Küçük Beyaz Kuş

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

III
Küçük Mürebbiyenin Evi

Mektubu düşürdükten bir ya da iki hafta sonra arabayla giderken şehrin uğultusunun içerisinden o lanet olası “Ha ha!” sesini duydum. İkisini yeniden o zaman gördüm. Taksitle piyano satan bir mağazadan çıkıyorlardı. Onlarla ilgili ilk izlenimim taksitle piyano alabilmelerinin yarattığı, kızın yüzündeki sevinç ifadesi ve delikanlının mağrur bir şekilde başını dik tutuşuydu.

Belli ki hemen evleneceklerdi. Aslında her şey çok bayağı geliyordu ama hoşgörülü tavrımı sürdürdüm. Zira mutsuz zamanlarda normalde olmadığı kadar narin bir havaya bürünmeyi çok iyi becerdiği için, bu kadının mutsuzluğu beni rahatsız ediyordu.

Bir sonraki görüşümde, Londra’nın en hareketli yerlerinden biri olan bir ucuzluk mağazasının camından açgözlü bir şekilde içeriye bakıyorlardı. Delikanlı hesap kitap yaparken, Mary bir parça kâğıda hararetli bir şekilde notlar alıyordu ve en sonunda hiçbir şey alamadan hüzünlü bir şekilde dışarı çıktılar. Oldukça neşeliydim. “Hadi evlen bakalım küçük hanım.” dedim kendi kendime. “Mutfak kepçesi alamadığı için evlenememenin yarattığı ümitsiz bakışlar; kaçınılmaz olarak tekrar mürebbiye ajansına dönüş…”

Fakat hanımefendiyi pek iyi tanıyamamışım.

Birkaç gün sonra kendimi onun arkasından yürürken buldum. Eteklerinde ne olduğunu bilmediğim, onu tanımamı sağlayan sanatsal bir şeyler vardı. Kese kâğıdına sarılı kuş kafesi gibi kocaman bir parça eşya taşıyordu. Onunla birlikte bir biblo dükkânına girdi ve onsuz olarak geri çıktı. Sonra da koşar adım ucuzluk mağazasına doğru yürüdü. Her türlü gizem bende nefret uyandırmıştır. O nedenle bir şeyler bakacakmış gibi yaparak biblo dükkânına girdim ve paketi yarı yırtılmış hâlde tezgâhın üzerinde duran, Mary’nin istediği eşyaları alabilmek için sattığı şeyi gördüm. Bilin bakalım neydi? İki katlı, alt katında çay saatinde oturan oyuncak bebekler, üst katında uyuyan bebekler, başka bir bölmesinde biri diğerine banyo yaptıran iki oyuncak bebeğin bulunduğu muhteşem bir oyuncak bebek evi. Bazı yerlerinin boyası atmış olsa da genel olarak çok iyi muhafaza edildiği anlaşılıyordu. Mary’nin çocukluk neşesi olduğu belliydi ama şimdi evlenebilmek için Mary tarafından satılıyordu.

“Yakın zamanda elimize geçti.” dedi görevli oyuncağa baktığımı görünce. “Artık ona ihtiyacı kalmadığını söyleyen bir hanımefendi tarafından.”

Sanırım Mary’ye hiç bu kadar kızmamıştım. Oyuncak evi satın aldım ve kendilerine bunu satan hanımefendinin adresini bildikleri için mağazada yazdığım şu kısa mektupla birlikte bu oyuncak evi kendisinin adresine postalamalarını istedim:

Küçük hanım, gülünç olmayın. Elbette ki buna ileride de ihtiyacınız olacak. Ben; mektubu düşüren adam.

Sonradan keşke bunu bir düğün hediyesi olarak gönderseydim diye hayıflandım ama artık çok geçti. Onu bir sonraki görüşümde ise birkaç aylık evliydiler. Bir kasım ayında akşam saat dokuzdu ve yirmi yıldır sosyetik mi yoksa alenen salaş bir yer mi olacağına karar verememiş mağazalarla dolu bir sokaktaydık. Bir tarafında hunharca katledilen moda, diğer tarafında kafasını dondurma kâsesine geçirmiş bir adam. Genelde her yeri yukarıdan aşağı camlarla kaplı bu sokaktan koşarak geçerim ki zaten dairem de çok uzağında değil, fakat o gün yürümek istedim. Mary önümdeydi; şapşalca “Ha ha!” yapan çocuğa yaslanmış heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı. İlerlediği için ona sitem ediyordu ama öte yandan geri dönmediği için de içten içe memnun oluyormuş gibi bir hâli vardı. Nedenini merak ettim.

Her şey bir yana dışarıda ne yaptıklarını da merak etmiştim. İki dilim et almak için mi? Sonradan Mary’nin kocasını çok savurgan davrandıkları konusunda ikna etmeye çalıştığı kanaatine vardım. Bu yüzden onu geri döndürmeye uğraşıyordu. Fakat içten içe kocasının gözü pekliği de onu cezbediyordu. Onun ısrarına rağmen kocasının ileri atılmasına duyduğu hayranlık da bu yüzdendi.

Eti alır almaz neşe içinde hızlıca uzaklaştılar. Evlerine kadar onları takip edebilme umuduyla peşlerine düştüm ama bir süre sonra geride kaldım. O gece şu aforizmayı geliştirdim: Biftek dilimleri taşıyan genç ve güzel bir kadına yetişmeye çalışmak nafile bir çabadır. Artık onunla ilgili istediğim şeyden emindim. Yine de, öncelikle oturdukları yeri bulmak gerekiyordu ki et pazarının çok da uzağında olmadığını tahmin ediyordum. Hatta oturdukları yeri seçerken “Et Pazarına Yakın” ilanıyla kandırılmış olabileceklerini bile düşündüm.

Sonra, bir gün beklenmedik bir olay oldu ki bu gerçekten romantik ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Benim dairem ikinci katta ve arka tarafında itinalı bir incelikle düzenlenmiş bir sokak bulunuyor. Sokakla dairemin bulunduğu binanın arasında bahçe denilebilecek boşluklar var. O kadar küçük ki bu bahçeler, bir ağaç dikseniz gölgesi komşunuzun da üstüne düşer. Bir gün arka penceremden bakarken bu bahçelerden birinde bir sandalyede bizim küçük mürebbiyenin oturduğunu gördüm. Onun olduğundan emin olmak için gözlüklerimi takıp bir daha baktım. Benim gördüğümü zannettiğim cilveli bir kadın imgesinin aksine orada hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Gidip dürbünümü getirdim ve bu kez sandalyede bir kadın ceketinden başka bir şey göremedim. Kürke benzeyen bir ceket sanırım havalandırılmak üzere bir mutfak sandalyesinin üzerine takılı bir hâlde duruyordu.

Hayal kırıklığına uğramıştım ve ısrarla eğer Mary değilse de kesin Mary’nin ceketidir diye kendimle inatlaşmaya devam ettim. Onu hiç böyle bir ceketle görmemiştim, ne var ki sebebini bilmesem de kendimden oldukça emindim. Acaba kıyafetlere onları giyen kişilerin özellikleri siniyor olabilir mi? Belki de bu cekete de Mary’nin cilvesi sindiği için bana tanıdık gelmiştir. Eteklerinin uçuşması bana huzur verdiğine göre kesin bu cekette de bir hinlik vardır. Kim bilir belki de kıyafetlerini kendi dikiyordur ve kıyafetlerindeki minik kıvrımların arasına kendinden bir şeyler sokuşturuyordur.

Nasıl isterseniz öyle düşünün ama beş dakika içerisinde şapkamı alıp dışarı çıkmıştım ki onların olduğunu tahmin ettiğim o bahçeli evden Mary ve kocasının çıktığını gördüm. Şimdi, sizce ben zeki miyim, değil miyim?

Sokaktan çıktıklarında yavaşça evlerini inceledim ve bence tuhaf bir evdi. Önden bakınca sanki bir kapı ve bir pencere görünse de dikkatlice bakan kişinin üstte havalandırma boşluğuna bakan ve eminim Mary’nin hazırcevaplığıyla yatak odasına ait olduğunu söyleyeceği bir pencere daha olduğu gözünden kaçmazdı. Binanın her iki tarafındaki evler de uzundu ve sonradan fark ettim ki eskiden burası bahçe girişiymiş. Kat ve bulunduğu kısmın yarısı ucuz yollu hazırlanmıştı. Misal beton yerine ahşap kullanılmış gibi. Genel izlenim bahçe yoluna yerleştirilmiş renkli bir karavan gibiydi daha çok.

Bence Londra’da alçak evler yüksek olanlardan daha rahat görünüyor ki genelde onları yapanlara hayır duası etmeden geçmem yanlarından. Fakat bu biraz gülünç duruyordu. Hatta kendisine ev bile denmezdi. Zira kapısının üzerinde de “Bu alan satılıktır.” yazısı asılıydı. Zili çalarken bu yazının yıllardır asılı olduğunu hatırladım. Bir alana ihtiyacım olduğunu söylerken yaşlıca mahzun bakışlı, zarafeti etrafındakilerle uyumsuz kalan bir kadın beni içeri kabul etti. Hissiyatım yüzümden de okunmuş olacak ki kadının ilk cümleleri durumu açıklamaya yönelikti.

“İçki içtiğim için beni ucuza çalıştırıyorlar.” dedi.

Başımla selam verdim ve misafir odasına geçtik. Mary’nin fiziksel görünümünü tasvir etmiş miydim hatırlamıyorum ama şayet etmişsem bu güneşli misafir odasını tasavvur edebilirsiniz. İlk tepkim bunları alacak parayı nereden buldu diye düşünmek oldu ki Mary’nin sokaktaki yürüyüşünü görseniz sizin de ilk izleniminiz böyle olurdu. Çıngırdamayan elle dikilmiş çan ipinden tutun da içinde sigara olmayan elle boyanmış sigara kutusuna kadar bu küçücük odadaki tüm ıvır zıvırların dökümünü çıkarmaya yerim yok. Zemin yemyeşil ve çok güzel Şark halılarıyla döşeliydi. Sanıyorum yeşil ve beyaz, hanımefendinin güneş ışığını zapt edebilmek için kullandığı renklerdi. Pencerelerdeki perdeler nadir bulunan bir kumaştan yapılmıştı ve rengini orman asması çiçeğinin morundan almıştı. Perde etekleri asil bir şekilde yeri süpürüyordu ve Mary’nin misafir kabul ederken ki hâlini imgeleştiriyordu. Kiralandığını bildiğim piyanoyu es geçebiliriz fakat çoğunu yeşil ahşabın oluşturduğu daha bir sürü zarif parçalar var; bir kanepe, köşede bir büfe, sahibinin oturup üzerinde bir şeyler karaladığı düşünülürse kendisine yakışacak kadar büyüleyici bir yazı masası… Masadaki kâğıdın üzerinde, başka Mary varsa da varlığını reddeden Mary’nin parmaklarıyla yazılmış harfler duruyordu. Duvarlarda çoğu çerçevesiz olmak üzere bir sürü yağlı boya tablosu vardı. Hollanda kılıfına yerleştirilmiş olağanüstü değerdeki şamdanlardan da bahsetmemek olmaz.

“Anladığım kadarıyla…” dedim tombul hizmetçiye. “Yanında çalıştığınız kişilerin mali durumu iyi.”

Kadın kesin bir şekilde başını salladı ve anlayamadığım bir şeyler söyledi.

“Bir servetle evlendiğini mi ima etmeye çalışıyorsunuz?” diyerek kendimi riske attım.

Bu kez söylediklerini duyabildim: “Konserve etler.” dedi ve kederli bir sessizliğe gömüldü.

“Yine de bu oda epey bir paraya mal olmuştur.” dedim.

Hor gören bir edayla “Her şeyi kendisi yaptı.” dedi yeni arkadaşım.

“Fakat böylesine güzel renklendirilmiş bu yeşil zemin…”

“Kızgın yağ ve bir şilin değerinde bir boya.” dedi gururla karışık bir utanmayla yanakları kızararak.

“Bu halılar…”

“Toplama.” dedi ve parçalarının nasıl sanatsal bir şekilde birleştirildiğini gösterdi bana.

“Perdeler…”

“Toplama.”

“Her hâlükârda, kanepe…”

Döşemesini kaldırdı ve kanepenin ambalaj sandıklarından yapıldığını gördüm.

“Yazı masası…”

Bu kez tutturduğumu düşünüyordum çünkü pirinç kulplu çekmecelerini, oldukça şık kitap rafını, ipek örtünün altındaki minik yazı masası çekmecelerini görebiliyordum.

“Onu üç adet portakal kasasından yaptı.” dedi nihayet kendisi de biraz etkilenmiş gibi görünerek.

 

Ümitsizce etrafıma bakındım ve gözlerim Hollanda kılıfına rastladı. “Şu Hollanda kılıfında duran güzel bir şamdan var.” dedim gönlünü almaya çalışarak.

Burun kıvırdı ve kaba bir şekilde elini kaldırıyordu ki, “Lütfen yapmayın, hanımefendi, bu kılıfın gerçekliğine inanmak istiyorum.” dedim. “Her şeye karşı inancını yitirmiş olanlara ne kadar yazık!” Sanki küçük mürebbiyenin hiç yoktan yarattığı bu güzel şeyler elimi sıkarak şamdanı bırakmama sebep oldu.

“Aman Allah’ım, bu nasıl bir şey?” dedim kadına.

Kadın üst katta başka şaheserlerin de olduğunu ima etti.

“Merdiven de mi var? Onu da mı kendisi yaptı?”

“Yok, zaten vardı ama o değiştirdi.”

Merdiven Mary’nin yatak odasına çıkıyordu. Oraya ve bahçede bulunan baraka şeklindeki atölyeye bakmayacağımı söyledim.

“Atölyeyi de kendi elleriyle mi yaptı?”

“Yok, ama onu da kendisi değiştirdi.”

“Her şeyi nasıl bu kadar değiştirebiliyor? Sizce burada güvende misiniz, hanımefendi? Sizi de değiştirmesin?”

Sempatik tavrım karşısında biraz yumuşadı ve bir şeyler anlatmaya başladı. Mary ve kocasının ödedikleri kira pek de onurlu bir ailenin gururla üstleneceği bir miktar sayılmazmış. Birisi bu daireyi yeniden inşa etmek üzere almak istediğinde ilan panosuna hürmet ederek boşaltmak kaydıyla burayı çok ucuza kiralamışlar. Mary A. “Bu alan satılıktır.” yazısından nefret ediyormuş ve ilanı soranlara yumruğunu sallarmış. Evini gerçek bir evmiş gibi coşkuyla sahiplenir ve satılık ilanı için birisi gelecek olursa öfkeden titrermiş.

Size kendi aforizmamı söylemiştim; doğruyu söylemek gerekirse bu mazlum hizmetçinin söylediklerini kayda almam gerektiğini hissettim. Sanat söz konusuydu. “Zor olan resimleri yapmak değil onlara çerçeve bulmak.” demişti ve bu beni canevimden vurmuştu.

Dürüst olmak gerekirse, pek hanımının sanat eserlerine kafa yormuş gibi görünmüyordu. Çoğu yapmaz zaten. Sonuç: Konserve etler…

Yine de bir kişi bu konuda çok kafa yoruyordu ya da en azından öyle görünüyordu; sürekli eserlerin şahaneliği karşılığında ellerini ovuşturuyordu; hatta arkadaşlarına, “Güzel olduğunu söyle, biraz övgüler yağdır.” diye fısıldayarak baskı yapıyordu. Bu, genelde ressam kedere gömüldüğü zamanlarda oluyordu. Eminim, bir adamı tekrar neşelendirmeyi Mary’den daha iyi kimse beceremezdi.

“Tehlikeli bir kadın.” dedim ürpererek ve şömine rafında duran bir resmi incelemeye daldım. Bir erkeğin portresiydi bu resim. Beni etkilemişti hâliyle; çünkü çerçeveliydi.

“Mary’nin bir arkadaşı yaptırdı ama arkadaşını hiç görmedim.” diyerek imdadıma yetişti rehberim.

Kafamı çevirmek üzereydim ki resimdeki bir yazı beni kendisine doğru çekti. Bir kadının el yazısıyla şöyle yazılmıştı: “Sevgili meçhulümüzün fevkalade portresi.” Beni kastediyor olabilir miydi? Birdenbire nasıl dikkat kesildiğimi tarif edemem.

Portre çok yakışıklı birini temsil ediyordu ve otuz yaştan bir gün bile fazla olamazdı.

“Mary’nin bir arkadaşı dediniz değil mi?” dedim sendeleyerek. “Onu hiç görmediyseniz nereden biliyorsunuz?”

“Çünkü kocası resmi yaparken sık sık hanımıma gidip danışırdı, ‘Gözlerini ne renk yapardın?’ diye sormuştu mesela.”

“Peki, o ne dedi?” diye sordum heyecanla.

“ ‘Güzel mavi gözler.’ diye cevap verdi ve sonra kocası ‘Yüzünü çok yakışıklı çizmezdin herhâlde, değil mi?’ diye sormuştu. O ise ‘Çok yakışıklı çizerdim.’ diye cevap vermişti. ‘Orta yaşlı mı, peki?’ diye sorduğunda ‘Yirmi dokuz yaşında.’ diye cevap vermişti. ‘Başının üstü azıcık kel olmalı mı?’ diye sorduğunda ‘Kesinlikle hayır.’ demişti.”

Ah, canım! Vefalı kız, beni kel çizdirmemiş!

“Hanımımı resme eliyle öpücük gönderirken bile gördüm.” dedi.

Bana eliyle öpücük göndermiş, güzel Mary. Ah, tatlı şey!

Peh!

Kadının sesini yeniden duyduğumda resme bakarak nasıl bir aşağılayıcı mesaj yazsam diye düşünüyordum.

“Sanırım onu bebekliğinden beri tanıyormuş, çünkü buradaki şeyi de o hediye etmiş.” dedi, dizlerinin üzerine eğilmiş bebek evini saklanmış olduğu kanepenin altından çıkartırken. O anda hemen mesajı yazıp bu bebek evinin içine bırakayım diye düşündüm ama yapmadım. Nedenini söyleyeyim mi? Çünkü bebek evi şefkatli ellerle yeniden dekore edilmişti; oyuncak bebek ailesine yeni kıyafetler dikilmişti ve minik mobilyaların boyası daha yeni kuruyordu. Oyuncak bebek evi yeniden kullanıma neredeyse hazırdı.

Hizmetçiye baktım ama yüzü ifadesizdi. “Yerine koy onu.” dedim Mary’nin güzel sırrını görmüş olmaktan utanmış bir hâlde. Keyfim kaçmış bir hâlde çıktım evden; içimde küçük mürebbiyenin beni yine köşeye kıstırmış olduğuna dair hisle.

IV
Bir Gece Vakti

Bir gece, kocasını sokakta tek başına beklerken gördüm. İşte şimdi kocan senin için bir şey yapamaz küçük mürebbiye. İş başa düştü. Evde yapılacak büyük işler varsa erkeklerin evi terk etmesi gerekir. Seni bencil, zayıf, her hâliyle kaba adam; karın için doğum anı geldi: Toz ol bakalım.

Bu geceye kadar Mary’nin kadim sadık aşkı olan yürekli, cesur delikanlı yalpalayarak evden çıkıyor. Acaba hiç ona kaba davrandığı olmuş muydu? Olduysa bu affedilmez bir günah artık. Bu gece onun sokaktaki hâlini gizlice izlemesini gerektirecek kaba bir davranışı olmuş muydu? Kaba bir davranışı olmadıysa da biraz daha nazik davranabileceği zamanlar olmamış mıydı?

Bu geceden itibaren gerektiğinden daha nazik olmaya çabalayabileceğimiz yeni bir düzen sağlayamaz mıyız?

Zavallı genç adam, elinde olsa gelmez miydi Mary pencerenin önüne; bütün nezaketsizliklerinin çoktan unutulduğunun işaretini vermeye; siz yeniden kavuşana kadar o güven verici gülümsemesini göstermeye; yeniden kavuşamasanız bile hâlâ o güven verici titrek gülümsemesiyle sana bakmayı sürdürmeye…

Ah, hayır! Tüm bunlar düne ait; artık çok geç. Bu gece delikanlı Mary’yi düşünerek dolaşıyor sokaklarda, ama Mary onu çoktan unuttu. Bu büyük doğum anında, erkek artık kadın için bir hiç ve aşklarının hiçbir önemi yok.

Şimdi o ve ben sokağın karşı taraflarındayız. İkimize de aşina bu sokak artık. Öte yandan içinde Mary A.’nın bulunduğu çeşitli sahneler gözümün önünden geçiyor. İşte o sabah, evine yegâne girişimin ertesi sabahı… Acente bana o lanet ilanın kaldırılacağına dair söz vermişti ama buna dair bildiri notu Mary’ye ulaştığı an, Mary’nin ilanı kendi elleriyle yok ettiğini idrak ettim. O sabah oradan geçerken, Mary orada bir sandalyenin üzerinde önündeki tabureye ilanı koymuş, elinde bir çekiçle şiddetli bir şekilde ilana vuruyordu. İlan en son yere düştüğündeyse hırçın bir tekme savurdu ona.

Bazı geceler kocası postacıyı gözlerdi. Sanıyorum bir resmin yazgısını taşıyabilecek kadar büyük bir zarf bekliyordu. Bir kiralık katil ya da iyilik meleği misali kapı kapı izini sürüyordu postacının. Hiçbir zaman kendisine bir mektup olup olmadığını sormaya cesaret edemiyordu, fakat ne zamanki o mektup posta kutusuna düştü onu yırtarak açtı… Kapı ümitsizce kapanmış olsa da penceredeki kadın tüm bu süre boyunca elini kalbinin üzerine bastırmış bekliyordu. Ne var ki havadis güzel olsaydı ikisi birlikte hemen evden fırlar, kol kola et pazarının yolunu tutarlardı.

Son bir sahne: Yaz akşamları açık pencerelerinden görebildiğim kadarıyla Mary piyanonun başına oturur kocası için çalıp söylerdi. Bazen de bir eliyle çalar diğer elini tutması için kocasına uzatırdı. Mutluluğunu öylesine coşkuyla yaşıyordu ve öylesine romantik bir ruha sahipti ki… Öyle hissiyatlıydı ki kocası şaka yapacak olsa daha şakayı duymadan gülmeye başlardı ve eminim dokunaklı bir hikâye dinleyecek olsa hemen gözleri buğulanırdı.

İşte böyle kâh gülüp kâh ağlarken, bir yanda fısıltıların eşliğinde, küçük mürebbiye yavaş yavaş bambaşka bir kadına dönüştü: gizemli ve mağrur bir kadına. Sanıyorum bir erkek zaman içinde bu büyük değişime öylesine alışıyor ki şimdi bu delikanlı da sevgili Mary’sinin bir zamanlar o naif ve çekici hâline dair hiçbir şey hatırlayamıyordur.

Sokağın karşısında duran genç adamın neler düşündüğünü anlamaya çalışıyorum. “Şayet o duvar bugün aşılacaksa, ona eşlik etmemeli miyim? Mary senin düşündüğün kadar cesur değil. Birkaç saat önce seninle şen şakrak konuşurken, aman Tanrı’m, seni bile kandırdı mı?”

Bu gece tüm sorular basit. “Neden her şeye o karar veriyor? Gecenin bu saatinde bu adamı dışarı atmaya hakkı var mı? Hiç de adil davranmıyor.”

Zavallı genç adam! Karısı onu ve onun safsata aşkını unuttu bile. Şayet karısı yaşarsa ona geri dönecektir ama ölürse de muzaffer ve huzurlu bir şekilde ölecek. Yaşam ve ölüm; çocuk ve anne, hep birisi denize açılıp da diğeri limana yanaşırken kavuşurlar. Aralarında bir ışıltılı değiş tokuş olur yalnızca: “Her şey yolunda.” der ve geçip giderler.

Peki ya sonra?

Sanırım, bu dünyada dolaşan tek hayaletler çocuklarının nasıl yaşadıklarını görebilmek için geri dönen genç yaşta ölmüş annelerdir. Giden birini geri döndürmek için yeteri kadar büyük, başka bir sebep olamaz. Gecenin pençesinde o bildikleri odaya girerler ve “Nasılsın, yavrum?” diye sorarlar. Ancak çoğu zaman tuhaf yüzleri çocuklarını korkutmasın diye bunu öyle kısık sesle sorarlar ki çocukları bile duyamayabilir. Huzurlu bir şekilde uyuyup uyumadığını anlamak için üzerine eğilirler; üşümesin diye açıkta kalan kolunu battaniyenin altına sokarlar ve kaç tane küçük atletleri olduğunu saymak için çekmeceleri açıp bakarlar. Tüm bunları aşkla yaparlar.

Hayaletler için en üzücü tarafı çocuklarını tanımama ihtimalleridir. Çünkü onları bıraktıkları gibi bulacaklarını sanırlar ve kolayca hayrete düşerler. Oda oda dolaşıp ararlar çocuklarını ve en sonunda bambaşka bir çocuğa dönüştüğünü görmekten nefret ederler. İhtirasın pençesindeki bu zavallı ruhlar çocuklarına zarar bile verebilirler. Eski evlerde inleyerek dolanan hayaletler işte bunlardır fakat bu kadar hazin ve basit bir olayı açıklayabilmek için aptalca hikâyeler uydurulmuştur.

Tanıdığım bir adam vardı. Epeyce zaman uzaklarda gezdikten sonra ilk doğduğu eve geri döndüğünde akşamları şöminenin başındaki sandalyesinde otururken kapının yavaşça açıldığını ve bir kadın silüetinin göründüğünü söylemişti. Kindar bir şekilde ona bakar sonra kaybolurmuş. Bu evde tuhaf şeyler oluyordu. Geceleri pencereler açılıyordu mesela. Yatak odasındaki perdeleri de alev almıştı. Merdiven basamaklarından biri gevşemişti. Üzerinden geçtiği koridordaki döşemelerden biri kurnaz bir şekilde çıkarılmıştı. Hasta düştüğünde de yatağının baş ucuna yanlış ilaç konulmuştu ve sonra öldü. Genç, güzel anne nereden bilsin eski evindeki bu kır saçlı yabancının aslında aradığı oğlu olduğunu?

Hayaletlerle ilgili bütün bildiklerimiz yanlış. Onları geri getiren şey ne kursaklarında kalmış muratları ne de şiddet eylemleri. Üstelik onlar bizden bizim onlardan korktuğumuzdan daha fazla korkuyorlar.

Sokaktaki bütün ışıklar teker teker sönerken yalnızca yolun karşısındaki küçük pencereden gelen ışık açık kalmaya devam etti. Ben mi onunla karşılaştım o mu benimle, nasıl oldu hiç bilmiyorum ama bir süre adımlarımızın sesleri birlikte yankılandıktan sonra artık bir aradaydık. Onu aldatmayı hiç istemiyordum. O nedenle gece nöbetimin sebebini açıklamak üzere bir şeyler söyledim. Fakat o benim söylediklerimden daha farklı seslere kulak kabarttığı için beni yanlış anlamış olabilir. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde benim de kendisininki gibi bir sebepten kovulmuş olduğum fikrine kapıldı, ben de bu yanlış anlaşılmayı es geçtim çünkü pek bir önemi olmadığı gibi bizi doğal bir şekilde birbirimize yaklaştırmıştı. Dünyevi tutkular gibi bir sürü şeyden konuştuk. Uzun süredir tutku denen şey benim için fi tarihinde kaldığından dolayı gençliğimin baharına doğru bir yolculuk yapmam gerekti ki o hoş duygunun yarattığı sahneleri gözümün önüne getirebileyim. Öte yandan o yalnızca bir gün önce sahipti tutkuya.

Ona dünyevi tutkudan bahsettim. “Yüce Tanrı’m!” dedi, ürpererek.

Böylece saatler birbirini kovaladı. Şimdi saat kaç? İkiyi yirmi geçiyor. Peki şimdi? Hâlâ ikiyi yirmi geçiyor.

Akrabaları olup olmadığını sordum ve ikisinin de hiç akrabası olmadığını söyledi. “Bir arkadaşımız var.” diye söze başladı ve duraksadı. Daha sonra garip ve gizemli bir şekilde, mektup ve bebek evinden bahsetmeye koyuldu. Resimlerinden birini satın alan ya da aldığını düşündükleri meçhul bir adamı anlattı. Hikâyenin gerisini tam takip edemedim.

“Tüm bunları yapanın hep aynı kişi olduğu konusunda ısrar eden o aslında.” dedi. “Kendisine bir şey olursa bu meçhul kişinin bana kendisini göstereceğini düşünüyor.” Sonra birden sesi boğuklaştı. “Bana dedi ki eğer bir gün o ölürse ve ben meçhul kişinin kim olduğunu öğrenirsem ona Mary’nin sevgilerini iletecekmişim.”

Bunun üzerine gece boyunca daha sonra tekrar bir araya gelmek üzere ara ara yaptığımız gibi birbirimizden ayrıldık. Mary’nin eğer bu işin üstesinden gelemezse ondan yapmasını istediği şeyleri sıraladı bana ama neydi onlar hatırlamıyorum; çünkü anlatmaya başladığı ilk anda onu içine çektiler sanki. Önce uğursuz şeylermiş gibi bunlardan kaçmaya çalışıyor hemen sonra ise ders dinleyen bir çocuk edasıyla tekrar tekrar gözden geçiriyordu bunları. Bir çocuk! Evet, yılın şu kısacık zamanında onu tamamen kendisine bağımlı bir çocuğa dönüştürmüştü. Kadınlar hep böyledir. Yaptıkları ilk kasıtlı eylem kocalarını aciz birine dönüştürmektir. Çivi çakma becerisini yitirmeden mutlu bir evlilik sürdürmeyi başaran pek az erkek vardır.

 

Fakat asıl düşündüğüm şey bu değildi. Keşke bu kadar yozlaşmamış olsaydım diye hayıflanıyordum. Saat dörde on sekiz dakika varken David’in kanat hışırtılarını duyduk. Sanki doğduğunda ilk yaptığı şey saate bakmakmış gibi hâla bununla övünür.

Yaşlıca bir centilmen kapıyı açtı ve yanımdaki adama tebriklerini iletti. O an beni duvara itti ve sanki bir an beni tutup fırlatacakmış gibi tereddüt etti sonra da eve koştu. Ben de yavaşça takip ettim. Elini sıkarak tebrik ettim ama o sırada öylesine iğrenç bir şekilde kahkaha atmaya başlamıştı ki yine içimde ona karşı bir tiksinme duygusu yükseldi ve aynı zamanda bir kez daha Mary A. ile alay etme yönünde güçlü bir arzu…

“Artık seninle pek ilgilenemeyecek.” dedim genç adama. “Bu tarz kadınları bilirim: entelektüelliği -ki kendisini kaba saba insanlardan ayırabileceği yegâne özelliği- öylesine kusurlu gelişmiş ki önümüzdeki üç yıl boyunca bu oğlan çocuğu için deli olacak. Artık sizin için pek vakti olmayacak, saygıdeğer bayım. Artık boyası tamamlanmış bir tablodan farksızsınız onun için.”

Ne var ki beni duyup duymadığından emin değilim. Yuvama döndüm. Yuvam! Sanki bir başına yuva kurulabiliyor da! Yalnızlığımın şatafatlı odalarına uzanan merdivenlerden çıkarken sık sık durup alt kattaki hizmetçilerin kahkahalarını dinlerim.

O sabah hiç yerimde duramadım. Odadan odaya gezdim. Koca köpeğimin peşinden gittim. Sanki her yer bomboş ve ıssızdı. Sigaramı bitirmek üzereydim ki pencereme vuran bir çakıl taşının sesini duydum. Dışarıya baktığımda arkada duran David’in babasını gördüm. Bu sokakta oturduğumu söylemiştim. Sanırım sönmeyen ışıklarım onu doğru pencereye götürdü.

“Uyuyamadım.” dedi kısık bir sesle. “Senden haber alamayınca merak ettim. Her şey yolunda mı?”

Bir an ne demek istediğini anlayamadım. Sonra bozulmuş bir şekilde cevap verdim: “Evet, her şey yolunda.”

“İkisi de iyi mi?” diye sordu.

“Evet.” dedim ve tüm bu süre içerisinde pencereyi bir an önce kapatma çabasındaydım. Şüphesiz buraya kadar gelmesi iyi niyetli bir hareketti fakat yine de varlığı bana ıztırap veriyordu.

“Kız mı, erkek mi?” diye sordu sersem şey, hiç de centilmence olmayan bir merakla.

“Oğlan.” dedim sinirli bir şekilde.

“Harika!” diye seslendi. Sanırım birkaç şey daha söylemişti ama o sırada pencereyi çarparak kapatmıştım.

Inne książki tego autora