Gizli Bahçe

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Ben çok yalnızım.” dedi.

Daha önce, onu bu kadar huysuz ve aksi yapan şeylerden birinin bu olduğunun farkında değildi. Kızılgerdan ile birbirlerine bakınca fark etmişti bunu.

Yaşlı bahçıvan şapkasını kel kafasının üzerinde geri itip kıza bir süre baktı.

“Sen şu Hindistan’dan gelen kız mısın?” diye sordu.

Mary başıyla onayladı.

“O zaman yalnız olduğuna şaşmamak lazım. Burada eskisinden de yalnız olacaksın.” dedi.

Adam tekrar kazmaya koyuldu, küreğini zengin siyah bahçe toprağına daldırırken Kızılgerdan da çok meşgulmüş gibi hoplayıp zıplıyordu.

“Senin adın ne?” diye sordu Mary.

Adam, kıza cevap vermek için doğruldu.

“Ben Weatherstaff.” diye yanıtladı adam ve huysuz bir gülüşle ekledi. “Ben de yanımda kuş olmadığı zamanlarda yalnızımdır.” ve parmağıyla Kızılgerdan’ı işaret etti. “O benim tek arkadaşım.”

“Benim hiç arkadaşım yok.” dedi Mary. “Hiç olmadı da. Ayah’ım beni pek sevmezdi ve ben de kimseyle oynamazdım.”

Aklından geçeni olduğu gibi söylemek bir Yorkshire geleneğiydi ve Ben Weatgerstaff de tam bir Yorkshire bozkırlısıydı.

“İkimiz de birbirimize benziyoruz.” dedi. “Hamurumuz aynı. İkimiz de çirkiniz ve ikimiz de göründüğümüz kadar suratsızız. İkimizin de aksi huyları var, ikimizin de aynen öyle.”

Bu dümdüz, dolaysız bir konuşmaydı ve Mary Lennox kendisi ile ilgili gerçeği daha önce hiç duymamıştı. Yerli hizmetçiler onun önünde eğilirler ve ona itaat ederlerdi. Kendisinin nasıl göründüğü ile ilgilenmemişti daha önce fakat şimdi Ben Weatherstaff’tan daha sevimsiz olup olmadığını merak etmişti, bir de Kızılgerdan gelmeden önce onun göründüğü kadar huysuz görünüp görünmediğini merak etti. Ayrıca, gerçekten de “aksi huylu” olup olmadığını da merak etti. Rahatsız olmuştu.

Birden yakınında ufak bir kıpırtı sesi duyunca dönüp baktı. Genç bir elma ağacının yanında duruyordu ve Kızılgerdan ağacın dallarından birine konmuş şakımaya başlamıştı. Ben Weatherstaff bir kahkaha patlattı.

“Niye böyle bir şey yaptı?” diye sordu Mary.

“Seninle arkadaş olmaya karar verdi.” diye yanıtladı Ben. “Senden hoşlanmadıysa ne olayım?”

“Benden mi?” dedi Mary ve küçük ağaca doğru hafifçe yaklaşıp yukarı baktı.

“Benimle arkadaş olur musun?” diye sordu Kızılgerdan’a bir insanla konuşurmuş gibi. “Olur musun?” Bu soruyu sert sesiyle veya buyurgan Hintli sesiyle değil, yumuşak ve tatlı bir dille söyleyince, Ben Weatherstaff ıslık çalarken Mary nasıl şaşırdıysa adam da onu duyunca şaşırdı.

“Vay!” diye haykırdı. “Yaşlı ve sert bir kadın gibi değil de gerçek bir çocuk gibi hoş ve insanca söyledin. Sanırsın Dickon bozkırda vahşi hayvanlarıyla konuşuyor.”

“Dickon’ı tanıyor musun?” diye sordu Mary, aceleyle arkasını dönerek.

“Onu tanımayan yoktur. Dickon her yere girip çıkar. Böğürtlenler, funda çiçekleri bile tanır onu. Eminim tilkiler ona yavrularını gösteriyor, tarla kuşları yuvalarını ondan gizlemiyordur.

Mary birkaç soru daha sormak istedi. Dickon’ı da en az terk edilmiş bahçe kadar merak ediyordu. Fakat tam o anda şarkısını bitirmiş olan Kızılgerdan kanatlarını hafifçe salladı ve uçup gitti. Ziyaretini tamamlamıştı, artık yapacak başka işleri vardı.

“Duvarın arkasına uçtu!” diye haykırdı Mary, onu izleyerek. “Meyve bahçesine uçtu, duvarın diğer tarafına, kapısı olmayan bahçeye!”

“Orada yaşıyor.” dedi yaşlı Ben. “Yumurtadan orada çıktı. Eğer kur yapıyorsa oradaki yaşlı gül ağaçlarının arasında yaşayan yaşlı bir Kızılgerdan hanımı ayartmaya çalışıyordur.”

“Gül ağaçları mı?” dedi Mary. “Orada gül ağaçları mı var?”

Ben Weatherstaff küreğini yeniden eline alıp yeniden kazmaya koyuldu.

“On yıl önce vardı.” diye mırıldandı.

“O ağaçları görmek isterdim.” dedi Mary. “Yeşil kapı nerede? Bir yerlerde kapı olması lazım.”

Ben küreğini derine sapladı ve kızı ilk kez gördüğündeki gibi mesafeli bir şekilde baktı.

“On yıl önceydi o, artık yok.” dedi.

“Kapı yok mu!” diye haykırdı Mary. “Olması lazım.”

“Kimsenin bulacağı bir kapı yok, hem kimseyi de ilgilendirmez. İşgüzarlığı bırakıp sebepsiz yere her şeye burnunu sokma. Hadi, işime dönmem lazım. Gidip oyun falan oyna sen. Artık vaktim yok.”

Gerçekten de kazmayı bırakıp, küreğini omzuna attı ve ne kızın yüzüne baktı ne de bir hoşça kal dedi, çekip gitti.

V. BÖLÜM
KORİDORDAKİ AĞLAMA

Mary Lennox’a burada geçirdiği ilk günler birbirinin aynı gibi gelmişti. Her sabah goblen kumaşlarla kaplı odada uyanıyor, Martha’yı dizlerinin üstünden şömineyi yakarken buluyor, çocuk odasında hiç de ilginç olmayan kahvaltısını yapıyor, her kahvaltı sonrasında pencerenin önünde durup dört bir yana ve hatta gökyüzüne kadar uzanır gibi görünen kocaman bozkırı seyrediyor ve bir süre sonra dışarı çıkmazsa içeride kalıp hiçbir şey yapmamış olacağını fark edip dışarı çıkıyordu. Yapabileceği en iyi şeyin bu olduğundan haberi yoktu; hızlı hızlı yürümeye başladığı ya da patikalarda, yollarda koşmaya başladığı zaman yavaş akan kanının hızlandığından, bozkırda esen sert rüzgâra karşı savaşırken bunun kendini güçlü kıldığından haberi yoktu. Kendini sıcak tutmak için koşuyordu yalnızca. Suratına doğru esen, göremediği bir dev gibi kükreyen ve onu engelleyen rüzgârdan nefret ediyordu. Fakat bozkırın üzerinde esen sert, temiz havada aldığı derin nefesler ciğerlerini cılız bedenine iyi gelen bir şeyle doldururken, yanaklarını al al yaparken ve donuk gözlerini pırıl pırıl parlatırken o bunların hiçbirinden haberdar değildi.

Fakat dışarıda geçirdiği birkaç günün sonrasında bir sabah açlığın ne demek olduğunu anlayarak uyandı ve kahvaltı masasına oturunca yulaf lapasına iştahsızca bakıp tabağı itmek yerine, kaşığı alıp lapasını yemeye başladı ve tabağı boşalana kadar yemeye devam etti.

“Bu sabah yulaf lapasıyla aranız iyi galiba, değil mi?” dedi Martha.

“Bugün tadı güzel geldi.” dedi Mary, kendine biraz şaşırarak.

“Bozkır iştahınızı açtı.” diye karşılık verdi Martha. “İştahın yerinde olduğunda yemek bulmak güzel şey. Bizim kulübede on iki boğaz var ama o boğazları doyuracak yemek yok. Her gün dışarı çıkıp oynamaya devam edin, kemikleriniz biraz etlenir, yüzünüze renk gelir.”

“Ben oynamıyorum ki.” dedi Mary. “Oynayacak bir şeyim yok.”

“Oynayacak bir şeyiniz yok mu!” diye haykırdı Martha. “Bizim çocuklar sopalarla, taşlarla oynarlar. Etrafta koşuşturup bağrışıp çağrışırlar, sağa sola bakınırlar.”

Mary bağırmazdı ama sağa sola bakınırdı. Yapacak başka bir şey yoktu. Bahçelerde dolanır, parkların içindeki patikalardan yürürdü. Bazen Ben Weatherstaff’a bakınıyordu, onu çoğunlukla görmesine rağmen genelde ya çok meşgul ya da çok suratsız oluyordu. Bir keresinde ona doğru yürürken adam küreğini alıp sanki kasten arkasını dönüp yürüyüp gitmişti.

Bir yere diğerlerinden daha sık gidiyordu. Etrafı duvarlarla çevrili bahçelerin dışındaki uzun yürüyüş yoluydu burası. Yolun her iki kenarında çıplak çiçek tarhları vardı ve duvarlar yoğun sarmaşıklarla kaplıydı. Duvarın bir bölümündeki koyu yeşil sarmaşık yaprakları diğer taraftakilere kıyasla daha gürdü. Görünüşe göre bir süredir bu bölüm ihmal edilmişti. Diğer taraflar düzgün görünmeleri için budanmıştı fakat yolun aşağısındaki bu bölüme dokunulmamıştı bile.

Mary burayı Ben Weatherstaff ile konuştuktan birkaç gün sonra fark etti ve neden böyle olduğunu düşündü. Öylece durmuş, rüzgârda sallanan sarmaşık dalına bakarken kızıl bir parıltı gördü ve ardında orada, duvarın üstünde muhteşem bir cıvıltı duydu, Ben Weatherstaff’ın Kızılgerdan’ı küçük başını bir tarafa eğmiş, Mary’ye bakmak için öne doğru uzanıyordu.

“Ah!” diye haykırdı. “Sen miydin? Sen miydin o?” Onun kendisini anlayıp cevap vereceğinden emin olduğu için onunla konuşmak hiç tuhaf gelmiyordu.

Cevap verdi de. Sanki ona bir şeyler anlatıyormuş gibi şakıdı, cıvıldadı, duvarın üstünde hoplayıp zıpladı. O, kelimelerle konuşmasa bile Küçük Hanım Mary de onu anlıyor gibiydi. Sanki şöyle söylüyordu:

“Günaydın! Rüzgâr ne hoş, değil mi? Güneş ne güzel, değil mi? Her şey ne kadar da güzel, değil mi? Haydi birlikte cıvıldayıp, hoplayıp, şakıyalım. Haydi! Haydi!”

Mary gülmeye başladı ve o duvar boyunca hoplayıp ufak ufak uçarken Mary de onun peşinden koştu. Zavallı cılız, solgun, çirkin Mary… Bir anlığına gerçekten de güzel görünüyordu.

“Seni seviyorum! Seni seviyorum!” diye haykırdı Mary yolda koşturarak; kuş gibi cıvıldamaya ve ıslık çalmaya çalıştı, hem de bunu nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yokken. Fakat Kızılgerdan memnun olmuş gibi görünüyordu, ona cevap verir gibi cıvıldayıp ıslık çaldı. Sonunda kanatlarını gerip havalandı ve bir ağacın tepesine konup orada yüksek sesle şakımaya başladı.

Bu Mary’ye onu ilk gördüğü zamanı hatırlattı. O bir ağacın tepesinde sallanırken Mary de meyve bahçesinde duruyordu. Şimdi kendisi meyve bahçesinin diğer tarafındaydı ve duvarın dışındaki patikada, daha da aşağıda duruyordu ve içerideki yine aynı ağaçtı.

“Bu ağaç kimsenin giremediği bahçede.” dedi kendi kendine. “Burası kapısız bahçe. Kuş burada yaşıyor. Keşke nasıl bir yer olduğunu görebilsem!”

İlk sabah girdiği yeşil kapıya giden yola koştu, sonra diğer kapıya giden yoldan aşağı koştu ve sonra da meyve bahçesine. Durup yukarı bakınca duvarın diğer tarafındaki ağaç görünüyordu, Kızıl-gerdan şarkısını bitirip, gagasıyla tüylerini düzeltmeye koyulmuştu.

“Burası o bahçe,” dedi. “Eminim bundan.”

Etrafında dolanıp, meyve bahçesinin o duvarını yakından inceledi fakat daha öncekinden farklı bir şey bulamadı, bahçenin kapısı falan yoktu. Sonra yine mutfak bahçelerine koştu ve oradan da yürüyüş yoluna çıkıp sarmaşık kaplı uzun duvara gitti, duvarı sonuna kadar yürüdü ve iyice bakındı ancak kapı falan yoktu; sonra yine duvarın diğer ucuna yürüdü ve orada da herhangi bir kapı göremedi.

“Çok tuhaf.” dedi. “Ben Weatherstaff kapı yok dedi ve ortalıkta kapı falan yok. Ama Bay Craven anahtarı gömdüğüne göre on sene önce bir kapısı olmuş olmalı.”

 

Bu olay kafasını o kadar meşgul ediyordu ki daha da meraklanmaya başladı ve artık Misselthwaite Malikânesi’ne geldiği için üzülmediğini hissetti. Hindistan’da hava hep çok sıcak olurdu ve insanın bir şeylerle ilgilenmeye mecali olmazdı. Gerçek şuydu ki bozkırda esen taze rüzgârlar onun genç beynindeki örümcek ağlarını süpürmeye ve onu yavaş yavaş uyandırmaya başlamıştı.

Neredeyse tüm gün dışarıda vakit geçiriyordu ve akşam yemeğine oturduğunda kendini acıkmış, uykusu gelmiş ve rahatlamış hissediyordu. Martha gevezelik ettiğinde sinirlenmiyordu. Onu dinlemekten hoşlandığını hissediyordu ve nihayet ona bir soru sormaya karar verdi. Sorusunu akşam yemeğini bitirip şöminenin önündeki kilime oturunca sordu.

“Bay Craven o bahçeden neden nefret ediyor?” dedi.

Martha’nın kendisiyle kalmasını istemiş, Martha da buna karşı çıkmamıştı. Martha çok gençti ve kardeşlerle dolu bir kulübede yaşamaya alışkındı; uşaklar ve kıdemli hizmetçilerin onun Yorkshire aksanıyla dalga geçtiği, ona tepeden baktıkları ve aralarında onun hakkında fısıldaştıkları kocaman hizmetçi odasında kendini pek rahat hissetmiyordu. Martha konuşmayı seviyordu ve Hindistan’da yaşamış olan ve siyahiler tarafından bakılmış olan bu tuhaf çocuk onun ilgisini çekecek kadar özgündü.

Davet beklemeden kilime oturdu.

“Hâlâ o bahçeyi mi düşünüyorsunuz?” dedi. “Düşüneceğinizi biliyordum. Ben de onu ilk kez duyduğumda düşünmeden edemiyordum.”

“Neden oradan nefret ediyor?” diye ısrar etti Mary.

Martha ayaklarını altına alarak rahat bir pozisyonda oturdu.

“Evin etrafında uğuldayan rüzgâra kulak verin.” dedi. “Bu gece bozkırda olsaydınız ayakta zor dururdunuz.”

Mary durup dinleyene kadar “uğuldama” kelimesinin anlamını bilmiyordu ama sonra anladı. Sanki kimsenin göremediği bir dev evi yumrukluyor ve içeri girmek istercesine duvarlara ve camlara vuruyormuş hissi yaratan, evin etrafında dönüp duran içi boş kükreme demek olmalıydı. Ama insan onun eve giremeyeceğini biliyor ve kömürün kırmızı alevinin ısıttığı odanın içinde kendini bir şekilde güvende hissediyordu.

“Ama neden oradan bu kadar nefret ediyor?” diye sordu, dinledikten sonra. Martha’nın bilip bilmediğini öğrenmek istiyordu.

Derken, Martha bildiklerini ortaya döktü.

“Dinle.” dedi. “Bayan Medlock bu konu hakkında konuşulmaması gerektiğini söyledi. Bu evde konuşulmaması gereken o kadar çok şey var ki. Bunlar Bay Craven’ın emri. Onun meseleleri hizmetçileri ilgilendirmezmiş, o öyle diyor. Fakat bahçe ile ilgili durum biraz daha farklı. İlk evlendiklerinde bahçe Bayan Craven’ınmış ve orayı çok seviyormuş, çiçeklerin bakımını birlikte yaparlarmış. Bahçıvanlardan hiçbirinin içeriye girmeye izni yokmuş. İkisi birden içeriye girer, kapıyı kapatıp saatlerce orada kalırlar, kitap okurlar, muhabbet ederlermiş. Bayan Craven biraz da küçük bir kız çocuğu gibiymiş o zamanlar, koltuk gibi eğilmiş bir dalı olan eski bir ağaç varmış. Bu dalın üzerine doğru sarılan güller yetiştirmiş ve orada oturmaya başlamış. Fakat bir gün orada otururken dal kırılmış, yere düşmüş ve öyle kötü yaralanmış ki ertesi gün vefat etmiş. Doktorlar Bay Craven’ın aklını yitirip öleceğini düşünmüşler. Oradan bu yüzden nefret ediyor. O gün bugündür oraya giren çıkan olmamış, zaten orası hakkında konuşulmasına da izin vermiyor.”

Mary başka soru sormadı. Kırmızı ateşe bakıp “uğuldayan” rüzgârı dinledi. Eskisinden de kuvvetli “uğulduyor” gibiydi.

Tam o sırada çok da iyi bir şey oluyordu ona. Aslında o Misselthwaite Malikânesi’ne geldiğinden beri dört iyi şey olmuştu. Bir Kızlgerdan’ı anladığını ve onun da kendisini anladığını hissetmişti; kanı sımsıcak olana kadar yabanın içinde koşturmuştu; hayatında ilk kez sağlıklı bir şekilde acıkmıştı ve biri için üzülmenin ne olduğunu hissetmişti. Kendine geliyordu.

Fakat rüzgârın sesini dinlerken bir ses daha duymaya başladı. Ne olduğunu bilmiyordu çünkü başlarda bu sesi rüzgârın sesinden pek ayırt edememişti. Tuhaf bir sesti, sanki bir yerlerde bir çocuk ağlıyor gibiydi. Bazen rüzgârın sesi çocuk ağlamasına benzerdi ancak şu anda Küçük Hanım Mary bu sesin evin dışından değil, içinden geldiğinden emindi. Uzaktan geliyor gibiydi ama evin içindeydi. Dönüp Martha’ya baktı.

“Bir ağlama sesi duyuyor musun?” dedi.

Martha birden şaşırmış göründü.

“Hayır.” diye yanıtladı. “Rüzgârdır. Bazen biri bozkırda kaybolmuş da ağlıyormuş gibi gelir. Rüzgârın türlü türlü sesi olur.”

“Dinlesene.” dedi Mary. “Ses evin içinden, uzun koridorlardan birinin sonundan geliyor gibi.”

Tam o sırada aşağıdaki kapılardan biri açılmış olmalıydı; çünkü girişten içeriye kuvvetli bir hava akımı oldu, oturdukları odanın kapısı birden çarparak ardına kadar açıldı ve ikisi birden ayağa fırlarken ışık söndü, ağlama sesi koridor boyunca ilerledi ve böylece daha net bir şekilde duyuldu.

“İşte!” dedi Mary. “Sana söylemiştim! Biri ağlıyor ve bu yetişkin biri değil.”

Martha koşup kapıyı kapadı ve anahtarı çevirdi fakat bunu yapmadan önce ikisi de uzaktaki bir kapının hızla çarpıldığını duydu, sonrasında her şey son derece sessizdi, hatta rüzgâr bile bir an için “uğuldamayı” bırakmıştı.

“Rüzgârın sesi,” dedi Martha inatla. “Rüzgâr değilse, küçük Betty Butterworth’dür, bulaşıkçı kız. Tüm gün dişi ağrıyordu.”

Fakat tutumundaki rahatsız ve tuhaf hava Küçük Hanım Mary’nin ona dik dik bakmasına sebep oldu. Mary onun doğruları söylediğine inanmıyordu.

VI. BÖLÜM
AĞLAYAN BİRİ VAR-GERÇEKTEN!

Ertesi gün yine sağanak yağmur yağıyordu ve Mary pencereden baktığında bozkır âdeta gri bir sis ve bulutlar ardına gizlemişti. Bugün dışarı çıkmak yoktu.

“Böyle yağmur yağdığında sizin kulübede neler yaparsınız?” diye sordu Martha’ya.

“Çoğunlukla birbirimizin ayağına dolanmamaya çalışırız.” diye yanıtladı Martha. “Ah! Bir sürü insan kalabalığı olduğu düşünülürse… Annem halim selim bir kadındır ama endişeleniyor tabii. Büyük kardeşler gidip ahırda oynarlar. Dickon ıslanmaktan çekinmez. Sanki hava günlük güneşlikmiş gibi dışarı çıkar. Güzel havalarda görmediği şeyleri yağmurlu havalarda görebiliyormuş. Bir keresinde deliğinde boğulmak üzere olan bir yavru tilki bulup, onu sıcak tutmak için gömleğinin içine sokup eve getirmişti. Annesi yan tarafında öldürülmüş, delikleri su ile dolmuş ve diğer yavrular da ölmüş. Tilki şu anda bizim evde. Başka bir zaman yine boğulmak üzere olan bir karga bulup eve getirmişti, onu da evcilleştirdi. Simsiyah olduğu için adını Kurum koydu, onunla beraber oradan oraya hoplayıp uçuyor.”

Mary artık Martha’nın bu samimi konuşmalarına aldırmaz olmuştu. Hatta anlattıklarını ilginç bulmaya başlamış, o konuşmayı bıraktığında veya başka yere gittiğinde üzülür olmuştu. Hindistan’da yaşarken Ayah’ının anlattığı hikâyelerin, Martha’nın yiyecek pek bir şeyleri olmayan on dört kişiyi içine alan bozkır kulübesi hakkında anlattıklarıyla yakından uzaktan alakası yoktu. Çocuklar tatlı, minik çoban köpeği yavruları gibi kendi kendilerine yuvarlanıp eğleniyorlardı. Mary en çok anne ve Dickon’dan etkileniyordu. Martha’nın annesinin söyledikleri veya yaptıkları hakkında anlattığı hikâyeler kulağa hep çok rahatlatıcı geliyordu.

“Keşke birlikte oynayabileceğim bir kuzgun veya tilki yavrusu olsa.” dedi Mary. “Ama hiçbiri yok.”

Martha’nın kafası karışmıştı.

“Örgü örebiliyor musunuz?” diye sordu.

“Hayır.” diye yanıtladı Mary.

“Dikiş dikebiliyor musunuz?”

“Hayır.”

“Okuyabiliyor musunuz?”

“Evet.”

“O zaman neden bir şeyler okumuyorsunuz ya da biraz heceleme çalışmıyorsunuz? Artık okuyup öğrenebilecek yaştasınız.”

“Kitabım yok ki.” dedi Mary. “Kitaplarım Hindistan’da kaldı.”

“Bu kötü olmuş.” dedi Martha. “Eğer Bayan Medlock kütüphaneye girmenize izin verirse orada binlerce kitap var.”

Mary kütüphanenin nerede olduğunu sormadı çünkü birdenbire aklına bir fikir geldi. Gidip orayı kendisi bulmaya karar verdi. Bayan Medlock’u kafasına takmıyordu. Bayan Medlock sürekli aşağıdaki konforlu uşak dinlenme odasında oluyor gibiydi. Bu tuhaf yerde kimse birbirini kolay kolay görmezdi. Aslında, hizmetçilerden başka görecek bir kimse de yoktu ve efendileri bir yerlere gittiği zaman aşağı katlarda lüks bir hayat yaşıyorlardı. Tavanlarından parlak pirinçten kap kacağın sallandığı, her gün dört ya da beş çeşit bol kepçe yemeklerin yendiği, Bayan Medlock ortalıkta değilse neşeli çekişmelerin yaşandığı kocaman bir mutfakları vardı.

Mary’nin yemekleri düzenli olarak servis ediliyor ve Martha da ona göz kulak oluyordu fakat o kimsenin umurunda değildi. Bayan Medlock günaşırı gelip ona bir göz atardı ama hiç kimse ona ne yaptığını sormuyor veya ne yapması gerektiğini söylemiyordu. Belki de İngiltere’de çocuklara böyle davranılıyordur diye düşünüyordu. Hindistan’da Ayah’ı hep onun yanında olurdu, hep başında beklerdi, onun eli ayağı gibiydi. Bazen onun sürekli yanında olmasından sıkılırdı. Şimdi onun peşinden gelen hiç kimse yoktu ve bir şeyin verilmesini istediğinde veya giydirilmek istediğinde Martha kendisine sanki beceriksiz ve aptalmış gibi baktığı için kendi kendine giyinmeyi öğreniyordu.

“Nasıl giyileceğini bilmiyor musun?” demişti bir keresinde, Mary durup eldivenlerini giydirmesini beklediğinde. “Bizim Susan Ann daha dört yaşında ama sizden iki kat daha akıllı. Bazen kafanızda biraz eksiklik var gibi geliyor.”

Mary bu olay sonrasında bir saat kadar aksi yüz ifadesini takınmıştı fakat bu onun birçok yeni şey düşünmesine sebep olmuştu.

Bu sabah Martha şömineyi son kez süpürüp aşağı indikten sonra Mary pencerenin önünde on dakika kadar dikildi. Kütüphaneyi duyduğunda aklına gelen yeni fikri düşünüyordu. Aslında kütüphane pek de umurunda değildi çünkü çok az kitap okumuştu; fakat kütüphane düşüncesi aklına kapısı kapalı yüz odayı getirmişti. “Acaba kapılar gerçekten kilitli mi ve içeri girebilirsem nelerle karşılaşırım?” diye merak etti. Gerçekten de yüz tane var mıydı? Neden gidip kaç tane olduklarını saymasındı ki? Madem bu sabah dışarı çıkamıyordu, böylece yapacak bir şeyi olurdu. Bir şeyleri yapmak için izin isteme alışkanlığı yoktu ve otorite hakkında hiçbir fikri yoktu, bu nedenle Bayan Medlock’u görecek olsa bile evin içinde dolaşıp dolaşamayacağını sormaya gerek görmezdi.

Odasının kapısını açıp koridora çıktı ve etrafta dolanmaya başladı. Uzun bir koridordu ve başka koridorlara açılıyor, birkaç basamakla yine birbirini takip eden üst koridorlara çıkılıyordu. Her yerde kapılar vardı, duvarlar resimlerle doluydu. Bazıları karanlık, tuhaf manzara resimleriydi fakat çoğu acayip, kocaman, saten ve kadifeden kıyafetler içindeki kadınların ve erkeklerin portreleriydi. Bir evde bu kadar çok resim olabileceğini düşünmemişti hiç. Yavaş yavaş ilerleyerek resimdeki yüzlere baktı, sanki onlar da kendisine bakıyor gibiydiler. Sanki Hindistan’dan gelen küçük bir kızın burada ne işi var der gibiydiler. Bazıları çocuk resimleriydi, ayaklarına kadar uzanan saten elbiseler içinde kız çocukları ve kabarık kollu, dantel veya kocaman fırfır yakalı, uzun saçlı oğlan çocuklarıydı. Çocuklara bakmak için sürekli duruyor ve “Acaba isimleri neydi, nereye gittiler, neden böyle tuhaf giyiniyorlardı?” diye düşünüyordu. Kendisi gibi sert görünümlü ve çirkin küçük bir kız vardı. Yeşil brokar kumaştan bir elbise giymiş, parmağında yeşil bir papağan tutuyordu. Bakışları keskin ve meraklıydı.

“Şimdi nerede yaşıyorsun?” diye sordu Mary ona yüksek sesle. “Keşke burada olsaydın.”

Şüphesiz hiçbir küçük kız böylesi tuhaf bir sabah geçirmemişti. Görünüşe göre bu kocaman dolambaçlı evde bir aşağı bir yukarı dolanan, sanki kendisinden başka kimsenin yürüyor gibi gelmediği dar ve geniş koridorlarda gezinen kendi küçük benliğinden başka hiç kimse yok gibiydi. Bu kadar oda inşa edildiğine göre, içinde yaşayanlar da olmuş olmalıydı fakat o kadar boş görünüyorlardı ki buna inanası gelmiyordu.

İkinci kata çıkar çıkmaz bir kapının kolunu çevirmek geçti aklından. Bayan Medlock’un dediği gibi tüm kapılar kapalıydı fakat nihayet elini bir kapı kolunun üzerine koydu ve kolu çevirdi. Kapı kolunun zorlanmadan döndüğünü ve hafifçe ittiğinde kapının ağır ağır açıldığını fark ettiğinde bir anlığına korktu. Kocaman bir kapıydı ve büyük bir odaya açılıyordu. Duvarda nakışlı duvar kâğıtları vardı ve odanın ortasında Hindistan’da gördüklerine benzeyen işlemeli mobilyalar bulunuyordu. Kurşun çerçeveli geniş bir pencere bozkıra bakıyordu; şömine rafının üzerinde öncekinden daha da meraklı bakan, sert görünümlü çirkin kızın bir portresi daha vardı.

“Belki de önceden bu odada uyuyordu.” dedi Mary. “Bana öyle bir bakıyor ki kendimi bir garip hissediyorum.”

Sonra daha fazla kapı açtı, sonra daha da fazla. O kadar çok oda görmüştü ki yorgun düştü ve saymamış olsa bile “Burada kesin yüz oda vardır.” diye düşündü. Hepsini içinde ya eski resimler ya da tuhaf manzaralı eski goblenler vardı. Neredeyse hepsinde ilginç mobilya parçaları ve ilginç süs eşyaları vardı.

 

Bir hanımın odası gibi görünen odalardan birinde, duvarlar işlemeli kadifeyle kaplıydı ve bir vitrinin içinde fil dişinden yapılma yüz kadar fil diziliydi. Hepsi farklı ebattaydılar ve bazılarının sırtında seyis veya tahtırevan vardı. Bazıları diğerlerinden oldukça büyüktü ve bazıları o kadar küçüklerdi ki bebek fillere benziyorlardı. Mary, Hindistan’da fildişi oymalar görmüştü ve filler hakkında her şeyi biliyordu. Vitrinin kapısını açtı ve tabureye çıkıp uzunca bir süre onlarla oynadı. Yorulunca filleri sıraya dizdi ve vitrinin kapısını kapadı.

Uzun koridorlar ve boş odalarda dolandığı süre boyunca hiçbir canlı varlık görmedi; fakat bu odada bir şey gördü. Vitrin kapısını kapadıktan sonra hafif bir hışırtı duydu. Bu ses onun yerinde zıplamasına ve şömine yanındaki kanepeye bakmasına sebep oldu çünkü ses oradan gelmiş gibiydi. Kanepenin köşesinde bir yastık, yastığın kadife kılıfının kenarında da bir delik vardı ve deliğin içinden minik bir burun ve korkulu bir çift göz uzanıyordu.

Mary ona bakmak için yavaşça ilerledi. Bu parlak gözler minik gri bir fareye aitti ve fare yastığı kemire kemire kendine rahat bir yuva yapmıştı. Yanında altı bebek fare birbirine sokulmuş uyuyorlardı. Yüz odada canlı hiçbir varlık olmasa da burada hiç de yalnız görünmeyen yedi fare vardı.

“Bu kadar korkmuyor olsalardı onları alıp yanımda götürürdüm.” dedi Mary.

Daha fazla dolanamayacak kadar yorulduğu için geri döndü. Yanlış koridora saparak birkaç kez yolunu kaybetti ve doğru yolu bulana kadar oradan oraya dolanmak zorunda kaldı; fakat sonunda kendi katına vardı, gerçi yine de kendi odasına uzaktı ve tam olarak nerede olduğunu kestirememişti.

“Galiba yine yanlış koridora saptım.” dedi, duvarları goblen kaplı küçük bir geçidin sonu gibi görünen yerde durarak. “Ne tarafa gideceğimi bilmiyorum. Her şey ne kadar da sessiz!”

Orada durmuş bunları söyledikten hemen sonra sessizlik bir sesle bozuldu. Yine bir ağlama sesiydi fakat dün gecekine benzemiyordu; duvarları aşıp gelen kısa bir ağlamaydı, huysuz, çocukça bir mızmızlanma gibiydi.

“Öncekine göre daha yakından geliyor.” dedi Mary, kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Ve gerçekten de bir ağlama sesi.”

Elini kazara yanındaki goblen kaplı duvara koyunca irkilerek geri sıçradı. Bir kapı goblen kumaşla kaplanmıştı ve o dokununca kapı açılmış, ardında başka bir koridor belirmişti ve Bayan Medlock elinde bir dolu anahtarla ve yüzünde ters bir ifadeyle kendisine doğru geliyordu.

“Senin ne işin var burada?” dedi ve Mary’yi kolundan tutup itekledi. “Sana ne demiştim?”

“Yanlış koridora saptım.” diye açıkladı Mary. “Ne tarafa gideceğimi bilemedim ve ağlayan birini duydum.”

Şu anda Bayan Medlock’tan nefret ediyordu fakat biraz sonra daha da nefret edecekti.

“Hiçbir ses duymadın.” dedi kâhya. “Derhâl kendi odana geri dönüyorsun yoksa kulaklarını çekerim.”

Sonra onu kolundan kavrayıp kendi odasına varana kadar bir geçitten diğerine itekledi.

“Bana bak.” dedi. “Sana nerede kal deniyorsa orada kalacaksın, yoksa kendini kilit altında bulursun. Beyefendi dediği gibi sana bir dadı tutsa iyi olacak. Sana göz kulak olacak şöyle sağlam biri lazım. Benim işim başımdan aşkın.”

Odadan dışarı çıktı ve kapıyı çarparak kapattı. Mary öfkeden beti benzi atmış bir hâlde şömine önündeki kilime oturdu. Ağlamıyordu fakat dişlerini sıkıyordu.

“Ağlayan birisi vardı, kesinlikle vardı, vardı işte!” dedi kendi kendine.

Şu ana kadar o sesi iki kez duymuştu ve yakında ne olduğunu öğrenecekti. Bu sabah bir sürü şey öğrenmişti. Kendini uzun bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordu ve her hâlükârda kendini eğlendirecek bir şeyler bulmuştu; fil dişinden fillerle oynamış, kadife yastığın içine yuva yapmış gri fare ve yavrularını görmüştü.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?