Bir Delikanlının Hikâyesi

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Frédéric’in yanında kendisine verilen bir siparişe göre, ona iki tablo getirmiş. O zaman, tablo taciri birtakım tenkitlere kalkışmış! Kompozisyonu, rengi, deseni, en çok da deseni yermiş; sözün kısası, bu iki tabloya hiç para vermek istememiş. Oysa vadesi gelen bir senet yüzünden, Pellerin bunları Yahudi Isaac’a satmış. On beş gün sonra Arnoux iki tabloyu da bir İspanyol’a iki bin franga satmamış mı?

“Tam iki bin franga! Görülmemiş bir namussuzluk! O bu namussuzluğu daha birçoklarına da yapıyor. Neredeyse bugün yarın mahkemeye verildiğini görürüz.”

“Amma da büyütüyorsunuz!” dedi Frédéric ürkek bir sesle.

Sanatçı masaya yumruğu ile vurarak “Pekâlâ! Pekâlâ! Ben büyütüyorum!” diye bağırdı.

Bu şiddetli hareket delikanlıya cesaret verdi. Ne olursa olsun daha nazik, daha kibar davranabilirdi. Bununla beraber, eğer Arnoux bu iki…

“Haydi, kötü tabloyu, deyin, korkmayın! Siz bunlardan anlar mısınız? Mesleğiniz mi bu sizin? Şunu bilin ki yavrum, ben amatör lafına kulak asmam!”

“Orası öyle! Bu benim işim değil!” dedi Frédéric.

“Öyleyse bu herifi savunmakta ne gibi bir çıkarınız var?” diye Pellerin soğuk bir eda ile sordu.

“Ne çıkarım olacak… Dostuyum da ondan.” diye delikanlı kekeledi.

“Kendisini benim tarafımdan da öpün! Akşamınız hayırlı olsun!”

Çok öfkeli olan ressam bir şey söylemeden, tabii içtiğinin de parasını vermeden çıktı gitti.

Arnoux’yu savunmakta Frédéric kendince haklıydı. Söylediği sözlerden heyecana gelip dostlarının iftirasına uğrayan, şu anda yüzüstü bırakılmış bir hâlde tek başına çalışan bu zeki ve iyi adama karşı sevgi duymuştu. Hemen içinde beliren garip bir hisle onu görmek ihtiyacına karşı gelemedi. On dakika sonra mağazanın kapısını itmişti.

Arnoux, memuru ile birlikte bir resim sergisi için hazırlanan pek çirkin birtakım afişleri bir düzene koymakla uğraşıyordu.

“Ne o? Hayrola?”

Bu pek basit soru Frédéric’i şaşırttı; ne söyleyeceğini bilemeyerek not defterini, mavi deri kaplı not defterini görüp görmediklerini sordu.

“İçine kadın mektuplarını koyduğunuz defter mi?” dedi Arnoux.

Frédéric, bir genç kız gibi kızarmak suretiyle, kendini böyle bir düşünceye karşı savundu.

“Öyleyse şiirlerinizi koyduğunuz defter olacak?” diye tacir karşılık verdi.

Masanın üstüne yayılmış olan afiş örneklerini evirip çeviriyor; şeklini, rengini, kenar çerçevesini tartışıyordu. Frédéric ise onun bu düşünceli hâline, en çok da afişler üstünde dolaşan düz yassı tırnaklı, biraz yumuşakça kaba ellerine gittikçe daha çok sinirlendiğini duyuyordu. Nihayet Arnoux kalktı, “Tamam oldu!” diyerek sırnaşık bir tavırla çenesini okşadı. Bu teklifsizlik Frédéric’in hoşuna gitmedi, geri çekildi; sonra yazıhaneden, buraya bu son gelişim olsun, düşüncesiyle çıkıp gitti. Kocasının bu bayağılığı yüzünden sanki Madam Arnoux da gözünden düşmüştü.

O hafta Deslauriers’den, gelecek perşembe Paris’te olacağını bildiren bir mektup aldı. O zaman, kendini bütün kuvvetiyle bu çok sağlam, bu çok yüksek sevgiye verdi. Böyle bir erkeği hiçbir kadına değişmezdi. Artık Regimbart’a, Pellerin’e, Hussonnet’ye, hiç kimseye ihtiyacı yoktu! Dostunu rahat ettirmek için demir bir karyola, ikinci bir koltuk satın aldı; yatak takımını ikiye ayırdı. Perşembe günü, tam Deslauriers’yi karşılamaya gitmek için giyindiği sırada kapının zili çaldı, Arnoux içeri girdi.

“Bir çift söz söyleyip gideceğim! Dün, Cenevre’den bana güzel bir alabalık göndermişler. Bu akşam tam saat yedide sizi yemeğe bekliyoruz. Choiseul Sokağı, No: 24 mükerrer. Unutmayın!”

Frédéric oturmak zorunda kaldı. Dizlerinin bağı çözülüvermişti. “Hele şükür! Hele şükür!” diye tekrarlıyordu kendi kendine; sonra terzisine, şapkacısına, kunduracısına birer pusula yazdı; üçünü de ayrı ayrı uşaklara vererek gönderdi.

Kilidin içinde anahtar döndü, kapıcı omzunda bir bavulla göründü. Frédéric, Deslauriers’yi karşısında görünce zina ederken kocası tarafından basılmış bir kadın gibi titremeye başladı.

“Nedir bu senin yaptığın?” dedi Deslauriers. “Mektubumu almışsındır herhâlde.”

Frédéric kendinde yalan söyleyecek kuvveti bulamadı.

Kollarını açıp dostunun kucağına atıldı.

Sonra, kâtip başından geçenleri anlattı. Babası, on yıl geçerse vasilik hesapları zaman aşımına uğrar düşüncesiyle, bu hesapları vermek istememiş. Ama Deslauriers muhakeme usulü kanununu iyi bildiğinden annesinin tam yedi bin frank tutan mirasını nihayet çatır çatır almış; bu para şimdi yanında, eski bir cüzdanın içindeymiş.

“Bir kenarda dursun, kara günde lazım olur; yarın sabah ilk işim bu parayı bir yere yatırmak, kendime başımı sokacak bir oda bulmak. Bugün tam bir tatil yapıyorum dostum, tamamıyla seninleyim.”

“Yoo! Sen keyfine bak!” dedi Frédéric. “Eğer bu akşam görülecek önemli birkaç…”

“Vay! Demek beni bir sefil parçası gibi başından savacaksın.”

Gelişigüzel söylenmiş bu söz, hakaret dolu bir ima gibi Frédéric’in kalbine saplandı.

Kapıcı getirdiği külbastıları, elmasiyeyi, ıstakozu, yemişi ve iki şişe Bordeaux şarabını ocağın yanındaki masanın üstüne koymuştu. Böyle iyi karşılanmadan duygulanan Deslauriers, “Vallahi, beni kral ağırlar gibi ağırlıyorsun!” dedi.

Geçmiş günler, gelecek günler üstünde konuştular, ara sıra, bir dakika sevgi ile bakışıp masanın üstünden birbirlerinin elini tutuyorlardı. Ama uşağın biri yeni bir şapka getirdi. Deslauriers, bir bakışta, şapkanın ne kadar göz alıcı olduğunu fark etti.

Sonra, terzinin kendisi gelip ütülediği elbiseyi getirdi.

“Neredeyse evleneceğine inanasım geliyor.” dedi Deslauriers.

Bir saat sonra üçüncü bir adam çıkageldi, büyük kara bir çantanın içinden cilalı, pırıl pırıl parlayan bir çift bot çıkardı. Frédéric denemek için botları ayağına giymekle uğraştığı sırada, kunduracı taşralının kunduralarına sinsi sinsi alay ederek bakıyordu.

“Bayın bir şeye ihtiyacı yok mu?”

Kâtip bağcıklı eski kunduralarını iskemlenin altına sürerken “Teşekkür ederim.” diye karşılık verdi.

Bu küçülme Frédéric’in canını sıktı. Derdini bir türlü söyleyemiyordu. Nihayet aklına bir şey gelmiş gibi “Hay Allah, az daha unutuyordum!” diye bağırdı.

“Ne o?”

“Bu akşam şehirde yemeğe davetliyim.”

“Dambreuse’lere mi? Niçin mektuplarında hiç bunun sözünü etmedin?”

Dambreuse’lere değil, Arnoux’lara davetliydi.

“Haber verseydin bir gün sonra gelirdim.” dedi Deslauriers.

Frédéric “Haber veremezdim!” diye sertçe karşılık verdi. “Ancak bu sabah davet ettiler, biraz önce.”

Kabahatini örtmek ve dostunun gönlünü almak için bavulunun karışık iplerini çözdü, eşyalarını dolaba yerleştirdi, yatağını ona verip kendisi küçük sandık odasında yatmak istiyordu. Saat dörtten sonra hazırlanmaya başladı.

“Daha çok vaktin var!” dedi öteki.

Sonra, giyinip çekti gitti. Deslauriers, Zenginler işte böyledir! diye düşündü. Saint-Jacques Sokağı’nda tanıdığı bir lokantacıda yemek yemeye gitti.

Frédéric’in kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki merdivende birkaç defa durdu. Aksi gibi, eldivenlerinden biri de yırtıldı. Yırtık yeri gömleğinin yeni altına sokuşturduğu bir sırada, arkasından çıkan Arnoux kolundan tutup onu eve soktu.

Çin üslubunda döşenmiş olan bekleme odasının tavanında renkli bir fener, köşelerde hezarenler vardı. Salonu geçerken Frédéric’in ayağı bir kaplan postuna takıldı, sendeledi. Buranın daha ışıkları yakılmamıştı, ama dipteki oturma odasında iki lamba yanıyordu.

Matmazel Marthe annesinin giyinmekte olduğunu söylemeye geldi. Arnoux kızını kaldırıp öptü; sonra mahzene inip kendi eliyle birkaç şişe şarap seçmek için Frédéric’i çocukla baş başa bıraktı.

Matmazel Marthe, Montereau yolculuğundan beri epey büyümüştü. Kumral saçları uzun, kıvırcık halkalar hâlinde çıplak kollarına dökülüyordu. Bir dansözün etekliğinden daha kabarık olan elbisesinden pembe baldırları görünüyor, güzel olan bütün vücudu bir çiçek demeti gibi taze taze kokuyordu. Bayın iltifatlarını nazlı edalarla karşıladı, koltukların, kanepelerin arasından süzülüp bir kedi gibi gözden kayboldu.

Frédéric artık hiçbir heyecan duymuyordu. Lambaların kâğıttan dantela ile örtülü fanusları, etrafa süt beyazı ve mor saten kaplı duvarların rengini yumuşatan bir ışık saçıyordu. Ocağın kocaman bir yelpazeyi andıran korkuluk çubukları arasından şöminedeki kömürler görünüyordu. Saatin önünde çengel ve halkaları gümüşten bir çekmece duruyordu. Öteye beriye atılmış şeyler göze çarpıyordu: İki kişilik küçük bir kanepenin üstünde bir bebek, bir iskemlenin arkalığında bir atkı, nakış masasının üstünde uçları aşağı doğru sarkmış iki fildişi şiş sokulu bir yün örgü… Her şeyiyle asude, kibar ve içli dışlı bir yerdi burası.

Arnoux içeri girdi; öteki kapıdan da Madam Arnoux göründü. Etrafı karanlık olduğundan Frédéric önce ancak yüzünü seçebildi. Siyah kadifeden bir elbise giymişti; saçlarını tarağına dolayıp sol omzuna dökülen kırmızı ipekten Cezayir işi uzun bir filenin içine toplamıştı.

Arnoux, Frédéric’i tanıttı.

“Aa! Mösyöyü gayet iyi tanıyorum!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.

Sonra, davetliler sözleşmiş gibi hepsi de aynı zamanda geldi; Dittmer, Lovarias, Burrieu, Besteci Rosenwald, Şair Theophile Lorris, Hussonnet’nin meslektaşı iki sanat tenkitçisi, bir kâğıt fabrikatörü, bir de seksen yaşını ve koca göbeğini anıyla şanıyla gürbüzce taşıyan büyük resmin son temsilcisi ünlü Pierre-Paul Meinsius.

Yemek odasına geçilirken Madam Arnoux onun koluna girdi. Sofrada Pellerin’in yeri boş duruyordu. Arnoux bu adamı hem sömürür hem severdi. Zaten zehir dilinden ödü kopardı; o kadar ki yumuşatmak için resmini mübalağalı övgülerle Art Industriel’de basmıştı. Paradan çok şöhret düşkünü olan Pellerin de saat sekize doğru soluk soluğa çıkageldi. Frédéric, bunlar barışalı çok olmuş sandı.

Davetliler, yemekler, her şey hoşuna gitmişti. Yemek odası, bir Orta Çağ konuşma odası gibi, meşin kaplıydı; bir uzun tütün çubuğu dizisinin karşısında Hollanda yapısı bir raf dikilmişti; sofranın üstündeki türlü renkte Bohemya işi bardaklar; çiçekler ve meyveler ortasında, bir bahçedeymiş gibi aydınlık saçıyordu.

 

Frédéric on türlü hardaldan hangisini seçeceğini bilemedi. Daspachio’dan, köriden, zencefilden, Korsika karatavuklarından, Roma yufkalarından yedi; nefis lip-fraoli, tokay şaraplarından içti. Arnoux misafirlerini iyi ağırlamakla pek övünürdü. Yiyecek hatırı için posta arabaları sürücülerinin yüzüne gülerdi, kendisine salçalarından göndersinler diye büyük lokantaların aşçılarıyla yârenlik ederdi.

Frédéric’i asıl eğlendiren konuşmalar olmuştu. Yolculuk etmek duygularını Doğu’dan laf açan Dittmer tazeledi; opera üzerinde konuşan Rosenwald’ı dinlerken tiyatroyla ilgili şeylere olan merakını giderdi; Hollanda peynirinden başka bir şey yemeksizin bütün bir kışı nasıl geçirdiğini ballandıra ballandıra anlatan Hussonnet’nin neşeli konuşmasından sonra korkunç Bohem hayatı gözüne eğlenceli gibi göründü. Sonra Lovarias ile Burrieu arasında Floransa Okulu üstüne yapılan bir tartışma ona bazı şaheserleri tanıttı, ufkunu genişletti. Heyecanını güç tuttuğu bir sırada Pellerin bağırdı:

“İğrenç gerçeğinizle kafamı şişirmeyin! Gerçek de ne demekmiş? Kimi kara görür kimi mavi görür, çoğu kimse de saçma görür. Michel-Angelo’da tabiilikten eser olmadığı hâlde onun kadar kuvvetli olan yoktur! Dış gerçek kuşkusu günümüzde sanatın alçalmasına sebep olmuştur; bu gidişle sanat, dinin altındaki şiir, çıkarın altındaki politika gibi manasız bir şey olup çıkacaktır. Sanatın bize kişisel olmayan bir coşkunluk vermek amacına -evet, bu amacına-çalışmadaki gözü boyayan kurnazlıklara rağmen, cüce eserlerinizle ulaşamayacaksınız. Mesela Bassolier’nin tablolarını ele alalım: Şirindir, yosmadır, temizceciktir, ağır da değildir. Cebine koyup yolculukta da yanında götürebilirsin! Noterler böylesini yirmi bin franga satın alırlar, ama içinde beş paralık fikir yoktur, oysa fikir olmayınca büyüklük olmaz; büyük olmayan güzel, güzel değildir. Olimpos bir dağdır, ehramlar her zaman en başı dik anıt olarak kalacaktır. Bolluk ve taşkınlık zevkten, çöl bir yaya kaldırımından, bir vahşi bir berberden daha değerlidir.”

Frédéric bu sözleri dinlerken bir yandan da Madam Arnoux’ya bakıyordu. Bu sözler ruhuna büyük bir fırının içine düşen maden parçaları gibi dökülüyordu, ihtirasını arttırıyor, aşkı yaratıyordu.

Onunla aynı sırada oturuyordu, aralarında üç kişi vardı. Madam Arnoux, ara sıra, küçük kızına birkaç söz söylemek için biraz eğiliyordu. O zaman gülümsediğinden yanağında beliren bir gamze yüzüne daha tatlı bir iyilik edası veriyordu.

İçki içildiği sırada, Madam Arnoux kalkıp gitti. Konuşmalar daha serbest hâle geldi. Bay Arnoux kendini gösterdi. Frédéric bu adamların hayâsızlığı karşısında şaşırıp kaldı. Böyle olmakla beraber, bunların kadın endişeleri kendisiyle onlar arasında, onca, kendi gözünde kendisini yükselten eşitlik gibi bir şey yaratmıştı.

Salona dönülünce kendini toparlamak için masanın üstündeki albümlerden birini aldı. Zamanın büyük sanatçıları bunu desenleriyle süslemişler, içine nesir, şiir yazmışlar veya sadece imzalarını atmışlardı; ünlü adların çoğunu tanımıyordu, bir sürü saçma sapan şey arasından insanda merak uyandıran düşünceler zar zor seçiliyordu. Hepsinde de Madam Arnoux’ya karşı az çok açık olarak beslenen bir saygı ifadesi vardı. Elim gidip albümün kıyısına bir satırcık yazı yazıveririm, diye öyle korkmuştu ki.

Madam Arnoux oturma odasından Frédéric’in görmüş olduğu halkaları, gümüşten çekmeceyi alıp getirdi. Kocasının hediyesi bir Rönesans eseriydi bu. Dostları Arnoux’ya iltifat ettiler; karısı da teşekkür etmişti. Duygulanan Arnoux herkesin içinde karısını öptü.

Sonra, herkes öbek öbek toplanıp dereden tepeden konuşuldu; babacan Meinsius ocağın yanındaki küçük bir kanepede Madam Arnoux ile beraberdi; kadın onun kulağına eğildikçe saçları birbirine değiyordu. Frédéric, tek böyle kendisine bir yakınlık kazandıracak bir şeyleri, ünlü bir adı ve ak saçları olsun da sağır, sakat ve çirkin olmaya çoktan razıydı. Gençliğine karşı öfkesinden kudurup içi içini yiyordu.

Neyse, Madam Arnoux, salonun Frédéric’in durduğu köşesine geldi; misafirlerden hangilerini tanıdığını, resmi sevip sevmediğini, ne zamandan beri Paris’te okuduğunu sordu. Ağzından çıkan her söz Frédéric’e yepyeni bir şey, kişiliğinin bir özelliği gibi geliyordu. Uçlarıyla çıplak omzunu okşayan saçlarının en küçük büklümlerine bile dikkatle bakıyor, hiç gözünü ondan ayırmıyor, ruhunu bu kadın etinin beyazlığı içine gömüyordu; oysa onunla yüz yüze gelip bütün endamını görmek için gözlerini kaldırmaya bir türlü cesaret edememişti.

Rosenwald, Madam Arnoux’dan birkaç şarkı söylemesini rica ederek konuşmalarını yarıda kesti. Besteci çalmaya başladı, kadın bekliyordu; dudakları aralandı; temiz, uzun, berrak bir ses yükseldi.

Frédéric İtalyanca sözlerden hiçbir şey anlamadı.

Şarkı önce bir kilise ilahisi gibi ağırbaşlı bir ritimle başlamış, sonra tiz perdeye yükselip ses parıltıları çoğalmış, birden alt perdeye düşmüştü. Melodi de engin ve tembel bir titreme ile ve âşıkane bir eda ile tekrarlanıyordu.

Madam Arnoux, kolları iki yana sarkmış, gözleri uzaklara dalmış, piyanonun yanında ayakta duruyordu. Ara sıra, notayı okumak için bir an başını uzatıp gözlerini kırpıştırıyordu. Kontralto sesi pest perdelerde dondurucu hüzünlü nağmeler yapıyor, o zaman iri kaşlı güzel başı omzuna doğru eğiliyordu; göğsü kabarıyor, kolları iki yana ayrılıyor, birkaç nota birden çıkaran boynu gökten inen öpücüklerin etkisiyle tembel tembel yana devriliyordu. Üç tiz nota söyledi, tekrar pest perdeye indi, yine yükselip bir nota daha söyledi, bir duruştan sonra şarkıyı yarım ses yüksek bir perdede bitirdi.

Rosenwald piyanodan kalkmadı. Kendi kendine çalmakta devam etti. Zaman zaman davetlilerden birinin kalkıp gittiği oluyordu. Saat on birde son kalan davetliler gittiğinden Arnoux geçirmek bahanesiyle Pellerin’le beraber çaktı. Tacir, akşam yemeğinden sonra çıkıp şöyle bir dolaşmazsa kendi kendine, ben hastayım galiba, diyen soydandı.

Madam Arnoux bekleme odasına kadar ilerlemiş, Dittmer’le Hussonnet’yi selamlamış, elini uzatmıştı. Frédéric’e de elini uzattı, delikanlı cildinin en küçük noktalarına kadar bir şeyin yayıldığını duymuştu.

Frédéric dostlarından ayrıldı; yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Yüreği dolup taşmıştı. Niçin elini vermişti? Bu, düşünmeden yapılmış bir hareket mi, yoksa cesaret vermek mi? “Haydi canım sen de! Ben delinin biriyim!” Olsun, ne çıkar! Şimdi bu kadının evine istediği gibi sık sık girip çıktıktan sonra, onun havası içinde yaşadıktan sonra…

Sokaklar tenhaydı, kimsecikler yoktu. Ara sıra iki tekerlekli bir yük arabası kaldırımları zangırdatarak geçiyordu. Kurşuni yüzlü sıra sıra evlerin pencereleri kapalıydı; Frédéric, bu kadını görmeden yaşayan, varlığından haberi bile olmayan, bu duvarların arkasına çekilip yatmış insanların hepsini küçümseyerek düşünüyordu! Zamanın, mekânın, hiçbir şeyin farkında değildi. Ökçesiyle yerlere, bastonu ile dükkânların kepenklerine vurarak, başıboş, çılgın gibi sürüklenerek hep yürüyüp gidiyordu. Nemli bir havaya büründü; kendini rıhtımların kıyısında buldu.

Sokak fenerleri iki sıra düz çizgi hâlinde parlayıp gidiyor, suların içinde kırmızı uzun alevler titreşiyordu. Su arduvaz rengindeydi. Oysa nehrin iki tarafında yükselen karanlık iki büyük yığına dayanmış gibi gelen gök daha berraktı. Göze görünmeyen birtakım yapılar karanlıkları daha koyulaştırmıştı. İleride, çatıların üstünde aydın bir sis dalgalanıyordu; bütün gürültüler bir tek uğultu içinde erimişti; hafif bir rüzgâr esiyordu.

Pont-Neuf’ün ortasında durmuş; başı, göğsü, bağrı açık, havayı ciğerlerine çekiyordu. Bu sırada, içinde tükenmek bilmez bir şeyin, gözleri önündeki dalgaların hareketi gibi kendisini dermansız düşüren bir sevgi akımının yükseldiğini duymuştu. Bir kilise saati kendisini çağıran bir ses gibi, ağır ağır biri çaldı.

O zaman, ruhu, insana yüce bir âleme göç etmiş duygusunu veren bir ürperişle ürperdi. Neyin nesi olduğunu bilmediği olağanüstü bir kabiliyet gelmişti kendisine. Ben büyük bir ressam mı, büyük bir şair mi olacağım?” diye ciddi olarak sordu kendi kendine; resimde karar kıldı, bu mesleğin zorunlulukları kendisini Madam Arnoux’ya yaklaştıracaktı çünkü. Yürüyeceği yolu bulmuş demekti! Yaşayışının amacı şimdi aydınlanmış, yarını iyice belli olmuştu.

Odasına girip kapısını kapayınca bitişik karanlık odada birinin horladığını duydu. Ötekiydi bu. Hiç aklına bile gelmemişti.

V

Ertesi gün öğleden evvel, kendine bir kutu boya, birkaç fırça, bir sehpa satın aldı. Pellerin de birkaç ders vermeye razı oldu. Frédéric resim negereklerinden6 hiçbir eksiği var mı görsün diye onu evine götürdü.

Deslauriers evdeydi. İkinci koltukta bir delikanlı oturuyordu. Kâtip onu göstererek “Senecal, işte bu!” dedi.

Frédéric delikanlıdan hoşlanmadı. Alabros kesilmiş saçları alnını daha geniş gösteriyordu. Kurşuni gözlerinin sert ve soğuk gibi bir ifadesi vardı; bütün elbisesi gibi kara, uzun redingotu da bir eğitmen, bir papaz kokusu saçıyordu.

Önce günün olayları üstünde konuşuldu, Rossini’nin Stabat’ı üzerinde duruldu; fikri sorulunca Senecal hiç tiyatroya gitmediğini söyledi.

Pellerin boya kutusunu açtı.

“Bunların hepsi senin mi?” dedi kâtip.

“Benim ya!”

“Bak sen! Nereden de aklına geldi?”

Matematik müzakerecisi masa başında Louis Blanc’ın bir kitabını karıştırıyordu, Deslauriers de eğildi. Pellerin’le Frédéric paleti, bıçağı, tüpleri birer birer gözden geçirirken Senecal de yanında taşıdığı kitabın bazı yerlerini alçak sesle okuyordu. Sonra, gelip Arnoux’nun evinde verilen ziyafet üzerinde konuşmaya başladılar.

Senecal “Hani şu tablo taciri mi?” diye sordu. “Becerikli bir bay doğrusu!..”

“Niçin böyle söylüyorsunuz?” dedi Pellerin.

“Siyasi dalaverelerle para sızdıran bir adam da ondan!” diye karşılık verdi Senecal.

Ardından da kral ailesini herkese iyi örnek olacak uğraşlara kendini vermiş gösteren ünlü taş basması bir resmin sözünü etmeye başladı. Resimde, Louis-Philippe elinde bir kanun kitabı, kraliçe bir dua kitabı tutuyor, prensesler nakış işliyor, Dük dö Nemours kılıç kuşanıyor, Bay de Joinville küçük kardeşlerine bir coğrafya haritası gösteriyor, dipte de iki bölmeli bir yatak görünüyormuş. İyi Bir Aile adını taşıyan bu resim, burjuvaların pek hoşuna gittiği hâlde vatanseverleri kahretmiş. Pellerin, sanki resmi yapan kendisiymiş gibi, canı sıkkın bir eda ile bütün fikirlerin bir değeri olduğunu söylemişti. Senecal itiraz etti. Sanatın biricik amacı halk kitlelerinin ahlakını yükseltmek olmalıydı! Sadece insanları erdemli eylemlere götüren konular işlenmeliydi; öbür konular zararlıydı.

“Bu iş çalışma tarzına bağlıdır!” diye Pellerin bağırdı. “Ben şaheserler yapabilirim.”

“Ne yaparsanız yapın, karışmam, ama hakkınız yok…”

“Nasıl, nasıl?”

“Hayır! Bayım, beğenmediğim, hoşlanmadığım birtakım şeylerle beni uğraştırmaya hakkınız yok. Hiçbir işe yaramayan, boşuna emek harcanmış çocuk oyuncaklarına, mesela bütün peyzajlarınızla şu Venüslere ne ihtiyacımız var? Ben bunlarda halkın öğreneceği bir şeyler göremiyorum! Siz bize daha çok halkın sefaletlerini gösterin! Ettiği fedakârlıkları göstererek bizi heyecana getirin! Allah aşkınıza, işlenecek konu mu yok? Çiftlik, atölye vb. ne güne duruyor?”

Pellerin öfkesinden kekeliyordu, bir delil bulduğunu sanarak, “Molière’e ne buyurursunuz?” dedi.

“Tamam!” dedi Senecal. “Fransız İnkılabı’nın öncüsü olarak ona hayranım.”

“Aman! İnkılap da ne sanat ya! Tarih hiç bu kadar acınacak bir devir görmemiştir!”

“Bu kadar büyük bir devir görmemiştir, bay.”

Pellerin kollarını kavuşturup Senecal’in yüzüne baktı.

“Ünlü bir gard nasyonal gibi bakıyorsunuz!” dedi.

Tartışmalara alışkın olan muarızı “Hiç de bir gard nasyonal hâlim yok, hem siz ondan ne kadar nefret ederseniz ben de o kadar ederim.” diye karşılık verdi. “Ama böyle prensiplerle halkın ahlakını bozuyorlar! Hükûmet de işini biliyor ya! Bunun gibi bir sürü maskara ile suç ortaklığı etmese bu kadar kuvvetli olabilir miydi?”

Ressam tablo tacirini savunmaya kalkıştı; Senecal’in fikirleri kendisini çileden çıkarmıştı çünkü. Hatta Jacques Arnoux’nun altın gibi bir kalbi olduğunu, dostlarına karşı vefalı davrandığını, karısını sevdiğini söylemeye kadar vardı.

“Ya! Ya! İyi bir para veren olsa modellik etmekten bile çekinmez.”

 

Frédéric’in benzi sapsarı kesildi.

“Size bir haksızlık mı etti yoksa bayım?”

“Bana mı? Yoo! Kendisini bir dostumla beraber kahvede topu topu bir kere görmüşlüğüm var.”

Senecal doğru söylüyordu. Ama her gün Art Industriel reklamlarıyla sinirleri bozuluyordu. Onca, Arnoux, demokrasi için uğursuz saydığı bir âlemin temsilcisiydi. Kendisi sıkı cumhuriyetçi olduğu için bütün incelikleri, kibarlıkları ahlak bozukluğu sayıyordu; zaten eğilmek bilmez bir dürüstlüğü olduğundan nezaket göstermeye de ihtiyacı yoktu.

Konuşmaya tekrar başlanması zorlaştı. Ressam hemen bir randevusu olduğunu hatırladı, müzakerecinin öğrencileri aklına geldi. Bunlar çıkıp gidince uzun bir sessizlikten sonra Deslauriers, Arnoux üzerine türlü türlü sorular sordu.

“İleride beni onunla tanıştırırsın, değil mi dostum?”

“Tabii.” dedi Frédéric.

Sonra, yerleşme işlerini düşündüler. Deslauriers bir dava vekilinin yanında kolaylıkla ikinci kâtiplik işi bulmuş, Hukuk Okuluna yazılmış, lüzumlu kitapları satın almıştı. Hayallerinde kurdukları hayat başladı.

Gençliklerinin güzelliği sayesinde bu hayat şirinleşti. Deslauriers hiç para lafı etmediğinden Frédéric de bu konuyu açmadı. Bütün masrafları görüyor, dolabı düzeltip yerleştiriyor, ev işleriyle uğraşıyordu; ama kapıcıya ağzının payını vermek gerekti mi kâtip bu işi üzerine alıyor, kolejde olduğu gibi o eski koruyucu ve ağabey rolüne yine devam ediyordu.

Bütün günü ayrı geçiriyor, akşam buluşuyorlardı; ikisi de ocağın başındaki yerlerine oturup kendi işleriyle uğraşıyorlardı. İşlerini bırakmakta da gecikmiyorlardı. Birbirlerine dertlerini söylüyor, hiç yoktan neşeleniyor, bazen de is çıkaran lamba veya kaybolmuş bir kitap yüzünden kavga ediyor, bir dakika süren kızgınlıklarını gülüşmeler yatıştırıyordu.

Sandık odasının kapısı açık durduğundan, yatağa yatınca uzaktan uzağa konuşurlardı.

Sabahleyin, taraçada gömlekle gezinirlerdi; güneş doğmuştur, nehrin üstünden hafif bir sis geçmektedir; yandaki çiçek pazarının şamatası duyulurdu. Adamların pipolarından çıkan dumanlar uykudan hâlâ şiş gözlerine serinlik veren havanın içinde halka halka dalgalanırdı. Bu havayı ciğerlerine çekerken yüreklerine engin bir umut serpildiğini duyarlardı.

Pazar günü, hava yağmurlu değilse birlikte çıkarlar, caddelerde kol kola yürürlerdi. Hemen her zaman ikisi de aynı şeyi düşünür veya yanlarından gelip geçenlere bakmadan konuşurlardı. Deslauriers’nin zenginlikte gözü vardı; zengin oldun mu insanlara sözünü geçirebilirdin. Emrindeki üç kâtiple, herkesi harekete getirecek, etrafı velveleye verecek, haftada bir kere de büyük bir siyasi ziyafet çekecekti. Frédéric ise İspanya Araplarının sarayları gibi bir saray döşeyecek, kaşmir kaplı sedirlere uzanıp fıskiyelerin şırıltısını dinleyecek, kendisine zenci uşaklar hizmet edecekti. Bu hayal edilen şeyler öyle elle tutulacak kadar canlı hâle gelirdi ki sanki bunlar zaten varmış da kaybetmişler gibi üzülürlerdi.

“Hep bunları konuşmanın ne faydası var, hiçbirini elimize geçiremeyecek olduktan sonra!..” derdi.

Deslauriers “Kim bilir?” diye karşılık verirdi.

Demokrat fikirleri olduğunu bile bile, Deslauriers’yi Dambreuse’lere götürmeye zorluyor, Deslauriers ise itiraz ediyordu.

“Aman, sen git! Seni davet ederler!”

Mart ayının ortasına doğru, oldukça kabarık hesap pusulaları arasında akşam yemeklerini getiren lokantacının pusulası da geldi. Bu hesapları ödemeye yetecek parası olmadığından Frédéric, Deslauriers’den yüz ekü borç istedi. On beş gün sonra bir daha borç isteyince kâtip, Arnoux’nun dükkânında çok masrafa girdiği için dostuna söylendi.

Gerçekten Frédéric hesapsız hareket ediyordu. Bir Venedik, bir Napoli, bir İstanbul manzarası üç duvarın ortalarını kaplamıştı. Ötede beride Alfred de Dreux’nün binicilikle ilgili konuları, şöminenin üstünde Pradier’nin bir grubu, piyanonun üstünde Art Industriel dergisinin çeşitli sayıları, köşelere atılmış resim kartonları odayı öyle tıklım tıklım doldurmuştu ki kitap koyacak, adım atacak yer kalmamıştı. Frédéric resme çalışmak için bütün bunların kendisine lazım olduğunu iddia ediyordu.

Pellerin’in yanında çalışırdı. Ama gazetelerde lafı edilir diye her cenazede, olayda hazır bulunmayı âdet edinen Pellerin sık sık sokağa çıkardı. Frédéric ise saatlerce atölyede yalnız kalırdı. Farelerin koşuşmasından başka ses işitilmeyen bu büyük odanın sakinliği, tavandan dökülen aydınlık, sobanın yanarken gürül gürül edişine varıncaya kadar her şey, önce onu bir aydının huzuru içine atardı. Sonra çalıştığı eserden ayrılan gözleri duvarın sıyrıklarında, etajerin bibloları arasında, üstlerinde kadife parçaları gibi toz birikmiş heykel gövdelerinde dolaşır ve ormanın içinde kaybolmuş, dönüp dolaşıp yine aynı yere gelen bir yolcu gibi, her düşüncenin altında durmadan Madam Arnoux’nun hatırasını bulurdu.

Evine gitmek için kendi kendine gün tayin ederdi; ikinci kata çıkıp kapısı önüne gelince çıngırağı çalayım mı, çalmayayım mı diye düşünürdü. İçeriden ayak sesleri gelir, kapı açılırdı: “Madam sokağa çıktı.” Yüreğinin üstünden bir yük kalkmış gibi, bir kurtuluş olurdu bu.

Bununla beraber, Madam Arnoux ile karşılaştı. İlk defasında yanında üç hanım vardı. Bir başka gün, öğleden sonra Matmazel Marthe’ın yazı öğretmeni çıkageldi. Madam Arnoux’nun kabul ettiği erkekler hiç kendisini ziyarete gelmemişlerdi. Saygı gösterip bir daha eve gitmedi.

Ama perşembe ziyaretlerine çağrılsın diye, her çarşamba Art Industriel’e gitmekten de geri kalmadı. Bir gravüre bakar, bir gazeteye göz gezdirir gibi yaparak orada herkesten, hatta Regimbart’dan bile uzun kalırdı. Nihayet Arnoux “Yarın akşam boş musunuz?” deyince daha cümlesini bitirmeden daveti kabul ederdi. Arnoux, Frédéric’i sever gibiydi. Delikanlıya şaraptan anlamak sanatını, punç yapmasını, bıldırcın yemeği pişirmesini öğretti. Madam Arnoux ile ilgili her şeyi, mobilyalarını, hizmetçisini, evini, sokağını sevdiğinden Frédéric, Arnoux’nun verdiği öğütleri bir bir tutardı.

O bu ziyafetlerde hiç konuşmaz, Madam Arnoux’yu seyre dalardı. Şakağında küçük bir beni vardı. Kurdeleleri saçlarından daha karaydı, kıyıları her zaman biraz nemli gibiydi. Ara sıra yalnız iki parmağı ile bunları okşardı. Frédéric tırnaklarının ayrı ayrı şekillerini bilir, kapıların yanından geçerken ipek elbisesinin hışırtısını işitmeye bayılır, mendilini gizli gizli koklardı. Tarağı, eldivenleri, yüzükleri onca, sanat eserleri gibi önemli, âdeta insan gibi canlı, özel şeylerdi. Bunların hepsi onu duygulandırır, sevgisini arttırırdı.

Aşkını Deslauriers’den saklayamamıştı. Madam Arnoux’nun evinden döndüğü geceler, onun lafını etmek için dostunu mahsus uyandırırdı.

Sandık odasında musluğun yanında yatan Deslauriers uzun uzun esnerdi. Frédéric yatağının ayak ucuna oturur, sonra kiminde küçümseme kiminde sevgi gördüğü incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırdı. Mesela bir defasında, Madam Arnoux onun koluna girmemiş, Dittmer’in koluna girmiş, Frédéric de buna üzülmüş.

“Aa! Budala mısın? Üzülecek ne var bunda?”

Madam Arnoux ona “dostum” demiş.

“Öyleyse sen de neşeli ol!”

“Olamıyorum, elimde değil.” derdi Frédéric.

“Haydi, haydi, düşünme artık! Gecen hayırlı olsun.”

Deslauriers sokak tarafına döner, uyurdu. O bu aşktan bir şey anlamıyor, bu aşka gençliğin büyük bir zaafı diye bakıyordu. Frédéric, Deslauriers’nin dostluğunu yeter bulmamış olacak ki kendi arkadaşlarını da onun arkadaşlarını da haftada bir gün eve çağırmayı düşündü.

Arkadaşları cumartesi günü saat dokuza doğru geldi. Cezayir dokuması üç perde iyice çekilmişti. Bir lamba ile dört mum yanıyordu. Masanın ortasındaki içi pipo dolu bir tütün çanağı, bira şişeleri, çaydanlık, bir şişe rom ve küçük çörekler arasına uzanmıştı. Ruhun ölmezliği üstünde tartışılıyor, profesörler arasında kıyaslamalar yapılıyordu.

Bir akşam Hussonnet, kolları pek kısa bir redingot giymiş, çekingen duran, iri yarı bir delikanlı getirdi. Geçen yıl karakoldan almak istedikleri oğlandı bu.

Kavgada kaybolan dantela dosyasını ustasına geri götüremediğinden adam buna hırsızlık suçu yüklemiş, mahkemeye vermekle gözünü korkutmuş. Şimdi bir nakliyat ambarında ayak işleri görüyormuş. Hussonnet sabah bir sokağın köşesinde ona rastlamış, eve getirmiş, çünkü o minnettarlık duygusu ile “ötekini” de görmek istemiş.

İçi hâlâ yaprak sigarası dolu olan tabakayı Frédéric’e uzattı. Bu tabakayı, kendisine geri vermek düşüncesiyle, dinî bir saygı ile saklamış.

6Negerek: Ufak tefek eşya, öteberi. (e.n.)

Inne książki tego autora