Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Ölüm», strona 3

Czcionka:

Kadınların yanında birkaç genç beyefendi ve tütünden nefret eden solgun, buruşuk yüzlü yaşlı adamlar haricinde kimse kalmamıştı. Tütün odasından, erkeklere özgü şakalaşmaların kahkahaları duyuluyordu. Mösyö Hupel de la Noue, masada üstünkörü anlattığı edepsiz hikâyeyi şimdi tüm müstehcen ayrıntıları ile anlatıyordu. Vali için anlatılacak her hikâye, kadınlara ve erkeklere göre ikiye ayrılıyordu. Aristide Saccard içeri girdiğinde odadakiler etrafını sararak ona methiyeler yağdırdılar. Mösyö de Saffré, Laure d’Aurigny’i İngilizler’in eline düşmekten kurtararak ülkesine iyi hizmet ettiğini düşündüğü Saccard’ı kutluyordu. Aristide Saccard sahte bir alçak gönüllülük ile kekeleyerek: ‘‘Hayır, beyler! Gerçekten yanılıyorsunuz.’’ dedi. Maxime alaylı bir tavır ile: ‘‘Rica ediyorum, bu konuda alçak gönüllülük yapmayınız. Sizin yaşınızda biri için çok önemli bir olay.’’ diye bağırdı. Ardından genç adam, purosunu söndürdükten sonra büyük salona döndü. Çok sayıda insan gelmişti. Siyah takımları ile ayakta dikilmiş, kısık sesle muhabbet eden beyler ve elbiselerinin uzun etekleri ile koltuklara sere serpe uzanan kadınların kalabalığında uşaklar; ellerinde dondurma ve meyve kokteylleri dolu gümüş tepsiler ile geziniyorlardı.

Renée ile konuşmak isteyen Maxime, onu nerede bulacağını bildiği için emin adımlarla devasa koridoru boydan boya yürüdü. Tütün odasının karşı ucunda, ufak ve sevimli bir misafir odasına dönüştürülmüş bir başka yuvarlak oda vardı. Duvar kaplaması, perdeleri ve saten düğün çiçeği bezeli kapısı ile benzersiz ve seçkin bir havaya sahip bu odanın şehvetli bir cazibesi vardı. İncelikle işlenmiş avizeden saçılan ışıklar, güneş rengi dokumaların arasında uçuk sarı bir senfoni söylüyordu. Bir anda, olgunlaşmış bir buğday yaprağının üzerinde uykuya dalan yıldızın kayması gibi ışık; ölü yapraklarla dolu bir Aubusson halısının üzerinde sönüverdi. Fildişi rengi abanoz ağacından bir piyano, cam raflarında bir dünya biblo sergileyen iki küçük dolap, XVI. Louis Dönemi’nden bir masa ve koca bir çiçek demeti ile çevrili bir saksı, odayı döşemek için yetmiş görünüyordu. İki kişilik kanepeler, koltuklar ve sedirler kapitone düğün çiçeği sateni ile kaplanmış ve kenarlarına aralıklar ile gösterişli laleler işlenmiş genişçe siyah saten şeritler çekilmişti. Bir iki tane de alçak, volanlı koltuk ile tüm zarif ve tuhaf modellerde tabureler vardı. Saten ve kapitonelerin sakladığı mobilyaların ham ahşap işçiliklerini görmek imkânsızdı. Koltukların kıvrımlı arkalıkları, bir yastığın yumuşak dolgunluğunu hissettiriyordu. Uçuk sarının şehvetli senfonisinin ortasında odanın tümü, kuş tüyü yorganın altına sokulup sevişebileceğiniz türden gizli bir yatak gibiydi.

Renée, pencerelerinden biri konağın yan tarafındaki muhteşem seraya açılan bu küçük misafir odasına bayılıyordu. Gündüzleri boş vakitlerini burada geçirirdi. Saçları, sarı perdelerde değil sönmek; alev alev yanıyordu. Kuşkusuz, seher vaktinin pembe beyaz aydınlığı ortasında güzelliğini bütünüyle ortaya koyduğu için bu odayı çok seviyordu. Şimdi yakın arkadaşları ile oradaydı. Kız kardeşi ve halasının az önce ayrılması ile odada, kaçık kadınlardan başka kimse kalmamıştı. İki kişilik koltukta arkasına yarı yaslanmış hâlde oturan Renée, arkadaşı Adeline’in kulağına fısıldadığı dedikoduları bir kedi sinsiliğinde ve ani kahkahalar ile dinliyordu. Suzanne Haffner, etrafına üşüşen bir grup genç adamı omuzları kadar aleni ve soğuk bir tavır takınarak Alman uyuşukluğunu kaybetmeksizin kışkırtıcı küstahlığı ile başından savmaya uğraşıyordu. Bir başka köşede Madam Sidonie, kısık bir ses ile takma kirpikli genç bir kadının kafasını ütülüyordu. Daha ileride Louise; uzun boylu, yüzü kıpkırmızı olmuş çekingen bir çocukla konuşurken Baron Gouraud; hanımların nahif zarafetinin ve ipeksi nezaketinin orta yerinde bir fil genişliğindeki sırtı ve kaba eti ile koltuğa devrilerek uyuyakalmıştı. Odada vernikli porselen gibi ışıldayan, sık pileli saten eteklerden ve elmasların aydınlattığı süt beyazı omuzlardan bir peri ışığı, altın tozuna düştü. Bir kuş ötüşünü andıran kahkahanın tiz sesi, kristallerin berraklığında çınladı. Sıcaklık yükseliyordu. Durgun havada süzülen kuşların kanadı gibi yelpazelerin yavaşça çırpılışında, kadınların üst bedenlerinden misk kokuları yükseliyordu. Markiz’in anlattıklarına pek kulak asmayan Renée, kapının eşiğinde beliren Maxime’i görür görmez ev sahibesi rolünü yerine getirme arzusu ile ayağa kalkmış; ardından büyük salona doğru peşinde genç adam ile birlikte ilerlemişti. Genç adama gülümseyerek selam vermiş, geçen birkaç adımın ardından alçak sesinde bir ironi gizi ile bir kenara çekerek: ‘‘Tatlı bir angarya, ha? Kur yapmak sandığın kadar aptalca değilmiş belli ki.’’

Mösyö de Mussy adına konuşmaya gelen Maxime boş gözler ile bakınırken Renée: ‘‘Ricaların üzerine seni Louise’den kurtarmamak ile iyi yapmışım, diyorum. Siz ikiniz, hiç zaman kaybetmiyorsunuz.’’ dedi. Ardından sitem dolu: ‘‘Ancak yemek masasındaki samimiyetiniz uygunsuzdu.’’ diye ekledi.

Maxime gülerek:

‘‘Ah, o konuda… Birbirimize hikâyeler anlatıyorduk da. Başlarda görmezden geldiğim için komik bir kız olduğunu fark edememişim.’’

Renée’nin, yüzünü bir iffet düşkünü gibi kuşku dolu gözleri ile ekşiterek kendisini süzmesinin yersizliğine öfkelenen Maxime:

‘‘Sevgili üvey anneciğim, masanın altından kızın dizlerini çimdiklediğimi mi düşünüyorsunuz? Müstakbel nişanlıma nasıl davranacağımı bildiğimden şüpheniz olmasın, rica ediyorum. Sizinle paylaşmamı gerektiren daha ciddi bir konu var. Bakın, dinliyorsunuz değil mi?’’ dedi ve Renée’nin dikkatini çekmeyi başarınca sesini alçaltarak: ‘‘Mösyö de Mussy perişan hâlde olduğunu iletti az evvel bana. Aranızdaki sorunu onarmak benim işim değil; ancak biliyorsunuz, kendisini kolejden tanıyorum ve gerçekten çaresiz göründüğü için sizinle konuşacağıma dair söz verdim.’’ diye ekledi.

Anlaması güç bir yüz ifadesi takınarak sessizliğini sürdüren kadına, duraksayarak:

‘‘Cevap vermeyecek misiniz? Önemli değil, ben görevimi yerine getirdim. Dilediğinizi yapabilirsiniz ancak bir kez daha zalimliğinizi kanıtladınız. Zavallı adam için üzülüyorum. Yerinizde olsam en azından onunla kibarca konuşurdum.’’

Yavaş adımlarla aralarında ilerlediği konuklar ile el sıkışmaya devam ederken gözlerini genç adama çevirerek:

‘‘Mösyö de Mussy’e kendisini sıkıcı bulduğumu iletin.’’ dedi.

Maxime şaşkınlıktan olduğu yerde kalakalmış, sessizce gülümsüyordu. Duyduklarını Mösyö de Mussy ile paylaşmaya çekinen Maxime, büyük salonda turlamaya başladı. Önceki gecelerden farksız bu harikulade sıradan gece, artık sona yaklaşıyordu. Saat neredeyse gece yarısı olmuş, konuklar birer birer konaktan ayrılıyordu. Canı sıkkın izlenimi ile yatağa girmek istemeyen Maxime, Louise’i aramaya karar vermişti.

Ana kapıya doğru ilerlerken holde güzeller güzeli Madam Michelin, kocası ihtiyatla kendisini mavi ve pembe renkli mantosuna sarmaladığı sırada: ‘‘O büyüleyici idi, büyüleyici… Yemek boyunca senden bahsettik. Bakan ile mutlaka konuşacak. Yalnız, bu işlerle artık o ilgilenmiyormuş.’’ dedi. Yanlarında bir uşağın muazzam kürk mantosunu giymesine yardım ettiği Baron Gouraud’yu göz ucuyla işaret ettikten sonra Madam Michelin, şimdi de çenesinin altındaki başlığının kurdelesini bağlayan kocasına: ‘‘İşte, tüm olan bitene şahit olan yaşlı adam bu. Bakanlıkta dilediğini yaptırabilir. Yarın da Mareuiller’de şansımızı deneyeceğiz.’’ diye fısıldadı. Mösyö Michelin gülümsüyordu. Karısına, kollarında taşıdığı kırılgan ve değerli bir antika hassasiyeti ile eşlik ediyordu. Louise’in holde olmadığına emin olduktan sonra Maxime, doğruca küçük salona gitti. İşte oradaydı; yalnız başına, geceyi tütün odasında siyasiler ile geçirmek zorunda olan babasını bekliyordu. Gecenin gözde hanımlarından Markiz ve Madam Haffner çıkmış; bazı görevlilerin eşlerine, hayvanlara ne kadar düşkün olduğunu anlatan Madam Sidonie’den başkası kalmamıştı. Louise yüksek sesle: ‘‘Ah, işte buradasın. Geç şuraya otur ve bana babamın nerede uyuyakaldığını söyle. Rüyasında odasında olduğunu görüyor olmalı…’’ dedi. Maxime, genç kızın söylediklerini onaylarken yanlarından geçen iki genç adamın kahkahası yemek masasını aratmıyordu. İskemlede oturmuş Louise’in ellerini tutan Maxime, bir okul arkadaşı ile şakalaşır gibi eğleniyordu. Kırmızı puantiyeli beyaz fuları ve küçücük göğüslerini sıkıştıran yüksek kesim korsesinin içinde, çirkin ve cingöz bir çocuğun yüzü ile kız kılığına girmiş bir oğlanı anımsatsa da Maxime ile gülüşürlerken hiç çekinmeden narin kolları ve çarpık bedeni bir kadının yalnızlığına bürünür; masum gözleri ışıldardı. Dünyanın geri kalanından çok uzakta olduklarını zannederek seranın ortasında yarı gizlenerek oturmuş kendilerini izleyen Renée’yi fark etmeksizin yeniden kahkahalara boğulmuşlardı.

Maxime ve Louise’in yürüdüğü küçük patikanın manzarası karşısında Renée, bir çalının arkasında hayretle durdu. Seranın ince demir sütunlarla desteklenen, kubbeli bir kilisenin nefi gibi olan cam çatısı; çevrenin zengin bitki örtüsünü, yaprakların oluşturduğu dev yığını ve koca koca açan yeşillikleri sergiliyordu. Ortada, yer hizasındaki oval bir havzada sıcak ülkelerin tüm su florasında bulunan gizemli ve yeşilimtırak su bitkileri yaşıyordu. Alacalı yeşil çizgileri ile tek çenekli palmiyeler, tepesi kesilmiş devasa bir sütuna benzeyen anıtsal bir kuşak gibi çeşmenin etrafını sarıyordu. Her iki uçta koca devetabanları, tekinsiz çalı çırpılarını havzanın üzerine kaldırmış; kuru ve aşınmış gövdeleri hasta bir yılan gibi büküldüğünde balıkçı ağına benzeyen kökleri havada asılı kalıyordu. Pandanlar; kenara yakın bir yerde beyaz çizgili, kılıç inceliğinde, dikenli ve Malezya hançerleri gibi sivri uçlu yeşilimsi yapraklar serpiştiriyordu. Uyuklayan suyun ılık yüzeyinin sıcaklığında nilüferler, güzel pembe taç yapraklarını açarken; dev nilüferler püstüller ile kaplı devasa bir kurbağa sırtı gibi görünen yuvarlak cüzzamlı yapraklarını dümdüz yüzdürüyordu.

Havzanın çevresini koca süs yosunları sarmıştı. Bu cüce eğrelti otu, alabildiğine yeşilliği ile sık dokuma bir halı gibi seriliydi. Dairesel patikanın ilerisinde dört devasa ağaç kümesi kubbeye yükseliyordu. Palmiyelerin koca bir yelpazeyi andıran yaprakları, tüm zarafeti ile göğün bucaksız mavi yolculuğunda salınıyor; büyük Hindistan bambuları, dümdüz uzayan cılız bedenlerine hapsettikleri hafif yağmurlar atıştırıyor; gezgin palmiyeler, devasa Çin paravanları gibi yapraklarını iki yana yayıyor; meyvelerini açmış bir muz ağacı, iki âşığın birbirine sokulup rahatça gölgesinde dinlenebilecekleri uzun yassı yaprakları ile dört bir yana uzanıyordu. Köşelerdeki deforme olmuş çöl mumları, dikenli yapraklarını sarmış korkunç urlardan zehir sızdırıyordu. Kızlık kılı eğrelti otları narin dantel işlemeleri gibi ince yaprakları ile toprağın üzerini örterken ağaç eğreltiler, bir altıgen şeklinde yukarı doğru sivrilen nizami dalları ile devasa bir tatlı için özel olarak tasarlanmış porselen bir tatlı tabağını andırıyordu. Az ileride, gösterişli kırmızı ve yeşil renginde benekli gövde yaprakları ile begonyalar; yeşil damarlı beyaz renkte tuhaf bir biçimde yaşayan, koca bir kelebek kanadını andıran mızrak ucu yaprakları koyu ya da solgun ışıltısı ile sağlıksız çalıların etrafını kuşatıyordu.

Çalılığın arkasında daha dar ikinci bir patika, seranın çevresini turluyordu. Kadife kadar yumuşak dua çiçekleri, mor çanlarla bardak menekşeleri ve kör bıçak gibi yaprakları ile ejderha ağaçları; seranın yakacak borularını biraz olsun gizliyordu. Bu kış bahçesinin en göz alıcı yanı, her köşesini yemyeşil kalın sarmaşık perdelerinin gizlediği çardaklardı. Civardaki balta girmemiş ormancıklar, kemerli tavandan süzülen kordon püskülleri gibi pervasız bir sıçrama ile aşılmaz gövdelerine uzanan yapraklardan surlar inşa etmişti. Olgunlaşmış kabuğundan keskin bir koku yayan bir vanilya sapı, yosunla kaplı sundurmanın yuvarlağı boyunca koşuyor; balık otları sütunları minik yaprakları ile kaplıyor; kırmızı salkımlı orkideler ve kurşunlu ağaçların boncuk kolyeler gibi asılı duran çiçekleri, süzülerek uçsuz bucaksız yeşilliğin karanlığında daha da derinlere ilerleyen engerekler gibi birbirlerine dolanıyordu.

Çalıların arasında, gelişigüzel yerleştirilmiş kemerin altında; tel zincirlerden sarkan, içi orkideler ve bir sakatın eğri uzvunu andıran çarpık dalları her yana yayılmış tuhaf mevsim bitkileri ile dolu sepetler asılıydı. Topuğu bir yusufçuk kanadı ile bezenmiş eşsiz bir terliği andıran venüsçarığı çiçeği; inanılmaz kokusu ile kedi kuyruğu orkidesi ve nekahet hâlindeki bir hastanın boğazından yükselen kötü nefes gibi çok uzaktan duyulabilen güçlü, keskin kokusu ve solgun, alacalı çiçekleri ile bir başka orkide türü daha vardı. Bunların yanı sıra patikanın en göze çarpan detayı, seranın bir cephesini tümüyle devasa bir yeşillik ve çiçekler ile kaplayan koca Çin ebegümecisiydi. Bu koca ebegümecinin mor çiçekleri yalnızca birkaç saat yaşasa da durmadan kendisini yeniler; bu yenilenme, devasa bir Messaline’in doyumsuz kadınların yumuşak ve ıslak kırmızı dudaklarına kondurduğu acımasız öpücüğün ardından gülümsemelerine ve kanamalarından yeniden doğuşuna benzer.

Havzanın yanında duran Renée, bu yemyeşil ihtişamın ortasında titriyordu. Arkasında bir granit bloğun üzerine çömelmiş, başı akvaryuma dönük, büyük siyah bir mermerden ciddi ve zalim yüz ifadesi ile sfenks heykeli; parlak kalçaları ile bu ateş topraklarının karanlık anıtı gibiydi. O anda buzlu cam kürelerinden yapraklara parlak bir ışık yansıyordu. Boyunlarını geriye atmış kahkahalarla gülen kadın heykelleri, çalıların arasında yüzlerine düşen gölge lekelerine inat bembeyaz duruyordu. Havzanın derin, durgun suyunda garip ışık oyunları belirsiz şekillerde yeşilimsi mavi yüzeyde yaratık tasvirleri çiziyordu. Gezgin palmiyesinin pürüzsüz, latanyaların cilalı yelpaze yapraklarından göz kamaştıran beyaz ışıklar süzülürken; eğrelti otlarının dantellerinden ışık, bir yağmur damlası gibi düşüyordu. Daha yukarıda, uzun palmiyelerin karanlık tepelerine cam tavanın yansıması vuruyordu. Sarmaşıktan çarşaflar altında çardakların her yanı, uyuyan sürüngenlerin inleri gibi karanlığa boğuluyordu.

Parlak ışıkların altında Renée, uzaktan Louis ve Maxime’i seyrederken derin düşüncelere dalmıştı. Boulogne Ormanı’nın serin sokaklarında süzülen düş artık alaca karanlığın gri cazibesi değildi. Düşünceleri artık sıradan çalılık ve yeşillikler boyu burjuva ailelerin pazar yemeklerine gittiği faytonların tırıslarında sallanmıyordu. Şimdi saydam, keskin bir arzu ile doluydu. Tropiklerin ateşli öz suyunun fokurdadığı bu kapalı neftte; eşi benzeri görülmemiş bir aşk, bir zevk ihtiyacı dalgalanıyordu. Genç kadın, bu devasa gövdelerin kara yeşillikleri ve ateş denizinin yakıcı yatağını meydana getiren dünyanın var oluşunda kendisini kaybetmişti; ormanı büyümesi için besleyen uzuvların yangınında, bitki yığınlarından baş döndürücü korkunç bir koku yayıldı. Ayaklarının dibinde köklerinden gelen öz sudan kıvam alan havzanın ılık suyunda tüten buharı, Renée’nin omuzlarına nemden bir pelerin giydiriyor; bir elin dokunuşu gibi tenini ısıtan bir sis gezdiriyordu. Başının üzerinde salınan palmiye yapraklarının güzel kokularını duyumsuyordu. Renée’yi; boğucu sıcaklıktan, kör edici parlak ışıklardan, yaprakların arasından somurtan ya da gülücükler saçan yüzler gibi kafa karıştıran çiçek buketlerinden daha çok kokular yoruyordu. Tarifi güç keskin, heyecan verici, iz bırakan; insan terinden, kadın soluğundan, saç tellerinden, neredeyse bir insanı bayıltacak ılık ve yavan esintilerden yayılan binlerce farklı koku; haşin, zehirli ve vebalı bir koku ile karışmıştı. Bu tuhaf koku senfonisinin ortasında tek bir koku, vanilyanın tatlılığını ve orkidenin keskinliğini bastırarak sürekli geri dönüyordu. İnsani, iliklere dek nüfuz eden, haz dolu bir koku; yeni evli bir çiftin yatak odasından gündüzleri sıvışan aşkın kokusu…

Renée yavaşça granit oturtmalığa yaslandı. Yeşil saten elbisesinin içinde yüzü ve gerdanı kızarmış, elmaslarının berrak damlaları ile ıslanmış, kırmızı ve yeşiller içinde; tıpkı havzada sıcaktan baygın düşen nilüfer çiçeğine benziyordu. Bu içe dönüş anında akşam yemeğinin buyurgan ve muzaffer sarhoşluğu, seradan yükselen alevlerin ısısı ile katlanarak başını döndürmüş; öncesinde aldığı tüm iyi kararlar hiçliğe karışmıştı. Monceau Parkı’na düşen gölgelerin, gecenin yatıştırıcı serinliğinde huzuru öğütleyen homurtularını artık duyumsayamıyordu. Usanmış bir kadının gazabı uyanmıştı. Tepesinde duran siyah mermerden sfenks heykeli; bunca zamandır yolculuklarının sarsıntılarında, gecelerin zifirî karanlığında, aydınlığın çiğliğinde, bu ateş bahçesinin ortasında Louise ve Maxime’in el ele gülüşüp oynaşmalarında arzuladığı “başka bir şey”in nihayet adını koyarak ölü kalbini dirilttiğini yüzünden okur gibi bıyık altından sırıtıyordu.

O sırada Aristide Saccard’ın, Sör Mignon ve Charrier’e eşlik ettiği bitişikteki çardaktan sesler yükselerek:

‘‘Hayır gerçekten, Mösyö Saccard. Bunu sizden metre başına iki yüz franktan fazlaya geri alamayız.’’

Saccard tiz sesi ile haykırarak:

‘‘Ancak daha önce iki yüz elli frank değer biçmiştiniz.’’ dedi.

‘‘Peki, peki! Bakın, iki yüz yirmi beş frank koyacağız.’’

Sesler devam ediyor, ağaç yapraklarının altında tuhaf bir biçimde yankılanıyordu. Gece boyu içtiği şarapların ardından, beylerin sesi bir kuru gürültüden öteye geçmiyor; kadehindeki keskin şarabın son yudumlarında saklı sersemlik çağrısında bilinmeyenin hazzı ile suç heyecanına kapılıyordu. Renée, artık yorgun değildi. Arkasında, çalıların kısmen sakladığı lanetli bir ağaç olan Tangena; geniş, şimşir yaprakları ile uzanıyor ve beyazımsı gövdesinin en küçük damarlarında zehir damıtıyordu. Ve bir anda Renée, küçük salondan yayılan gün batımı sarısı ışığın yansımasında birlikte oturan Louise ve Maxime’in en içten gülüşlerinde aklını yitirerek kurumuş dudaklarını araladı, Tangena’nın bir dalına doğru uzanarak acı yapraklarından birine dişlerini geçirdi.

II

Aristide Rougon, savaş meydanlarının kokusunu uzaklardan alabilen bir yırtıcı kuş duyusu ile aralıktan sonraki gün Paris’e indi. Fransa’nın güneyindeki bir alt vilayet olan Plassans’tan henüz dönmüş, oradaki ayaklanmada babasının krizi fırsata çevirerek uzun zamandır beklediği vergi tahsildarı ataması işini halletmişti. Genç yaşında, bir çıkarı olmadan budala gibi hayatını tehlikeye attığı savaştan sağ salim kurtulduğu için kendisini şanslı sayıyor olmalıydı. Yanlış yola saptığı için deliye dönmüş; taşralara lanet okuyarak Paris’ten maymun iştahlılıkla ve ince dudaklarının arasında iğneli gülümsemesi ile korkunç bir anlam kazanan, ‘‘Artık bu kadar aptal olmayacağım.’’ sözlerini sayıklayarak bahsediyordu.

On sekizine yeni basmıştı. Saint-Jacques Sokağı’ndaki ufak dairesine bir eşya gibi yerleştirdiği sarışın, soluk tenli karısı Angèle’i de yanında getirmiş ancak dört gözle ondan kurtulmayı bekliyordu. Genç kadın; babasının, ailesinin yanına bırakmaya dünden razı olduğu dört yaşındaki küçük kızları Clotilde’den ayrılmak istemiyordu. Genç adam karısının isteğine ancak Plassans Kolejinde okuyan on bir yaşındaki arsız oğulları Maxime’i, onu büyüteceğine söz veren babaannelerine bırakmak koşulu ile boyun eğmişti. Aristide özgür olmak istiyordu; bir eş ve bir çocuk şimdiden ona yapmak istediklerini gerçekleştireceği vakit ilerlemesi gereken yolda belini bükecek, köstekten başka bir şey olmayacak ağır yükler gibi geliyordu.

Paris’e döndükleri akşam Angèle sandıkları açarken Aristide, ayağındaki taşralı ayakkabıları; milyonlarca kaynak çıkarmayı umduğu yanan kaldırım taşlarında parçalayana dek tüm şehri koşmak gibi acı bir istek duydu. Paris’e gerçekten hükmediyormuş hissi ile uzun kaldırımlar boyu amaçsızca yürüdü. Katıldığı savaş ile ilgili çok net bir görüşü vardı ve bu konuda kendisini ortak servetten payını kurnazca, gerekirse şiddete başvurarak alacak olan becerikli bir hırsız ile kıyaslamayı şimdiye kadar zalimce reddettiyse de artık bundan çekinmiyordu. Bir mazerete ihtiyaç duyduğunda on yıl boyunca bastırdığı arzularını, sefillik içindeki taşralı yaşamını, özellikle de yalnızca toplumu sorumlu tuttuğu hatalarını ileri sürerdi. O anda nihayet ellerini yeşil çuhanın üzerinde gezdiren kumarbazın heyecanı ile dolup taşarak açgözlülüğünü biraz olsun tatmin edeceği, zenginlerin yasal hırsızlığının salt zevkini hissetti. Paris’in havası onu sarhoş ediyordu. Araçların gürültülerinden yükselen Macbeth tonunda bir sesin, ‘‘Zengin olacaksın!’’ diye bağırdığını işitiyordu. Yaklaşık iki saat boyunca sokak sokak gezerek kusurlarına dilediğince hükmeden bir adam gibi davrandı. Öğrenci olarak geçirdiği bir yıldan beridir Paris’te bulunmamıştı. Gece çöküyordu; kafelerden ve dükkânlardan kaldırımlara saçılan parlak ışıklarda hayalleri giderek büyüyordu. Artık nerede olduğunu bilmiyordu.

Kafasını kaldırdığında Fauborg Saint-Honoré’nin ortasında olduğunu gördü. Kardeşlerinden biri olan Eugène Rougon, bir yandaki Penthièvre Sokağı’nda yaşıyordu. Paris’e gelirken hiç kuşkusuz darbenin ana katılımcılarından; şimdilerde son derece etkili bir şahsiyet, ileride önemli bir politikacı olacağına inandığı kardeşini de hesaba katmıştı. Ancak bir kumarbazın sahip olduğu batıl inanç ile o akşam kardeşinin kapısını çalmak istemediğine karar vermişti. Ağır adımlar ile Saint-Jacques Sokağı’na döndü; donuk bir kıskançlık ile Eugène’i düşünüyor, hâlâ yolun pisliği ile kaplı kıyafetlerine bakarak zenginlik rüyasında kendisini teselli etmeye çalışıyordu. Bu rüya, tümüyle bir acıya dönüşmüştü. Büyük adam olma hayali ile gezindiği Paris sokaklarından, dükkânların koşuşturmacası içinde kapıldığı rüyadan uyandıktan sonra şehirde gezinen mutluluktan büyük bir tiksinti duyarak eve dönmüş; onu ite kaka aralarında istemeyen bu mutlu kalabalığa büyük bir zevk ile meydan okuyacağı acımasız savaşının korkunç bir hırs ile hayalini kurmuştu. Başarıya ve zevke duyduğu ihtiyaç, hiç olmadığı kadar keskindi.

Ertesi sabah gün ağarırken kardeşi ile birlikteydi. Kardeşini rüya şehrinde lüks içinde bulmayı umarken Eugène; iki büyük odalı, zar zor döşediği, Aristide’i iliklerine kadar donduran bir dairede yaşıyordu. Küçük siyah masasında çalışırken hafif bir gülümseme ile söylediği tek söz: ‘‘Ah, işte buradasın! Seni görmeyi umuyordum.’’ oldu. Aristide hırçınlık ile kardeşini, bir tek nasihat verme nezaketinde dahi bulunmadan kendisini taşrada ot gibi yaşamaya terk edişi ile suçluyordu. Aralık ayına kadar cumhuriyetçi olarak kaldığı için kendisini asla affetmeyecekti. Bu onun kanayan yarası, sonu olmayan karmaşası idi. Sessizce tüy kalemini alarak kardeşinin sözünü bitirmesini bekledikten sonra Eugène: ‘‘Aristide, herkes hata yapabilir. Genceciksin, gelecek vadediyorsun.’’ dedi. Ağabeyinin ses tonu ve bakışları varlığının derinliklerine nüfuz ediyordu. Genç adam başını öne eğdiği sırada, Eugène hoyratça bir samimiyet ile ekledi: ‘‘Sana bir iş bulayım diye geldin, değil mi? Mutlaka düşüneceğim ancak şu an uygun bir iş ne yazık ki yok. Biliyorsun, bu konularda dikkatli olmamız gerek. Kendini ya da beni tehlikeye atmayacağın güvenli bir iş bulmalıyız. Hemen kızma, ikimiz de yalnızız. Birbirimize doğruları söyleyebilmeliyiz.’’ Aristide çaresizce gülümserken ağabeyi: ‘‘Ah, zeki olduğunu biliyorum. Artık kendini yok yere aptal durumuna düşürmene izin vermeyeceğim. Karşımıza iyi bir fırsat çıkar çıkmaz da sana haber edeceğim. O zamana dek yirmi franga ihtiyacın olursa gel ve benden iste.’’ diyerek sözlerine devam etti.

Kısa bir süre güneydeki ayaklanmada babalarının kendi yolunu nasıl bulduğundan bahsettiler. Eugène, bir yandan paltosunu giyiniyordu. Dışarı çıktıkları sırada ayrılmak üzerelerken ağabeyi, Aristide’i kolundan tutarak alçak bir sesle ekledi: ‘‘Bana bir iyilik yap ve kendi kendine iş aramaya kalkışma. Evinde otur ve sessizce benden haber bekle. Küçük kardeşimin bekleme odaları köşelerinde dolaştığını görmek istemem.’’

Aristide, şahsına münhasır ağabeyine saygı duyuyordu. Güvenini sarsmasını ya da yer yer patavatsızlığa kaçan dürüstlüğünü affetmese de ağabeyinin istediğini yaparak kendisini Saint-Jacques Sokağı’ndaki evine kapattı. Paris’e, kayınpederinin borç verdiği beş yüz frankla gelmişti. Yol masraflarının ardından, ayın geri kalanı için üç yüz frangı kalmıştı. Karısı Angèle, para harcamayı çok seviyordu. Bu sıkışıklıkta nedendir bilinmez, bayramlık elbisesini leylak rengi kurdeleler ile süsleme ihtiyacı duymuştu. Genç kadın, bu ayın bitmek bilmeyeceğini düşünüyordu. Aristide, Angèle’in sabırsızlığında tükeniyordu. Pencerenin önünde oturmuş Paris’in devasa ağırlığı altında ezildiğini hissederken; harlı fırına kendisini tıkıp ateşten ellerinde bal mumu kıvamına gelen altını yoğurmak gibi delice bir arzuya kapıldı. Koca şehirden yükselen, şimdiden finansal kumarhanelerin ve şehvetin sıcak kokularını taşıyan imparatorluğun doğuşunun soluklarını içine çekiyordu. Soluduğu hafif kokular ona doğru yolda olduğunu; imparatorluğun, yeni maceraların, kadınların ve milyonların avının nihayet başladığını söylüyordu. Burun delikleri genişledi, açlıktan ölmek üzere olan bir hayvanın içgüdüsü ile şehrin arenaya dönüşerek kanlı avın yaklaştığı günleri görebiliyordu.

İş konusunda daha fazla çaba sarf etmeye teşvik etmek için iki kez ağabeyini aradı. Eugène kaba bir üslupla onu unutmadığını, sabretmesi gerektiğini söyledi. Sonunda, Penthièvre Sokağı’na görüşmeye gideceğini yazan bir mektup aldı. Oraya giderken güzel bir kadın ile randevuya çıkıyormuş gibi kalbi, delicesine atıyordu. Ofis olarak kullanılan buz camlı odada, koca bir siyah masanın önünde Eugène’i gördü. Aristide’in geldiğini gören ağabeyinin hemen yanındaki avukat ona bir kâğıt uzatarak: ‘‘İşte, yazın dün geldi. Belediye binasında komiser yardımcısı olarak görev yapacaksın. Maaşın, iki bin dört yüz frank olacak.’’ dedi. Aristide olduğu yerde kalakalmıştı. Ağabeyinin kendisi ile dalga geçtiğini düşünerek sapsarı kesildi ve kâğıdı almadı. En az altı bin franklık bir maaş umuyordu. Ağabeyi, kardeşinin aklından neler geçirdiğini duyarcasına sandalyesini çevirdi ve kollarını birbirine kavuşturarak öfkeyle: ‘‘Şu hâline bakılacak olursa koca bir aptalsın. Hizmetçilerin etrafında dört döndüğü büyük bir apartman dairesinde iyi yemekler yemek; iki saatte dekore edilmiş yatak odanda ipek çarşafların üzerinde kendini tatmin ettiğin an varlığını dahi unutacağın herhangi bir kadını koynuna almak; ardından da uykuya dalmak istiyorsun, öyle mi? Sen ve senin gibilere izin versek kasayı daha dolmadan boşaltırsınız. Aman Tanrı’m! Bir çocuk kadar safsın. Biraz sabırlı ol! Ne şartlarda yaşadığımı görmedin mi?’’

Küçük kardeşinin diplomalı sabırsızlığından derin bir küçümseme ile bahsediyordu. Bu küçümseyiş; içinde daha yüksek hırslar, daha farklı güç arzuları barındırıyordu. Aristide’in salt para iştahı, bundandır ki ona sıradan ve çocukça geliyordu. Eugène, hafif bir gülümseme ile daha nahif bir ses tonunda: ‘‘Niyetinin iyi olduğunu biliyorum ve seni üzmeyi inan istemiyorum. Senin gibi adamlar değerlidir. Dostlarımızı en açlar arasından seçmeye özen gösteriyoruz. Ne yazıktır ki hükmetmenin en kolay yolu budur. Endişelenme, yakında masada bir yer açılacak ve en sancılı açlıklar doyurulacak ancak Tanrı aşkına, en azından sofra kuruluncaya kadar bekle; lakin bana inanır ve tavsiyeme uyarsan o masada kendi yerini sen hazır edeceksin.’’ dedi. Ağabeyinin hoş benzetmelerinin tesir etmediği Aristide, düşünceli bir hâlde öylece duruyordu. Eugène bir kez daha öfkeye kapılarak: ‘‘Ah!’’ diye haykırdı. ‘‘Sana aptal demekte çok haklıydım. Ne bekliyordun, ha? Şanlı benliğiniz(!) ile tam olarak ne yapacağımı zannediyordunuz? Hukuk eğitimini dahi bitirmedin. Kendini on yıl boyunca alt vilayetin sefil memuriyetine gömdün. Darbenin cumhuriyetçi adamlarından birinin iğrenç ünü ile kapımda belirdiğin vakit, gerçekten bir Bakan olabileceğini mi düşlüyordun? Bak, ne pahasına olursa olsun başarmaya kararlı olduğunu biliyorum. Bunun büyük bir erdem olduğunu kabul ediyorum ve sana iş düşünürken de bunu bir an olsun aklımdan çıkarmadım.’’ dedi; ayağa kalktı ve yazıyı Aristide’e uzatarak: ‘‘Al şunu!’’ diye devam etti. ‘‘Bir gün bana teşekkür edeceksin, bu pozisyonu senin için özel olarak seçtim. Yeterince zeki isen ne demek istediğimi anlayacaksın. Dileyen herkesin zengin olabileceği bir döneme giriyoruz, kardeşim. Oraya git ve istediğin kadar para kazan. İzin veriyorum ancak aptalca bir şey yapar ya da bir skandala imza atarsan seni öldürürüm!’’

Bu tehdit, arzularının çıkaramadığı güçlü duyguları ortaya çıkardı. Aristide’in coşkusu, ağabeyinin bahsettiği zenginlik karşısında yeniden alevlendi. Sonunda acımasız savaşını başlatabilecek gibi görünüyordu; haykırmalarına müsaade etmeden boğazlarına sarılacaktı, üstüne üstlük bürokrasi adı altında… Eugène, ay sonuna kadar beklemesi için iki yüz frank verdikten sonra düşünceli bir şekilde:

‘‘Adımı değiştirmeyi düşünüyorum, sen de değiştirmelisin. Daha az utanç ile yaşayabiliriz böylece.’’

Aristide sessizce:

‘‘Nasıl istersen…’’ diye cevapladı.

‘‘Senin hiçbir şey ile ilgilenmene gerek kalmaz, evrak işlerini ben hallederim. Karının adını almak ister misin, Mösyö Sicardot?’’

Aristide, hecelerin ahengini görmek için bakışlarını yukarı kaldırarak:

‘‘Sicardot… Aristide Sicardot… Korkarım ki, hayır. Ucuzluk ve başarısızlık kokuyor.’’

Eugène: ‘‘Başka bir isim düşün o hâlde.’’ derken Aristide kısa bir an durakladıktan sonra: ‘‘Sicard’ı tercih ederim; Aristide Sicard! Kulağa hoş geliyor, değil mi? Belki biraz anlamsız…’’

Düşünde görmüşçesine bir anda: ‘‘Buldum!’’ diye haykırdı. ‘‘Sac-card, Aristide Saccard! İki ‘c’ ile… İşte bu isimde para var. Kuruşları sayıyoruz, duyuyor musun?’’

Ağabeyi zalimce bir şaka ile kardeşini uğurlarken:

‘‘Evet, ya hapse düşecek ya da milyonlar kazanacak bir isim!’’

Aristide Saccard, birkaç gün sonra belediye binasının önündeydi. Çok geçmeden rutin mülakatlara tabi tutulmaması için ağabeyinin tüm nüfuzunu kullandığını öğrenmişti. Ev halkı için bir memurun tekdüze yaşantısı artık başlamıştı. Aristide ve karısı, Plassans’taki alışkanlıklarını sürdürüyorlardı. Dolaysız servet hayallerinden uyanmış; sefalet içindeki yaşamlarında, ne zaman sona ereceğini bilmedikleri bu deneme süresinin de ağırlığı ile nefes alamıyorlardı. Paris’te fakir olmak, iki kat fakir olmaktır. Angèle, yoksulluğu donuk bir çaresizlik ile kabul etmiş; günlerinin çoğunu ya mutfakta ya da kızı ile vakit geçirirken yerde yuvarlanarak paraları bitmediği sürece neredeyse hâlinden memnun geçiriyordu. Öte yandan Aristide, varoluşunun hapsolduğu bu yoklukta kuduz bir it gibi titriyordu. Tarifi mümkün olmayan bir yas tutuyor, gururu kanıyor, doymayan arzularınca korkunç bir öfke ile kamçılanıyordu. Plassans Bölge Meclisine atanan ağabeyinin haberini alınca tümden yıkıldı. Eugène’in üstünlüğünü budalaca bir kıskançlıktan çok daha fazlasında hissetti. Ağabeyini, onun adına yapabileceklerinin tümünü yapmamak ile suçluyordu. Mukavemetini yitirdiği birkaç zaman, borç istemek için kapısına gitmişti. Eugène son seferinde de parayı verdi ancak sert bir tavırla onu cesaretsiz ve iradesiz bir adam olduğu için kınadı. O an kaskatı kesilen Aristide, bundan böyle kimseden tek kuruş istemeyeceğine dair yemin etti. Angèle ayın son sekiz günü iç çekerek kuru ekmek yedi. Bitmek bilmeyen çıraklık, Saccard’ın acımasız eğitimini tamamlamıştı. Dudakları daha da incelmiş, sırım gibi vücudu bir deri bir kemik kalmıştı; artık milyonları düşünecek kadar aptal değildi ve günün her saati aklında Saint-Jacques Sokağı’ndan belediye binasına koşarken kaldırımlarda çınlayan aşınmış ayakları ile eski püskü mantosunun düğmelerini iliklerken sansar burnuna dolan, sokakların kin tımarhanesi kokusu; Paris’te sinsi sinsi dolaşan, zenginlik ve zevk düşüne dalmış kıskanç bir yoksulun sembolüydü. 1800’lü yılların başında Aristide Saccard yol denetçiliğine atanmıştı. Dört bin beş yüz frank kazanıyordu. Angèle’in sağlığı günden güne bozuluyor, küçük Clotilde’in kanı çekiliyordu. Maaş zammı için olabilecek en iyi zamandı. Ceviz ağacı ile döşeli yemek odası ve maun ağacından yatak odasından oluşan iki odalı ufak dairesini tutuyor; dirseklerine kadar paraya batana dek, kimseden tek kuruş istemeyeceği sözüne sadık kalmak için eli sıkı bir yaşam sürmeye devam ediyordu. İçgüdülerini bastırmaya uğraşıyor, eline geçen birkaç kuruşu sürekli küçümseyerek pusuda bekliyordu. Angèle tek kelime ile mutluydu. Kendine yeni kıyafetler aldı, her gün broş takmaya başladı. Kocasının dilsiz öfkesi ile çok güç problemlere çözüm ararcasına takındığı karanlık yüz ifadesine artık anlam veremiyordu. Aristide; ağabeyinin tavsiyelerine uyuyor, onu dinliyor ve gözlemliyordu.

11,92 zł