Küçük Beyaz Kuş

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

V
Timothy İçin Mücadele

Mary’nin zavallı gösteriş budalası oğlu, mutluluk dolu bir hayata doğduğunu sanarak, durmadan sevinç naralarını andıran çığlıklar atıyordu. Genellikle sokağın öbür tarafından duyduğum en son ses muzaffer bir edayla atılan bebeğin “Ha ha!” sesi oluyordu; sanki yeni bir şeymiş gibi! Papağan gibi tekrarlayarak babasından öğrenmiş olmalı. Kadına hiç acımıyorum da zavallı baba! Oğlun her mutlu olduğunda aldatıldığını bilmek… Of! Ne kadar tiksindirici!

Sürekli suratını asan müthiş derecede güzel bir kız tanıyorum. Şecaatinin nerede yattığının farkında bile olmadan ondan mutlu olmasını beklerlerdi. Aslında dünyanın en mutlu kızı olarak doğmuştu. Fakat yüzünü iyi tanıyan bir kız olarak çok geçmeden somurtkanlığın yüzüne ne kadar yakıştığını fark etti. Hep bunun için uğraştı ve başardı da. Bir kadının tarihi… Cesaret timsali Margaret; gecenin karanlığı üzerine düştüğünde ve saçların omuzlarına döküldüğünde gerçek hâline dönüşecek misin, yoksa hoşgörünün gölgesinden korkup somurtarak mı uyuyacaksın?

Peki, bir oğlan çocuğu babası için bu kadarını yapacak mı? Bekleyip göreceğiz. Neyse, işte böyle birkaç ay geçtikten sonra David’e bir sallanan at almaya karar verdim. Oyuncak mağazaları onu fazlaca heyecanlandırdığı için genelde bu tip yerlere götürmeye pek çekindiğim St. Bernard köpeğim de bana eşlik etti. O zamana kadar yalnızca ona oyuncak almak için gelirdim buraya. Bunu cesur bir şekilde mağaza görevlisi olan kadına çaktırmasak da oyuncakçıya girdiğimizde ikimizde korkunç şekilde mahcuptuk. Birçok kez ona öfkeli bir şekilde “Keşke gelmeseydin.” dedim. Böyle zamanlarda, St. Bernard köpeklerinin yaptığı gibi bacaklarını salıp yere çöküveriyor; başını ön ayaklarının arasına koyup tortulaşmış kömür torbalarından çıkan sese benzeyen bir iş çıkarıyor ve mahzun bakışlarını bana dikiyor. Bunu gözünü bile kırpmadan tam bir saat sürdürebilir, çünkü bu manzaranın bir süre sonra beni yumuşatacağını biliyor. Köpeğim çok az şey bilir, fakat o bildiği çok az şeyi de çok iyi bilir. Dairemin arka tarafında bir çıkış var. Bazen yavaşça oradan süzülürüm ama yine de geriye bakmadan edemem ki ne zaman baksam üzgün bakışlarıyla “Bu sana yakışıyor mu?” der gibi homurtularını işitirim.

O zaman “Kahretsin!” derim. “Hadi toplan.” ya da buna benzer bir şey.

Bir keresinde kulübe bile geldi. Sanki çok saygın bir üyeymiş gibi merdivenlerden salına salına öyle bir inişi vardı ki herkesi ürküttü. Onu nasıl sahiplendiğimi hatırlamıyorum. Eski bir Punch sayısının ilanlarında görmüştüm sanırım. Taşrada sekiz odalı kulübe fiyatına mal olmuştu bana.

Aptallık edip onu ilk kez oyuncaklarla tanıştırdığımda tam anlamıyla yetişkin bir köpekti. Sırf eğlencesine sokaktan bir oyuncak satın almıştım. Genç bir annenin küçük bir oğlan çocuğunu bir eliyle başının üzerinden diğer tarafa fırlatıp, diğer eliyle yakalamaya çalıştığı sıcacık bir aile sahnesini tasvir eden bir oyuncaktı bu ve paspasın üzerine oturmuş kendimi oyalıyordum ki Porthos’tan olağan dışı bir ses duydum. Başımı kaldırdığımda ise geniş bir sırıtış ve o asil ve melankolik suratı gördüm. Aceleyle oyuncağımı arkama saklamaya çalıştıysam da ayağını sertçe kolumun üzerine bastırarak oynamaya devam etmemi istediğini göstermeye çalıştı. Zavallı kadın bebeğini her düşürdüğünde zayıf bir kıkırdama sesi geldiğini fark ettim ama oyuncak genel olarak onu büyülemişti. Suyundan kocaman yudumlar çekerek heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Âdeta bütün hareket inceliklerini unutmuştu. Oyuncağı kutsal bir sevinç içerisinde patilerini arasına sıkıştırıp oturdu; yatağına götürdü ve gece onu yedi. Ertesi gün o kadar uzun süre onu aradı ki gidip ona başka bir oyuncak aldım. Bu kez tırpanlı bir adamdı oyuncak. Sonra buna benzer ne bulduysak aldık; boyacı çocuk, elinde şişe tutan ayyaş, bastırınca ciyaklayan pelüş bir tavşan… Sonra hepsi oyuncak anne gibi birer birer kayboldu ancak kendisi de aynı şüpheleri taşıdığından şüphelerimi dile getirmeye cesaret edemedim. Zira korkularını yüzüne vursaydım yufka yüreği yasa boğulurdu.

Porthos usulca yanımda beklerken, oyuncak yığınının ortasındaki kadın çoğunlukla bu oyuncakları küçük bir oğlan çocuğu için aldığımı düşünüyor ve bu çocuktan “tosuncuk” veya “kuzucuk” diye bahsediyor. Anaç bir kadın ama fazla konuşkan.

“Ee, kuzucuk bugün nasıllar?” diye başlıyor yüzü sevinçle ışıldayarak.

“İyi, hanımefendi, gayet iyi.” diye cevap veriyorum Porthos’un tasmasını sıkıca kavrayarak.

“İngiltere’nin havası yumurcağın iştahını etkilemiyor, inşallah?”

“Yok, hanımefendi, etkilemiyor.” Kadıncağız o yumurcağın akşam yemeğinde bir somun ekmek, üç adet lahana ve muhtemelen bir koyun budunu yediğini öğrenseydi ne kadar şaşırırdı kim bilir?

“Umarım oyuncaklarını seviyordur.”

“Her yere yanında götürüyor, hanımefendi. Siz şu an göremiyor olsanız da dün aldığımız oyuncak şu an onunla birlikte aslında.”

“Bu kez oyuncak tamir kutusuna ne dersiniz?”

“Sanırım, pek istediğim şey değil.”

“Yumurcak toprağı kazmayı sever mi?”

“Ah, çok sever.” Umarım koyun budunun kalan kemiğinin gömülü olduğu yeri bir gün buluruz.

“O zaman küçük bir kürek ve kovaya ne dersiniz?”

Bir seferinde almam için bana Canterbury Katedrali’nin maketini göstermişti. Öyle ısrarcıydı ki eve gelince Porthos bana verip veriştirmişti. Porthos kreş sisteminden nefret eder. Oyuncakçının sahibi öyle anlamsız bir şekilde bize iyilik yapmaya koşullanmıştı ki başka oyuncakçıları gezmek zorunda kaldık. Sallanan atı almak için Lowther Pasajı’na gittik. Ah, canım Lowther Pasajı! Az mı dolaştık sokaklarında; Porthos ve ben, David ve ben, Porthos, David ve ben. Bayağı olduğunu söyleyenler varmış, fakat nasıl öyle diyebiliyorlar anlayamıyorum. Bir tek eski püskü kıyafetleriyle kapı önlerinde dolanan çocuklar var işte. Berbat görünüşlerine rağmen neşeyle gülümseyen çocuklar… Pasajın iki tane girişi var; bir tanesi yoldan girilen kısmındaki kapı ama ben genel olarak diğerini tercih ederim, çünkü daha sahici bir düşselliğe sahip. Böyle olmasının sebebi de işte burada toplaşıp sihirli lambasıyla David’in gelmesini bekleyen üstü başı yırtık çocuklar. Her zaman onlar için bir peni ayırırız. Pasaja girmeden önceki en güzel şey de oyuncaklara yağdırılan övgülerdir.

Ah, güzel pasaj! West End’deki eşinden çok daha güzelsin. Senin lanetli olduğunu ve kısa süre içerisinde bir aşevine ya da tefeci merkezine dönüştürüleceğini söylüyorlar. Salaş ama yararlı; tüm güzellikleri terk edilmek üzere… Nuh’un gemileri arka arkaya paketleniyor ve kurmalı atlar da âdeta onların peşinden koşuyor. Sırt çantalı askerler aptal kız çocuklarının ellerinde dolaşıyor ama yine de gemilere ve atlara yetişecekler. Tüm dört ayaklılar misafir odası eşyalarıyla ağzına kadar dolu olan filin etrafında toplanmış. Kuşlar kanatlarını çırpıyor. Tırpanlı adam kalabalığı biçerek ilerliyor. Balonlar iplerini çekiştiriyor. Gemiler akıntıların üzerinde sallanıyor. Hepsi kutsal göç için hazırlanıyor. Çok gözyaşı dökülecek.

Böylece Lowther Pasajı’ndan sallanan atı aldık. Oyuncağın kendisine alındığını düşünen Porthos mağrur ama huzursuzdu.

Bir hafta kadar sonra makûs talihimin sayesinde Kensington’da Mary’nin kocasına rastladım ve küçük kızının adını ne koyduğunu sordum.

“Bebek erkek.” dedi tahammül edilmez bir güler yüzle. “Adını David koyduk.”

Sonra ise keyfimi kaçıracak bir şekilde benim oğlumun adını sordu.

Avucumda tuttuğum eldiveni şaklatarak “Timothy.” dedim.

Yüzünde bastırılmış bir gülümseme sezdim ve peşinden Timothy’nin de David kadar iyi bir isim olduğunu söyledi. “Gerçekten, güzel bir isim.” dedi ve bir gün arkadaş olmaları yönündeki ümidini dile getirdi. Timothy’nin David’in sınıfındaki çocuklarla kaynaşmasına gerçekten izin veremeyeceğimi söylememek için kendimi zor tuttum. Bana David’in “uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün” dediklerinde neler yaptığını anlatırken onu sakin ve mesafeli bir şekilde dinledim. Sanki çocuklar üzerine bahis oynanacak şeylermiş gibi övünerek David’in kilosundan bahsetti ki bu kulüpte çok hassas olduğumuz bir konudur.

Ama bir daha Timothy’den bahseden olmadı. Bu çok zoruma gitti. Zavallı Timothy ne kadar yalnız, diye düşündüm, onu böyle anlatıp göklere çıkartacak kimsesi yok. Sonra hemen sahiplendim Timothy’yi, diş çıkarmasıyla ilgili bir şeyler diyecek oldum, karşımdaki çok şaşırınca vazgeçtim. Mama önlüğü, genel zekâ seviyesi gibi daha güvenli sularda yüzmeye çalıştım. Ne var ki ressam arkadaş beni bu konuda konuşturmaya öyle hevesliydi ve bebekler hakkında bir erkeğin bilebileceğinden daha çok şey biliyordu ki yanında sönük kaldım ve beni böyle can kulağıyla dinlemesine de şaşırdım.

Bana meçhul arkadaşlarıyla ilgili anlattığı hikâyeyi hatırlıyor olmalısınız. “En son yaptığı şey ne biliyor musunuz?” dedi. “David’e bir tane sallanan at gönderdi!”

Bunu niye bu kadar gülerek söylediğini anlayamadığımı itiraf etmeliyim.

“Düşünsene, üç aylık bile olmayan bir bebeğe sallanan at göndermiş.” diyerek devam etti.

Sert bir şekilde ama üzengileri ayarlanabilirdi, demek istedim ancak bu durumda onunla birlikte gülmenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Fakat Mary’nin de güldüğünü duymak çok canımı acıttı. Gerçi Tanrı biliyor ya ben de ona hep gülüyorum.

“Yalnız kadınlar bir garip.” dedi aniden. Söylediğine göre bu cümbüşün ortasında Mary birden bire ciddileşip kocasına kibirli bir şekilde, “Bunda gülünecek hiçbir şey göremiyorum.” demiş. Sonra da kutsal bir tavırla atı burnundan öpüp “Keşke şimdi burada olup bunu yaptığımı görseydi.” demiş. İnsanın bazen Mary’yi elinde olmadan gözünün önünde canlandırdığı anlar oluyor.

Fakat sadece bir an. Zira bir sonraki söylediği şey ondan yine tiksinmeme sebep oldu. Hanımefendi “Bay Hiç Kimse”yi bulana kadar peşini bırakmayacağına ant içmiş.

“Bulamayacak.” dedim gergin ama küçümseyen bir tavırla.

“O zaman bu onun ilk başarısızlığı olacak.” diye cevap verdi kocası.

 

“Ama adam hakkında hiçbir şey bilmiyor ki.”

“Adamdan bahsederkenki hâlini görsen böyle demezdin. Kibar, tuhaf, yalnız ve yaşlı, tahsilli bir adam olduğunu söylüyor.”

“Yaşlı mı?”

“Yani, işte demek istediği eninde sonunda yaşlanacakmış, kendisine dikkat etmezse. Her hâlükârda tahsilliymiş işte. Çocukları çok seviyormuş ama hiç sevip okşayacağı bir çocuğu olmamış filan.”

“Belki vardır ama sevip okşayamıyordur.” dedim kaba bir şekilde. “Nasıl sevmesi gerektiğini unutmuştur, sadece durup uzaktan bakıyordur, mesela.”

“Anne de baba da varsa tabii. Mary’ye göre eğer çocuğu olan yalnız bir adam olsaymış büyük ihtimalle ortaya çıkarmış.”

“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.

“Mary öyle diyor, işte.” dedi özür diler gibi. “Bence adamdan daha zeki olduğunu kanıtlayacak yakında Mary.”

“Peh!” dedim ama şüphesiz biraz sersemlemiştim. Onu tekrar gördüğümde, “Buralarda St. Bernard köpeği olan birine rastladın mı hiç?” diye sormesı beni epey korkuttu.

“Hayır.” diye cevap verdim bastonumu sıkıca kavrayarak.

“Adamın St. Bernard cinsi bir köpeği varmış.” dedi.

“Nereden öğrendiniz?”

“Mary öğrendi.”

“Ama nasıl?”

“Bilmem.”

Hemen yanından ayrıldım çünkü Porthos arkamdaydı. Bu gizem beni biraz korkutmuşu ama derhâl savaş zırhımı kuşandım. Porthos’u Kensington Bahçeleri’nde gezdirmesi için bir çocuk buldum ve ona şayet ikinci el bir çocuk arabası süren genç bir kadın tarafından izlendiğini görürse kadının köpeği çalmaya çalıştığını söyleyerek polis çağırmasını tembihledim.

Hadi bakalım, Mary…

“Bu arada…” dedi kocası bir sonraki karşılaşmamızda. “Sana bahsettiğim sallanan at, altmış üç şilinmiş.”

“Karın oyuncakçıya sormaya mı gitmiş?”

“Yok, onu sormaya gitmemişti aslında. Sallanan atı alan adamı tarif ettirmek için gitmişti.”

Ah Mary, Mary!

Pasajdakilerin tarif ettikleri adam şöyleymiş: Askeriyeden birine benziyormuş; uzun, esmer, oldukça şık giyimli; düzgün kemerli bir burun; -aynen öyle- düzgünce kesilmiş ve hafif kırlaşmış bir sakal; başının üzerinde sanki geri kalan kısımları da kapatmaya çalışan üç beş tel saçı varmış; -peh!– oturmadan önce sandalyeyi mendiliyle silmiş; titiz ev hanımları gibi buna benzer başka tavırları da olmuş, -keşke onların ne olduğunu bilebilseydim- sıkıcı derecede kibarmış ama pek konuşkan değilmiş; yanında kederli bakışlarıyla bezgin suratlı sarı bir köpeği varmış -hep köpeklerin kederli bakışlara sahip olduğunu düşünürler-.

“Bu tarife uyan birini tanıyor musun?” diye sordu Mary’nin kocası bana saf bir şekilde.

“Sevgili dostum, neredeyse tanıdığım herkes az çok böyle.” dedim. Gerçekten de kulüpte zamanla herkes birbirine benzer. Genel anlamda bu konuşma beni mutlu etmişti, çünkü Mary’nin St. Bernard köpeğini nasıl öğrendiğini anlamış oldum. Ne var ki bir gün pencereden bakınca sokakta durmuş soran gözlerle pencereleri izler bir hâlde Mary’yi görünce yine kaygılanmaya başladım. Oradan geçen bebekli bir dadıyı durdurup sahte bir coşkuyla bebeği sever gibi yaptı. Eminim bebeğin adının Timothy olup olmadığını sormuştur. Değilse de adı Timothy olan bir bebeğe bakan bir dadı tanıyıp tanımadığını sormuştur.

Belli ki Mary benden şüpheleniyordu ama ben Timothy’ye dört elle sarılmıştım, her ne kadar hakkımda başka bir şey bilmek istemesem de. Zira diğer babayla hâlâ arada bir karşılaşıyorduk ve her seferinde bana Timothy ile ilgili sorular sorup bebekleri kıyaslıyordu. Sorduğu sorular da çok detaylıydı. Nasıl uyuyormuş? Nasıl uyanıyormuş? Yeniden nasıl uykuya dalıyormuş? Banyosunu nasıl yaptırıyormuşuz? İyi ki köpeklerle küçük çocuklar arasında epey bir ortak nokta var, çünkü o her sorduğunda ben aslında Porthos’u anlatıyordum. Nasıl huzurla uyuduğunu, muhtemelen rüya görüp nasıl uyandığını, küçücük elini burnuna koyup nasıl geri uyuduğunu anlatıp banyo sorusunu sessizce es geçiyordum. Çünkü dezenfektan sabun ve paspasla banyo yaptırıyorum.

Adam benden zerre kadar şüphelenmiyordu. Mary’nin bulamayacağını düşünmek makul geliyordu. Yine ruhumun derinliklerinde bir gerginlik hissediyordum. Pat diye ortaya çıkıvermek için Mary uygun zamanı bekliyor da olabilirdi ve bu düşünce, benim Timothy’ye daha çok bağlanmama sebep oluyordu. Sanki onu benden koparıp alacak diye korkuyordum. Sonunda da böyle oldu zaten.

VI
Darbe

Bir mayıs günü, sokağın ilk kesiştiği yerde Mary’yi kocasıyla yürürken gördüm. Bir süre sonra kocasından ayrıldı ve sanki kocası bir Atlantis yolcu gemisine binmiş gidiyormuş gibi gözden kaybolana kadar el salladı. Tüm bu zaman boyunca mutlu bir evliliğe sahip bir kadın olarak kocasından ayrıldıktan hemen sonra evinin yolunu tutacak, beyinin şanlı dönüşünü beklerken asker kılıklı bu adamı izlemek için mutlu aile tablosundaki bir kesitten öte bir şey sunmayacak gibi bir hâli vardı. Of Mary, lütfen, o küçük bayağı entrikalardan birini görmek istemiyorum!

Of of!

Kocasından saklanmayı becerdiği andan itibaren bambaşka bir kadına dönüştü. Şimdi o gizli gizli etrafını kollayan, göze çarpmamak için küçüldükçe küçülen, işini bilen ve bir amacı olan bir kadındı ve gergin bir şekilde gizemli bir maceraya atılıyordu.

“Neler oluyor?” diye düşünerek peşine düştüm.

Sanki bir randevuya yetişecekmiş gibi sık sık saatine bakıyordu ve hatta uzun uzun bakıyordu. Sanki saati uzun zihinsel hesaplama yapmadan anlaşılamayacak bir saatti. Sonra saatini öptü. Büyük ihtimalle benim mektubu düşürdüğüm gün kocasının ona verdiği saat olduğundan bu ucuz küçük saate düşkünlüğünü biliyordum ama şimdi sokak ortasında niye öpüyordu ki? Sonra sanki kocanın sana aldığı saati öpmek günahmış gibi neden aceleyle onu yeniden kemerinin arasına soktun?

Gördüğünüz üzere, güzel düşüncelerden bu huzursuzluğa hızlı bir geçiş yaptım. Süslü püslü dükkânlardan oluşan gitmek istediği sokağa ulaştığında gerçekten bir entrikayla karşılaşmak istemiyordum. Hiçbir dükkâna girmedi. Yavaş adımlarla, kara kara düşünmekten büzülerek bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Utanç içindeydi. Mary A.’nın yüzünde utanç göreceğim hiç aklıma gelmezdi. Karşısına dikilip adını söylesem eminim o utanç hemen düşer ve Mary yine karşımda öylece dururdu. Ben de onunla birlikte durup bekledim; acaba bu adam mı, yoksa bu mu, bu mu derken bastonuma sımsıkı yapışmıştım.

“Mary’den şüphe eder miydim? Ah, tabii ki hayır, asla. Fakat burada saçma sapan bir şey dönüyordu. Kocasından habersiz gelmişti. Sinsi hâllerinden anladığım kadarıyla bu randevu onu korkutuyordu ve utandırıyordu. Kendisini tehlikeye atmıştı; o zaman bu kendisi için değil onun içindi. Ortada gizlenecek bir aptallık varsa Mary’ye ait olması mümkün değildi. Mary’nin burada böyle korku içinde onu olayın sonuçlarından korumaya çalışmasına sebep olabilecek ne yapmış olabilirdi ki bu dürüst çocuk? Şu meşhur kahkahası şerefine leke sürecek bir şeye sebep olmuş olabilir miydi? O geniş alın, o lüle saçlar ve o sevimli gülüş… Çocukluğumuzdan taşıdığımız o kırılgan hâllerimizden birkaçı. Masumiyet kaçıp gitse de bunların hepsi kalabilir fakat kesinlikle sabah kahkahaları da eşlik etmeli gidenlere. Zira şeytanın kahkahanın üzerinden elini çektiğini de görmedim.

Fakat Mary hâlâ bekliyordu. Artık güzelliği gitmişti; utanç yüzünü ele geçirmişti. Çirkin bir kadına dönüşmüştü. Gerisi kocasına kalmış. İçimden lanetler yağdırdım kocasına. Yine de kadınlar hakkında ne biliyordum ki? Onlara dair bazı uzak hatıralarım vardı ve birtakım beyhude çıkarımlar. Peki ya erkekler? Kırk yıldan fazla zamandır duygusuz olan bir adam tanıyorum; onun adına çok sevindim -böyle düşünmek biraz tuhaf olsa da- ondan ürktüm; ondan bezdim; onu fark ettikten çok zaman sonra onu hoş görerek onunla yan yana koşmak istedim. Tanrı beni affetsin! Erkeklerle ilgili bazı şeyler biliyorum ama içten içe sana haksızlık ediyorum sanırım evlat.

Sonra farkettim ki Mary buraya masum bir amaç uğruna gelmişti ama bunu yapmak onu öylesine korkutuyordu ki yapmamış olmayı tercih ederdi. Geri dön seni küçük aptal, yufka yürekli şey. Sana başka diyecek bir şeyim yok. Laf anlamaz kız! Yanından ayrılırken kocanın yüzündeki ışığı görmedin mi? Resimlerini yüzündeki bu ışıkla yapıyor ve tüm hayal kırıklıklarına rağmen hâlâ mağrur arzularının ümitlerini taşımaya devam ediyor. Bu ışık senin evlenirken ona bahşettiğin çeyiz. Bu ışık titremediği müddetçe o en büyük zenginliğe sahip.

Gitmeye can atmasına rağmen gidemedi bir türlü, Mary. Birkaç kez o lanet sokaktan kurtulmaya yeltendiyse de yalpalayarak sansarın pençesine çaresizce kendini bırakan bir kuş gibi geri döndü.

Ah, Mary! Hadi kuş olup uç. Bu nasıl bir çılgınlık? Hadi be kadın, geri dön!

Sonra birden gözden kayboldu. Gücünü toplayıp etrafına korku dolu son bir bakış attıktan sonra bir rehin dükkânına girdi.

O ortaya çıkmadan çok önce anlamıştım böyle olacağını. O kapıyı çalıp da içeri girdiğinde bile; bu ürkek zavallının neden kimsenin onu tanımadığı bir sokağı tercih ettiğini; umutsuzca içeri girene kadar o iğrenç dükkânın önünde neden usulca dolanıp durduğunu ve bir daha göremeyeceği o saate neden tekrar tekrar baktığını… Mary çaresiz bir hâlde evin yükünü omuzlamaya çalışıyordu. Yine de o cesur yürek, muhtemelen karısının küçük hazinelerinin nereye gittiğinden haberi bile olmayan kocasını o gülen yüzünden mahrum etmiyordu.

Zalimliğimden ötürü dehşete düşebilirsiniz belki ama içim sevinçle dolmuştu. Saatini dükkâna bırakıp kaçarcasına çıkarken ne kadar harap ve bitap bir hâlde olduğunu düşününce içimin yağları eridi. Bebeği bile o narin kollarına ne kadar ağır gelmiştir bu hâldeyken. Bunu düşünürken bile sevinçliydim. Onu takip etmek yerine kafiyesi bol bir şarkı nakaratı mırıldanarak ki zaten nakarat dışındaki kısımları pek hatırlayamam, aheste aheste evin yolunu tuttum. Onu en son bir bebek bezi dükkânına ya da o tarz saçma sapan bir yere girerken gördüm. Böylelikle saatini neden rehin koyduğu anlaşılıyordu. Hiç de umurumda değil! Daha da keyifle şarkımı mırıldanmaya devam ettim.

VII
Timothy’den Geriye Kalanlar

Dikkatli bir okur Timothy’yi ortadan kaldırmamın asıl sebebinin, ondan geriye kalacak olan minik zıbınları, mama önlüklerini, pabuçlarını David’e vermek olduğunu anlamış olmalı. O yüzden Sayın Beyefendi ya da Hanımefendi, ressamımızı yasa boğdum diye sakın ola fazla üstüme gelmeye kalkmayın. Ayrıca bir süre sonra kederinin, kendi oğlunu benimkinin kaderinden korumaya dair bencil bir arzuya kapılarak, hızla uçup gittiğini fark ettiğimi de bilmenizi isterim. Çünkü ana baba olmak böyle bir şey.

Merhamet dolu bir ifadeyle benim için bir şey yapıp yapamayacağını sordu. Tabii ki benim için yapabileceği bir şey vardı, fakat emin olamadım çünkü mağrur ve duygusal köpeğimle karşılaşmasını istememek gibi çok geçerli bir sebebim vardı. O yüzden teklif ondan gelmeliydi. Ona evde Timothy’den kalma küçücük eşyalar olduğundan ve onları görmenin bana ne denli acı verdiğinden bahsettim. Derinden etkilenmiş bir hâlde elimi kavradı. Ona böyle eziyet ettiğim için çok utanıyorum. Fakat o da azla yetinen biri değil. Üstelik bu fevri davranışım beni ikili bir karmaşaya sürükledi. Bu yüzden tatsız da olsa sürdürdüm. Bu uzmanlaşma çağında çocuk kıyafetlerinin acıya dönüştüğü bir anda bunları evden uzaklaştıracak bir uzmanlık alanı oluşmadı mı hâlâ? Satabilir miydim? Ya da içki karşılığında onları takas edeceğini bile bile bir ihtiyaç sahibine mi verseydim? Ona bu eşyaları bir arkadaşımın çocuğuna hediye etmek istediğimi ancak arkadaşımın kendisine de Timothy’yi hatırlatacağı gerekçesiyle almak istemediğini söyledim. Sanıyorum bu onu canevinden vurdu ve beklediğim teklifi yaptı.

Hızlıca halletmiştim olayı ve bu kez hem kendime hem ona kızgındım. Bu seçeneği çabucak kabul ederken o sırada başka bir çıkar yol göremiyordum. Anlayabileceğiniz üzere, Timothy’nin hayata tutunuşu öylesine pamuk ipliğine bağlıydı ki sanırım bu gölgenin bir süre sonra yok olacağını zaten biliyordum. Hiçbir zaman tam olarak var olamadı. Bu gerçek bir çocuğun hayatı değildi.

Yine de işte o an gelip çattığında gidişini kabullenmeye gönlüm razı gelmiyordu. O akşam olağan dışı bir şefkatle onu kollarıma alıp batmak üzere olan güneşe teslim etmek için pencerenin önüne götürdüğümü hatırlıyorum. Neredeyse gerçeğe yakın bir acı içerisinde ona gitmek zorunda olduğunu çünkü başka bir çocuğun onun güzel minik eşyalarına ihtiyacı olduğunu söyledim. Ve onun gerçek sahibi olan güneş onu dans eden kollarıyla sardı. Giderken bir zamanlar kelimelerin en güzeliyle seslendiği o kadına sevgilerini gönderdi. Bu masum şey bilmiyordu ki küçük beyaz kuşlar hiçbir zaman gerçekten bir anneye sahip olmayan kuşlardır. Timothy’nin hayali böylece avuçlarımdan kayıp giderken keşke gitmeden önce bir kez olsun Kensington Bahçeleri’nde oynayabilseydi ya da minik ağaç dallarına tırmanıp Round Pond’da kâğıttan gemi yüzdürebilseydi diye geçirdim içimden. Çocukluğun şen şakrak yollarında çemberini yuvarlarken coşkuyla peşinden koşabilseydim. Bir yandan hafızamız bize koşmamızı söylerken diğer taraftan, uzun bir yaz günü eğlencenin bedelini ödemek üzere bekleyen adamlar ve kadınlar beliriverir birden. Düşünüyorum da, Timothy benim tüm özlemlerimi biliyordu. Yanakları çocuksu bir pembelikle kızararak bana dedi ki, tüm bunları yapmamış olmasının sebebi korkması değilmiş. Aslında bunların hepsini yapmayı çok severmiş ama o diğer çocuklar gibi değilmiş. İşte böyle diyerek parmağımı bıraktı ve başka bir gökyüzüne doğru uçup gitti gözlerimin önünden.

 

Korkarım, kendime karşı çok cesur değilim. Hatırlayabildiğim kadarıyla, saldırı altındayken diğerleri gibi davransam da manevi olarak zayıfım. Bu nedenle ertesi gün David’e bir şeyler almak üzere mağazaya girmeye teşebbüs ettiğimde Mary’nin rehinci dükkânına girerkenki hâli kadar utangaç olduğumu keşfettim. Küçük kıyafetler satan mağazalar kapısına yaklaştığınızda çok ürkütücü olabiliyor. İnsan birden ebeveyn kimliğine bürünüyor ve bu yüzden inceden inceye adabımuaşeret içerisinde kayboluveriyor. Kapı açıkken gizlice de girebilirdim ama açıkçası yapamadım. Aslına bakılırsa, terzim hariç ki -korkarım terzime oldukça sık gidiyorum zaten- diğer her türlü mağazaya girerken bir huzursuzluk hissediyorum içimde.

İşte bu yüzden küçük kıyafetler satan mağazanın önünde kendimle dalga geçerek hırsız gibi dolanıp durdum. Hatta diyelim saat üç oldu; kendime, saat iki buçukta girmiş olsaydım şimdiye her şey bitecekti gibi saçma telkinlerde bulundum.

Durumumu daha iyi anlamanız için, ben kapının orada yiğitçe gezinirken gözlerini dikmiş beni izleyen centilmenden bahsedeyim size. Yavaşça uzaklaşıp etrafta dolaşıyormuş gibi yapıp geri döndüm ama hâlâ orada duruyordu ki bu da onun benim yapmaya çalıştığım şeyi bulandırmak niyetinde olduğunu kanıtlıyordu. Sert bir şekilde kendime hâkim olmaya çalışarak başımla selamladım ve soğuk bir kibarlıkla “Bakıyorum epey eğleniyorsunuz bayım.” dedim.

“Özür dilerim.” dedi. Bu kez sözlerimin etkisiyle dikkatini bana çevirebildiğimden emindim, fakat o anda cevabının altında küstah bir anlam saklı olduğunu anladım.

“Henüz sizinle tanışma şerefine nail olamadım.” dedim bağırarak.

“Hiç kimse bundan dolayı benim kadar müteessir olamaz.” diye cevapladı kahkaha atarak.

“Demek istiyorum ki burada siz emekliye ayrılana kadar bekleyebilirim.” dedim sırtımı bir mağaza vitrinine yaslayarak.

Bu sırada sinirlendi ve “İşim gücüm yok ki benim.” dedi aynı şekilde sırtını başka bir mağaza vitrinine yaslayarak. İkimiz de inatla diğerini bezdirmeye çalışıyorduk ve eminim dışarıdan bakıldığında gülünç görünüyorduk. On dakika sonra ikimiz de bu gülünçlüğü hissetmiş olacağız ki hırsımız sönmüş bir hâlde içtenlikle el sıkıştık ve birer araba çağırıp ayrıldık.

Bu girişimimden vaz mı geçmeliydim? Aslında bu alışverişi benim yerime yapacak bazı kadınlar tanıyordum ama ilk önce açıklayayım. Zira açıklamak benim olmazsa olmaz âdetlerimdendir. Irene ve Bayan Hicking’in hatırası birden bire beni yüreklendirdiğinde işte böyle bir ümitsizlik içerisindeydim. Çünkü David’i giydirip kuşatma işi için gerekli beceri ve iş bitiriciliğin onlarda bulunduğunu biliyordum.

Ancak önce kim olduklarını öğrenmelisiniz.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?

Inne książki tego autora