Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

William Butler Yeats

Şair William Butler Yeats (1865–1939) İrlanda’nın kültür yaşamında son derece önemli bir yere sahiptir, İrlandalı diğer edebiyatçılar James Joyce (1882–1941) ve Oscar Wilde (1854–1900) dahi onunla kıyaslandığında daha sınırlı bir etkiye sahiplerdir. 1800’lerdeki Kelt Uyanışı’nda son derece önemli bir rolü olan Yeats sadece bir edebiyatçı değildi. Önemli bir politik şahsiyet ve inanmış bir İrlanda milliyetçisiydi. Eserlerinde İrlanda’nın en erken köklerine, mitlerine ve halk hikayelerine dönüşü savundu. Zira bu fikri, bugün dahi İrlanda siyasetini etkileyen Protestan-Katolik çekişmesinden bir kaçış olarak görüyordu.


Dublin’de doğan Yeats, sanatçı bir ailede büyüdü. Hem babası hem de erkek kardeşi ressamdı. Yeats resimle ilgilenmesine rağmen esas ilgisini şiire yöneltti. Otuzlarına geldiğinde çok sayıda eser kaleme almıştı. William Blake (1757–1827) şiirinden ve İrlanda Edebi Uyanışı’ndan etkilendi. İrlanda’nın kültürel ilham kaynakları ile mistisizmi sentezleyen bir dünya görüşü geliştirdi.

Yeats’in ele aldığı konular çok çeşitliydi. Kimi zaman The Lake Isle of Innisfree (1892) eserinde olduğu gibi doğayı, kimi zamansa When You Are Old (1892) örneğinde olduğu gibi zamanı ve faniliği ya da No Second Troy (1910) eserinde olduğu gibi karşılıksız aşkı işledi. İrlanda’nın politik meseleleri üzerine de eserler yazdı. Bunlardan en dikkat çekeni Easter 1916 adlı eserinde, İrlandalı milliyetçilerin ülkenin bağımsızlığı için silaha sarıldığı ama İngilizler tarafından idam edildikleri 1916 Paskalya Ayaklanması’nı işledi. Genel olarak geleneksel şiir formlarını kullanmasına rağmen özellikle kariyerinin sonlarına doğru şiirine çağdaş bir duyarlılık getirdi.

Yeats yaşlandıkça şiiri de zenginleşti. En önemli eserlerini altmışlarında ve yetmişlerinde verdi. Muhtemelen en bilinen şiiri olan vahiy tarzındaki The Second Coming (1921)adlı eserindeki sersemletici kıyamet günü imajı, kendine özgü döngüsel tarih anlayışını ortaya koymak için kullanılmaktaydı. Bir başka geç dönem başyapıtı olan Sailing to Byzantium (1928), Yeats’in yaşlanmaya ve sanata duyduğu hayranlığı görkemli bir şiirde kaynaştırıyordu.

Ek Bilgiler

1- Yeats, hayatının büyük bir bölümünde bir İrlanda milliyetçisi ve aktris olan Maud Gonne’a (1865–1953) âşıktı. Gonne tarafından ısrarla reddedilmesine rağmen, başka bir kadınla evlendikten sonra bile onun hasretini çekmeye devam etti.

2- Yeats, 1923 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Bundan sonra da verimli bir şekilde çalışmaya devam etti. En iyi eserini ödülünü aldıktan sonra yazdı.

3- Yeats, İrlanda, County Sligo’daki Drumcliff’e gömüldü. Mezar taşına kendi kaleminden çıkan bir kitabe yazılmıştı: “Şöyle bir bak / Yaşama ve ölüme / Haydi yolcu, şimdi geri dön geldiğin yere!”

Arnold Schönberg

En iyi eserlerini gençlik dönemlerinde veren kimi sanatçıların aksine, Avusturyalı besteci Arnold Schönberg (1874–1951), en tanınmış eserlerini kariyerinin geç dönemlerinde ortaya koymuştur. Düzinelerce orkestra eseri ile Schönberg, geleneksel armonileri reddederek uyumsuz düzenlemeleri kullanan devrimci bir klasik müzik tarzı olan “atonalite”nin popülerleşmesine yardımcı oldu. 20. yy müzisyenleri üzerinde son derece önemli bir etki yaptı.



Viyana’da doğan Schönberg, müzik alanında kendi kendisini yetiştirmişti. 1890’larda yaptığı ilk besteleri, geleneksel biçimdeydi. Buna karşılık I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda son derece radikal bir müzik biçimi geliştirmeye başladı. Amacını “geçmiş estetik anlayışlarının her türlü kısıtlamasının ötesine geçmek” olarak açıklıyordu.

Schönberg’in getirdiği en önemli yenilik, atonaliteyi kullanış biçimiydi. Geleneksel klasik müzikte uyumsuz bir ton ya da nota; yerine oturmamış, havada kalmış bir ses demekti. Onu dengelemek için uyumlu bir sesin kullanılması gerekliydi. Schönberg uyumlu ve uyumsuz sesler arasındaki ayrımı görmezden geldi. Buna “uyumsuzluğun özgürleşmesi” adını veriyordu. Schönberg’in değerlendirmesi halen atonalite için yapılmış en iyi tanımdır. Atonaliteyi kullanması eserlerine tedirgin edici, akıldan çıkması güç bir hava veriyordu.

Bir Yahudi olan Schönberg, 1920’lerde müzik eğitimi vermek için Almanya’ya gitmiştir. 1933 yılında Naziler iktidara gelince ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştır. ABD’ye giden Schönberg, Kaliforniya Üniversitesi’nde dersler vermiş ve ölene kadar beste yapmayı sürdürmüştür.

Ek Bilgiler

1- Schönberg batıl inançlı biriydi ve özellikle on üç sayısının uğursuz olduğuna inanırdı. Bu durum “triskaidekafobi” olarak adlandırılan psikolojik bir problemdir.

2- Schönberg besteciliğine ek olarak yıllarca resim yapmıştır. Paul Klee (1879–1940) ve Wassily Kandinsky (1866–1944) gibi kendisini bir Alman dışavurumcusu olarak görüyordu.

3- Klasik müzik dünyasından dışlanmasına tepki olarak 1918 yılında Schönberg Özel Müzik Performansları Topluluğu’nu kurar. Burası halka açık olmayan ve üye dinleyicilerin performanslarla ilgili görüşlerini dışarıda paylaşmalarına izin verilmeyen özel bir konser alanıydı.

Charlie Chaplin

Charlie Chaplin’in “Şarlo” tiplemesi, Hollywood’un sessiz filmler döneminin en kalıcı karakterlerinden birisidir. 1910 ve 1920’lerde onun, gezegenin en tanınmış figürü olduğu söyleniyordu. Dünyanın hemen her köşesinde, sinemanın gittiği her yerde bu komik karakter seyirci tarafından sahiplenilmekteydi.



Chaplin (1889–1977) Londra’da doğmuştu. İngiltere sahnelerinde çocuk oyunculuk yapmıştı. Amerika’ya yaptığı ikinci gezisinde orada kalmaya karar verdi. 1913 yılında sessiz filmler alanında yapacağı kariyerine ilk adımını attı. İki yıl içerisinde uluslararası bir yıldız haline gelmişti.

“Şarlo” karakteri ikinci filmi olan Kid Auto Races at Venice (1914) ile sahneye çıktı. Karakterin ince bir bıyığı, uzun şapkası, bol pantolonu, büyük ayakkabıları, bastonu ve kendine özgü bir yürüyüş tarzı vardı. Chaplin’in fiziksel komedi ve duygusal beden dili konusundaki ustalığı, onu konuşma dilinin limitleri ile sınırlanmayan küresel bir yıldız haline getirdi.

1914 yılında kendi filmini yönetmeye başladı. Daha sonraları çalışmalarının her aşamasını kontrol edecekti; aktör, yönetmen, yapımcı, yazar, besteci ve editördü. 1920’lerde çok sevilen iki filmini yönetti: The Kid (1921) ve The Gold Rush (1925).

Sonraki on yılda Chaplin eskisine göre daha az verimli oldu. Sadece iki film çekmişti fakat bunlar birer başyapıt olmuştu. Kimilerince en iyi filmi olarak görülen City Lights (1931), sesli filmler geliştirildikten üç yıl sonra gösterime girmişti. Chaplin sessiz filmlerin sesli filmlerden daha iyi bir ifade aracı olduğu yönündeki inancını koruyordu (City Lights teknik olarak sessiz film değildir. Filmde müzik ve efektler kullanılmıştır). Film güldürü, dram ve sosyal taşlamayı birleştiriyordu. Finalde ise izleyicileri duygusal bir son bekliyordu.

Bir diğer Chaplin klasiği olan Modern Times (1936) aynı zamanda işsizlik, yoksulluk ve açlık dönemi olan Sanayi Çağı’nda insanın makinelerle olan mücadelesine odaklanıyordu.

Alman diktatörü Adolf Hitler’in (1889–1945) yükselişi ile ilgili bir taşlama olan The Great Dictator (1940), “Şarlo”nun boy gösterdiği son filmdi. Bu filmin sonunda ilk kez ünlü karakterini konuşturuyordu. Chaplin yaşı ilerledikçe daha az çalışmaya başladı. 1940 yılından sonra sadece beş film yaptı. 1952 yılında çıktığı Avrupa turunu takiben, “istenmeyen adam” ilan edilerek ABD’ye girişine izin verilmedi. Uzun yıllar boyunca ABD otoriteleri onun komünist eğilimlere sahip olduğundan ve genç kadınlarla uygunsuz ilişkiler kurduğundan şüphelenmişlerdi.

Seksen sekiz yaşında ölene dek kalan yıllarını İsviçre’de geçirdi.

Ek Bilgiler

1- Chaplin 1975 yılında Kraliçe 2. Elizabeth (1926-) tarafından şövalye ilan edildi.

2- Dördüncü ve son eşi Oona, evlendikleri sırada 18 yaşındaydı (Chaplin bu sırada kırk dört yaşındadır). Oona, Amerikan oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızıydı (1888–1953). Oona, Chaplin’le evlendikten sonra babasıyla bir daha konuşmamıştır.

3- Chaplin, 1972 yılında yirmi yıllık sürgünün ardından ABD’ye döndü ve “Oscar Onur Ödülü”nü aldı.

Siyonizm

1894 yılında Paris’te gazeteci olarak çalışan bir Macar Yahudisi olan Theodor Herzl (1860–1904) korkunç bir gösteriye tanıklık etmişti. Yahudi kökenli bir Fransız asker olan Alfred Dreyfus (1859–1935) haksız yere ihanetle suçlandı. Bu olay üzerine Paris’te toplanan kalabalıklar “Yahudilere ölüm” sloganını attılar.

İşte tam bu anda Herzl’in kafasında uyanan bir düşünce modern siyonist hareketi inşa etmesine olanak sağlayacaktı: Yahudi halkının kendi ülkesine sahip olması gerekiyordu, üstelik alabildiğine acil bir biçimde yerine getirilmesi gereken bir görevdi bu.

Dreyfus olayı 19. yüzyılda Yahudilerin Avrupa’da karşı karşıya oldukları antisemitizmin boyutlarını göstermişti. Dreyfus sonunda üzerine atılan suçlamalardan temize çıktı ve Fransız Başkanı kendisinden özür diledi. Ne var ki dört yılını Güney Amerika’daki bir hapishanede tecrit edilerek geçirmek zorunda kalmıştı.

Bir Yahudi devleti fikri tamamen yeni sayılmazdı (Yahudiler MS 70 yılında Kudüs’ün Romalılar tarafından yıkılışından beri geri dönebilmek için dua ediyorlardı). Buna rağmen Herzl, dünya genelindeki Yahudileri bir çatı altında toplayabilmek için bir kampanya başlattı.

 

Nathan Birnbaum (1864–1937) ile birlikte çalışan Herzl, 1897 yılında İsviçre, Basel’de 1. Siyonist Kongresi’ni topladı. Üç gün süren toplantıda Dünya Siyonist Kongresi kuruldu ve Basel Programı deklare edildi. Bu program çerçevesinde katılımcılar Filistin’de kamu hukukuna tabi bir Yahudi devleti kurma noktasında hemfikir olmuşlardı.

O günden sonra her dört yılda bir Dünya Siyonist Kongresi bir araya geldi. II. Dünya Savaşı ile birlikte liderler çalışmalarını hızlandırmak zorunda kaldılar. Bu arada Dünya Siyonist Kongresi Filistin’de küçük ölçekli Yahudi yerleşimleri oluşturarak Basel Programı’nda dile getirilen hedeflerine yaklaşmaktaydı. Bir Osmanlı eyaleti olan Filistin, Kudüs’ü de içeriyordu.

Siyonist hareketin oluşumu ve şekillenmesinde antisemitizm son derece belirleyici bir faktör olsa da Yahudiler anavatanlarına dönmeyi aynı zamanda bir ulus olarak kendi kendilerini yönetmek için de istiyorlardı. Diğerleri ile beraber Herzl ve Birnhaum’un çabaları sayesinde Yahudi devletinin kuruluşu 14 Mayıs 1948 tarihinde gerçekleşti. İsrail bağımsızlığını ilan etti.

Ek Bilgiler

1- Birnhaum, Siyonizm terimini ilk olarak “Selbstemanzipation” dergisinin 1890 yılındaki sayısında yayınlanan bir makalede kullanmıştı.

2- 1896 yılında yayınlanan “Der Judenstaat” isimli eserinde Herzl, Yahudiler için olası iki vatan önerir: Birisi tarihi anavatanları olan Filistin, diğeri dünyanın en verimli ülkelerinden olan Arjantin.

3- Herzl’in ünlü sözü “Eğer gerçekten istersen, masallar gerçek olabilir” siyonist hareketin mottosu haline gelmişti.

Jim Thorpe

20. yüzyılın büyük bölümünde Jim Thorpe (1888–1953), en iyi Amerikan atleti olarak görülmüştür. Parlak kariyeri boyunca Thorpe, Rönesans İnsanı kavramının atletizmdeki en iyi örneği olmuştur: Kolejde 11 ayrı spor dalında lisans almıştı. Profesyonel olarak beyzbol ve Amerikan futbolu oynadı. Aynı zamanda farklı spor dallarında olimpiyat şampiyonuydu.

Thorpe, Oklahoma, Prague’daki tek odalı bir barakada doğdu. Amerikan yerlisi bir ailenin çocuğuydu. İlk olarak 1907 yılında atletik yetenekleri ile ilgi çekmeye başladı. Pensilvanya’daki Carlisle Amerikan Yerlileri Sanayi Okulu’nda 1,74 metrelik bir yüksek atlama yaparak atletizm takımını şoke etti. Üstelik takımda değildi ve üzerinde ağır iş kıyafetleri bulunuyordu.

Carlisle Amerikan futbolu takımının 1911 ve 1912 yılları arasında öz be öz Amerikalı hızlı koşucusu olan Thorpe, İsveç, Stockholm’deki 1912 Olimpiyatları’nda başarılarıyla uluslararası bir ün kazandı. En zor iki olimpiyat dalında altın madalya elde etmişti: pentatlon ve dekatlon. Her iki dalda da dünya rekorlarını kırmıştı.

Olimpiyat başarılarının ardından New York, Broadway’de bir konfeti yağmuru ile karşılandı. Ama kutlamalar fazla sürmeyecekti. 1913 yılında Uluslararası Olimpiyat Komitesi rekorlarını ve madalyalarını geri aldı. 1909 ve 1910 yıllarında ikinci ligde beyzbol oynamış olması nedeniyle amatör statüsü taşımadığı ileri sürülüyordu.

Thorpe daha sonra altı sezon boyunca (1913-1915 ve 1917-1919) birinci ligde beyzbol oynadı. Genellikle “New York Giants” takımında yer almıştı. Ayrıca altı farklı takım için toplam on iki sezonun (1915-1928) bazı bölümlerinde profesyonel Amerikan futbolu oyuncusu oldu. 1920 yılında daha sonra Ulusal Futbol Ligi adını alacak olan Amerikan Profesyonel Futbol Ligi’nin kuruşunda rol oynadı.

Thorpe alkol problemi nedeniyle, ömrünün son yıllarında genellikle kötü işlerde çalışmak zorunda kaldı. Altmış dört yaşındayken Kaliforniya’daki bir karavanda kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Uzun yıllar süren lobi çalışmalarının ardından Thorpe’un madalyaları 1982 yılında kendisine iade edildi.

Ek Bilgiler

1- 1950 yılında yapılan bir Associated Press anketinde, Thorpe 20. yüzyılın ilk yarısının en iyi erkek atleti ve en iyi Amerikan futbolu oyuncusu seçilmiştir. 1999 yılında AP onu yüzyılın en iyi üçüncü atleti olarak adlandırmıştır.

2- Thorpe’un madalyaları geri alınmamalıydı. Zira o dönemin olimpiyat kurallarına göre bir atletin yarışmacı olarak gerekli şartları taşımadığına ilişkin suçlamaların ödüllerin dağıtımından itibaren 30 gün içerisinde yapılması gerekliydi. Amerikan Amatörler Birliği, 1912 Olimpiyatları’ndan itibaren altı ay boyunca herhangi bir başvuruda bulunmamıştı.

3- Pensilvanya’da eski adı “Mauch Chunk” olan bir kasaba 1953 yılında Thorpe’un adını almıştır. Günümüzde burası “Jim Thorpe Kasabası” olarak anılmaktadır.

4- 1912 yılındaki olimpiyatlar sırasında yapılan pentatlon ödül töreninde İsveç Kralı V. Gustav (1858-1950) Thorpe’a “Efendim, siz dünyanın en iyi atletisiniz.” demiş ve Thorpe kendisine “Teşekkürler, Kralım” yanıtını vermiştir.

Little Rascals

Amerikalı yönetmen Hal Roach (1892–1992) tarafından hazırlanan çocuk programı Our Gang, 1922 yılında gösterilmiş ve sonrasında da on yıllar boyunca çeşitli sinema salonları ve televizyonlarda izleyici ile buluşmuştur. Her bir bölümde bir grup komşu çocuğun maceraları ele alınmaktadır. Bu çocukların arasında Spanky, Alfalfa ve Buckwheat gibi unutulmaz karakterler yer almaktadır. Program daha sonra Little Rascals adını almış ve 1955 yılından itibaren TV programı olarak yayınlanmaya başlamıştır.



Roach’ın söylediğine göre 1922 yılında Our Gang’i yapma fikri, aklına bir başka film projesi için genç bir kıza okuma sınavı yaptıktan sonra gelmiştir. Genç kız makyaj yapmış ve küçük yetişkin rolünü canlandırmak için elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Ne var ki Roach kızın okuma sınavından memnun kalmamıştır. Aynı gün içerisinde tanık olduğu başka bir performans ise kendisini tam anlamıyla büyüleyecektir: Ofisinin dışında oyun oynayan çocukların arasında geçen bir tartışma.

Bu sahnenin etkisinde kalan Roach çocuk aktörlerin rol alacağı bir dizi film yapmayı kararlaştırır. Böylece 1922 yılında Our Gang ortaya çıkar. Uzun metrajlı bir film olarak hit olmadan önce kısa film halinde izleyici ile buluşur. Roach, 1938 yılına değin birkaç değişiklik yaparak seriyi devam ettirir: 1929 yılında sesli çekime geçilir ve ilk (ve tek) uzun metrajlı Our Gang filmi General Spanky 1936 yılında izleyici ile buluşur. Roach 1938 yılında projeyi bırakır. Buna karşılık MGM stüdyoları yeni Little Rascals serileri çekmeyi 1944 yılında kadar sürdürür.

Roach’ın en büyük yeniliklerinden birisi, hem siyahlara hem de beyazlara rol vermesidir. Günümüzde, bu filmde siyahları anlatırken kullanılan pek çok klişe, ırkçı olarak değerlendirilmektedir. Bununla birlikte, Roach düzenli olarak siyah karakterlere yer vermiş olması nedeniyle kendi dönemi için oldukça yenilikçi bir iş yapmıştır.

Ek Bilgiler

1- “It’s a Wonderful Life” (1946) ve “Mr. Smith goes to Washington” (1939) gibi yapımların ünlü yönetmeni Frank Capra (1897–1991), “Our Gang”in ilk bölümlerinin senaristliğini yapmıştır.

2- Komedyen Eddie Murphy (1961–), “Saturday Night Live” programı için “Little Rascals”ın Buckweat karakterinin parodisini yapmıştır.

3- Aynı zamanda Roach, Stan Laurel (1890–1965) ve Oliver Hardy (1892–1957) komedi ikilisinin klasik olmuş filmlerinde yönetmenlik de yapmıştır.

Mohandas Gandi

Politik aktivist Mohandas Gandi (1869–1948), bağımsız Hindistan’ın babasıdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin Hindistan’dan çıkarılmasını mümkün kılan şiddet içermeyen pasif direniş yöntemleri ile küresel bir ahlak ve özgürlük sembolü haline gelmiştir. Basit peştamalı, sade görünüşü ve bambu sopası, onun nesiller boyu insan hakları aktivistlerine ilham veren uluslararası bir ikon haline gelmesine yardımcı olmuştur.

Gandi, Güney Afrika’da avukat kimliğiyle ayrımcılığa karşı mücadele ederek felsefesini olgunlaştırdıktan sonra 1915 yılında Hindistan’a döndü. Hindistan, 18. yüzyıldan beri İngilizler tarafında yönetiliyordu. Vakit kaybetmeden Hindistan’ın kendi kendisini yönetmesi için çalışmalar yapmaya başladı. Bağımsızlık mücadelesini, bir üst sınıf hareketinden kitlelere mal olan bir mücadele haline getirdi. Bütün sınıfları, etnik ve dini grupları, İngiliz yönetimine karşı birleştirdi.

1918’den 1922 yılına kadar İngilizlere karşı bir dizi şiddet içermeyen eylem gerçekleştirdi. Hintlilere İngiliz kurumlarını boykot etmelerini önerdi. Bu sivil itaatsizlik hareketleri kitlesel tutuklamalara yol açtı (30.000 taraftarı tutuklanmıştı). Öte yandan beklenmedik kanlı isyan hareketleri de ortaya çıktı. Gandi’nin kendisi de yirmi iki ay hapse mahkum oldu.

1930 yılında Gandi, en önemli sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştirecekti. Hintlilerin kendi tuzunu üretmesini yasaklayan bir İngiliz kanununu protesto etmek için yetmiş sekiz taraftarı ile birlikte denize kadar Büyük Tuz Yürüyüşü olarak bilinen 320 km.’lik bir yürüyüş düzenledi. Yasa yürürlükten kaldırılıncaya dek tuz yapacaklardı. Yürüyüş ülke çapında Hintlilerin harekete geçmesini sağladı. Çok geçmeden aralarında Gandi’nin de bulunduğu, sayıları on binleri bulan barışçıl direnişçiler kendilerini hapiste buldular.

II. Dünya Savaşı ile birlikte İngiltere’nin zayıflaması, 1942 yılında Gandi’ye İngilizlere karşı “Ülkeden Çık” kampanyasını başlatma fırsatını verdi. Kampanya ile İngiltere’den Hindistan’a bağımsızlık vermesi talep ediliyordu. Ortaya çıkan kitlesel hareketler ve şiddet dalgası sonucunda yaklaşık olarak bin Hintli hayatını kaybetti. Gandi kısa süre sonra yeniden tutuklandı. 1945 yılına gelindiğinde ise İngiltere Hindistan’la özgürlük görüşmeleri yapmaya başlamıştı.

1947 yılı Gandi için hem büyük bir zafer hem de ezici bir mağlubiyetti. İngiltere Hindistan’a bağımsızlığı vermiş, ama aynı zamanda ülkeyi bölerek bağımsız Müslüman bir devlet olan Pakistan’ı kurmuştu. Her zaman etnik ve dini hoşgörüyü öğütleyen Gandi, ülkenin bölünmesine karşıydı. Bölünmenin ardından gelen dini çalkantıların ortasında, ertesi yıl bir Hindu fanatik Gandi’ye suikast düzenledi. Öldüğünde 78 yaşındaydı.

Ek Bilgiler

1- Gandi’nin şiddet içermeyen pasif direniş yönteminin ilham verdiği insan hakları liderlerinden biri de ABD’deki Martin Luther King Jr’dı (1929–1968). Güney Afrika’da Nelson Mandela (1918–2013) ve Polonya’da Lech Walesa (1943–) da Gandi’den etkilenmişlerdir.

2- Gandi Hindistan’da büyük ruh anlamına gelen “Mahatma” ya da baba anlamına gelen “Bapu” sözcükleriyle anılıyordu.

3- Gandi garip alışkanlıkları olan bir insandı. Pazartesi günleri kimseyle konuşmazdı. Sıkı bir diyet uyguluyordu. Yıkanırken sabun yerine kül kullanırdı. Otuz altı yaşından beri seks yapmayı bırakmıştı.

E. M. Forster

İngiliz romancı ve eleştirmen E. M. Forster (1879–1970), 20. yüzyıl edebiyatında sıradışı bir konuma sahipti: Titizlikle işlenmiş eserleri, Viktoryen ve Modern dönem edebiyatları arasındaki sınırı yıktı. Görünüşte geleneksel ve eski moda olan eserlerinde modern fikirlere yer veriyordu. Forster’ın romanları özellikle bireyler arasındaki bağlantılara ve bu bağları engelleyen sosyal ve kültürel sınırlara eğilmekteydi.



Erken yaşlarından itibaren Forster, kavrayışı yüksek bir gözlem yeteneği olduğunu gösterdi. Cambridge’teki edebiyat çevresinde bu yeteneğini ortaya koyabileceği bir alan bulmuştu. Mezun olduktan sonra Akdeniz’de dolaşmaya başladı. Bir yandan da sürekli yazıyordu. İlk kayda değer romanı olan A Room with a View (1908), İtalya’ya giden bir İngiliz kadının aldatıcı biçimde basit, romantik öyküsünü anlatmaktadır. Sonraki eseri olan Howards End (1910), üç aile ve bir İngiliz kır evi hakkındadır. Görünüşte geleneksel bir roman olan eserin, insanlar arasındaki ilişkilerin değeri ve bu ilişkileri engelleyen İngiliz sınıf sisteminin saçmalığı hakkındaki mesajı, bugün dahi güncel olan taze ve önemli kavramlarla aktarılmaktadır.

Forster’ın sonraki eserleri daha karanlık ve karmaşık metinlerdir. Son romanı olan A Passage to India (1924) en önemli eseridir. Hindistan’daki İngiliz koloni egemenliğinin son döneminde geçen roman, gerçek dostluk ve farklı kültürlerin birbirini anlaması noktasında kötümser (en iyi ifade ile muğlak) bir tonda sonlanır. Kitabın yayınlanmasından sonra kırk beş yaşındaki Forster roman yazmayı bırakır. İlgisini edebiyat eleştirmenliği alanına kaydırır.

Kariyerinin sonuna doğru bakış açısı daha kötümser bir hal almasına rağmen Forster, zamanının liberal ve hümanist sesleri arasında sayılmaktadır. Eserlerinde her türlü engele karşılık insanların uzlaşmasının gücüne dikkat çeker. İnsan türüne has bağlara dair neredeyse mistik bir bakışa sahiptir.

 
Ek Bilgiler

1- Yaşadığı sırada nadiren dile getirilmesine rağmen Forster bir eşcinseldi. “Maurice” adında eşcinsellik temalı bir roman dahi yazmıştı. Roman ancak ölümünden bir yıl sonra 1971 yılında yayınlanabilecekti.

2- İngiliz romancı Zadie Smith’in (1975–) çok satan eseri “On Beauty” (2005), “Howards End”in günümüz Boston’ının kenar mahallelerinde geçen bir versiyonudur.

3- Forster kariyerinin ilk dönemlerinde “Bloomsbury Group” üyesiydi. Virginia Woolf’un önderliğinde, kız kardeşinin Londra’daki evinde toplanan bu grup, döneminin resmi olmayan ama etkili olan edebi topluluklarındandı.