Helete Bizim Memleket

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

KENGER

Diko Cuma’ya.


 
Gülüm seni alır dağa kaçarım
Yüce dağ başında çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Nasıl olsa gülüm seni beslerim
Haydi nazlı yarim kölen olayım.
 

Bu Malatya türküsündeki “Kahve bulamazsam kenger içerim.” sözü aslında bizim kasaba için hiç de anlamlı değil. Ben de kenger başağının (bizde ta*ak) kurutulup toz hâline getirilerek kahve yapılıp içildiğini sonradan öğrendim.

Çocuk için kenger iki şeye yarar. Baharda “yülüyüp” yersiniz, sonbaharda “kanatıp” sakızını yaparsınız. Büyükler için ise kenger dikeni biçilip, kurutulup, dövülüp kışın kullanılan hayvan yemidir.

Kenger çok yıllık bir bitkidir ve kökü tümüyle sökülmediği zaman her yıl aynı yerden yeşerir. Bizim yaylalarda burunçalık, teke sakalı, çiğdem, körmen, dilik, pekmez otu, yayla çayı, kuzu kulağı, mantar çeşitleri vb. gibi tabiatın koynunda kendiliğinden yetişen ve şifalı olan bitkilerdendir.

Kengerin sarı kenger ve kara kenger olmak üzere iki temel türü vardır bizim yaylalarda. Hem yülümek için hem de sakız kanatmak için sarı kenger makbuldür. Tazeyken dalları daha uzun ve suludur, kuruyunca sakızı beyaz olur. Kara kenger acımsıdır ve sakızı da yeşilimsi bir renktedir.

Bahar ayında yaylaya gidilirken yanınızda mutlaka iyi bilenmiş bir bıçağınızın olması gerekir. Kengerin taze olanın başucuna oturur hem dallarından keserek dikenli kısımlarını ayıklarsınız hem de sohbet ederek afiyetle yersiniz. Bazen taş altlarında kalmış beyaz renkli saplarını bulursanız en lezzetli ve taze yeri orasıdır. Toprağın altında kalmış kök ve gövde arasındaki bölüm de lezzetli parçalarındandır. Bir müddet sonra baş bağlayıp çiçek açar. Bu başlar tazeyken yülünürse çok lezzetlidir. Buradaki “yülümek” kelimesi bizim köyde yüzeyinden kesmek anlamına gelmektedir ve bin yıllardır Türkçenin hazinelerinden olan kelimelerinden biridir.

Enginarın karaciğer için çok faydalı olduğu söylenir. Bizim kengerin tadı enginara çok benzemektedir. İnancım odur ki kenger çok iyi bir karaciğer dostudur ve kan temizleyicidir.

Kenger bir ay içerisinde kartlaşır ve artık yenemez olur. Sonbaharda gövdesi kuruyunca sütü köküne toplanır. Kocaman küme şeklindeki kengerin dibini eşelediğinizde kök ortaya çıkar. Bu kökü keskin bıçağınızla çapraz keserseniz kökteki süt akmaya başlar. Sütün gölgede kuruması gerekir. Bu yüzden üzerine taş kapatırsınız. Bir gün sonra veya akşam geldiğinizde süt kurumuş olur. Böylece köklerde kurumuş sütten oluşan sakızlarınızı toplarsınız. İsterseniz kengerinizi yeniden “kanatabilirsiniz”. Bizde buna “göl kanatmak” denir. Toplanan sakızlar suda toprağı iyice temizlenene kadar yıkanır. Elde edilen kenger sakızları çiğnendiğinde çok serttir. Bir müddet çiğnedikten sonra yumuşar. Ağzınızda çok hoş bir kokusu vardır. Baş ağrısına iyi geldiği söylenir.

Sonbaharda kuruyan kengerler büyükler tarafından biçilerek kümelenir. Biçmeden önce kengerlerin olduğu yere “gala” dikilir. Üst üste konulan taşlara “gala” denir. Manası burayı ben tuttum, buradaki kengerleri ben biçeceğim demektir. Her kümeye “deste” denir. Bir müddet desteler kuruduktan sonra “çatal”larla toplanarak bir araya getirilip dövülür. Dövülüp iyice yumuşatılan kenger dikeni “harar” denen büyük çuvallara tepilerek köye taşınır. Kengerin kendisi diken olduğundan bu çok zahmetli bir iştir. Fakat yokluk ve fukaralıkta, hayvanın karnını doyurmak için alternatiflerden biri idi.

Ben baharda hala yaylara gidiyorum, yanımda mutlaka bıçağım oluyor. Yaylaya vardığımızda yoldan çıkıyoruz ve “belliğimiz” olan kengerlerin yanına gidiyoruz. Nasip olursa bu yıl da Mayıs ayında yaylada olacağım ve kenger yülüyeceğim…

TARHANA

Çocukluğumun güzel adamlarından Hacı Tukul Bayram Amcama uzun ve hayırlı ömürler dileyerek…


Hasan Kurucan: “Ekrem hoca, gardaş benim bir şikâyetim var. Biz eskiden ne güzel taarana şoorası içerdik mis gimi. Şimdi bir mikser çıkardılar şooranın tortu, özü kalmadı oldu tarhana çorbası. Ben o yüzden taarana şoorasını ösüyom neydiyim ben tarhana çorbasını şoora varken.” diyor.

Biz çocukken yiyeceklerimizin hiçbirinde kimyasal, katkı maddesi, bilmediğimiz hiçbir şey yoktu. Şimdilerde “organik” deyip de birkaç kat pahalıya satılan şeyler hayatımızın her anında, her yiyeceğimize doğal olarak vardı. Bu doğal yiyeceklerimizden biri de tarhana idi.

Kırk yıl önce Helete’de baharda yaylaya göçülür çadırda yaşanır, yazın tarlaya inilir hayma kurulur, sonbaharda köye dönülürdü. Keçi sürüleri kömlerde (kışın yayladaki hayvan barınağı) kalırdı. Bu göçer hayatı günümüzde çok az kaldı. Göçerseniz geçim kaynaklarınız belirlidir. Hayvanlarınızdan aldığınız süt, yoğurt, yağ, ayran, et, kıl, yün; tarlanızdan aldığınız buğday, saman, nohut, fasulye, birkaç ağacınız varsa ceviz; bir de bağınız varsa kuru üzüm, bastık, pestil, sucuk, pekmez. İşte bütün yiyeceğinizi bunlardan çıkarırdınız. Buğdaydan un, dövme, bulgur elde ederdiniz.

Tarlanızdaki buğdaydan pişirerek kabuğunu aldırdığınız dövme ile hayvanınızdan aldığınız süzme (katık) nin birleşmesiyle yapılır bizim tarhana. Türkiye’nin çoğu yerinde bilinmez. Tarhana denince kırmızı toz şeklinde olan ve çorbası yapılan yiyecek akla gelir.

Hayvandan alınan süt önce yoğurt yapılır, yoğurt su katılarak yayılır ve yağı ayrılır. Kalanı ayrandır. Ayran keçi derisinden tulumlara (bizde yannık) konulur. Tulumlarda uzun süre suyu çekilen ayran koyulaşır süzme katık olur. Tarladan alınan buğdayın bir kısmı değirmende dövme yaptırılır. Katık ve dövme hazır olunca tarhana yapımı zamanı gelmiştir. Tarhanaya bizim köyde “tahrana / taarana” denir. Ondan yapılana da “şoora” (yani çorba).

Dövme çok büyük şıra kazanında kaynatılır. Bu saatler süren zahmetli bir iştir. Kaynatma işi dövme lapa oluncaya kadar devam eder. Kazan devamlı karıştırılmalıdır ve dibi tutturulmamalıdır. Bu “keşkek” aşının etsiz şeklidir. Tereyağıyla nefis olur. Soğumaya bırakılan keşkek büyük bakraçlarla boşaltılarak önceden hazırlanan katıkla karılır. Bu ayran aşının koyu şeklidir. Bu karışım bir gün bekletilir. Mayhoş, ekşimsi bir tat alsın diye. Kıvamı uygunsa sabah erkenden önceden hazırlanan çınar dalları üzerine avuç içi kadar alınarak bırakılır. Her bir parçaya “diş” denir. “Bir diş tarhana” açlık bastırır. Birinci günün sonunda “tahrana” yarı kuruyup yenecek kıvama gelmiştir ki bunun adı “firik”tir. Konuya komşuya ikram edilir. Akşam dişler döndürülür. Genellikle ikinci günün sonunda tarhanamız kurumuş olur, kurumamışsa bir gün daha bekletilir. Tahrana çuvalına doldurulur ve eve götürülür. Kışlık sabah kahvaltınızı kurtardınız demektir yeterince tarhananız varsa.

Bağınızdan kestiğiniz üzümü şıra (bizde şire) yaparsınız. Üzüm suyundan kaynattığınız pekmez de dünyanın en lezzetli, doğal besin kaynaklarından biridir. Hele kırda, bayırda, tarlada çalışanlar için vazgeçilmez enerji kaynağıdır.

Efendiimmm… Bizim çocukluğumuzda çay, zeytin, peynir o kadar da revaçta değildi sabah kahvaltılarında. Sabah evin içini sobanın veya ocaklığın üzerindeki tarhana çorbasının mis gibi kokusu sarardı. Tarhana çorbası çomçayla (çömçe) ezilerek karıştırılırdı. Kıvamına gelince indirilirdi. Sıcakken bir çomça alıp ağzınızı yakarak içmenizden lezzetli bir şey olmazdı. Yanında birkaç yufka ekmeği, bir sehen (tabak) pekmez dünyanın en doğal ve lezzetli sabah kahvaltısı olurdu…

Şimdi tarhana fabrikalarda yapılıyor, içine ekşitmek için limon tuzu katılıyor, kağıt gibi, “Maraş cipsi” deniyor. Bizim avuç içindeki diş “taaranamız” kalmadı.. Çınar yaprağına serilmiyor, çınarın kokusu ve şifası sinmiyor içine… Zaman dönek, her şey gibi bizim doğal “tahrana”yı da yedi yuttu Hasan Kurucan kardeş… Papırga tarhanasıyla idare edeceğiz mecburen…

Bu yazıda bahsi geçen pek çok şey ayrı ayrı yazı olmalı… Bu yüzden genel anlatmak durumunda kaldık.. Okuyucu eksikliklerimizi affetsin…

KIRMIZI BENEKLİ

Peder Halil Solak kardeşime


Heleteli bir çocuksanız hayatınızın en kayda değer güzelliklerinin Göksu ile bağlantısı vardır. Ya yüzme öğreneyim derken “buncukmuşsunuzdur” veya hayatınızda hiç kimsenin anlayamayacağı ve tadamayacağı bir balık yakalama macerası yaşamışsınızdır. Tusturuk, höpçük, zıılamak, buncukmak, Gannı büat, Garaçay, Başmak balık, Sarı balık, Bıyıklı, Kum Balığı… ve daha pek çok kelimenin anlamını dünyada ancak siz biliyorsunuzdur…

Göksu, Helete’ye can verir. Göksu Helete’nin çocuğunun hayatına anlam katan maceralar sunar. Heleteli bir çocuksanız her mevsimin güzelliğini ayrı yaşarsınız. Kışın “gıjjak gayarsınız”, baharla “kösgüçünüzle navrız eşmeye” çıkarsınız. Yazın sıcağında Göösu’nun serinliği yetişir imdadınıza “tusturukla” yüzmeye çalışırsınız. Son bahar “daş armıdı”, “başşak”, alıç zamanıdır…

Ama her şeyin başı ve sonu Göksu’dur. Baharda Göksu boz bulanık akar. Bazen öylesine hiddetlenir ki, yaylada ne kadar kütük, kökü sağlam olmayan ağaç varsa katar önüne götürür sonsuzluğa doğru.

Göksu, Yılan Ovası’ndan alır ilk gözyaşlarını, sonra Umutlu, Perişanlar, Nurhak, Evren, Galacık, Kırkpınar, Kısık… Salına salına gelir elleri kınalı bir Türkmen kızı gibi… Helete’nin kıyısından geçer, seyirlik bir tat bırakır geçerken Helete’den. Hemen her yıl ağaç tahtadan yapılmış körüsünü önüne katar götürür.

Çok değildir Göksu’nun sunduğu nimetler… Zenginleştirmez geçtiği yerleri… O, adeta dokunmaya kıyamayacağınız nergis çiçeğine benzer, sümbüle benzer, on yedi yaşında, deli taylar gibi yerinde durmaz, bir Türkmen kızıdır. Öyle güzeldir ki sadece seyredersiniz. Bilirsiniz ki dokunursanız üzülür, solar, canlılığını, kokusunu kaybeder. Dokunmamalısınız, sadece seyretmelisiniz onu…

Ama Dünyada benzeri olmayan bir güzellik, lezzet de sunar size… Kırmızı benekli alabalık… Adı vardır Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde Kırmızı benekli alabalığın. Adı vardır ama gerçek olanı bir tek Göksu’dadır. İlkokula gidiyorsunuzdur. Hafta sonunun gelmesini iple çekersiniz. Baharda boz bulanık akan Göksu’da oltayla balığa çıkacaksınız arkadaşlarınızla. “Sarı balık” dediğiniz sazan koklayamaz oltanızın ucundaki taze solucan lezzetini. Ama yıllarını Göksu’da solucan hasretiyle geçirmiş “başmak balığınız” (Kırmızı benekli alabalık) daha suya düşmeden alır solucanın kokusunu. Oltanız suya düşmeden kapıverir solucanı ve aniden yutar boğazının derinliklerine kadar zokayı. Öyle bir vuruşu vardır ki oltayı, kalbinizin atışını duymaz fakat bu vuruşu ruhunuzun en derinliklerinde hissedersiniz. Ve elli yıl sonra yazarken aynı duyguları yeniden yaşarsınız. Avcının ani hareketiyle kendinizi karada bulursunuz eğer taze solucan kokusuna kanmış bir kırmızı benekli alabalık iseniz. Bu başmak balığının dünyada son nefes alışları olurken acımasız avcının yalan dünyada alabileceği en güzel hazlardan biridir. Ve avcıya yalan dünyada sunulmuş lezzetlerin en kıymetlisidir sırtı közde, üzerindeki tuzların acısıyla sulanan alabalığın fokurdayan sulu, dünyanın en güzel, pembesi görünümündeki etin lezzeti…

 

KEKLİK

Ailemizin Son Avcısı Arık İsmail’e


 
Kekliğidim vurdular
Kanadımı kırdılar
Daha ben neyidim ki
Anamdan ayırdılar…
 

Meşhur türkümüzde kekliğin vuruluşu çocuğun anasından ayrılışına benzetilmiştir ki acıların en büyüğüdür. Keklik, sevgili gibi kınalıdır, onun yürüyüşü sevgilinin sekişidir. Seher vakti öter keklikler. Baharda eşlerini bulur mayısta, haziranda yavrularını çıkarırlar. Kekliğin dişisine meri, yavrusuna ferik denir. Ferikler yumurtadan kaçıp saklanmayı öğrenmiş olarak çıkarlar. Çocukların en çok keyif aldıkları şeylerden biri ferik yakalamak olsa da bu pek kolay olmaz. Çocukluğumun geçtiği baba ocağında hep keklik vardı. Sabah vakti kurulmuş saat gibi ötmeye başlar ve bizi uyandırırdı. En güzel kuş seslerinden biridir keklik ötüşü. Bir de geceleyin yaylada guguk sesi.

Rahmetli babam 1970’li yıllarda köyde yaşadığımız sürede sıklıkla ava giderdi. İyi bir uçar avcısıydı. Her avdan bir veya birkaç keklikle dönerdi. Allah taksiratını affetsin, sorgusu varsa bu keklik avındandır diye düşünmüşümdür. Çünkü çok dürüst bir hayat yaşadı ve bunu biz çocuklarına da öğretmeye çalıştı. Onun bize miras kalan tüfeğiyle ben de epeyce ava gittim. Hiç keklik vurmak nasip olmadı. İyi ki de olmadı.

Keklikler baharda kızgınlık zamanında kum üzerinde “ağnadılır” (yani kumda debelenmesi sağlanır.). “Çıtlık” adındaki yeşil otla beslenir, buğday, bulgur vb. tahıl ürünlerini de yer. Kafesiyle birlikte avlağa götürülerek bir çalı üzerine yerleştirilir. Avcı 15-20 metre uzakta kendisinin saklanacağı çalılarla kaplı bir yer yapar. Buna “efsin” denir. Kafesteki keklik ötmeye başlayınca oranın asıl sahibi olan yabani keklik onunla kavga etmek için uçup gelince avcı tarafından vurulur…

 
Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murad alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyle imiş ağlarım bazı
Gönül ey sebeb ey
 

Bu Erzincan türküsünde kekliğin kanat süzüp uçuşu anlatılmış. Keklikler kanatlarını süzerek uzun mesafelere uçarlar. Kışın çok kar yağdığında aç kalırlar. Kanatları ıslanınca uçamayan kekliğe “kamalak” denir. Çok kar yağınca avcılar gruplar hâlinde kamalak avına çıkarlar.

Bilinçsiz avcılık sebebiyle kekliklerin sayıları azaldı. Keklikler gruplar halinde sıcak yerlere göçerler buna “sökün” denir. Ama hepsi göçmezler bazıları bulundukları yerde kalırlar. Daha çok kayalık, taşlık yerlerde vakit geçirirler. Bir ferik yakalama heyecanı da ben yaşadım çocukken. Tepede kardeşim Ali’yle oğlak yayıyorduk. Aniden bir sürü feriğe rastladık. Daha o gün çıkmışlardı. Galiba yedi sekiz tanesini yakaladık. Bisküvit kutusuna koyup eve götürürken karşımızdan Topal Ökkeş Amca geldi. Ona sevinçle feriklerimizi gösterdik. “Oooo yavrum bunlar çil keklik yavruları, işe yaramaz, götürüp yerine bırakın” dedi. Üzgün ve çaresiz vaziyette hepsini yakaladığımız yere bıraktık. Sevinçle bir kaçışları vardı görmeliydiniz.

Şu anda aklıma geldi… Allah uzun ömür versin, Topal Ökkeş Amca bizi kandırdı mı yoksa!?

NAVRIZ

Erdemliler Kötü Köşker ve

Arık Osman’a dua ettirme dileğiyle…

Prof. Dr. Ahmet KAYACIK kardeşime


“Navrız” Farsça nevruz kelimesinin bizim köydeki şekli. Nev =yeni, ruz=gün (yenigün) demek. Fakat biz kelimeyi “yenigün” anlamında değil, baharın habercisi olan “nevruz çiçeği” anlamında kullanıyoruz.

Allah en güzel insanları yarattı. İnsanlar içinde çocukları, genç kızları. Tabiatı milyonlarca çeşit bitkiyle süsledi. İnsanın gözü gönlü açılsın, güzelliği keşfetsin diye. Bazı güzellikleri diğerinden üstün tuttu. Bitkiler içinde çiçekleri güzel yarattı. Çiçekler içinde gülü, sümbülü, nevruzu güzel yarattı.

“Neden hep güzel, iyi olan şeyin ömrü kısa oluyor.” diye sıkça duyarız iyi bir insan vefat ettiğinde. Ben Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci isimlerini hatırlıyorum hemencecik. Sadece güzel insanlar genç yaşlarında güzel atlara binip gitmiyorlar. Tabiatın güzelliğine güzellik katan en güzel çiçekler de kısa ömürlü oluyorlar. Göbelek (mantar, kelebek), sümbül, nevruz, nergis ne kadar da kısa ömürlüdür.

Sümbülü düşünün soğanı on bir aydan fazla hazırlık yapar yerin altında gün yüzüne çıkıp güzelliğini göstereceği bir hafta için. Baharda yaylanın havasına öyle bir güzellik, rayiha (koku) katar ki çocukluğunuzda aldığınız bir nefes, kırk yıl sonra gurbette o anı hatırlayıp derin nefes aldığınızda yeniden ciğerlerinize dolar.

Bizim navrız, bana sorarsanız yeryüzündeki en güzel çiçektir. Çocukken “navrız”ın çıkması biz çocukların kanının kaynaması, bayırlarda özgürce dolaşma, mart güneşine aldanıp koşturmaca ve ardından üşütme anlamına gelirdi.

Navrıza gitmek için iyi bir “kösküç”ünüzün olması gerekir. Kösküç, meşe sopası ucu yassı şekilde yontulduktan sonra, ateşte hafifçe ısıtıp sağlamlaştırılarak yapılır. Navrız, burunçalık, tekesakalı, çiğdem eşmek için “kösküç” gerekir. Kazmanın tabiattan elde edilmiş şekli diyelim. Navrızın birkaç günlük ömrü vardır. Kopardığınız anda solar. Bu birkaç günlük ömre inat o kadar güzel renkleri vardır ki dünyanın bütün ressamları bir araya gelse bu güzelliği resmedemezler. O ancak Allah’ın yaratacağı güzellikte bir eserdir. Bayırlarda dağılıp navrız ararken “buldum, buldum!” diye bağırarak koşarsınız. Taşlık yerleri sever. Ya kökünden sökersiniz veya açmış başından koparırsınız. Kökünü sökmezseniz sonraki yıl yine biter.

Sümbülün dalları kıvırcıktır, sevgilinin kıvırcık saçı sümbüle benzetilir. Navrızın dalları dalgalıdır, lepiskadır. Gönlünüzü alır. Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” demiş. Sahiden bazen hayatımızdaki bazı günler biz demez miyiz “hayatımın en güzel anı, her şeye değdi, bunu da yaşadım ya ölsem gam yemem.” diye. Navrız da birkaç günlük hayatında dünyadaki bütün güzelliklere meydan okur, görüp görebileceğiniz en güzel renk cümbüşü o dallar üzerindedir. Kavuniçinden civcivağzına, erguvan pembesinden benekli karaya, kirli beyazdan süt rengine, eflatundan mora öyle güzel süslenmiş bir manzarayla karşılaşırsınız ki ömrünüz boyu bir daha unutmazsınız. Etrafını saran dallar tabiatın en saf yeşiliyle “çenet”i korur. Genellikle dallar üçgen şeklindedir ve iç içe geçmiştir. Sapından kopardığınız navrızı ters döndürüp parmaklarınızın arasında döndürerek doğurtursunuz. Bizim tabirimizle “guzlatırsınız”. Bu esnada “oğlan mısın, gız mısın?”(?) diye söylenirsiniz. Biraz döndürdüğünüzde iç içe geçmiş çenetlerden biri ayrılarak yere düşer üç dalı üstüne. Navrızınız guzlamıştır. Guzlamak aslında koyun için kullanılan “kuzulamak” kelimesinden gelse de bizim köyde insan dahil her canlının doğurması için kullanılır neredeyse. Sonra alır afiyetle yersiniz bu güzelim çiçeği, şekerimsi bir tadı vardır. Kim bilir hangi şifaları içinde barındırır? “Nevruz” Türkün olduğu her coğrafyada, o kadar çok renkte ve biçimde kutlanır ki bir nevi hayatın her renginin her coğrafyada farklı biçimde doğuşunun, zenginleşmesinin adıdır. Bizim Helete kasabamızda ise çocukları tabiata aşık eden kısacık ömürlü dünyanın en güzel çiçeğinin adıdır “navrız”.

ARDIÇ

Gurbette Ardıç Kokusu Burnundan Gitmeyen Belecik Muharrem’e


Çocukluğumu hatırladığımda ardıç ne de çok vardı Helete kasabasındaki hayatımızda. Sarı ardıç, kara ardıç, boz ardıç, tiken ardıcı diye dört çeşidini hatırlıyorum. Tiken ardıcı en işe yaramayanı gibi görünse de ne çok faydası vardır. Yere yatık çalı olarak kalır. Dallarından “serpene” yapılır baharda budanan bağların çubukları bu serpeneye sarılırdı. Bu yere yatık çalılar tavşanlara yatak, kekliklere başka kuşlara yuva olur. Kışın aşırı kar yağdığında hayvanlar bu çalıların içinde gizlenirler. Karı, yağmuru tutarak erozyon oluşumunu engeller.

Sonraki hayatımda aslında ardıcın Türk kültürünün en önemli ağaçlarından biri olduğunu öğrendim. Sibirya’da “artış” deniyordu. Her evde mutlaka kurutulmuş ardıç dalları vardı. Ve bu dallar kötü ruhları kovmak için yakılıyor, insan kötülüklerden ardıç dumanıyla uzaklaştırılıyordu. Aynı şey Kırgızistan’da da çok yaygındı. Tütsüyle kötülükleri kovma işinin insanoğlunun en eski inançlarından olduğunu böylece öğrendim. Sibirya’da da benim doğup büyüdüğüm kasabada da ardıç ağacı kesilmesi hoş görülmüyordu. Çünkü bir ardıç ağacının büyümesi çok uzun yıllar alıyordu. Yetişmesi ardıç kuşunun (bizim köyde “cırrık” denir) yiyip dışkılamasından sonra tohumların yeşermesiyle ancak mümkün olabiliyordu. Ardıcın düzgün uzunca yetişen gencine “doruk”, bu doruğun kesilip çit, çadır, hayma direği için kullanılanına “gakma” denirdi. Sibirya’da kam (şaman) ağaçlar, Türkiye’de dede ağaçlar, ziyaret ağaçları, çaput bağlanarak dilek dilenen ağaçlar bizim en eski kültürel geleneklerimizdendi ve ana ağaç ardıçtı. Ardıç ağacının gölgesi serindir, ne üşütür ne de çok sıcaktır, dinlenme iyi bir uyku için idealdir. Yine ardıçların dibinde pekmez otu dediğimiz çayı yapılan bir bitki de yetişir. Aynı şekilde bizim kasabada “dilik” dediğimiz başka yerlerde “tirşik” adı verilen bir bitki de ardıç ağaçları altında yetişir. Çorbası çok şifalıdır, idrar söktürür. “Dilik vurmak” tabiri bu bitkinin çorbasını yapmak anlamında kullanılır.

Çocukken kışın hayvanlar ya yaylada kömde veya evlerin altındaki sııllık (sığırlık) da besleniyordu. Şimdiki gibi hazır yem olmadığından hayvanların iki temel yiyeceği vardı. Keven ve ardıç dalı. Ardıcın üzerindeki sarı çiçeklere “çekem” denirdi ve çok besleyici olduğu söylenirdi. Asıl işimize yarayan hayvanlara dalları yedirilen ardıçların çalıları idi. Kışın soğuğunda sokakta çocuklar ateş yakar hikâyeler anlatır dinlerdik. İşte bu ateş başı sohbetlerinin olması için yakacak “kirç”e (çalı-çırpı) ihtiyaç vardı. İkincisi de çocukken biz sıkça kazık oynardık. Kazık dalları yenmiş ardıç çalısından düzülür, her birimiz balta, nacakla beşer onar kazık düzer, küllükte, zibil üstünde, çamur yerlerde kazık oynardık. Eve gelince dayak yemeyi göze alarak tabi. Dalların ucundaki “tüdelekler” (yuvarlak tohumlar) misketimiz, bazen de “enek”imiz (yenilince kazanana verilen şey) olurdu.

Ardıç çırpısı ateşi tutuşturmak için kullanılır, çabucak yandığı için iyi bir ısınma aracı değildir. Atalarımızın mezarlarının başucunda ve ayakucunda belki yüz yıl öncesinden dikilmiş mezar ağaçları çürümeden bugüne kadar gelmiştir. Yine mezarın içine cenaze toprakla temas edilmesin diye ardıç ağacından biçilmiş tahtalar çaprazlama konur. Evlerde kullanılan ardıç mertekleri elli yıl sonra bile dünkü gibi sapasağlam durur. Çok uzun yıllarda yetişmesi, tahta olarak çok dayanıklı olması sebebiyle kıymetlidir ardıç ağacı. Bana sorarsanız yaylada hafif esen bahar rüzgârıyla gelen ardıç kokusu şifalıdır. Ali Akbaş ağabeye “sizin şiirleriniz bana niçin bu kadar içli geliyor?” diye sorduğumda “aynı pınardan su içtiğimizden, aynı yaylayı yaylayıp, havasını soluduğumuzdan” demişti. İşte Ali Akbaş ağabeyin o güzel şiirlerinden biri Ardıcın Türküsü:

ARDICIN TÜRKÜSÜ
 
Torosların tepesinde
Tel duvaklı bir ardıcım
Yemenimi yele verdim
Buluta karışır saçım
 
 
Torosların tepesinde
Üç budaklı bir ardıcım
İmrenirim uçan kuşa
Maviliği sevmek suçum
 
 
Torosların tepesinde
Yeni yetme bir ardıcım
Ben yanarsam orman yanar
Çamlıbele sığmaz acım
 
 
Torosların tepesinde
Eli bağlı bir ardıcım
Tepemden Turnalar geçer
Katılmaya yetmez gücüm
 
 
Torosların tepesinde
Dalı kırık bir ardıcım
Gönülsüz kızlar gibiyim
Beni kınamayın bacım.
 
Ali Akbaş
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?