluyor.

Eve ulaşsak iyi olacak, ağır geçen bugünün sonu bir türlü gelmiyor, “Şu sac kokularını takip etsek artık!” diyorum, çocuğun neşesini kaçırmamak için.

Mustafa’nın keyfi zaten devam ediyor, gerçek bir çocuk gibi az önceki merakını yitiriyor. Kabristan onun için artık yok. Ölümden, bir ilk ölen insan korkmamıştır bir de küçük çocuklar. “Nenem valibah yapmış!” diyerek fırlıyor. Hızına yetişemiyorum, yalnız kalıyorum. İstikametim mecburi.

İlerledikçe koku artıyor. Sonunda kokunun kaynağına ulaşıyorum, küçük avluya benzer bir açıklığa geliyor geçit ve tahta bir kapıyla sonlanıyor. Gariptir ki artık beni bir iglonun karşılayacağını düşünmeye başlamıştım. Ama karşımdaki şey basit bir tahta bile değil, daha çok el işlemeli bir antika bu kapı. Şu anda bunun üzerinde düşünemeyecek kadar bitkinim. Tunç devrinde yapılmış olması kuvvetle muhtemel tokmağı tıklatıyorum, derin bir tok sesi… İçeriden davet gelmiyor ama kapı açık.

Yarım metre kadar uzunlukta bir kapı eşiğini geçiyorum. Hayatımda gördüğü en kalın ev duvarı, birkaç sıra kerpiçle örülmüş olmalı.

İçerisi fazlasıyla sıcak, dışarının etkisiyle bir yanılgı değil hissettiğim. Henüz davet almadığımdan ne yapacağımı bilemiyorum. Kapının açık olmasını bir davet olarak yorumlamayı tercih ediyorum.

Birkaç kere bağırıyorum, “Merhaba!” Acaba tünelde başka bir çıkış vardı da karanlık sebebiyle mi kaçırdım? Takatim kalmadı artık. Parkamın önünü açıp kalın yün kaşkolümü çözüyorum. Çaresizlik içindeyim, kaba davranışımın tüm sebebi bu. Terle ve karla ıslanıp sonra da donan tüm kıyafetlerim sıcaklığın tesiriyle hızla çözülüyor. İçim dışım her yerimi vıcık vıcık hissediyorum. Çorabın içinde ayak parmaklarım hissiz. Sanki yerlerinde yoklar. Morarmış uçlarla karşılaşmaya hazır olarak çıkarıyorum kalıplaşmış yün çorabımı. Neyse ki parmaklarım yerinde ve sağlıklı görünüyor. Botun sıkıştırması ve soğuk sebebiyle uyuşmuşlar. Yapışkan pisliğe dönüşmüş yün içlikten kurtulmak için biraz daha beklemem gerekecek. Evde kiminle karşılaşacağımı bilmiyorum.

Sağda, açık görünen oda kapısından içeride yaşlı bir kadın yer sofrasında hamur açıyor. Ya başındaki kat kat yaşmaktan ya da yaşlılığın getirisi sağırlıktan dolayı seslendiğimi duymamış olmalı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor hatta yüksek sesle konuşuyor, “Yesinler… Sıcah sıcah… Velibah… Acıhmıştır…”

Çocuk iç tarafta mavi buz parlaklığındaki pencere boşluğunda oturuyor. Kıyafetlerinden ne ara kurtulmuş? Üstündekiler üç kat iri gösteriyormuş onu meğer. Çırpı gibi incecik vücudu ortaya çıkmış. Sıcak yerinden memnun, neredeyse yarı bedeni büyüklüğünde bir kediyi kucağına sarmış okşuyor. Ben umurunda bile değilim. Ne yabancılıyor ne bir tepki gösteriyor. Bu pencere evin arka tarafına bakıyor olmalı. Önü karla kapalı değil. Manzarayı tahmin edebiliyorum.

“Merhaba!” bu defa adeta bağırıyorum. Kadın, görünen yaşlılığıyla tezat oluşturacak bir çeviklikle fırlıyor. Korkuttuğuma üzülürken, içten yaşlı sesiyle bağırıyor. Duymakta zorlandığı kesin bir şekilde anlaşılıyor. Benden çok kendine duyurmaya çalışıyor gibi sesini. Çocuğun annesi olamayacak kadar yaşlı. Olsa olsa ninesi.

“Vay, hoş geldin yavrım, gel gel otur hele!” Zaten beni beklediği her halinden belli, en ufak bir çekinmesi yok. Yalınayak, soyunuk dökünük, darmadağın garip halimi hiç umursamıyor. Odanın diğer ucunda duvardan biraz uzakta kurulu kuzineye doğru beni iteliyor.

“Yeni köy öğretmeniyim, adım Muzaffer.”

“Biliyom yavrım, biz de seni bekliyoduh, hoş geldin, hoş geldin.

“Hoş bulduk, gerçi biraz zor bulduk ama…”

“Gussura galma. Herkezler seni bekliyordu ama gaybımız var bugün, cenezeye gettiler, gelirler az soora.” Bir taraftan da çam kozalaklarını kuzineye döküyor. Közün üstünde biraz çıtırdadıktan sonra bir üflemesiyle canlanan alev hemen gürüldemeye başlıyor.

“Ha evet, öğrendim, genç bir hanımmış galiba, başınız sağ olsun, böyle çabuk mu…” neden bu kadar hızla defin işine giriştiklerini merak ediyorum, sorumu bitirmeden anlıyor, “He ceneze mi? Nedecez ki yavrım? Donar galır soora. Yazıhtır.”

“Öyle ya, başınız sağolsun, akraba mıydı?”

“Sen sagol yavrım, goyde herkez ahraba, Ümmüşani yegenimdi, çoh dezeydi çoh,” sesi çatallanıyor. Elinin tersini diğer avucuna vuruyor. Dövünüp ağlamaya başlayacak diye endişeleniyorum. Ninenin benim için kaldığı anlaşılıyor. Karşılama komitem çocuk, nine ve köpekten oluşuyor.

Geçiştirmek için soruyorum, aslında şu anda çok da umursamıyorum, “Vah vah, neyden öldü?”

“Vah ki ne vah, yavrım, canavar parçaladı,”

Bu defa gerçekten merakla yineliyorum, garip kelimeyi.

“Canavar?” gözümde tek bir şey canlanıyor, “Kurt mu?”

Bu sefer yanıtlayan çocuk oluyor, sesini genleştirerek, “Ulu gurt!”

Yanan çam reçinesinin hoş kokusu odayı sarıyor. Kuzinenin hava deliklerinden süzülen ışık loş tavanda dalgalanıyor. Bir süre sadece kozalakların çıtırtısını dinliyoruz. Ama buna rağmen bir türlü rahatlamaya bırakamıyorum kendimi.

“Kurt insana saldırır mı hiç?”

Nine çocuğun çenesini tekrar açmaması için sesini sertleştiriyor, “Yavrım bu sıpaya bahma sen, aç galıyorlar ya gışın, aslında davara geliyolar. Şole dolu, yigit bir adama yanaşmazlar, zayıfı yahalarlarsa amma… Beçare, çeşmeye inmiş dün gece, ahmah işte, bir başına, çeşmenin başında… Bağırtısını duymuşlar ama yetişecek adam mı galdı goyde, çohtan parçalamışlar. Ben bahamadım cenezeye, içini parçalamışlar ya ta,” irkiliyor, titriyor, unutmak ister gibi saca kuruluyor tekrar, sonra konuyu değiştiriyor, “Sen otur hele bir şu guzinenin yahınına, bir gendine gel, ısın, muhtar da goyluyle cenezeye gitti, ekindiden sonra…”

Tekrar saca ve kendiyle konuşma işine dönüyor; sıcah sıcah diyor, soğumasın diyor, adam yorulmuş, acıhmış, bi yesin hele dinlensin diyor; sacda pişirdiklerini yanan parmaklarını yalayarak yanındaki tepsiye atıyor. Sesli sesli düşünüyor.

Yer minderine yerleşiyorum. Bir hayli yüksek ve arkaya doğru derin. Yaslanmak için geriye doğru yayılmam gerekiyor.

Köşenin birinde döşekler üst üste yığılmış. Odanın geniş tavanını yaşlı ama sağlam iki ağaç sütun taşıyor. Sütunlardaki tahta çıkıntılardan birine yerleştirilmiş gaz yağı lambası odayı aydınlatmaya çalışıyor. Kuzinenin boruları tellerle tavana bağlı bir şekilde odayı boydan boya geçiyor. Boruların üzerinde tel bir askıda üç beş bez parçası kurutulmak için asılmış. Gürültüsü bile iç ısıtan kuzinenin üstünde büyük bir bakır kazan var, muhtemelen suyu kullanarak ısıyı daha uzun süre korumak amacıyla. Kapının yanındaki köşelerden biri mutfak şeklinde düzenlenmiş, raflarda dizili bardaklarla tencereler… Duvarda asılı soğan, sarımsak, diğer köşe ise banyo ve temizlik için ortak kullanıldığı anlaşılan cağlık. Koyu yeşil yosunla kaplanmış, hafif bir arap sabunu kokusu yayıyor.

 

Bedenim ısınıyor, değiştiremediğim kıyafetlerim üzerimde tekrar kuruyor ama ayak parmak uçlarım ısınmak bilmiyor. İşte tam o ısınmayan yerden içim çekiliyor, titriyor.

Nine sonunda sacda yaptıklarından koyarken sesli düşünmeyi bırakıp bana hitaba dönüyor, “Yanına çalhama vereyim, iç,” Teneke bardaktan, iç ferahlatan sıvıyı yudumluyorum. Ekşimiş yoğurtla yapılmış buz gibi ayran boğazıma aktıkça ne kadar susamış olduğumu anlıyorum. Kana kana yutuyorum bu serinliği.

“He, garda susadığını anlaman, için gavrulmuş, hadi ye hele!” diyor bardağımı tekrar doldururken.

“Bu nedir?”

“Valibah; emaçer pattes ve hamurulan açıyoh, on denesi bi barmah galınlığında olacah, o zamanı mahbuldür.”

Çocuk tekrar ilgi gösteriyor bu söz üzerine, iştahı açılmış olmalı ki pencereden atlıyor yanımıza, eline tokadı yiyene kadar tepside dizili olanların boyunu parmağıyla ölçüyor, “Elini yıha hele, mendebura dohandın!” Kedi gibi geri sıçrıyor çocuk.

Kadın, parmaklarını yalayıp elini üfleye üfleye tepsiye bir tane de çocuk için bırakırken, “Tereyağı da bıraham mı?” diye soruyor. Zaten oldukça yağlı, gerek görmüyorum ama çocuk bağırıyor iştahla, “Bırah, nene, bırah!”

Kadın şöyle bir ters ters süzüyor çocuğu, “Arsuz!” diyor, ama sevecen bir gülüşle, kâsenin içinde köpükleri hâlâ fokurdayan kızgın tereyağını koyuyor. Ben daha ne yapacağımı anlamadan, çocuk tereyağına batırıp ağzına gömüyor valibahlardan birini.

Ayrandan aldığım tat, bu hamur işi yemekten gelmiyor. Burnum koku alma duyusunu kaybetmiş. Rahatsızlığım gittikçe artıyor. Vakit hakkında da tahmin yürütemiyorum. Saatimi yokluyorum cebimde, kurmayı unutmuşum durmuş, ama tahminen üç saat geçmiş olmalı kasabadan ayrılalı.

Sobanın sıcaklığı ve karnımın tokluğuyla iyice mayışıyorum, dik duramaz haldeyim. Yaşlı kadın garip enerjisiyle sürekli odadan dışarı çıkıyor, harala gürele bir şeylerle uğraşıyor. Ben bayıldım bayılacağım. “Muzaffer yavrım! Sana döşek serdim, yan odada, muhtar gelene kadar biraz yat istersen. Ekindi az sonra ohunur, gelince uyandırırım,” diyor sonunda. Saati doğru tahmin etmişim. Kuzinenin yanında sırtımı sütunlardan birine veriyorum.

Başka şeyler de söylüyor veya yine kendine anlatıyor; ısınsın, uyusun, muhtar, gozalah diyor. Ben yine de “Tamam,” diye yanıtlıyorum ne söylediğini anlamadan.

Ya minder altımdan kayıyor ya ev tamamen boşluğa uçuyor. Yoksa ben mi düşüyorum. Kafam ağırlaşıyor.

Düşle gerçek arasında bir yerlerdeyim. Gerçekten hasta olmalıyım.

Odadaki tüm sesler sadece bir uğultuya dönüşüyor, anlaşılmaz bir gürültüye.

Sonra kalabalık geliyor. Birileri adımı zikrediyor. Çekiştiriyorlar üstümü başımı.

Sürüklüyorlar.

Karşı koymak istiyorum, ellerim ayaklarım oynamıyor.

Yapmayın diyorum, yapıyorlar.

Sanki dallarım kırılıyor. Eklemlerimi ayırıyorlar. Canımı çıkarıyorlar.

Sonra her şey uzaklaşıyor. Tüm sesler uzak bir uğultu gibi.

Sessizlik bile bir uğultu gibi.

Kozalaklar çıtırdıyor.

Reçine kokusu,

Gözlerimi açıyorum.

Yataktayım.

Kaldırmış mı beni? Yatağa nasıl geldim? Hayal meyal hatırlıyorum birkaç kişi tarafından sürüklenerek taşındığımı. Yastık çok serin, uyuyabilir miyim artık? Dev kütükler tavanı boydan boya geçiyor, kirişler buluşup üst üste oturuyorlar. Birbirine değen yerler kenetlenerek kaynaşmış. Çam olmalı bunlar. Koyu kahverengi derin, yaşlı çizgileri var.

Güzel kokuyor bu oda, diğeri gibi karmaşık değil. Kaldırmaya çalışıyorum üstümdeki ağır şeyi, neyden yapılmış bu? Soğuk giriyor aralıklardan. Terlemişim, tekrar üşümeye ve titremeye başlıyorum. Çıkamıyorum.

Titrek uzun bacaklı örümcekler düşmeden köprüleri geçmeye çalışıyor tavanda. Tavanın kirişleri arasında onlarcası, bazılarının bacakları eksik, o kadar narinler ki kopmuşlar tutundukları yeri bırakamadan. Sekiz bacaklı örümcekler ve dört bacaklı örümcekler, kirişlerin tırnakları arasında düşmekle düşmemek arasında salınıyorlar. Nokta kadar bedenlere bağlı upuzun kıldan bacaklar. Yorganı kafama çekiyorum üstüme düşmesinler diye. Uyursam ağzıma girerler. Yutamazsın bu uzun bacakları, küçük dilinin orada bir yerlere takılırlar.

Karanlıkta titrerken Games beliriyor. Nedir ki bu Games?

Garamanis.

Karamanis.

Karames.

Karamesh.

Kames…

Güleç suratıyla sürünerek çıkıyor üstüme.

Karamesih.

Göğsümün tam ortasına oturuyor. Kalbinin atışlarını göğsümde hissediyorum. Sıcaklığı bedenimi kaplıyor. Ama ben yine de titriyorum, daha çok üşüdüğümü hissettiriyor.

Kadın geliyor sonra. Zorla açıyor üstümü. Yalvarıyorum bırak donuyorum, diye. Parçalıyor üstümdeki kıyafetleri. Çıplak koltuk altlarımı ve baldırlarımı Games’e yalatıyor. Dili derimi yırtarken, donuyor peşinden salyayla ıslanan yerler.

Kadın gidince tekrar gömülüyorum yorgana, gömüldükçe titriyorum.

Az sonra tekrar kadın geliyor. Bas bas bağırıyor dibimde. Yorganı zorla çekip alıyor üstümden ve beni hamur gibi yoğuruyor. Kasıklarıma buz basıyor ben ağlarken.

Dayanamıyorum acıya. Titremem bitene kadar hırpalıyor beni.

Ve ter boşalıyor bedenimden. Ayak parmaklarım o zaman ısınıyor. Kadın beni sarmalayıp gidiyor.

Muhtar

Yorganın altında gerinirken karnımda bir kıpırtı hissediyorum.

Kedi kurulmuş oraya; besili, ağır.

Bir Uzakdoğu geleneğinde, yeni bir ev yapılınca içine kedi bırakırlarmış. Hayvan, doğası gereği evin en sıcak noktasına kurulurmuş ve orada uyurmuş. Tüm ev içinde yatağın serileceği en uygun yer o şekilde belirlenirmiş. Hava akımlarını hisseden kedi, cereyanın olmadığı en sıcak yeri belirleyebiliyormuş. Daha uygun bir yöntem olabilir mi, bu tür bir belirleme için? Tamamen deneysel ve bilimsel… Bin yıl sonra da kullanılabilecek bir yöntem.

Ağır bir yün yorganın altında uyanıyorum. Kediye tespit ettirilen yer burası olmalı, karnımın tam ortası. Geniş bir tavanın altında ama odanın merkezine kurulmuş bir yatak, bir duvar kenarında değil. Kafamın altında uzun, sert bir yastık var. Yastık değil sanki bir ağaç kütüğü. Boynumun bükülmesine uygun yükseklikte… Kıpırdadıkça yorganın soğuk tarafları değiyor ayaklarıma. Sanki bir cos sesi geliyor değen bu yerlerde. Ayağım bir kor, yorgan ise kar. Uzun bir hastalığın nekahet döneminden çıkmış gibi tatlı bir mahmurluk var üzerimde. Aç hissediyorum. İyi bu. Açlığı hissetmek güzel! İyileştiğimi anlıyorum. Yattığım yerde bile başım hafifçe dönüyor. Yatak ve oda dalgalanıyor. Ama gördüğüm her şeyde sıhhatin pırıltısı var.

Odanın mis gibi reçine kokusuna is karışmış, gülsuyu ve biraz da arap sabunu. Bir de pis koku var.

Kedi hareket etmemden memnun değilmiş gibi bir ifadeyle kilimin üzerine atlıyor. Ters ters bakıyor. Bacaklarını öne uzatıp bedenini bir yay gibi geriyor ve hemen yalanmaya başlıyor. Patilerini diliyle ıslatıp gözlerine sürüyor.

Odadaki kuzine bir süredir sönmüş olmalı. İs kokusu oradan gelmiş. İçerisi bir hayli serin. Başucumda benim için bırakıldığı anlaşılan yün içlikleri ve fanilayı görüyorum. Kıyafetlerim de özenle katlanmış. Bana aitler ama hangi arada yıkandılar, hangi arada kurudular? Arap sabunun kokusu buradan geliyor.

Üstümdekiler ise berbat halde, nemliler ve ter kokuyorlar. Pis kokunun kaynağı da bu. Yastığımda siyah bir kafa izi, utanç verici…

Yemekten hemen sonra ateşlenmiş olmalıyım. Yatağa geldikten sonrasına dair bir şey hatırlamıyorum. Aslında geldiğimi de, taşımışlar beni. Havaleli rüyalarıma dair bir anı yok. Kütük gibi bir uyku…

Bu odanın camındaki kar da temizlenmiş. Dışarıda açık bir hava var. Masmavi gökyüzünün parıldaması gözlerimi alıyor. Üstümü değiştirmeye başlayınca, çay bardağında dönen kaşığın şıkırtılarını duyuyorum. Yıkansam iyi olacak ama çaresizce yün pantolonumu ve kazağımı üstüme geçiriyorum, eskiye göre daha temizim en azından.

Odamın yarı aralık kapısı gece boyunca rahatsız edilmeden kontrol edildiğimi anlatıyor. Eski ahşap bir komodin var, marangoz usulü kötü işçilikle yapılmış. Üzerinde su dolu çinko kaplama bir kap, bezler ve gül suyu şişesi. Ateşimi düşürmeye çalışmışlar.

Sofa buz gibi, kesiyor tabanlarımı. Çıplak ayaklarım hafif ıslak toprak zeminde bıçakla kesilir gibi üşüyor. Üç adımda diğer odaya atıyorum kendimi. Yine is, reçine ama bu defa tereyağı, hafif de yanan kozalak ve tezek kokusuyla. Fazlasıyla sıcak. Kuzine gümbür gümbür, üstteki deliğinden alevlerin ışıltısı tavana vuruyor.

Yaşlı kadın yine aynı yere kurulmuş. Sanki tüm gece o sacın başından hiç ayrılmamış. Bazlama yapıyor bu defa, fark etmiyor beni.

“Günaydın!”

Seslendiğimi duymuyor. Minderin köşesine kurulmuş yaşlı adamı fark ediyorum, beni görür görmez hopluyor ayağa, kendine çeki düzen verirken yanıtlıyor, “Hayırlı sabahlar. Gel sobaya ver arhanı, otur hele!” Sanki evin her zamanki adamıyım.

Çocuk oralı değil. Yine, manzarası kardan sıyrılmış pencerenin bir metrelik pervazında oturuyor, elinde tahtanın üzerine çivi çakılarak oluşturulmuş bir oyuncakla uğraşıyor.

Bacaklarım titriyor halsizlik ve açlıktan. Gösterdiği yere devriliyorum. Ağzındaki büyük lokmayı yanağının kenarına sıkıştırıyor, “Goyün muhtarıyım. Esmim Ahmet,” bir yandan da sofradakileri önüme iteliyor. “Bazlamaları soğutma!”

“Sağ olun, ben de yeni atanan köy öğretmeniyim. İsmim Muzaffer, kusura kalmayın, yol ve hava çarpmış biraz, gece rahatsızlık verdim size,” nasırları dikenleşmiş sert kemikli ve soğuk elini sıkıyorum. Benim ellerim bunların yanında bakımlı, yumuşak, kadın eli gibi.

“Çoh hestaydın, eki gecedir eteşin düşmedi,”

İki gece mi? Şaşkınlıktan bir şey diyemiyorum.

“Buranın havası çarpmaz, sen yol yorgunu olmuşsun. Terlemişsin garda. Eteşlendin, havale geçirdin. Nuriye’ye galsa dihecekti seni ahşam vahti. Suya basacahtı ki ebe geldi. O olmayaydı ayvayı yemiştin. Geldi getti seni düzeltti.”

Sanrılarım olduğunu sandığım şey ebeymiş meğer. Beni kendime getirdiği için müteşekkirim.

“Nuriye! Çay goy!” diye bağırıyor. Kadın beni ondan sonra görüyor, telaşla fırlıyor yerinden, “Yavrum eyisin ya, gorhtum biraz, ateş gibi yandın eki gün.”

Muhtar ekliyor, “Nene de başından ayrılmadı ateşin düşesiye gadar,” onun da nene diye hitap etmesi ilginç geliyor yaşlı karısına. Bunca yıldan sonra kardeş gibi olmuşlar.

Benim için girdikleri zahmetten dolayı mahcubiyet duyuyorum, işe yarayacağıma iş olmuşum onlara, “Eksik olmayın. Çok iyiyim şimdi. Kıyafetler için de sağ olun. Zahmet vermişim size,” Nene çayımı veriyor, ince belli bardak. Camın kenarından belli belirsiz bir koku geliyor, koyun gibi.

“Ne zahmeti! Ehtiyarın eskilerinden de verecem sana. Eşyalarını çıhardım. Islahtılar.”

Muhtar kızarak lafı kesiyor, “Senin çenen yoh mu, bir soraydın hocaya önce. Zahmeti yoh, sen galhıp o gaddar yol geleceksin cocuhlara ders vermeye, biz seni buralarda hasta edecez he mi? Heç olacah eş mi? Sen gussura galma asıl, garşılamaya gelemedik, cenezemiz vardı.”

Şimdi aklıma geliyor. Konuşulanları hatırlıyorum. Bazlamayı çiğnerken, çok da yerinde olmuyor ama “Ha, nene söylemişti, başınız sağ olsun, çok kötü olmuş diye anlattı,” nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Çocuğun hitap biçimi en uygunu gibi geliyor. Nene güzel bir isim.

“Ya ya, gencecik gelin. Ehmal, ahılsızlık işte… Gecenin bir vahti suya mı gedilir? Hayvanların aç zamanı. Adama da saldırırlar.”

“Kimse yok muymuş yardıma gidecek?”

“Beyi Gamal. Ama şehre gettiler, tüccarlardan goyün parasını alıp öte beri getirmeye. Haydarlan, Demirlen bereber. Gar bastırdı ondan gelemediler. O tarafın yolu kötü, araç gelmez. Getmeyin bu zamanda dedim, dinlemediler. Zor gelirler tirenden buraya. Gar, gış, gıyamet. Tiren yolundan buraya yarım gün sürer yayan ama bu havada yörünmez. Biz bağırtıyı duyduh ama gidene gadar eş eşten geçmişti. Parçalamışlar gızı.” Anlattıkları çok vahşice, yine de hiç etkilenmemiş gibi yemeye devam ediyor. Kanıksanmış bir yaşantının izleri bunlar.

“Başka yetişkin erkek yok mu?”

Nene yine lafa atlıyor, “Yoh yavrum! Coluh cocuh, garılar, bir de deli Mamomuz var… Hele yeyin hele!” patates, soğan ve yumurtayla hazırladığı piyazı çinko kapta önümüze bırakıyor. Yediğim her şey kendi kokusuna ek olarak bir de koyun kokuyor yine.

Muhtar ters ters bakıyor Nene’ye, “Şu adama deli diye diye deli ettiniz,” çay tabağında duran kalın tuzdan bir tutam alıp piyaza serpiyor, “Gendimize zor sahap çıhıyoh, elden ne gelirse.” Kardeşlikleri didişmekle eğlenceye dönüşmüş belli ki.

 

Teneke kaşığı piyaza daldırıyorum, tuz taneleri dişlerimin arasında çatırdayıp ekşi ekşi yayılıyor damağıma, “Her yer birbirinin aynı Nene, kaybımız çok olsa da devletin eli kuvvetli, bak bizi size gönderdi işte…” diyorum, sonra patavatsızlık ettiğimi düşünerek kızarıyorum. Muhtarın iş gören bedeni yaşına rağmen kuvvetini kaybetmemiş görünüyor. Az önce elimi biraz daha sıksaydı kemiklerimi çatırdatacağına eminim.

O da bozuluyor sanki biraz lafıma, “Yemeği bitirek, eğer toparladıysan ohula giderik,” sesinde, bende iş var, der gibi bir iğneleme seziyorum, “Goyü de olduğu gadar gezerik. Vahit bol nasıl olsa. Sana galacah yer olarak goy odasını ayarladıh. Orası daha golay, ohulun binası tek oda, hazırlığı da yoh. Hem ohulun dibinde sayılır. Yine de bir başıma şimdi zor olur den, o zamanı başımızın üstünde yerin var. İstediğin zamana gadar misafirsin.”

Gönlünü alır bir ses tonuyla cevap veriyorum, “Kırgınlığım var biraz. Ama gidelim. Size de yük olmak istemem, mümkünse hemen yerleşeyim, hem hızlıca alışmam lazım. Öteberiyi nereden bulurum?”

“Bulacaan bir şey yoh, her şeyi biz hallettik. Yemek ve temizliği Nuriye’yle bizim gız halledecek!”

Kız kelimesi içimde bir yerlere dokunuyor. Aklımdan tamamen çıkmış karşı cins. Tabii ki burada da varlar her yerde oldukları gibi. Heyecanımı gizlemek için itiraz edecek oluyorum, muhtar fırsat vermeden devam ediyor, “Alışana gadar.”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?