Oliver Twist`in Maceraları

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

BÖLÜM 10
OLİVER YENİ ARKADAŞLARININ HUYLARINI DAHA YAKINDAN TANIYOR VE YÜKSEK FİYATA TECRÜBE SAHİBİ OLUYOR. KISA AMA HİKÂYENİN PEK ÖNEMLİ BİR KISMI BU BÖLÜM

Günlerce Oliver, Yahudi’nin odasında kaldı, mendillerden markalar çıkardı (Bir alay mendil getiriliyordu eve.) bazen kendi de yukarıda anlatılan oyuna iştirak ediyordu. Bu oyunu, her sabah, iki çocukla Yahudi, muntazaman oynuyorlardı. Derken Oliver, açık havayı özlemeye başladı; iki arkadaşıyla birlikte çalışmaya gitmesi için kaç kere yalvardı ihtiyar beye.

Oliver, ihtiyar beyin huyunu, haşin ahlak sistemini bildiği için, böyle faal olarak çalışmaya başlaması daha da endişelendiriyordu onu. Düzenbaz’la Charley Bates, akşam eli boş dönünce, Yahudi tembellik ve avarelik üstüne, öfkeyle bir alay laf düzüyordu. Ve onlara faal hayatın gerekliliğini zorla kabul ettirmek için yemek vermeden yataklarına gönderiyordu.

Bir keresinde, öyle ileri gidecek oldu ki, ikisini de merdivenlerden aşağı yuvarladı. Ama bu erdemli ilkelerini fazla ileri götürmekten başka bir şey değildi.

Nihayet bir sabah, Oliver ne zamandan beri arzu ettiği müsaadeyi koparabildi. İki üç gündür markası çıkarılacak mendil kalmamıştı, akşam yemekleri de pek sudan geçiyordu, ihtiyar beyin muvafakatini göstermesine sebep herhâlde bu olacaktı. Ama sebep ne olursa olsun, Oliver’a gidebileceğini söyledi ve Charley Bates ile arkadaşı Düzenbaz’ın müşterek himayesine emanet etti.

Üç çocuk dışarı fırladılar, Düzenbaz’ın paltosunun kolları her zamanki gibi sıvanmış ve şapkası da başında yampiri takılmıştı. Bates Efendi, elleri cebinde sallana sallana yürüyordu; aralarında Oliver, nereyi gittiklerini ve ilkin imalatın hangi kolunda çalışacağını merak ediyordu.

Öyle tembel tembel, sallana sallana yürüyorlardı ki Oliver çok geçmeden arkadaşlarının işe mişe gitmeyip ihtiyar beyi aldatacaklarını sanmaya başladı. Düzenbaz’ın bir de kötü âdeti vardı, küçük çocukların başlarından şapkalarını alıyor, gelişigüzel fırlatıp atıyordu. Charley Bates ise mülkiyet hakları konusunda pek bilgisizce davranıyor, pazarların sergi yerlerinden türlü elma ve soğan aşırarak ceplerine dolduruyordu, cepleri öyle büyüktü ki içindekiler elbisesini her bir yönden berhava edecekmiş gibi görünüyordu. Bu işler öyle kötü geliyordu ki ona, Oliver, neredeyse münasip bir şekilde, geri dönmek arzusunu izhar edecekti: Düzenbaz’ın davranışlarının birden değişmesi Oliver’ın bu düşüncelerini bambaşka bir yola soktu. Garip bir ifade bozukluğu neticesi, şimdi bile “yeşil” denen Clarkenwell’daki geniş meydana yakın, dar bir avluya tam çıkmak üzereydiler ki, Düzenbaz birden durdu. Ve parmağını dudağına götürerek büyük bir dikkat ve tedbirle arkadaşlarını geri çekti.

‘Ne oldu?” dedi Oliver.

“Suss!” dedi Düzenbaz.

“Kitapçının önündeki şu moruğu görüyor musun?”

“Şu yolun karşısındaki ihtiyar beyi mi?” dedi Oliver. “Evet, görüyorum.”

“Bir yoklayalım.” dedi Düzenbaz.

“Çantada keklik.” dedi Charley Bates Efendi.

Oliver şaşkınlık içinde arkadaşlarının birinden diğerine bakıyordu. Ama soru sormaya müsaade yoktu. İki çocuk sinsi sinsi yolun karşısına geçtiler ve Oliver’ın gözünden ayırmadığı ihtiyar beyin arkasına seğirttiler. Oliver arkadaşlarının birkaç adım gerisinde duruyordu; “Dursam mı çekilsem mi?” diye durgun bir şaşkınlık içinde aval aval bakınıyordu.

İhtiyar bey pek muhterem bir zata benziyordu, başı perukalı olup altın gözlüğü vardı. Siyah kadife yakalı, camgöbeği yeşili bir ceket vardı sırtında, pantolonu beyazdı. Kolunun altında da şık bir bambudan baston vardı. Sergiden bir kitap almış, sanki kendi çalışma odasındaki rahat koltuğundaymış gibi pürdikkat okuyordu. Kendini çalışma odasında sandığına şüphe yoktu. Öylesine dalmıştı ki ne kitabı aldığı rafı ne sokağı ne de çocukları görüyordu. Kısacası, kitaptan başka bir şeye baktığı yoktu. Sayfanın birinin dibine vardığında, öteki sayfanın başına geçiyor ve büyük bir alaka ve iştahla devam edip gidiyordu.

Oliver birkaç adım geride durmuş, dehşet ve korku içinde gözleri ardına kadar açık, Düzenbaz’ın elini ihtiyar beyin cebine daldırıp bir mendil çektiğini gördü; derken mendili Charley Bates’e verdiğini, sonra son süratle köşeyi dönüp kayboluşlarını seyretti.

O anda mendillerin, saatlerin, mücevherlerin ve Yahudi’nin esrarı çocuğun beynine hücum etti. Bir ara korkudan damarlarındaki kanın sızladığını duydu, ateş içinde yanıyordu sanki; derken ne yapacağını şaşırmış, dehşet içinde koşmaya başladı, gelişigüzel, ayaklarının toprağa basabildiği kadar hızla kaçmaya başladı.

Bütün bunlar bir dakika içinde olmuştu. Oliver tam kaçmaya başladığında, ihtiyar bey, elini cebine götürmüş, mendili bulamayınca birden gerisin geri dönmüştü. Çocuğun bu denli hızla koştuğunu görünce soyguncunun ister istemez o olduğunu düşündü. “Hırsızı tutun!” diye avaz avaz bağırmaya başladı, elinde kitap, arkasından koşmaya koyuldu; bu protesto çığırmasına, başkaları da katıldı, Düzenbaz ile Bates Efendi, halkın nazarıdikkatini çekmemek için sokağın ortasından koşmayıp köşedeki ilk kapının içine sığınmışlardı. Oliver’ı görüp de çığırışları duyar duymaz, durumu anlamışlar, büyük bir telaşla dışarı fırlayıp namuslu hemşehriler gibi “Hırsızı tutun!” diye bağırarak koşmaya başlamışlardı.

Oliver, her ne kadar filozoflar tarafından yetiştirilmişse de nefis müdafaasının tabiatın ilk kanunu olduğuna, nazari bakımdan aşina değildi. Aşina olsaydı, belki böyle bir şeye karşı hazırlıklı olurdu. Hazırlıklı olmadığı için bu durum onu daha fazla korkutmuştu, arkasında bağırıp çağıran ihtiyar beyle iki çocuk, rüzgâr gibi uçup gidiyordu.

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu seste bir büyü var: Tüccar, peykesini bırakıyor; arabacı arabasını; kasap satırını; ekmekçi sepetini; sütçü güğümünü; bakkal çırağı paketlerini; öğrenci bilyelerini; yol kazan amele kazmasını; çocuk raketini; koşuyorlardı alabildiğine, karmakarışık, altüst, hercümerç, alabildiğine koşuyorlar, bağıra bağıra köşeleri dönerken karşılarına çıkanları yıkarak, köpekleri havlata havlata, tavukları şaşırta şaşırta koşuyorlardı; sokaklar, meydanlar, avlular, yankılanıp duruyordu havada.

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” Bu çığırışa yüzlerce ses katılıyordu, her dönemeçte yeni bir kalabalık takılıyor, uçup gidiyorlardı, çamurlara bata çıka, kaldırımları tıkırdata tıkırdata. Pencereler açılıyor, dışarı insanlar koşuşuyor, öndeki kalabalığa karışıyor. Hikâyenin en komik yerindeyken punch’ı bırakmayan kalmıyordu elinden, hızla akan kalabalığa katılarak gürültüyü arttırıyorlar, çığırışları daha bir yükseltiyorlardı: “Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!”

“Hırsızı tutun! Hırsızı tutun!” İnsanın göğsüne iyiden iyiye kazılı “bir şeyin peşinden koşmak” tutkusu vardır. Yorulmuş bitmiş, soluk soluğa kalmış zavallı bir çocuk… Bakışlarında dehşet, gözlerinde işkence çekiyormuş gibi bir ifade, yüzünden iri iri ter taneleri; arkasından gelenlere yakalanmamak için her bir sinirini geriyordu. Arkasından gelenler, her adım atışta, daha bir yaklaştıkları için çocuğun hızını azaltmasını, bağırarak çığırarak neşe içinde karşılıyorlardı. “Hırsızı tutun! Evet, Allah rızası için tutun!”

Durduruldu nihayet; usturuplu bir yumruk durdurdu onu. Kaldırımların üstündeki kalabalık, merakla çevresini aldı. Her yeni katılan, onu bunu iterek bir kerecik olsun görmek istiyordu Oliver’ı. “Açılın!”, “Hava gelsin biraz!”, “Saçma, bu kadarı da olmaz!”, “Bey nerede?”, “İşte geliyor!”, “Beye yol verin!”, “Çocuk bu mu beyefendi?”, “Evet.”

Oliver, toz, çamur içinde yatıyordu; kanayan ağzıyla, çevresini saran yüz yığınına, vahşi vahşi bakıyordu. O sırada ihtiyar bey, takipçilerin önünden halkın arasına itila kakıla sürüklendi.

“Evet.” dedi bey. “Maalesef o çocuk.”

“Maalesef mi?” diye fısıldadı kalabalık. “Kıyak doğrusu!”

“Zavallı çocuk!” dedi bey. “Yaralanmış.”

“Ben yaraladım efendim.” dedi, iri yarı bir çocuk, ileri atılarak. “Yumruğumu bir kondurdum ağzına! Ben tuttum onu efendim.”

Çocuk sırıtarak şapkasıyla selamlar, gibi yaptı, zahmetleri için bir şeyler bekliyordu ama ihtiyar bey, nefret dolu bir ifadeyle ona bir göz atarak şimdi kendisi konuşmak istiyormuş gibi bir tavır takındı; sıvışabilirdi de, herkes de onun arkasına takılırdı; ama bir polis -ki bu durumlarda en son yetişen odur genel olarak- kalabalığı yararak geldi ve Oliver’ı yakasından yakaladı.

“Gel buraya! Kalk oradan!” dedi polis sert sert.

“Ben değildim efendim, valla billa ben değildim. Öteki iki çocuk yaptı.” dedi Oliver. Ellerine ihtirasla yapışıp çevresine baktı. “Burada bir yerde onlar.”

“Hayır efendim, burada değiller.” Bunu espri için söylüyordu ama yalan da değildi çünkü Düzenbaz ile Charley Bates en uygun avludan sıvışmışlardı.

“Gel hadi, kalk!”

“Bir yerini incitmeyin.” dedi ihtiyar bey merhametle.

“Yok canım, incitir miyim hiç!” dedi polis, bunu ispat etmek için de ceketinin arkasını boydan boya yırttı. “Gel bakalım. Bilirim seni; boşuna uğraşma, kalkacak mısın sen küçük şeytan!”

Ayağa kalkacak hâli olmayan Oliver, ayakta durabilmek için şöyle bir kımıldadı; derken ceketinin yakasından tutulmuş bir vaziyette, sokaklarda hızla sürüklenerek götürülmeye başlandı. Beyefendi kalabalıkla birlikte polisin yanı başında yürüyordu. Şenliğe o bu katıldıkça, biraz önde kalıyor, ikide bir dönüp, Oliver’a bakıyordu. Çocuklar zafer naraları atıyorlardı; yürüyüp gittiler.

BÖLÜM 11
SULH MAHKEMESİ HÂKİMİ Mr. FANG’IN MUAMELESİ ADALETİ YERİNE GETİRME USULÜNÜN KÜÇÜK BİR NUMUNESİNİ GÖSTERİYOR

Suç, adı çıkmış bir şehir karakolunun bölgesinde, hem de burnunun dibinde işlenmişti. Kalabalık sadece iki üç sokak giderek Oliver’a refakat etmek zevkini tatmin etmiş, Mutton Hill dedikleri yere doğru inmişlerdi; derken Oliver, alçak bir kemerli yoldan ve pis bir avludan geçirilerek arka kapıdan bu adalet müsveddesi dispansere götürüldü. Kaldırım taşlı, küçük bir avluydu bu. Yüzünde bir tutam favori sakal, elinde bir tutam anahtar, enine boyuna bir adamla karşılaştılar.

 

“Yine ne oldu?” dedi adam kaygısızca.

“Küçük bir yankesici.” dedi, Oliver’ı tutmakta olan adam. “Soyulan taraf siz misiniz beyefendi?” diye sordu anahtarlı adam.

“Evet benim.” dedi ihtiyar bey. “Ama mendili alanın bu çocuk olduğunu pek sanmıyorum. Davacı olmak niyetinde değilim.”

“Hâkim Bey’in huzuruna çıkması gerek şimdi beyin.” diye cevap verdi adam. “Hâkim Bey hazretlerinin bir dakikaya kadar işi bitiyor. Hadi bakalım, boynu kopasıca!”

Bu, Oliver’a adamın konuşurken açtığı, kapıdan girmesi için bir davetti, taş bir odaya giriliyordu. Burada üstü başı arandı. Üstünde bir şey bulamadılar, kapıyı kilitleyip gittiler.

Bu oda bir hücre biçiminde ve büyüklüğünde bir yerdi, oldukça karanlıktı. Dayanılmayacak derecede pisti; çünkü pazartesi sabahıydı. Başka yerde hapis olan altı sarhoş, cumartesi gecesinden beri burada kalmıştı. Bu haydi neyse. Şu bizim polis merkezlerinde, erkek ve kadınlar, incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebep yüzünden -bu ifade dikkate değer- zindanlara tıkılır, öyle ki, ölüm hükmü giymiş olan, en korkunç mücrimlerin kapatıldığı, New Gate’tekiler bu zindanların yanında saray gibidir, karşılaştıracak olursanız. Bundan şüphesi olan varsa bir karşılaştırsın ikisini.

Anahtar kilidin içinde tıkırdayınca ihtiyar bey, Oliver kadar korktu. İhtiyar bey, içini çekerek bütün bu gürültünün sebebi olan kitaba baktı.

Düşünceli düşünceli, kitabın kabıyla çenesine vurarak yavaş yavaş uzaklaşırken, “Şu çocuğun yüzünde bir şey var.” diyordu. “Dokunuyor bana, ilgimi çeken bir yanı var. Masum mu acaba? Öyle görünüyordu. Neyse, anlarız!” diye bağırdı bey aniden durup göğe bakarak.

“Hey ya Rabb’im! Bu bakışı nerede görmüştüm yahu?”

İhtiyar bey, birkaç dakika düşündükten sonra, aynı düşünceli yüzle, avluya açılan, arkadaki bir odaya doğru yürüdü. Orada bir köşeye çekilerek zihninin gözü önüne yıllardır, önüne perde gerilmiş olan, sıra sıra, bir sürü yüz getirdi. “Hayır.” dedi ihtiyar bey başını sallayarak. “Hayal oyunu herhâlde.”

Bir bir yeniden geçirdi o yüzleri. Gözünün önüne getirmişti bir kere. Nicedir onları örtmekte olan kefeni kaldırıp da yenisini koymak kolay değildi. Dost yüzleri vardı arasında, düşman yüzleri ve kalabalıktan bakan yabancı sayılacak yüzler; şimdi kocamış, bir zamanki çiçek gibi genç kızların yüzleri. Gözlerin ferini, parlak gülümsemeyi geri getiren, ruhu kil maskesi ardında ışıtan, mezar ötesinde güzellik fısıldatan, mezardan daha üstün gücü olan zihnin, eski tazeliği ve güzelliğine bürüdüğü, mezarın örttüğü, değiştirdiği yüzler; cennet yoluna yumuşak ve nazik bir parlaklık veren bir aşk yaratmak için, ululanmak üzere yeryüzünden alınan, değişmiş yüzler.

Hâlâ ihtiyar bey, Oliver’ın çizgilerine benzeyen hiçbir yüzü canlandıramadı. Uyandırmış olduğu hatıraların üzerine içini çekti ve dalgın yaşlı bir bey olduğundan o hatıraları küflü kitabın içine yeniden gömebildi.

Biri omzuna dokundu, anahtarlı adam kendisiyle birlikte büroya gelmesi için ricada bulunuyordu. Kitabını acele kapattı ve meşhur Mr. Fang’ın haşmetli huzuruna çıkarıldı.

Büro, ön taraftaki bir salondu, duvarlar tahta kaplıydı. Mr. Fang, ta uçta, bir kürsünün ardında duruyordu. Kapının bir yanında zavallı Oliver’cığın içine emanet edilmiş olduğu tahta bir kafes vardı.

Mr. Fang, zayıf, uzun sırtlı, dik boyunlu, orta boyda bir adamdı, olan biten saçı, başının kenarlarında ve ensesindeydi. Yüzü ciddi olup kıpkırmızıydı. Kendine gerekli olduğundan daha fazla içmemiş olsaydı yüzüne iftira davası açar ve epey bir zarar ziyan alabilirdi.

İhtiyar bey, eğilerek hürmetle selam verdi, hâkimin kürsüsüne doğru giderek, “Adım ve adresim.” deyip bir iki adım geri çekildi; hürmetle başıyla bir iki kere daha selam verip soru sorulması için beklemeye başladı.

Mr. Fang ise o sırada sabah gazetelerinin birinde, kendisinin vermiş olduğu bir karara ait olan makaleyi okumaktaydı. Makale, üç yüz on beşinci kere, kendini Dâhiliye Vekâletinin nazarıdikkatine havale ediyordu. Heyheyleri üstündeydi, kaşlarını çatarak öfke içinde baktı.

“Kimsin sen?” dedi Mr. Fang.

İhtiyar bey biraz şaşırarak kartını işaret etti.

“Polis.” dedi Mr. Fang, kartı gazeteyle birlikte, istihkarla bir kenara iterek. “Kim bu adam?”

İhtiyar bey, “Adım efendim…” diye başladı sözüne, nezaketini bozmayarak. “Adım efendim. Mr. Brownlow’dur. Mahkemenin himayesi altındaki muhterem bir beye, bedavadan, durup dururken hakaret bahşeden hâkimin, ism-i alisini sormama müsaade eder misiniz?” Bunu söyledikten sonra, Mr. Brownlow aradığı bilgiyi temin edebilecek birini bulurum belki diye çevresine baktı.

“Polis!” dedi Mr. Fang, gazeteyi bir yana fırlatıp atarak. “Bu adamın suçu ne?”

“Hiç suçu yok haşmetlim.” dedi polis. “Çocuğa karşı çıkıyorlar haşmetlim.”

Haşmetli bunu pekâlâ biliyordu, ama suya sabuna dokunmadan alay ediyordu.

“Demek çocuğa karşı çıkıyor ha?” dedi Mr. Fang, Mr. Brownlow’yu istihzayla baştan aşağı kadar süzerek.

“Yemin ettirin!” dedi.

“Yemin etmeden önce, bir söz söyleyebilmem için müsaade talep ediyorum.” dedi Mr. Brownlow. “Şunu demek istiyorum ki, doğrusu ömrümde görüp geçirmiş olduğum bunca tecrübeye dayanarak, bir türlü inana…”

“Dilinizi tutun lütfen!” dedi Mr. Fang sertçe.

“Tutmayacağım efendim!” dedi ihtiyar bey.

“Dilinizi tutun diyorum size, yoksa şimdi buradan kapı dışarı ederim sizi!” dedi Mr. Fang. “Terbiyesiz, edepsiz bir herifsiniz siz! Bir hâkim karşısında nasıl olur da böyle yüksek perdeden konuşursunuz!”

“Ne?” diye bağırdı ihtiyar bey kıpkırmızı kesilerek.

“Bu şahsa yemin ettirin!” dedi Mr. Fang kâtibe. “Bir kelime daha duymak istemiyorum, yemin ettirin!”

Mr. Brownlow’nun öfkesi bir hayli kabarmıştı ama bu duygularını izhar edecek olursa çocuğa daha bir kötülük edebileceğini düşünerek, kendini tutup, yemin etmeyi kabul etti.

“Söyleyin bakalım.” dedi Mr. Fang. “Çocuğa isnat edilen suç nedir? Söyleyeceğinizi söyleyin beyim.”

“Bir kitapçının önünde duruyordum.” diye başladı Mr. Brownlow.

“Dilinizi tutun beyim.” dedi Mr. Fang. “Polis, polis nerede? Şu polise yemin ettirin. Söyle bakalım Polis Efendi neymiş?”

Polis, kendine yakışan tevazuyla, işi nasıl üstüne aldığını, Oliver’ın üstünü nasıl aradığını ve nasıl bir şey bulamadığını ve bunların nasıl bütün bildiği şeyden ibaret olduğunu anlattı.

“Şahit var mı?” diye sordu Mr. Fang.

“Yok haşmetlim.” dedi polis.

Mr. Fang birkaç dakika sessiz durdu, derken davacıya dönerek öfke içinde “Bu çocuktan ne istiyorsun, söyleyecek misin be adam? Yemin ettin, eğer orada durup da konuşmayacak olursan, mahkemeye karşı hakaretten cezalandırırım seni.” dedi.

“Valla…”

Valla mı dedi billa mı, belli değil; çünkü o sırada kâtiple gardiyan yüksek sesle öksürdüler; kâtip koca bir kitap düşürüverdi yere, bu yüzden söylenen söz işitilmedi; tabii kazara olmuştu bunlar.

Sözü defalarca kesildikten, birçok kere hakaretle karşılaştıktan sonra, söyleyeceğini sonunda söyleyebildi; durumun verdiği şaşkınlık yüzünden, çocuğun koştuğunu görünce arkasına takıldığını anlattı, bundan başka, Hâkim Bey söylenenlere inandığı takdirde çocuğun hırsızlardan olmadığı ortaya çıkacağından, adaletin müsaade ettiğinden yumuşak davranacağını ümit ettiğini belirtti.

“Baksanıza, daha şimdiden yaralandı bile.” dedi ihtiyar bey sonunda. “Üstelik korkarım ki…” diye büyük güçle ilave etti kürsüye bakarak. “Korkarım ki hasta da.”

“Ya, ya.” dedi Mr. Fang pis pis sırıtarak. “Haydi bırak artık bu numaraları da söyle. Adın nedir küçük serseri? Sökmez bize o numaralar!”

Oliver cevap vermeye çalıştı ama dili dönmedi ağzında, ölü gibi sararmıştı, çevresi dönüp duruyordu.

“Adın ne? Söyle, yüzsüz mendebur!” diyordu Mr. Fang. “Memur bey nedir adı?”

Bu söz, kürsünün yanında, ayakta dikilen, çizgili yelekli yaşlı bir adama söylenmişti. Adam Oliver’a doğru eğildi, bu suali tekrarladı; ama çocuğun soruyu gerçekten anlamadığını görünce bunun da bu cevap vermemenin de Hâkim Bey’i daha bir kızdırıp kararının şiddetini arttıracağını bildiğinden bir isim düşündü.

“Adının Tom White olduğunu söylüyor haşmetlim.” dedi iyi kalpli adam.

“Demek konuşmak istemiyor öyle mi?” dedi Fang. “Pekâlâ. Güzel. Nerede oturuyormuş?”

“Oturabildiği yerde haşmetlim.” dedi memur; sanki cevap Oliver’dan geliyormuş gibi.

“Anan baban filan var mı?” diye sordu Mr. Fang.

“Küçükken öldüğünü söylüyor haşmetlim.” diye cevap verdi memur; kafasından atmıştı bunu da.

Soruşturmanın bu anında, Oliver başını kaldırdı ve yalvaran gözlerle bakınarak hafif bir sesle bir yudum su niyazında bulundu.

“Saçma!” dedi Mr. Fang. “Benimle dalga mı geçiyorsun ulan!”

“Gerçekten hasta olduğunu sanıyorum haşmetlim.” diye bir çıkış yaptı memur.

“Ben daha iyi bilirim!” dedi Mr. Fang.

“Dikkat edin memur bey.” dedi ihtiyar bey, ellerini gayriihtiyari ileri doğru uzatarak. “Düşecek yere.”

“Çekil memur!” diye bağırdı Fang. “Bırak düşsün isterse.”

Oliver, bu nazikane verilen izinden bilistifade, şakkadak düşüp bayıldı. Odadakiler bakıştılar, ama biri de hareket etmek cesaretini gösteremedi.

“Mahsus yaptığını biliyordum.” dedi Fang, sanki söylediği, vakıanın münakaşa götürmez ispatıymış gibi. “Bırakın yatsın orada; yorulur birazdan.”

“Nasıl karara bağlamayı düşünüyorsunuz efendim?” diye sordu kâtip, alçak bir sesle.

“Hemencecik.” diye cevap verdi Mr. Fang. “Üç ay hapsine. Ağır hapis tabii. Odayı boşaltın.”

Kapı bu maksatla açıldı ve bir çift adam, baygın oğlanı hücreye götürmek üzere hazırlandı. Tam o sırada, pejmürde siyah bir elbise giymiş ama efendi kılıklı biri, salona hızla girip kürsüye doğru yürüdü.

“Durun, durun! Alıp götürmeyin onu. Allah rızası için durun!” diye bağırdı yeni gelen, soluk soluğa.

Her ne kadar böyle bir büroya hükmeden periler, kraliçenin tebaası fakir sınıfın, hürriyeti, unvanı, karakteri ve hatta hayatları üstüne muhtasar ve keyfî kudret hükmediyorsa da ve her ne kadar bu çeşit dualar için, melekleri ağlamaktan kör edecek kadar, her gün yeter derecede acayip dolaplar dönüyorsa da günlük matbuat veya herhangi bir vasıtayla halka erişemez; böylece Mr. Fang böyle münasebetsiz bir düzensizlik içinde, bu davetsiz misafiri görünce pek kızmazlık etmedi.

“Bu ne? Bu da kim? Kovun şu adamı! Boşaltın salonu!” diye bağırdı.

“Konuşacağım!” diye bağırdı adam. “Kovamazsınız beni. Her şeyi gördüm ben. Kitapçı dükkânı benim. Yemin ettirilsin bana, şahit olarak dinlenmek istiyorum, engel olamazsınız bana Mr. Fang. Beni dinlemeye mecbursunuz. Reddetmemelisiniz beni efendim.”

Adam haklıydı, tavrı kararlıydı, mesele de örtbas edilemeyecek kadar ciddileşmeye başlamıştı.

“Yemin ettirin şu adama!” dedi homurdanarak. “Söyle bakalım söyleyeceğini?”

“Söyleyeyim.” dedi adam. “Üç oğlan çocuğu gördüm. Buradaki mevkuftan başka iki çocuk daha vardı. Şu bey kitap okumaktayken onlar yolun karşısında serseriyane dolaşıyorlardı. Soygunculuğu yapan bu değil, öteki çocuklardan biri, gözlerimle gördüm; bu çocuğun da gördüğü şeyden tamamen şaşkına döndüğünü gördüm.” Şimdi soluğu düzelmişti artık, kitapçı soygunculuğun oluş şeklini daha tutarlı bir şekilde anlatmaya başladı.

“Niye daha önce gelmedin?” dedi Fang, bir süre durduktan sonra.

“Dükkâna bakacak kimsem yoktu.” diye cevap verdi adam. “Bana yardımda bulunabilecek herkes takibe çıkmıştı. Beş dakika önceye kadar kimseyi bulamadım, buraya kadar koşa koşa geldim.”

“Davacı o sırada kitap okuyordu demek?” diye sordu Mr. Fang, bir süre daha durduktan sonra.

“Evet.” diye cevap verdi adam. “Şu anda elinde duran kitabı okuyordu.”

“Kitap şu, öyle mi?” dedi Fang. “Kitabın parasını verdi mi?”

“Hayır, vermedi.” diye cevap verdi adam gülümseyerek.

“Hay Allah! Aklımdan çıkıp gittiydi!” diye bağırdı unutkan ihtiyar bey, saf saf.

“Zavallı bir çocuğa suç isnat edecek kadar, iyi kalpli bir bey doğrusu!” dedi Fang, insanca görünmek için komik olmaya çalışarak. “Bu kitabı pek şüpheli ve gayriahlaki şartlar altında iktisap ettiğiniz anlaşılıyor beyim; malın sahibi davacı olmadığı için talihiniz varmış. Bu size bir ders olsun beyim, yoksa kanun er geç yakalar sizi. Çocuk tahliye edilsin, salonu boşaltın!”

“Hay Allah kahretsin!” diye bağırdı ihtiyar bey, şimdiye kadar tuttuğu öfkesini koyuvererek. “Hay Allah kahretsin, şimdi ben…”

“Salonu boşaltın.” dedi Hâkim Bey. “Memur beyler duydunuz mu? Salonu boşaltın!”

Buyruk yerine getirildi; öfkeli Mr. Brownlow da bir elinde kitap, ötekinde bambu bastonu, kızgın ve kudurmuş olarak dışarı çıkarıldı. Avluya vardığında öfkesi geçiverdi. Oliver’cık kaldırımın üstünde yatıyordu; gömleğinin önünü açmışlar, şakaklarını suyla ovuyorlardı; yüzü ölü gibi sapsarıydı, bütün vücudu ürperti içinde sarsılıyordu.

 

“Zavallıcık, zavallıcık!” dedi Mr. Brownlow, üstüne doğru eğilerek. “Araba çağırsın biri, ne olur!”

Araba bulundu, Oliver dikkatle kaldırılıp içine kondu, ihtiyar bey de binerek karşısına geçip oturdu.

“Ben de gelebilir miyim?” dedi kitapçı, arabadan içeri başını sokarak.

“Tabii beyim, tabii buyurun.” dedi Mr. Brownlow çabucak. “Unuttum sizi. Hay Allah! Şu münasebetsiz kitap hâlâ bende, atlayın. Zavallı çocuk! Kaybedecek vaktimiz yok!”

Kitapçı arabanın içine girdi, araba kalktı.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?