Aşk başka yerde

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Yatakta geçirdiği sıkıcı saatler, sıkıcı düşüncelerle geçti. Babasını, ölümü, o adamı, Filiz’i, bir de satılan tekneyle beraber kaybettiği hayallerini düşündü durdu. Uykuya daldığında da hep korkunç kâbuslarla boğuştu. Adı para olan canavarlar, kendini öldüren adamlar, kuduran denizler, batan tekneler gördü. Batan tekneler… Batan tekneler gördüğünde uyandı. O ana dek sormayı bile düşünmediği sorunun cevabını bulmuştu. Babası son kez denize açıldığında boğulmuştu. Ama tekne batmamıştı, sapasağlam duruyordu. Başka bir balıkçı onu bulup sahile getirmişti. Babası ise ertesi sabah kıyıya vurmuştu. Evet, o gün hava aniden bozmuş, fırtına çıkmış, deniz kudurmuştu ama tekne batmamıştı. Niye batmamıştı? Babası niye boğulmuştu o zaman?

Cevap açıktı. O, özellikle atlamıştı tekneden. Ölmek istemişti. Katili deniz değil kendisiydi. Umut, bir anda bütün açıklığıyla kavradı bu gerçeği. Ama yine de inanmak istemedi. Çok sevdiği babası bunu ona yapmış olamazdı. Niye yapsındı ki? Niye onu üzmek, yalnız bırakmak istesindi?

Aklına gelen bu korkunç ihtimalin doğru olamayacağını duymak istedi. Anasına sordu. Anası da ona saçma sapan konuşmamasını söyledi. Hiç olur muydu öyle şey… Teknenin niye batmadığını nereden bilsindi… Allah’ın işine akıl sır erer miydi… Umut rahatladı. Duymak istediğini duymuştu. Daha fazla kurcalamanın âlemi yoktu. Ama içinde uyanan şüphe yok olmamıştı. Sadece üstü örtülmüştü.

Pazar günü iyileştiğini hissetti. Evin içinde, bahçeye bile adımını atmadan geçirdiği günlerin acısını çıkarmak için hemen kendini dışarı attı. Güneşli, güzel bir sabahtı. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Arkadaşsız, yalnız bir çocuk olduğu için zamanını tek başına geçirmeye alışıktı Umut. Kendi kendine oyunlar icat edebilir, diğer çocukların aksine kendi kendine eğlenebilirdi. Yine öyle yaptı. Yürüdü, koştu, ağaçlara tırmandı, çayırda otlayan koyunlara sataştı, çobandan kaçtı, tavukları kovaladı. Yorulduğunda çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü seyretti. Kendini hiç unutturmayan bir sızı gibi babasını anımsadı. O ölmeden önce, pazar günleri erkenden kalkıp sahile inerlerdi beraber. Artık onların olmayan tekneyle denize açılırlar, balık tutarlardı.

Anımsayış, burnuna deniz kokusunu getirdi. Ne zaman babasını düşünse, denizin kokusunu duyardı. Ne zaman denizin kokusunu duysa, babasını düşünürdü. Deniz kokusu ve babası bir olmuşlardı Umut’un zihninde. Birbirlerini çağırıyorlardı. Birbirlerinden ayrılamıyorlardı.

Aklında babasıyla teknede geçen eski pazar günleri, içinde hüzün, sahile indi. Balıkçı teknelerinin çoğu denize açılmıştı bile. Geç kalan bir iki tekne vardı sadece sahilde. Bunlardan biri de “Umut”tu. Umut, baş kısmında mavi boyayla kendi adı yazılı olan küçük beyaz tekneye özlemle baktı. Yeni sahibi teknenin içindeydi. Arkası Umut’a dönük bir halde, ağları hazırlamakla meşguldü. Üzerindeki bakışları hissetmiş gibi birden döndü. Umut’u gördü. Umut, adamın yüzünü görünce şaşkınlıkla kalakaldı. Bu, o adamdı… Mezarlıktaki adam… Silahı şakağına dayayan adam…

Adam da Umut’u tanımıştı. Bakışlarından anlaşılıyordu bu. Sanki çok eskiden beri tanıdığı ve çok özlediği birini görmüş gibi sevinçle gülümsedi. Bu sıcak gülümseyiş, yüzünün bir ölüyü andıran beyazlığı ve açık mavi gözlerinin bir ölüyü andıran donukluğu ile büyük bir tezat oluşturuyordu. Umut yine ürperdiğini hissetti.

“Merhaba çocuk!” dedi adam. Sesi de gülümseyişi gibi sıcaktı. Ölü görünümünden beklenmeyecek denli canlı, hayat doluydu.

Ürkek bir sesle karşılık verdi Umut.

“Merhaba.”

“Balığa çıkıyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu adam damdan düşer gibi.

Umut bir an bile düşünmeden, içinden geçen cevabı verdi.

“İsterim.”

“Atla o zaman.”

Umut atladı. Heyecanlanmıştı. Sanki rüya görüyor gibi hissediyordu kendini. Ama hayır, rüya görse, karşısındaki adam bu yabancı değil, babası olurdu.

Yabancı adam küreklere asıldı. Tekne denizin üzerinde süzülmeye başladı. Umut, gözlerini dikmiş onu inceliyordu.

“Bu tekne bizimdi,” deyiverdi.

Adam şaşırdı.

“Sizin miydi?”

“Evet. Babamındı…”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi.

“Babam ben doğduğumda yapmış bu tekneyi. Kendi yapmış. Adı da oğlumunki gibi ‘Umut’ olsun demiş. En çok ‘Umut’ adını severmiş babam.”

Adamın yüzünden bir gölge geçti. Tekneyi aldığı günü anımsadı. Kendini öldürmekten Umut sayesinde kurtulduğu o gün, mezarlıktan kaçar gibi uzaklaştıktan sonra ayakları onu sahile götürmüştü. Denizi görünce yolun sonuna geldiğini anlayarak durmuş, karşısındaki manzarayı seyre dalmıştı. Güneşi saklayan bulutlarla kaplı gökyüzü de, gri bir renksizliğe bürünmüş dalgalı deniz de çektiği acılara bir an önce son vermek isteyen ruhu gibi kasvetliydi. Dünyanın ve kendi ruhunun iç karartıcı yüzüne bakarken, az önce, tam tetiği çekeceği anda onu durduran çocuğa karşı içi öfke dolmuştu. Uzun zamandır istediği, beklediği bir andı o; ama ne kadar uzun zamandır düşünürse düşünsün eyleme geçmek bir anlık karara bağlıydı. O kararı verecek cesareti tekrar bulması çok zordu. Nereden çıkmıştı sanki o Allah’ın belası çocuk? Ne işi vardı sabahın köründe bir mezarlıkta? O olmasa şimdi arzuladığı yerde, onun yanında, bu acımasız dünyanın uzağında olacaktı. Ne kadar zor olursa olsun vazgeçmemeliydi, vazgeçemezdi, gereken cesareti yeniden bulmak zorundaydı. Çünkü yaşamak istemiyordu. Böyle ölü gibi yaşamaktansa gerçekten ölmeyi yeğliyordu.

Bu duygularla boğuşurken ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir halde yürümeye başlamıştı. Sahil boyunca önünü görmeden ilerliyordu. Balıkçı teknelerinin demirlediği yere gelince, içinden gelen garip bir dürtüyle duraksadı. Gözleri teknelere takıldı ve küçük, beyaz bir teknenin adını gördü. Teknenin baş kısmında mavi harflerle yazan “Umut” kelimesine bakakaldı. Çok uzun zaman önce hafızasından silinmiş olan bu basit sözcük ruhunda şiddetli bir kasırga yaratmıştı. İçinde boğulduğu karanlık duygu ve düşünceleri allak bullak etmişti. Umut… Anlamlı bir işaret gibi ona bakıyordu küçük, beyaz bir teknenin sancağından. Orada, o kasvetli manzaranın içinde durmuş bakıyor ve bir sözcüğün bir insana anlatabileceği her şeyi anlatıyordu. Umudunu kaybetmiş adama, yokluğunda boğulduğu duyguyu hatırlatıyordu. Çıkış yolunu gösteriyordu.

Büyülenmiş gibi tekneye bakarken, bir sesle irkilmişti. Genç bir balıkçıydı konuşan. Teknenin satılık olduğunu söylüyordu. Dakikalardır tekneye bakan adamı görünce, alıcı olduğunu düşünmüştü.

“Sahibi geçen ay öldü,” demişti. “Bir aydır burada yatıyor tekne. Rahmetlinin karısı satmak istiyor ama alıcı çıkmıyor. Eski diye beğenmiyor millet ama bakma sen öyle göründüğüne. Sapasağlamdır. Kaç fırtına atlattı, bana mısın demedi.”

Ani bir kararla, “Kaç para?” diye sormuştu.

Balıkçı, değerinin çok altında olduğunu defalarca vurgulayarak fiyatı söylemişti.

Yine ani bir kararla bütün parasını vermiş, tekneyi satın almıştı. Genç balıkçı, parayı rahmetlinin karısına vereceğini söyleyerek yanından ayrılıncaya dek de bunu neden yaptığını düşünmemişti. En son çocukken balığa çıkmıştı. Balıkçılıktan, denizden ve bunun gibi şeylerden pek anlamazdı yani. Ama ne yapacağını bilmediği, her şeyin sonuna geldiği bir anda karşısına çıkan bu anlamlı tesadüfe boyun eğmesi gerektiğini hissetmiş, o teknenin adında yeni bir hayatın doğuşunu görmüştü. “Umut” onu ele geçirmiş, ölümü kovmuş, yerine yaşamı koymuştu.

Geçmişten şimdiki zamana döndüğünde, oldukça açılmış olduklarını fark etti. Umut demin sorduğu, ama düşüncelere dalmış olan adamın duymadığı soruyu yineliyordu.

“Senin adın ne?”

“İhsan.”

“Nerden geldin?”

İhsan bir an duraksadı. Nereden geldiğini, otuz senedir nerede olduğunu söylerse çocuğun korkacağını düşündü.

“Uzak bir yerden.”

“Kasabadan mı?”

“Yok.”

“Daha mı uzaktan?”

“Hı hı.”

“Şehirden mi?”

“Sayılır.”

Umut sonunda tatmin olmuş gibi sustu. Ama suskunluğu uzun sürmedi.

“Niye geldin buraya?”

Ölmek için diyemedi İhsan.

“Bilmem,” dedi.

Umut cevaptan memnun kalmamıştı.

“Filiz’i görmeye mi geldin?”

Böyle bir soru beklemeyen İhsan irkildi. İçinden bir sızı gibi Filiz geçti.

“Evet,” dedi güçsüz bir sesle.

“Neyin oluyor Filiz?”

“Karım,” dedi daha da güçsüz bir sesle. Yüzünde otuz senedir hiç eksilmemiş acının izleri belirdi. Gözlerinin önüne görünmez bir perde indi, bakışları donuklaştı.

Umut, İhsan’daki belirgin değişim karşısında yaşından beklenmeyecek bir olgunluk göstererek sustu. İhsan da susuyordu. Gözleri denizde, tekdüze bir ritimle kürekleri çekiyordu. Deniz durgundu; çok nadir görülen bir sessizlik hakimdi doğada. Kürekler suya girip çıktıkça duyulan şıpırtı dışında hiçbir ses yoktu. Bazen de uzaklarda bir martı viyaklıyordu, o kadar.

Umut, İhsan’a bakarken babasını görüyordu. O da hep böyle susardı. O da hep böyle, yüzünde ciddi bir ifadeyle, gözleri dalgın çekerdi kürekleri. Ona bakınca da tıpkı şimdi olduğu gibi hem birçok soru sormak ister, hem de çekinirdi. Her şey o kadar eskisi gibiydi ki, elinde olmadan, karşısındaki yabancı adamı babasının yokluğundan doğan boşluğa sığdırmak istedi Umut. Elinde olmadan, babasına duyduğu yakınlığa benzer bir yakınlık duydu ona.

Beraber balık tuttular. İhsan o kadar acemiydi ki, kendini bildi bileli babasına çıraklık yapan Umut ona yardım etmese belki de hiç balık tutamadan akşamı edecekti. Umut, hiç fark etmeden öğrendiklerini, bildiğini kendisinin bile o ana dek bilmediği her şeyi anlattı ona. Nerede daha bol balık çıktığını, ağı attıktan sonra ne kadar beklemesi gerektiğini, ağı toplayacakları zamanı hep Umut söyledi. Akşama doğru işleri bitmişti. Denizin üzerinde güneş batarken dönüş yoluna çıktılar. Ancak o zaman merak ettiği sorulardan birini sorma cesaretini buldu Umut.

“Senin çocuğun var mı İhsan Amca?”

Beraber geçirdikleri günün sonunda, o yabancı adam artık İhsan Amca olmuştu.

“Yok.”

 

İhsan’ın gözleri doldu bunu söylerken. Birden dili çözüldü.

“Olacaktı, ama olmadı. Karım… Filiz… öldüğünde altı aylık hamileydi.”

Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Yaşlı gözlerle Umut’a baktı.

“Karım ölmeseydi, çocuğum doğsaydı, şimdi otuz yaşına gelmiş olacaktı. Senin yaşında bir torunum olacaktı belki de.”

Umut dayanamadı.

“Neden öldü karın?” diye soruverdi.

İhsan içten bir sesle, “Bilmiyorum,” dedi. “Bunu ben de sordum kendime, otuz sene boyunca her gün bu soruyu sordum ama yanıtı bulamadım.”

Umut hiçbir şey anlamamıştı. Bu sırada kara da görünmüştü. Kıyıya yanaşıp demir atarlarken, “Yarın kasabadaki balık pazarına gidiyorum,” dedi İhsan. “ Sen de gelip bana yardım eder misin?”

“Bilmem ki… Yarın okul var.”

“Kaça gidiyorsun?”

“Beşe. Bu sene bitecek.”

“Sonra ne yapacaksın?”

“Balıkçı olacağım.”

İhsan güldü. Babası da tıpkı böyle gülerdi, Umut balıkçı olacağını söylediğinde. Bozuldu Umut. “Ne var?” dedi. “Olamaz mıyım?”

İhsan, Umut’un bozulduğunu anlamıştı. Alttan aldı.

“Niye olamayasın canım? Olmuşsun bile.”

“Niye güldün öyleyse?”

“Ben de çocukken bir sürü şey olmak istiyordum. Hiçbir şey istediğim gibi olmadı.”

“Benim olacak ama.”

“Tamam, tamam. Kızma.”

“Kızmıyorum.”

Kızmadığını ispatlamak istercesine gülümsedi. İhsan da ona gülümsedi.

Dostlukları o gülümseyişle başladı. Ertesi gün Umut, okuldan kaçıp İhsan’la kasabaya gitti. Beraber pazarda balık sattılar. Sonra yine balık tuttular. Teknede geçirdikleri saatler boyunca İhsan ona hep Filiz’i anlattı. Otuz senedir uyanık olduğu her an onu düşündüğünü, uyuduğunda da rüyalarında hep onu gördüğünü anlattı. Hiçbir zaman unutmadığını, unutmaya da çalışmadığını anlattı. Hatırlamak ne kadar acı verirse versin, unutmak kadar korkunç olamazdı.

Aşkın ne olduğunu ilk İhsan’dan öğrendi Umut. Babasının da annesini böyle sevip sevmediğini merak etti. Sanmıyordu. Bir gün bile annesinden böyle bahsetmemişti babası. Onun adını anarken sesi böyle titrememişti, gözleri böyle dolmamıştı. İhsan’ın çektiği acının büyüklüğünü görmesine rağmen, büyüyünce birisini, onun Filiz’i sevdiği gibi sevmeyi diledi Umut. Kim bilir ne kadar güzel şeydi böyle sevmek… Böyle âşık olmak… Böyle unutamamak…

Günler geçtikçe dostlukları pekişti. Öyle ki, Umut bir daha kimseye anlatmamak için yemin ettiği bir sırrını açacak kadar yakın hissetti kendini İhsan’a.

“Babam bir ağaca dönüşecek,” dedi. “Cehennemde yanmayacak o. Ağaç olacak. Hem de kocaman bir ağaç… O kadar büyüyecek ki, dalları göğe değecek.”

Sustu ve İhsan’ın gülmesini, alay etmesini bekledi korkuyla. Ama İhsan gülmedi. Alay da etmedi. Son derece ciddi bir ifadeyle baktı Umut’un yüzüne.

“Filiz de çiçek oldu,” deyiverdi sonra. “Gördün mü, nasıl çiçekler sarmıştı mezarın etrafını. İşte onların hepsi Filiz.”

Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Babası öldüğünden beri ilk defa yalnız olmadığını hissetti. Kendi gibi düşünen birinin olması ne büyük bir mutluluktu.

“Gördüm,” dedi. “Filiz’in ağaç olması saçma olurdu zaten. Onun çiçek olması iyi.”

İhsan ciddi ciddi başını salladı.

“Evet.”

Umut da ciddiyetle devam etti.

“Bence en fenası ot olmak. İnşallah ben ot olmam ölünce.”

“Olmazsın, korkma. İnsanın yaşarken belli olur ölünce ne olacağı.”

Dünyalar Umut’un olmuştu. Sonunda onunla alay etmeyen, aptal olduğunu düşünmeyen bir arkadaş bulmuştu. Doğrusu tam kafasına göre, gönlüne göre bir arkadaştı İhsan.

Güneşli bir hafta geçti. Umut hemen her gün okuldan kaçtı, İhsan’la denize açıldı, balık tuttu. Teknede geçirdikleri her gün dostlukları biraz daha pekişti.

Beraber balığa çıktıkları son gün hava bozdu. Gökyüzünü gri bulutlar kapladı. Güneş, bulutların ardına saklandı. Boğucu bir rüzgâr esmeye başladı. Deniz geri çekildi.

Yaklaşan fırtınanın habercisiydi bütün bunlar.


Umut, o son gün İhsan’dan ayrılıp eve geldiğinde, annesini komşusu Hatice ile konuşurken buldu. İki kadın kafa kafaya vermiş, dertleşiyorlardı. Umut’un içeri girdiğini bile fark etmediler, fark ettilerse de umursamadılar. Umut bir köşeye geçip açlıktan midesi guruldayarak onları dinlemeye koyuldu.

“Ne yapacağımı şaşırdım,” diyordu anası. “Teknenin parası var şimdilik, ama ne kadar zaman idare eder bizi bilmiyorum.”

Hatice bilmiş bir edayla kafasını sallayarak, “Doğru kardeş, hazıra dağ mı dayanır,” dedi.

“Dayanmaz helbet. Ondan çalışayım diyorum ama… Ne iş yaparım, bu köy yerinde nereden iş bulurum…”

“Ah ah, eskiden olacaktı… Anam anlatırdı, şu meşhur Cavidan Hanım var ya… Bildin mi Cavidan Hanım’ı?

“Hee, bildim.”

“İşte o Cavidan Hanım’ın babası zamanında çiftlik de çiftlikmiş. Tarlalar, bağlar, bahçeler dönüm dönüm… Hepsi ekiliyor, biçiliyor… Sade bizim köyden değil, civardaki bütün köylerden ırgat toplarlarmış. Şarap fabrikası da işliyormuş o vakitler. O kadar çok iş varmış ki, erkekler yetmiyomuş, kadınları da alıyolarmış çalışmağa. “

“Sonra ne olmuş da bu hale gelmiş ki?”

“Ne zaman ki bey ölmüş, bütün çift çubuk Cavidan Hanım’a kalmış, her bişey durmuş. Tarlalar topraklar ekilmez, çiftlikte in cin top oynar olmuş; fabrikanın kapıları kapanmış. Eskiden, sade evde bir alay insan çalışırmış. Şimdi, beyin zamanından beri çiftlikte olan emektar hizmetçi kalmış bir tek. Evin bütün işini o kadın görüyormuş.”

“Bir başına?”

“Hee, bir başına.”

“Bizim köy kadardır be o ev.”

“Öyle. Ama ne yaparsın, Cavidan Hanım insan görmek istemeyesiymiş. Bu yüzden bütün çalışanları kovmuş. Çiftliği de evi de boşaltmış.”

“Yazık.”

“Yazık ki ne yazık. Bu kadar insan açlıktan gebersin burada, o kadar toprak boş dursun. Olacak iş değil ama olmuş işte. Bu Cavidan Hanım dedikleri, hayata küsmüş mü neymiş. Çiftlik evine kapatmış kendini, avluya bilem çıkmıyormuş. Kaç senedir yüzünü gören yok. Anam rahmetli, toprağı bol olsun, bir kere görmüş Cavidan Hanım’ı. Gencecik kızmış o vakitler. Prensesler gibiymiş. Bey babası da, sertmiş, acımasızmış ama bey gibi beymiş. Diyom ya, herkeslere ekmeğini o verirmiş.”

“Kız Hatice, ne zoru varmış bu Cavidan Hanım’ın? Ne demeye herkesi ekmeğinden etmiş? İnsan o kadar zengin olsun da hayata küssün… Deli mi bu?”

Hatice, hikâyenin heyecanlı kısmına geldiklerini belli edercesine kıpırdandı oturduğu yerde. Çayından bir yudum aldı. Sonra büyük bir sır verircesine fısıltıyı andıran bir sesle, “Hemi de zır deli,” dedi. “Neden delirdiğini de biliyom ben.”

Umut’un da anasının da gözleri fal taşı gibi açıldı. Cavidan Hanım’dan bahsedildiğini daha önce de duymuşlardı. Zaten köyde, hatta kasabada onun adını duymayan yok gibiydi. O bölgenin en meşhur, en zengin kişisiydi çünkü. Yıllardır yüzünü gören olmadığı için de adeta bir efsaneye dönüşmüştü. Yalan yanlış hikâyeler anlatılırdı hakkında; bazı anneler yaramazlık yapan çocuklarını Cavidan Hanım’a götürmekle korkuturlardı. Deli olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti ama Cavidan Hanım’ın gençliğini hatırlayan yaşlıların çoğu toprak olduğu için, neden delirdiğini kimse bilmezdi. Bey babası öldükten sonra üzüntüden aklını kaybettiği söylenirdi yalnız.

Bu yüzden, “Bey babası öldükten sonra üzüntüden delirmiş diyorlardı,” dedi Umut’un anası da.

Hatice, “Palavra o be,” diye karşılık verdi. “Babası öldü diye delirir mi insan? Herkesin ölüyor babası.”

Sözün burasında pot kırdığını anlamış gibi sustu. Acıyan gözlerle Umut’a baktı. Umut ise hiç üstüne alınmamış, merakla hikâyenin devamını bekliyordu. Annesi Umut’un imdadına yetişti.

“Kız, çatlatırsın sen adamı. Anlatsana niye delirmiş ya?”

Hatice büyük bir zevkle anlatmaya başladı.

“Bu Cavidan Hanım, körpecik bir genç kızken deliler gibi âşık olmuş. Hem de kime?”

Bir an durup sorusunun cevabını bekler gibi Umut’la anasına baktı. Lafı uzattıkça dinleyicilerinde daha çok merak uyandıracağını düşünüyor olmalıydı. Umut’un anası dayanamadı.

“Kime?”

Hatice, korkunç bir gerçeği açıklıyormuş gibi dehşet dolu bir sesle yanıtladı.

“Çiftlikte ırgatlık yapan fakir bir köylü parçasına!”

Umut, bunun niye bu kadar korkunç bir şey olduğunu anlayamamıştı. Annesine baktı. O anlamış gözüküyordu. Cık cık cıklayarak başını yukarı aşağı sallamasından belliydi anladığı.

“Fakirmiş, ırgatmış amma, anamın dediğine göre, çok da yakışıklıymış. Boylu poslu, heybetli bi oğlanmış. Köyün bütün kızları peşinde koşarmış. Cavidan Hanım desen, çirkin mi çirkinmiş.”

Umut atıldı.

“Hani prenses gibiydi?”

Hatice bir an şaşaladı.

“Canım, söz temsili. Çirkinmiş ama giyim kuşam o biçimmiş tabii. Bir giydiğini bir daha giymezmiş. Elbiseleri, entarileri Avrupalardan gelirmiş. Artiz gibi gezermiş. Havası, kibri de cabası. Ama paraynan güzellik olmuyor işte. Güzellik ondur, dokuzu dondur derler ya, palavra. Cavidan Hanım da bütün süsüne, çalımına rağmen çirkinmiş.”

Hatice, Umut’a öldürücü bir bakış atarak, bir daha lafını bölmemesini gözleriyle anlattı. Sonra kaldığı yerden hikâyesine devam etti.

“Bey, yani bizim Cavidan Hanım’ın babası, başta karşı çıkmış bu işe. Biricik kızına, fakir bir ırgat parçasını yakıştıramamış. Ama ne dese ne yapsa laf anlatamamış kızına. Cavidan Hanım aşkından yataklara düşmüş, yemekten içmekten kesilmiş. Ölümlerden dönmüş. Bey babası da sonunda pes etmiş. Bakmış ki kız elden gidiyor, çaresiz he demiş. Çiftlikte düğün hazırlıkları başlamış.”

Bu kez Ayşe atıldı.

“Evlenmişler mi?”

“I ıh, evlenememişler.”

“Niye?”

“Çünkü bu ırgat oğlan, Cavidan Hanım’ı sevmiyormuş. Zengin olmak için seviyor gözükmüş. Aslında gönlü başkasındaymış. Kendi gibi fakir bir kızı seviyormuş.”

“Kız da bizim köyden miymiş?”

“Hee.”

“Güzel miymiş?”

“Çok güzelmiş.”

“Sonra?”

“Oğlan sonunda aşkına yenik düşmüş. Parayı pulu gözü görmez olmuş. Tam düğün günlerinde bir mektup yollamış Cavidan Hanım’a. Her şeyi bir bir anlatmış.”

“Cavidan Hanım ne yapmış?”

“Ne yapsın? Delirmiş işte. Cümle âleme rezil oldum diye bir daha insan içine çıkamamış. Kendini eve kapatmış.”

“Bey babası vurmamış mı oğlanı?”

“Vuracakmış. Ama Cavidan Hanım yapma diye yalvarmış, ayaklarına kapanmış babasının. Onu vurursan ben de ölürüm, canıma kıyarım demiş.”

“O kadar seviyormuş demek.”

“Ne yaparsın, gönül işte. Ota da konar, boka da.”

Umut’un anası manidar manidar iç geçirdi.

“Bilmez miyim…”

“Ama ben sana bişey deyim mi, Cavidan Hanım delirmiş me-lirmiş ama gene de ucuz kurtulmuş. Allah korumuş onu o oğlandan.”

“Niye kız?”

Hatice cevap vermeden önce Umut’tan yana bir bakış attı. Umut sobanın yanında kıvrılmış, açlıktan ve sıkıntıdan uyuklamaya başlamıştı. Hatice, sesini biraz alçaltarak, “Oğlan cani ruhlu çıkmış,” dedi. “Cavidan Hanım’ı bıraktıktan sonra, gidip sevdiği kızla evlenmiş. Sonra da kızcağızı baltayla doğramış.”

“Hihh!”

“Yaa… Durduk yere canına kıymış karısının. Üstelik de altı aylık hamileymiş kadın. Kendi çocuğuna bile acımamış katil herif.”

Umut birden gözünü açtı. Komşu kadının son sözlerinde tanıdık bir koku vardı. O hafta içinde, altı aylık hamileyken ölen bir kadından, doğmamış bir çocuktan bahsedildiğini kim bilir kaçıncı kez duyuyordu Umut. İhsan her gün Filiz’i anlatıyordu ona. Bu garip bir tesadüften mi ibaretti, yoksa… Ama hayır, o katil adam, İhsan Amca olamazdı. Mümkün değildi bu. İhsan’ın ölen karısıyla doğmamış çocuğundan nasıl içten bir sevgiyle, nasıl büyük bir hasretle ve nasıl derin bir acıyla bahsettiğine gözleriyle kulakları şahit olmuşken, bile böyle bir şeyi aklına bile getiremezdi.

Yine de korkunç bir şüpheyle allak bullak olmuştu Umut. Düşünmemeye, konuşulanları dinlemeye çalıştı. Annesiyle komşu kadının seslerini çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordu.

“Ne olmuş adama sonra?” diye soruyordu annesi.

“Hapse girmiş helbet. Hâkim ömür boyu hapis cezasına çarptırmış. Hemi de iki defa…”

İnsanın iki ömrü yoktu ki. Nasıl iki defa oluyordu? Gıdıklanmış gibi gülmek geldi Umut’un içinden. Büyüklerin saçmalıkları hep içini gıdıklardı zaten. Gülmemek için kendini zor tutarak düşündü. Mademki adam iki defa ömür boyu hapis yatacaktı, o halde İhsan Amca olamazdı. Tam rahatlamıştı ki, birden başka bir ihtimal daha sundu aklı: Ya kaçtıysa hapisten? Dalton Kardeşler hep kaçardı. O da kaçmış olabilirdi. Gerçek hayatta da kaçılabiliyor muydu hapishanelerden acaba?



Kaçılabiliyordu. Ama İhsan kaçmamıştı. Afla çıkmıştı. Sudan çıkmış balık nasıl olursa, o da öyle olmuştu hapisten çıkıp da kendini dışarıda bulduğunda. Otuz senedir bir kere bile düşünmemişti çıkabileceğini. Hayatının sonuna kadar o dört duvar arasında yaşayacağından, o dört duvar arasında öleceğinden emindi. Af haberini aldığında şaşkınlıktan donup kalmıştı. Diğer mahkûmlar gibi sevinememişti. Koğuştaki bayram havası zehirli bir gaz gibi yakmıştı ciğerlerini. Ne yapacaktı çıkıp? Ne vardı dışarıda?

 

Yalnızlık vardı. Bir de bilinmezlik vardı. Başka bir şey yoktu. Hapiste geçirdiği otuz sene gerçekten de iki ömre bedeldi. Yaşayacak daha fazla ömrü kalmamıştı. Tükenmişti. Onun için her şey bitmişti. İçeride yarı ölü yaşayıp gidiyordu öleceği günü bekleyerek. Dışarıda nasıl yaşayacaktı?

Hapishane kapıları açılıp da yıllardır ilk kez sokağa adım attığında ikinci adımı atamadan durmuştu. Durmuş ve ailesine, yakınlarına kavuşan mahkûmları seyretmişti. Onları saran mutluluğun kendisine de değmesini beklemişti. Ama acıdan başka bir şey vermemişti ona gördükleri. Yoksunluğunu hatırlatmaktan, yalnızlığını yüzüne vurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Herkes gidene, sokak bomboş kalana dek kalmıştı orada. Nereye gideceğini bilmiyordu. Doğup büyüdüğü köyden başka gidecek bir yeri yoktu. Elli beş yıllık ömrünün neredeyse yarısını orada, yarısını da içerde geçirmişti. Başka bir yer yoktu bildiği, gidebileceği.

İdama giden bir mahkûm gibi gelmişti köyüne. Bir yabancı gibi yürümüştü köyünün hiç değişmemiş sokaklarında. Bir suçlu gibi kaçmıştı eskiden tanıdığı, onu tanıyan birileriyle karşılaşmaktan. Yolunu değiştirmiş, köyün oldukça dışında kalan evine köyün dışındaki insansız yollardan gitmişti. Otuz senedir kapalı duran evinin kilit vurulmuş kapısını bir hırsız gibi kırıp açmıştı. Bir hayalet gibi dolaşmıştı korkunç anılarla dolu evin içinde. Ve bir çocuk gibi ağlamıştı, divanın altında Filiz’in başörtüsünü bulduğunda.

Karısının mezarını ilk kez ziyaret ettiğinde, ölmek için daha uygun bir zaman ve daha uygun bir yer olamayacağına karar vermişti. O gün orada ölemeyişi, trenin kaçması demekti bir anlamda. Ölüm treni hızla uzaklaşırken, hayat treni girmişti gara. “Umut” adlı tekneyi satın aldığında, hayat trenine binmeyi, yola devam etmeyi seçmişti İhsan da.

Sonsuza dek kaybettiğini sandığı umudu yeniden bulmamın sevinciyle yeni bir yaşamın hayalini kurmuştu. Devam eden iki hafta boyunca da hiçbir gölge düşmemişti bu yeni yaşamın üzerine. Umut, her geçen gün güçlenmişti. İhsan da yeniden yaşayabileceğine, her şeye baştan başlayabileceğine giderek daha çok inanmıştı.

Satın aldığı tekneyi onarırken, kendi yaralarını da sarmıştı sanki. Teknenin yer yer dökülmüş, eskimiş, kirlenmiş boyasını kazırken, ruhuna yapışmış acıları da törpülemişti. Beyaz yağlı boyayla, tekneyi yeniden boyarken, geçmişine ait kalıntıların da üzerini sıvamıştı. “Umut” kelimesini mavi harflerle eski yerine tekrar yazarken, yüreğine de tekrar yazmıştı.

Teknenin boyasının kurumasını sabırsızlıkla beklemiş, bu bekleyiş sırasında da yorgun bedenini dinlendirmişti. Beklemenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlamıştı. O kadar uzun zamandır beklediği hiçbir şey yoktu ki…

Umut’la arkadaş olmalarından sonra son umutsuzluğundan, yalnızlığından da kurtulduğunu hissetmişti.

O son gün Umut’tan ayrıldıktan sonra, köye geldiğinden beri ilk defa uzun, bozuk ve insansız yollardan değil, köyün içinden geçerek döndü evine. Tanıdık birisiyle karşılaşmaktan, göz göze gelmekten ilk defa korkmadı. Belki de bu yüzden kimseyle karşılaşmadı. Akşam yemeğini her zamanki gibi evde bir başına yedikten sonraysa çıkıp kahveye gidecek ve insanların arasına karışacak cesareti kendinde buldu.

Bir kaçak gibi yaşadığı iki haftadır önünden geçmeye bile çekindiği kahveye yaklaştıkça göğsü sıkışmaya başladı. Adımları yavaşladı. Kaçma isteğine bütün gücüyle karşı koymaya çalıyordu. Beyni, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış askerlerine durmamalarını, ilerlemelerini emreden sert bir komutan gibi, bacaklarına yürümeye devam etmeleri emrini verdi. Emir büyük yerdendi. Bacakları çaresiz söz dinledi, yürümeye devam etti. Gerçekten de o an, çatışmaya giden bir askeri andırıyordu. Komutan veya er olmasının bir önemi yoktu. Korkuyordu. Ama kaçmayı da kendine yediremiyordu. Savaşmak zorundaydı. Bir kaçak gibi yaşamaktan bıkmış usanmıştı.

Kahvenin camlı kapısını açtı ve savaş alanına girdi. İçerisi kalabalıktı. Düşman askerleri, kahvenin yeşil örtülü masaları başında gruplar halinde oturmuş çay içiyor, muhabbet ediyor, kimi tavla, kimi de kâğıt oynuyordu. Kapı açılıp da dışarının serin havası içeri dolunca, geleni görmek için İhsan’dan yana baktılar. Çoğunluğu için daha önce hiç görmedikleri bir yabancıydı içeri giren, yaşça daha büyük bazıları için ise aralarında yeri olmayan bir katil.

Buz gibi bir sessizlik oldu kahvenin içinde. Kim olduğunu bilen bilmeyen herkes, konuşmayı ve oyun oynamayı bırakmış, İhsan’a bakıyordu. İhsan, derin bir nefes aldı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Sesinin titremesine engel olmaya çalışarak ortaya selam verdi.

“Selamünaleyküm.”

Birinin aleykümselam demesini bekledi. Ama tek bir karşılık gelmedi. Kimse selamını almadı. Buna rağmen hemen pes etmemeye kararlıydı İhsan. İlerledi, boş bir masaya oturdu. Ancak o zaman gördü Cafer’i.

Filiz’in abisi Cafer, tam karşısındaki masada oturuyordu. Tıpkı otuz sene önce, mahkeme salonunda baktığı gibi bakıyordu İhsan’a. Ama öfkenin ateşli parıltısıyla yanmıyordu artık gözleri; kinin buzdan maskesine bürünmüştü. İnsanın kanını donduruyordu bakışlarının soğukluğu.

Üşüdüğünü hissetti İhsan. Gözlerini kaçırdı Cafer ’in gözlerinden. Sandalyesini sobaya yanaştırdı. Kahveciye seslenip bir çay istedi.

Kahveci ocağın arkasında belirdi.

“Çay yok,” dedi.

Mesaj çok açıktı. İhsan’ın yenilgiyi kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yavaşça ayağa kalktı, gözlerini kahvenin içinde gezdirdi, meydan okurcasına baktı etrafındaki yüzlere, sonra çıkıp gitmek için kapıya yöneldi.

Birden o sessizlik ve hareketsizlik içinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Cafer, zincirinden kurtulmuş vahşi bir hayvan gibi İhsan’ın üstüne saldırdı. İhsan neye uğradığını şaşırmıştı. Cafer’in şiddetle indirdiği darbelere karşılık veremedi. Büzülüp kaldı yerde.

Kimsenin kılı kıpırdamadı. Kahve ahalisi, bir zamanlar idam mahkûmlarının asılmasını, kafalarının koparılmasını meydanlarda toplanıp zevkle izleyen halk gibi, eğlenerek seyrediyordu Cafer’in İhsan’ın ağzını burnunu dağıtmasını. İhsan’ın kim olduğunu bilip hatırlayanlar, “Katil!’’ diyorlardı içlerinden, “Az bile bu ona, çektiği cezalar yetmez günahını karşılamaya.” Onlara göre başına gelen ve gelecek olan her şeyi fazlasıyla hak etmişti İhsan. Yaşadığı kabahatti. En büyük işkenceleri çekerek ölse bile az kalırdı yaptıklarının yanında. Çünkü sadece karısının değil, doğmamış bir bebeğin de katiliydi o.

Cafer kendini tamamen kaybetmiş, bir yandan deli gibi bağırıyor, bir yandan da acımasızca vurmaya devam ediyordu.

“Ne yüzle gelirsin lan sen buraya! Ne yüzle çıkarsın karşıma! Katil herif! Bebek katili!”

İhsan, Cafer’in yakıcı sözlerine sessizliğiyle karşılık verdi.

“Defol git buradan! Defol, yoksa geberteceğim seni!” diye bağırdı Cafer. İhsan’ı yakasından tutup kapıya doğru itti. Mosmor kesilmişti, nefes nefeseydi, gerçekten de İhsan’ı öldürmemek için zor tutuyordu kendini. Elini bir bebek katilinin pis kanına bulamak istemiyordu.

İhsan, güçlükle yerden kalktı. Yüzünde açılan yaralar, gözlerinin önünde kandan bir perde oluşturmuştu. O perdenin ardından, zavallı gözlerle baktı etrafına. Sonra döndü. Camlı kapıyı açtı. Başı dik girdiği kapıdan, başı önüne eğik çıkıp gitti.

Gösteri sona ermişti. Kötü adam cezasını bulmuş, seyirciler tatmin olmuşlardı. Kahvedekiler, oyunun kahramanı Cafer’i tebrik yağmuruna tuttular. Bir alkışlamadıkları kaldı.



Ertesi gün, köyde İhsan’ın kim olduğunu duymayan kalmamıştı. Otuz sene önceki olayları bilenler bilmeyenlere anlatmış, böylece herkes köye yeni gelen yabancının geçmişini öğrenmişti.

Fırtınadan önceki iki haftalık sessizlik sona eriyordu. Başta Cafer olmak üzere köyün bütün erkekleri, hatta kadınları da seslerini yükseltmeye başlamıştı. Bu kadar yakınlarında cani bir katilin yaşamasını istemiyorlardı. İhsan’ın tekrar aralarına karışmaya cüret etmesi herkesi dehşete düşürmüştü. Meydan okur gibi utanmadan kahveye gelmesi, ağzına kadar dolu olan bardağı taşıran son damla olmuştu.

İhsan’ın ağzını burnunu dağıtsa da hıncını alamayan Cafer, ne yapıp edip onu köyden göndermeye kararlıydı. İhsan’ın hapisten çıkıp köye döndüğü haberi kulağına ilk geldiğinde sesini çıkarmadıysa, bu şaşkınlığındandı, bekleyip neler olacağını görmek istemesindendi, İhsan’ın herkesten saklanarak kaçak gibi yaşadığını ve köyün içine girmeye cesaret edemediğini bilmekten gizli bir haz almasındandı. Ama ne zaman ki İhsan sanki onlardan biriymiş gibi köyün içine girip kahvelerine adım atmıştı, ne zaman ki artık korkmadığını göstermek istercesine başı dik yürümüştü, ne zaman ki meydan okurcasına karşısına çıkmıştı, o zaman sabrı taşmıştı işte. Hayatına devam etmesine, normal bir insan gibi yaşamasına tahammül edemiyordu onun Cafer. Hiç çıkmaması gerekirdi o dört duvar arasından. Hatta asılması gerekirdi. Yaptığının bedelini ödemek için otuz sene yetmezdi. Bir ömür boyu çekmeliydi cezasını, ya da ölmeliydi.