Gümüş Patenler

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

V
EVDEKİ GÖLGELER

İyi yürekli Madam Brinker! Boğazlarından zorla geçen yavan öğlen sofrasını kaldırır kaldırmaz, bayramlık kıyafetlerini Aziz Nicholas onuruna üzerine geçirip çocuklarının karşısına geçti. “Çocukları neşelendirecek.” diye düşünmüştü kendi kendine ve yanılmamıştı da. Geçen on sene boyunca bu bayramlık elbise pek nadir giyilmişti, ancak öncesinde hizmette kusur etmemiş, sayısız dans ve Kermis sırasında etekleri neşeyle uçuşmuştu. Herkes, güzel Meitje17 Klenck olarak tanıyordu o zamanlar Madam Brinker’i. Elbiseyi muntazam katlanmış olarak yattığı eski meşe sandık içinde görme lütfu nadiren bahşedilirdi çocuklara. Rengi solmasına ve yıpranmaktan elek gibi olmasına rağmen; süslü, el dokuması mavi dantel yeleğinin altında kaybolan, şimdilerde Madam Brinker’in biraz olsun tombullaşmış gerdanına toplanan beyaz ketenden korsesi ve siyah bir şeritle çevrelenmiş kızıl kahverengi eteğiyle büyülüyordu çocukları. Yün örgüsü parmaksız eldivenlerini eline ve genelde saklı olan saçlarını gözler önüne seren zarif başlığını da başına geçirince Madam Brinker, Gretel’in gözünde bir prensese dönüşmüştü âdeta. Hans ise terbiyeli bakışlarla annesini izliyordu.

Küçük kız, kendi altın rengi buklelerini örerken bir yandan da hayranlıktan mest olmuş bir hâlde annesinin etrafında dans ediyordu.

“Ah, anneciğim, anneciğim, anneciğim, ne kadar da güzelsin! Bak, Hans! Tam bir tablo gibi, değil mi?”

“Tam bir tablo gibi.” diye neşeyle onayladı Hans. “Tam tablo gibi. Bir tek ellerindeki şu çorap gibi şeyleri beğenmiyorum.”

“Eldivenleri beğenmiyor musun, Hans? Neden ki, aslında nasıl da önemliler. Bak, kızarıklıkları kapatıyor. Ah, anneciğim, eldivenlerin bittiği yerde kolların ne kadar da beyaz, benimkinden bile daha beyaz, hatta çok daha beyaz. Ancak söylemek zorundayım, anneciğim, korse sana biraz dar geliyor. Büyüyorsun! Kesinlikle büyüyorsun!”

Madam Brinker gülüşüne engel olamadı.

“Bu elbise çok uzun zaman önce dikildi, canım. Ah, o zamanlar belim ne inceydi! Sırma bir söğüt dalı kadar ya var ya yoktu! Peki, başlığımı beğendin mi?” Başını sağa sola çevirdi.

“Ah, hem de çok, anneciğim, ne çok! Bak! Babam da sana bakıyor!”

Babaları da bakıyor muydu? Evet, fakat cansız ve donuk bir ifadeyle. Kadın aniden başını çevirip kocasından yana baktı, hafif bir kızıllık yanaklarına yerleşmişti ve gözlerinde sorgulayan bir kıvılcım parladı. Ancak o pırıl pırıl bakış titrek mum alevi gibi bir nefeste sönüverdi.

“Hayır, hayır.” diye iç çekti kadın. “Hiçbir şey görmüyor. Gel, Hans.”dedi. Gülümsemesi biraz da olsa yerine geldi. “Tüm gün bana bakıp kalma, yeni patenlerin Amsterdam’da yolunu gözlüyor.”

“Ah, anne!” diye karşılık verdi. “Sana onca şey lazımken neden parayı patene harcayalım ki?”

“Saçmalama, çocuğum. Para, yani iş, sana bu amaçla verildi. Güneş batmadan git de gel artık.”

“Doğru, çabuk gel, Hans!” diye gülümsedi Gretel. “Annem izin verirse bu akşam kanalda yarışacağız.”

Tam kapı eşiğindeyken durup annesine döndü, “Çıkrığına yeni bir pedal almak lazım, anne.”

“Sen yaparsın, Hans.”

“Yapabilirim elbet. O zaman paraya gerek kalmaz. Ama daha sana yelek lazım, yün lazım, yiyecek lazım…”

“Hadi, hadi! Yeter artık. Elindeki gümüşlerle her şeyi alamazsın. Ah, Hans, çalınan paramız şu kutlu Aziz Nicholas arifesinde geri dönse ne kadar da müteşekkir olurduk! Daha geçen gece iyi yürekli azize dua ettim.”

“Anne!” diye yeis içinde lafını kesti Hans.

“Nedenmiş, Hans? Bana böyle sitem ettiğin için kendinden utan! Hakikat ki kiliseden ayağı geri durmayan her iyi kadın gibi ben de gerçek bir Protestan’ım, iyi yürekli Aziz Nicholas’tan dara düşünce medet umuyorsam bunda ne yanlış var? Çocukların koruyucu azizine dua ettim diye kendi çocuğumdan azar işitiyorum, yazık! Tay kısraktan daha mı ehil?”

Hans, sesi şu an olduğu gibi keskinleştiğinde ve konuşması çabuklaştığında karşı bir laf etmemesi gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyordu annesini, zaten laf ne zaman çalınan paraya gelse sesi böyle keskinleşir, konuşması çabuklaşırdı. Bu yüzden annesine nazikçe karşılık verdi:

“Peki, iyi yürekli Aziz Nicholas’tan ne diledin, anne?”

“Ne dileyeceğim, paramızı geri getirene kadar hırsızlara bir damla uyku nasip etmemesini ya da parayı kendimiz bulabilelim diye melekelerimizi kuvvetlendirmesini diledim. Babanızın yaralanmasının evvelsi gününden beri parayı tek bir kez bile görmek nasip olmadı. Sen de çok iyi biliyorsun ya, Hans.”

“Biliyorum, elbet.” diye karşılık verdi üzülerek. “Bulacağım diye kulübenin altını üstüne getirdin.”

“Evet, fakat hiçbir işe yaramadı.” diye sızlandı kadın. “Komşu boncuğunu çalan gece takınırmış.”

Hans durdu. “Sence babamın bize söylemesinin bir yolu yok mudur?” diye sordu gizemli bir sesle.

“Söyleyebilir belki de.” diye onayladı Madam Brinker başıyla. “Sanırım… Fakat en ufak bir emare yok. Zaten şimdiye kadar neye iki gün üst üste inandım ki? Belki de babanız paraları o malum günden beri sakladığımız gümüş saate ödedi. Hayır! Buna asla inanamam.”

“Saat o paranın çeyreği bile etmezdi, anne.”

“Doğru diyorsun, hem babanız da son anına kadar hep dirayetli biriydi. Aptalca harcamalar yapmayacak kadar emin ve eli sıkıydı.”

“Acaba saat nereden geldi?” diye kendi kendine mırıldandı Hans.

Madam Brinker kafasını üzülerek sallayıp kocasına çevirdi bakışlarını; oturmuş, boş gözlerle yere bakıyordu. Gretel, örgü örüyordu yanı başında.

“İşte onu asla öğrenemeyeceğiz, Hans. Babanıza defalarca gösterdim, fakat bir patatesten bile ayıracak hâlde değil saati. O uğursuz gece, akşam yemeğinde eve geldiğinde saati bana verip, tekrar isteyene kadar göz kulak olmamı istedi. Tam dudaklarını aralamış daha fazlasını söyleyecekken Broom Klatterboost ansızın gelip setin yıkılmak üzere olduğunu haber verdi. Ah! O kutsal Pinkster Haftası’nda18 sular çok korkunçtu! Kocam hemen aletlerini kapıp dışarı koştu. İşte bu, onu aklı başında gördüğüm son andı. Gece yarısı yarı ölü bir vaziyette getirdiler, zavallı başı yara bere içindeydi. Ateşi zamanla geçti ama aklı hiç düzelmedi. Hatta her geçen gün kötüye gitti. Asla öğrenemeyeceğiz.”

Hans bunları daha önce de dinlemişti. İhtiyaç zamanında annesini saati satmaya yarı kararlı, sakladığı yerden alırken görmüştü defalarca, fakat annesi hiçbir zaman bu dürtüye yenilmemişti.

“Hayır, Hans.” demişti hep. “Açlıktan ölmenin kıyısına gelmeden bunu satıp babana ihanet edemeyiz!”

O anlar şimdi çocuğun aklına gelmişti, derin bir iç çekip bir parça bal mumunu masanın karşısındaki Gretel’e attı:

“Haklısın, anne, saati satmayarak büyük cesaret gösterdin. Başkası olsaydı çoktan satmıştı.”

“Yazıklar olsun öylelerine!” diye sesini yükseltti kadın kızgın bir ifadeyle. “Asla öyle bir şey yapamam. Ayrıca yoksul köylülere karşı o kadar acımasızlar ki böyle bir şeyi bizde görseler, anlatsak bile babanızdan şüphe edebilirler, şey diye…”

Hans öfkeden kıpkırmızı kesildi.

“Öyle bir şey demeye cüret edemezler, anne! Yoksa…”

Yumruğunu sıktı ve cümlesinin devamını getiremedi; annesi ve kardeşinin yanında düşündüğünü dile getirmesinin uygun olmayacağını hissetmişti.

Madam Brinker gözyaşları içinde gururla gülümsedi.

“Ah, Hans, sen dürüst ve yürekli bir çocuksun. Saat hep bizimle kalacak. Bakarsın son nefesini verirken sevgili baban kendisine gelir de saatini ister.”

“Kendisine gelir mi anne?” Hans’ın sesi kulübede yankılandı. “Gelir de bizi tanır mı?”

“Evet, çocuğum.” neredeyse fısıldıyordu annesi. “Görülmüş şey elbet.”

Hans, Amsterdam’a gitmesi gerektiğini unutmuştu neredeyse. Annesinin onunla bu kadar yakınlıkla konuştuğu nadirdi. Yalnızca oğlu değil arkadaşı ve akıl hocası gibi de hissediyordu kendisini o anda.

“Haklısın, anne. Saatten asla vazgeçmemeliyiz. Her zaman sahip-çıkacağız ona, babam için. Para da bakarsın biz tam umudu kesmişken ortaya çıkıverir.”

“Keşke!” diye haykırdı Madam Brinker, örgü şişi son ilmikten çıkmış hâlde bitmemiş örgüsünü tüm ağırlığıyla dizine bırakırken. “Nerede o günler! Tam bin gulden! Ah! Paralara ne oldu acaba? Eğer gerçekten çalındıysa, hırsız ölüm döşeğindeyken itiraf ederdi. Böyle bir günahla son nefesini vermeye cüret edemezdi!”

“Henüz ölmemiş de olabilir.” dedi Hans yatıştırıcı bir sesle. “Her an haberini alabiliriz.”

“Ah, çocuğum!” dedi annesi, sesinin tonu değişmişti.“Buraya hangi hırsız gelir ki? Çok şükür evimiz her zaman temiz ve düzenliydi fakat hiçbir zaman gösterişli olmadı. İleride ihtiyacımız olur diye babanızla elimize geçeni hep biriktirdik. ‘Damlaya damlaya göl olur.’ dedik. Öyle de oldu, büyük taşkın zamanında Heernocht civarında gösterdiği hizmetten dolayı yüklü bir miktar da ödemişlerdi babanıza. Her hafta elimizde fazladan bir gulden, kimi zaman da daha fazlası kalırdı çünkü bazen babanız fazla mesai yapar, karşılığında dolgun bir ödeme alırdı. Her cumartesi gecesi kenara birkaç şey koyardık, tabii sen ateşlendiğinde ve Gretel doğduğunda koymamıştık. Zamanla kesemiz o kadar doldu ki eski, uzun konçlu bir çorabı yamayıp kese yaptım da paraları onda biriktirmeye devam ettik. Şimdi dönüp bakınca, güzel zamanlarımız birkaç hafta daha sürseydi birikimimiz çorabın topuğunu geçerdi. Elin tez, bir de işinde maharetliysen pek iyi kazanıyordun o zamanlar. Çorap bakırla, gümüşle neredeyse dolmuştu, hatta altınla. Kulaklarını iyi aç da dinle, Gretel. ‘Yoksulluktan giymiyorum eski kıyafetlerimi.’ derdim babana gülerek. Böyle böyle çorap doldu da doldu. O kadar doldu ki bazı geceler uykumdan uyanır, parmak uçlarımda kalkar gider ay ışığı altında keseyi yoklardım. Sonra da diz çöker, ileride çocuklarım iyi eğitim alabilecek ve belki de babaları yaşı ilerleyince işi bırakıp dinlenebilecek diye Tanrı’ya şükrederdim. Bazen yemek masasında oturmuşken yeni bir baca yaptırmaktan ya da inek için kışlık ahır yapmaktan bahsederdik ama kocamın bunlardan daha iyi planları vardı gelecek için. ‘Para parayı çeker.’ derdi. ‘Yakında istediklerimizi yapacağız, çok yakında.’ Sonra da ben bulaşıkları yıkarken beraber şarkılar söylerdik. Dalgasız denizde dümen kolay tutarmış; sabahtan akşama kadar hiçbir şey sıkamazdı canımı. Her hafta babanız çorabı alır, elindeki paraları içine döker, biz beraber yerine kaldırırken de beni öpüp neşeyle gülerdi. Hadi artık, Hans! Sen şaşkın şaşkın ağzını açmış otururken gün bitti neredeyse!” diye ekledi Madam Brinker sert bir ifadeyle, oğluyla fazla rahat konuştuğunu fark edince yüzü kızarmıştı. “Yola düşme vaktin geldi de geçiyor artık.”

 

Hans oturmuş, gözlerini bir an olsun ayırmadan annesine bakıyordu. Ayağa kalktı ve neredeyse fısıldar bir sesle sordu:

“Hiç denedin mi, anne?”

Annesi anlamıştı.

“Evet, çocuğum, hem de sık sık. Ama baban sadece gülüyor ve öyle tuhaf bir ifadeyle bana bakıyor ki daha fazla soru sormamam gerektiğini anlıyorum. Geçen kış siz ateşler içinde yanarken ekmeğimiz neredeyse bitmişti, çalışıp beş kuruş bile kazanamıyordum, başımı çevirdiğim anda ölürsünüz korkusuyla! İşte o zaman denedim! Saçlarını okşayıp kedi gibi yumuşak bir sesle, ‘Para nerede, kim aldı?’ diye sordum. Bir daha mı, tövbeler olsun! Kol yenimden tutup kanım donana kadar homurdandı kulağıma. Gretel’in benzi kardan beyaza dönüp sen de yatağında kendinden geçince kendimi kaybettim sonunda, acı acı bağırdım ona. Sanki sesimi duyabilecekmiş gibi. ‘Raff, paramız nerede? Bir şey biliyor musun, Raff? Hani kesedeki ve çoraptaki para, büyük sandıktaki?’ Duvara konuşuyordum sanki duvara…”

Annesinin sesi pek tuhaf çıkmaya başlamıştı, gözleri alev alev yanıyordu. Öyle ki Hans yeni bir endişeye kapılıp elini annesinin omzuna koydu.

“Gel, anne.” dedi oğlan.“Unutalım bu parayı. Ben artık büyüdüm, gücüm kuvvetim de yerinde. Gretel ise çevik ve azimli. Yakında durumumuz yine düzelir. Dinle beni anne, dünyanın bütün gümüşleri bir yana. Sen yeter ki mutlu ol, bu bize yeter, değil mi, Gretel?”

“Annemiz de biliyor.” dedi Gretel, ağlamaklı bir sesle burnunu çekerek.

VI
GÜNEŞ IŞINLARI

Madam Brinker, çocuklarının duygusallığıyla irkilmişti, ne denli sevgi dolu ve yürekten olduklarının ispatıyla mest olmuştu elbette.

Görkemli evlerde oturan güzel hanımlar, kendilerini sarıp sarmalayan şaşaadan memnun hâlde, genellikle tatlı tatlı gülümserler; fakat Tanrı’nın gözünde, mütevazı kulübedeki üstü başı dökülen oğlanla kızın yüzüne neşe ile ışıldayan gülümsemeden daha hoş karşılandığından şüphe duyarım. Bir an sonra bencil davrandığını hissetti Madam Brinker. Kızarıp bozarırken gözlerini sildi telaşla, ardından yalnızca bir annenin gösterebileceği şefkatle baktı yavrularına.

“Sizi gidi bilmişler! Biz sohbet ederken Aziz Nicholas Günü arifesi geldi de çattı! İpin parmaklarımı kesmesine şaşmamalı! Gel, Gretel, al şu parayı. Hans pazar yerinden paten alırken sen de kek alırsın.”

“Ben seninle evde kalayım, anne.” dedi Gretel, yaşlarla dolan gözleri tavanda. “Hans alır bana kek.”

“Nasıl arzu edersen, yavrum. Hans, bekle biraz. Şu şişle üç tur daha dönünce başparmak da bitecek, bugüne kadar böyle çorap örülmedi! Heireen Gracht’te19 çorapçıya satarsın. İyi pazarlık edersen üç çeyreklik eder, kıtlık zamanındayız, sanırım dört kek alırsın. Hiç olmazsa Aziz Nicholas Günü bir ziyafet çekeriz.” dedi ipliği sertçe çekiştirirken.

Gretel ellerini çırptı. “Ne güzel olur! Annie Bouman, bu gece büyük evlerdekilerin şahane zaman geçireceklerini anlatmıştı. Bak, biz de eğleneceğiz. Hans’ın yeni patenleri olacak, kekimiz bile olacak! Aman ha parçalanmasınlar yolda! İyi paketle, Hans, ceketinin içine koyarken çok dikkat et.”

“Elbette!” diye aksi aksi cevapladı, görevin önemiyle kıvanç duyuyordu.

“Anneciğim!” diye haykırdı Gretel neşeyle. “Birazdan babamla ilgileniyor olacaksın, şimdi de bir tek örgüyle uğraşıyorsun. Saint Nicholas’tan bahsetsene bize.”

Hans kasketini asıp dinlemeye hazırlanınca kahkahaya boğuldu Madam Brinker. “Saçmalamayın, çocuklar.” dedi. “Daha önce çok anlattım bunu.”

“Bir daha anlat! Ne olur, bir daha anlat!” annelerinin geçen yaş gününde ağabeyinin yaptığı fevkalade ahşap oturağın üzerine attı kendisini Gretel. Hikâyeyi dinlemeye can atmasına karşın çocuksu görünmek istemeyen Hans, patenlerini şömineye doğru bir ileri iki geri aheste aheste sallayarak dikiliyordu hiç umursamazmış gibi.

“Pekâlâ, yavrum, dinleyin o zaman; fakat gün ışığını boşuna harcamamalıyız hiçbir zaman. Yumağı al eline, Gretel, ben konuşurken sarmaya devam edersin. Kulaklarınızı açın, ama eliniz de boş durmasın. Baştan söyleyelim, Aziz Nicholas, aziz kelimesinin tanımıymış. Denizcilerin yolu açık olsun diye gözlerini hep açık tutarmış, elbette en çok küçük çocukları korur kollarmış. Bir zamanlar, dünyamızda yaşarken Asyalı bir tüccar, üç oğlunu Atina denen büyük bir şehre göndermiş ilim öğrensinler diye.”

“Atina, Hollanda’da mı anne?” diye sordu Gretel.

“Bilemedim, evladım. Öyle olsa gerek.”

“Değil, anneciğim.” dedi Hans saygıyla. “Coğrafya dersinde öğrenmiştim çok zaman önce. Atina, Yunanistan’da.”

“Neyse.” diye kaldığı yerden devam etti annesi. “Ne fark eder? Yunanistan da bizim kralımıza ait olabilir, ne bilelim? Her nasılsa, bu zengin tüccar üç oğlunu da Atina’ya yollamış. Yolda, viran bir handa konaklamaya karar vermiş üç oğlan; sabah erken kalkar yola düşeriz, demişler. Kadifeden ve ipekten dikilmiş güzel kıyafetleri sırtlarında, dünyanın hiçbir yerinde zengin çocuklarının bunlardan başka bir şey giydikleri düşünülemez elbet, para dolu kemerleri bellerindeymiş. Kötü hancı ne yapsa beğenirsiniz? Demiş ki, ben bu veletleri öldüreyim, paralarıyla güzel kıyafetlerini de kendime alayım. Gece olup da karanlık çökünce, cırcır böceklerininkinden başka ses duyulmadığında yerinden kalkıp ömürlerinin baharındaki gencecik çocukların canlarını almış.”

Gretel iki elinin parmaklarını birbirine geçirdi ürpertiyle, Hans ise adam öldürme, cinayet kendisi için sıradan gündelik meselelermiş gibi görünmeye çalışıyordu.

“En kötüsünü duymadınız daha.” konuşurken ilmekleri sayarak bir taraftan örgüsüne devam ediyordu Madam Brinker. “Şimdiye dek duyduklarınız devede diken kalır. Hilkat garibesi hancı gitmiş bir de çocukların uzuvlarını kesip ayırmış, salamura domuz eti diye satmak için, tuzla dolu bir küvete atmış parçaları!”

“Tanrı’m!” diye haykırdı Gretel dehşetle, hikâyeyi daha önce çok duymuşsa da. Hans ise yerinden kımıldamıyordu, mevcut koşullar altında salamuraya yatırmak en mantıklısıymış, der gibiydi.

“Ya, salamuraya yatırmış, hikâye burada bitti sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. O gece, Aziz Nicholas rüyasında hancının oğlanları kıtır kıtır doğradığını görmüş. Aziz olduğundan acele etmesine gerek yokmuş, sabah hana gidip hancıyı cinayetten suçlu bulmuş. Kötü hancı her şeyi itiraf etmiş, dizlerinin üstüne çöküp af dilemiş. Yaptıklarına o kadar pişman olmuş ki çocukları hayata döndürsün diye yalvarmış Aziz’e.”

“Aziz ne yapmış?” diye sordu Gretel, cevabı zaten bildiğinden keyifle sırıtarak.

“Çocukları hayata geri döndürmüş. Havada uçuşmuş genç adamların salamuraya yatırılmış uzuvları, ahenkle dans ederek yeniden birleşmiş. Çocuklar, Aziz Nicholas’ın ayaklarına kapanmışlar, Aziz tarafından kutsanmışlar. Tanrı aşkına, Hans! Hemen gitmezsen sen dönmeden karanlık çökecek!”

Bir an ara vermeden konuşmaktan, Madam Brinker’in nefesi kesilmişti neredeyse. Çocuklarının en son ne zaman gündüz vakti çene çalıp haylazlık ettiğini hatırlamıyordu ve bunun bir lükse dönüşmüş olduğu düşüncesiyle şaşkına dönmüştü. Odada oradan oraya koşuşturdu, boşa geçen süreyi telafi etme telaşıyla. Ateşe biraz turba kömürü atıyor, masanın üzerinde görünmeyen tozu alıyor, örmeyi bitirdiği çorabı Hans’a uzatıyordu hep bir anda.

“Gel bakalım.” dedi kapıda oyalanan çocuğu görünce, “Ne duruyorsun, Hans Bey?”

Annesini tombul yanağından öptü Hans, çektiği çilelere rağmen hâlen pembeydi kadının taze teni.

“Sen dünyanın en iyi annesisin, elbette bir çift patenim olsa çok mutlu olurum.” dedi. Şöminenin yanına çömelmiş tuhaf bedene kederle bakıyordu ceketini iliklerken. “Ama babama baksın diye Amsterdam’dan bir meester20 getirmeye yeterse param, bir şey yapılabilirse…”

“Meester buralara gelmez, o paranın iki katını versek bile! Hem gelse de ne fayda! Ah, zamanında bir umut diye diye kaç gulden harcadım; fakat evladım, canım babanız hiç düzelmedi. Bizim de kaderimiz böyleymiş. Git hadi, paten al.”

Hans’ın bağrına taş oturmuştu sanki ama gençti, oğlan çocuklarına özgü havailikle beş dakika geçmeden ıslıklar dolanmaya başlamıştı diline. Annesi ona “bey” diye hitap etmişti ya, bu bile yağmurlu günün ardından görülen gökkuşağı gibi neşeyle doldurmuştu içini. Hollandalılar küçük çocukları muhatap almazlardı pek. Ancak Madam Brinker sevgi ve şefkatin içinden taştığı anlarda çocuklarına “bey veya hanım” diye seslenirdi.

Annesinin, “Ne duruyorsun, Hans Bey?” deyişi, çocuğun ıslıklarının arasında bir yankı oluşturuyor, kendisine verilen görevin kutlu olduğu hissi gönlünde tomurcuk tomurcuk açıyordu.

VII
HANS KENDİ BİLDİĞİNİ OKUYOR

Broek, sessiz sakin sokakları, buz tutmuş dereleri, sarı tuğladan kaldırımları ve gökkuşağı renklerinde evleriyle hemen yakınlardaydı. Düzen ve gösteriş bu minik köyü tanımlıyordu âdeta, fakat görünen o ki sakinleri ya uyuyorlardı ya da sonsuzluğa göç etmişlerdi.

Bir tek ayak izi bile bozmamıştı çakıl taşlarıyla deniz kabuklarının ahenkli desenler meydana getirdiği kumlu patikaları. Panjurlar sımsıkı kapatılmıştı, sanırsınız ki havadan veya gün ışığından zehir yayılıyor; evlerin ön kapıları ise ölüm kalım olmadıkça açılmayacak gibiydi.

Tütün dumanı kadar kara sessiz bulutlar, başka zaman olsa yeri göğü ayağa kaldıracak, kuytu köşelerde ders çalışacak veya komşu çocuklarıyla paten kayacak çocuklarla dolu binalar arasında geziniyordu. Bahçelerde tavus kuşları ve kurtlar vardı, ne var ki bir gıdım etle kemik tatmamışlardı. Bir tür yeşil vahşetle toprağı koruyor göründükleri seralara hapsedilmişlerdi. Hayat dolu ördekler, kadınlar ve sporcular yaralarını sarıp rakiplerine var güçleriyle meydan okuyabilecekleri bahar vaktine kadar beklesinler diye yazlıklara kışkışlanmışlardı; göz kamaştıran kiremit döşeli çatılar, mozaik avlular ve cilalı pervazlar ufacık bir toz zerresinin bile görülmediği göğe saygıyla boyun eğiyorlardı.

Hans, gümüş kwartjelerini avucunda sallarken köyü izliyordu. O hep duyduğu hikâyeler kafasında bir soru yumağı oluşturmuştu. Broek köylüleri o denli zenginmiş ki som altından tabak çanakları varmış, diyorlardı. Ne kadarı doğruydu?

Pazarda Mevrouw van Stoop’in tatlı peynirlerini görmüştü, mağrur kadının bunları satıp bir sürü parlak gümüş gulden kazandığını biliyordu. Acaba kadın altın kaplar kullanıyor muydu? Peki ya altın kepçeler, kevgirler? Kış aylarında ineklerinin kuyruklarına kurdeleler bağlıyor muydu?

Aklında bu düşüncelerle yüzünü Amsterdam’a döndü, kanalın öbür yanında, taş çatlasın beş mil uzaktaydı. Kanalın üzerindeki buz kusursuzdu, ancak ahşap patenleri yakında dağılmak üzere her adımda iç karartıcı bir elveda şarkısı söylüyorlardı sanki.

Kanalı geçerken kimi görse beğenirsiniz? Hollanda’nın en iyi, en meşhur hekimi Bay Boekman’ı! Hans, hekimle daha önce tanışmamıştı, fakat Amsterdam’daki pek çok dükkânın camında oyma portresini görmüştü. Kimse unutamazdı bu yüzü. Haşin bakan mavi gözleri, “gülümsememi beklemeyin” der gibi duran çelimsiz, ince dudaklarıyla ve sırım gibi boyuyla doğma büyüme Hollandalı olan hekim mizah duygusundan yoksun, pek de insan canlısı olmayan bir karaktere sahipti; kısacası kendisiyle tanışıklığı olmayan, cahil bir oğlanın teklifsizce sohbet etmeye cesaret edebileceği bir mizaçta değildi.

 

Gel gör ki, çok da aldırış etmediği bir ses, kendi vicdanı, Hans’ı mecbur ediyordu.

“İşte, dünyanın en iyi hekimi geliyor.”diye fısıldadı ses. “Onu sana Tanrı gönderdi, bu parayla babana yardım edebilecekken kendine paten almayı hak mı görüyorsun!”

Ahşap patenler coşkulu bir ciyaklama koyuverdiğinde, başının üstünde yıldızlar değil yüzlerce paten dönüyordu. Elindeki paraların şıngırtısını duyduğunda, Hans’ın kalbi ağzındaydı. İhtiyar hekim, dehşet verecek kadar ciddi ve ürkütücü görünse de geçerken adını seslenecek gücü buldu kendinde:

“Mynheer Boekman!”

Adam tüm azametiyle durakladı, ince alt dudağını dışarı uzatarak kaşlarını çatarak çocuğu inceliyordu.

Hans her şeye hazırdı artık.

“Mynheer!” kalbi kulaklarında gümbürdüyordu delici nazarlı hekime yaklaşırken. “Sizin o meşhur Boekman’dan başkası olamayacağınızı biliyordum. Sizden çok önemli bir ricam olacak.”

Öfleyip pöfleyen hekim, çocuğun yanından geçip gitmeye hazırlanıyordu, “Çekil yolumdan, dilencilere verecek param yok benim.”

“Ben dilenci değilim, Mynheer!” diye sert çıktı Hans, çenesini havaya kaldırıp tüm çalımıyla elindeki gümüş paraları gösterirken. “Babamın hastalığıyla ilgili size danışacaktım. Yaşıyor ama ölü gibi oturuyor. Düşünemiyor. Sözcükleri hiçbir anlam ifade etmiyor, ama… Ama hasta değil. İskeleden düştü.”

“Ne? Ne dedin?” derken dinlemeye başlamıştı hekim.

Hans tüm hikâyeyi bir baştan bir sondan anlattı, ara ara bir iki damla gözyaşı düşüyordu çocuk gözlerinden, nihayetinde şöyle bitirdi tüm gayret ve ciddiyetiyle:

“Lütfen babamı bir görün, Mynheer. Bedeninde bir sorun yok, sorun yalnızca aklında… Biliyorum, bu para yetmez, fakat alın, Mynheer. Daha fazla kazanacağım, buna eminim. Babamı iyi ederseniz ömrüm boyunca tüm işlerinizi görürüm.”

İhtiyar hekime ne oluyordu? Yüzü akça pakça görünüyordu, gözleri şefkatle nemlenmişti; saldırmaya hazır gibi hep bastonunun üstünde duran eli, Hans’ın omzundaydı şimdi.

“Paran senin olsun evladım, istemem. Babanı görelim bakalım. Korkarım ki umutsuz bir vaka. Ne kadar oldu demiştin?”

“On yıl, Mynheer.”diye hıçkırdı Hans, ansızın gelen bir umutla gözlerinin içi parlıyordu.

“Zor bir vaka, fakat bakacağım. Bir düşüneyim. Bugün Leyden’e yola çıkıyorum bir haftalığına. Sonrasında gelebilirim. Neredeydi evin?”

“Broek’in bir mil güneyinde, Mynheer, kanalın yanında. Fakirhanemiz, derme çatma bir baraka. Oralarda hangi çocuğa sorsanız siz beyefendiye gösterir.” diyerek derin bir iç çekti Hans. “Biraz korkarlar bizim oradan, delinin kulübesi derler.”

“Anladım.” dedi hekim, başını anlayışla öne arkaya sallarken. “Orada olacağım. Umutsuz bir vaka.” diye mırıldandı kendi kendine. “Fakat çocuğa kanım ısındı. Benim zavallı Laurens’ım gibi bakıyor tıpkı. Kahretsin, o hergeleyi hiç unutamayacağım!” her zamankinden daha sinirliydi kendi karanlığına gömülürken.

Ciyaklayan ahşap patenleriyle yine Amsterdam yolundaydı Hans, yine cebindeki gümüşleri şıngırdatıyordu parmaklarıyla, yine o çocuksu ıslık gelip yerleşmişti dudaklarına farkına varmaksızın.

“Hemen eve mi gitsem?” diye düşünüyordu. “Güzel haberleri veririm. Yoksa kekleri ve patenleri mi alsam önce? Neyse! Yoluma devam etsem daha iyi!”

Hans böylelikle almış oldu patenleri.

17Felemenkçede “Genç kız, hanımefendi.”
18Mayıs sonu haziran başı kutlanan bir bahar festivali.
19Amsterdam’da bir semt.
20Felemenkçede alt tabaka, doktorları bu şekilde çağırır.