Hatemü'l Enbiya

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

ÖN SÖZ

Kusursuz Hoca Mahmud Esad Efendi Hazretlerine1

Yedi Bilge’nin adlarını çoktan unutmuştuk.2 Akropolis’in üzerine bir taç gibi kondurulan Parthenon, Bakire Tapınağı, Nasranilerin hükümdarı Roma istilasıyla, maalesef kiliseye dönüştürülmüştü. Hristiyanlar, İktinos gibi mükemmele ulaşmaya çalışan bir mimar ve Fidias gibi bir heykeltıraşın bu büyük sanat eserini tarumar etmişlerdi.

İsevi üçüncü asırda, Lakaros, Minerva-Athena’nın, bu iffetli kadının bulunduğu tapınakta zevk ve sefa âlemlerine dalmak, sarhoş olmak için toplanılacak eğlence yerine çevirmekten çekinmemişti. Fidias’ın dünya harikaları arasına girmiş olan meşhur Minerva heykeli o hengâmede, her nasılsa nankörlerin satırları, baltaları ile yıkılmıştı. Altı yüz otuz tarihine doğru kültür abidelerinin tapınağı yeni saldırılara uğradı. Ondan sonra Türkler bu genç kız ve çevresini idareleri altına aldılar. Tabii ki Bizans’ın kilisesi Müslüman mescidine dönüştürüldü. İnşa edilen Minerva’nın üzerinden “Muhammed” mübarek sözü, belki de yaralı ve hâlsiz düşmüş Athena’nın, o akıl perisini ve bilgeliğin bile işitme kabiliyetini neşelendiriyordu. 1687’de Venedik Amirali Sebastiano Mocenigo, Atina’yı denizden kuşatma altına aldı. Şanı büyük bakire mabedi, bir hayli süre, Venedik kâfirinin güllelerini yedi. Türklerin orada sakladıkları barutun ateş almasıyla zavallı Parthenon bir kül bahçesine dönüştü. Morosini, bununla da yetinmeyerek kutsal eşyaların da yağmalanmasını ferman buyurdu! Nihayet, yüz sene önce, Lort Elgin, milletinin zorla ele geçirme hırsının örneği olarak bilgeliğin tapınağını, savaş yıkıntıları arasında her ne bulduysa çalıp, “British Museum”a naklettirdi…

Antik Yunan artık ölmüştü. Ölmez de yalnız, o asırların kendisine mal ettikleri olmak üzere, o mirasın korku veren, güzel, bağışlanmış, zarif, korkunç ve garip, iki farklı çizginin yan yana gelmeyeceği, dünyaya nam salmış destanları gibi güzel ve sanatsal eserleri bulunuyordu.

Bundan dört sene önce, son defa Atina’dan geçtiğimde, akıl meleği ve hikmetin kutsal mekânını ziyaret ettim. Müzelere taşınamayan enkaz ve sütunlar ile Parthenon, imkânlar dâhilinde olabildiğince yeniden canlanmıştı. Tarihçi ve bilim insanları, konumları mümkün olduğu kadar belirleyebilmişler. Mevcut olmayan taşlar, sütun başları, süslemeler yeniden yapılmış. Hatta bir iki heykeltıraş bizim ziyaretimiz esnasında “şapito” (sütun başlığı) ve devrik üslubunda bir taş yontuyorlardı. Karşıdan, tarih uyanmış, antik çağlar canlanmış, Perikles çağı hâlâ devam ediyor zannedilirdi. Doğrusu, Akropolis zirvesi, karyatidlerin3 güzellik saçan sütunları cidden Ernest Renan’a4 ilham kaynağı olacak bir durumdaydı. Parthenon’dan ayrılıyordum, fakat düşüncelerim ve hayal gücüm asla Athena’nın kutsal tapınağını bırakmıyordu.

Mabedi yeniden canlandıranlar çok doğru bir iş yapmışlar. Bu tarihsel “restorasyon” sayesinde, aşağıya doğru inerken, Minerva rahip ve rahibelerinin seslerini duydum. O ruhani terennümler, kavrayış perisine ithaf olunan sıralı sözleri hep ruhumda işittim. O Yunan güzel sanatlar mezhebinin ileri gelenlerini, Fidios’un heykeli civarında, gözlerimle gördüm. Biraz ileriye gitseydim herhâlde Solon’un5 sütunuyla görüşecek ve ısrarla baktığımda görebildiğim mavi gözler karşısında bir sanat heykeline dönüşecektim. Akropolis yoluyla her yere gidebilirdim: Biraz gayret etsem “Salamis”e hâkim bir noktaya çıkar ve oradan İran’ın askerlerini, donanmalarını, Asya halkının Yunanistan’a akınını bile görebilirdim.

Ey Parthenon’u yeniden uyandıran ve canlandıranlar! Size samimi kalbimden selam ve ihtiram ederim. Sizin sayenizdedir ki ben Yunan halkının hicviyelerini kulağımla duyuyorum ve geçmişe giderek o zarif asırlarda yaşayabiliyorum.

***

Zannederim ki Avrupalı tarih yazıcıları, kıskançlık veya yaradılışlarındaki, atalarından aktarılagelen, kayıtsızlık karakterinden dolayı, asrısaadette, Müslüman siyer yazıcılarının kaba abartılarıyla, Venedik gemilerinin bombardımanı sonunda Parthenon’un küller altında kalması gibi, üstlerindeki bilinmezlik örtüsünün bugün kaldırılmasına muhtaçtır. Akropolis ve Pompei çağları, devirleri boyunca üzerlerine yığılan toprakların altından gün yüzüne çıkarıldıkları gibi, nebiler çağının da hurafelere dayandırılan tarihsel yöntemlerle hikâyeler veya hakaretlerle gizlendikleri karanlık diplerden açığa çıkartılması elzemdir.

Hazreti Peygamber’in tarihini yazmak çoktan beri, benim için son bir arzu derecesindeydi. Bilimsel koşullar çerçevesinde fahr-i kâinatı6 karşılaştırmalı olarak inceleme arzusu bende ortaya çıkınca âdeta aklım, bir fikir ve his çığı altında kaldı. Zannetmem ki bu konuda düşündüklerimi ve hissettiklerimi yazmaya ömrüm yetsin.

Seyyid-i beşer,7 tarihsel görüş nedeniyle mağdur konumdadır. Müslüman olmayan tarih yazarları, en özgür düşünceliler dahi olsa, taşıdıkları mirasın getirdiği büyük bir kıskançlığın zayıflığındadırlar. Onun için Avrupa’da hiçbir üstün zekâlı tarih yazarı, hiçbir Renan, hiçbir Mommsen (Theodor), hiçbir Macaulay, Peygamber’in üstün vasıflarını içeren bir siyer yazmamıştır. Elimizde bulunan eserler ya alelade ve günlük olayların yazıldığı eserler ya da Muhammed’in şeref ve haysiyetini eksiltmek amacıyla kaleme alınmış taraf tutan kitaplardandır.

Üstün zekâsıyla tarihte ayrı bir yer tutan ve önemli bir iz bırakan Voltaire bile Ahmedî çağının önemini kavrayamamıştır. Döneminin papasını gücendirmiş, memnun etmek için “Mohammet” isminde pek kaba ve ruhsal açıdan oldukça etkisiz olan bir tiyatro oyunu ile kendi yüksek derecesini düşürmüştür.

Gariptir ki bu bilgin, Carlyle’in dediği gibi Katolik Kilisesi’ni zayıflatmak için, kâinatın engin azametini ve varlığın kökenini bile göremeyecek derecede gözlerini kapamıştır.

İleri gelen Müslüman yazarların kalemine gelince, binlerce teessüf ki bunlar, “insanların en yücesi”ni bir insan olarak inceleyememişlerdir. Ciltlerce kitabı doldurdukları eserlerde, insanoğlu insan olması ve beşeriyeti ile iftihar eden Peygamber’i, bütün insanların üzerinde görerek kendisinde var olan akıl ve mantığın ötesinde, kanıtlanmış doğa kanunlarına karşı gelerek, karşılaştırma yapıldığında bir sözün ötekini tutmadığı kaba mucizeleri dayanak göstermişlerdir. Siyer yazıcılarımıza teessüf ederim. Peygamber bugün bile cihanın önemli bir kısmına hâkim bir din, Kur’an gibi kanunları içeren bir metin bırakmışken, bunların dışında doğaüstü olaylar aramak cidden pusulayı şaşırmaktır. Özellikle yeni siyer yazıcılarına müracaat edilecek olursa, maalesef, Nebi’nin şanı oldukça eksiklik gösterecektir. Hazreti Fahr-i Kâinat, onların görüşlerinden, güvenilir Cebrail’in eliyle kurulan altından yapılmış bir “sadanüvis”ten8 başka bir şey değildir. Hâlbuki azameti büyük Muhammediye bunun oldukça yücesindedir. İnsanların yüce efendisi, insan özellikleri itibariyle detaylı olarak incelenirse pek büyür. Siyercilerin hayal dünyası oralara çıkamaz.

 

Şurasını en açık ibare ile ifade ederim: Tarihin son kertede cahili değilim. Azim ve irade geliştirilen durumlarda, kesin ve net fikirleri ile metanet gibi birçok ruhsal kuvvete sahip olmak gibi durumlar üzerinden değerlendirebileceğimiz birkaç büyük sima gözümüze çarpar: Konfüçyus, Buda-Sakyumani, İskender, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther, Cromwell, Napolyon-Bonapart, Bismark ve buna benzerleri. Bu isimler hakkındaki makaleleri az çok okudum. Yalnız okumakla yetinmediğimi belirtmeliyim. Bunlar hakkında kendime özgü değerlendirme yürüttüm. Tarafsızlık gösterebilmek için kişisel görüşümden önemli bir ölçüde çıktım. İslamiyet’ten sıyrılarak sizlere itiraf ederim ki adları andığım bu erkek tarihi içinde Muhammed el-Mustafa’dan daha yüksek bir derecede büyük bir adam görmedim.

On dokuzuncu yüzyıl tarih yazarlarının birkaçı İnsanların Efendisi’ni isteri, sinirsel kas hastalığı, epilepsi, melankoli hastalıklarına yakalanmış biri olarak görüyor ve kendisini birtakım mezhepleri kuran dervişler ve mutasavvıflara benzer bir portre olarak tarif ediyorlar. Yine inceden inceye gerçekleştirdiğim kişisel araştırmalarıma dayanarak iddia ederim: Hazreti Peygamber, bunlardan hiçbiriyle bilinmediği hâlde öyle güzel düzenlenmiş, öyle akli uygulanmış bir yüksek kurum vücuda getirdi ki bunun benzerini tarih, şimdiye kadar kaydetmemiştir.

Bundan dolayı evrensel bakış açısıyla, genel tarih eksiktir. Tarihin en büyük şahsı, tarih yazarlarının gündemine gelmemiştir. Tarih henüz, taraftarlık ve aleyhtarlığın ortasını bulamamıştır.

Hazreti Muhammed, zamanını, çevresini, ırkını değil; zamanları, çevreleri, ırkları değiştirmeye gücü yetebilen kişi olmuştur. Tarih biliminin yeni kuralları gereğince bir adam, velev bir dâhi olsun, zaman, çevre ve ırk gibi unsurlardan meydana gelir. Ve onların çizdiği sınırlar dâhilinde iş görebilir. Yanlış olmayan ve Hypolyte Taine9 tarafından güzel ve açık bir şekilde kaleme alınarak açıklanmış olan bu kurallar tarihi, Muhammed el-Mustafa çağını incelerken biraz şaşkınlığa uğrar. Hele birçok açıdan doğru olan Doktor Gustave Le Bon, kitlelerin toplumsal evrimini açıklarken geliştirdiği duygusal kurallar konusunda baltayı taşa vurur. Bütün bunların aksine, tamamlanma ve mükemmel hâle gelme, kişisel beceri ve kahramanların cesaretlerine atıfta bulunarak ve her bakış açısından doğruluğu kabul edilmese de İskoçyalı Carlyle’in görüşleri parlak bir örnek ile onaylar.

Tarihimde, gerçekleşen, ara sıra Renan’ın bir mutasavvıf yaklaşımıyla alay etmesine, Taine’in hesaplı analizlerine, Carlyle’in ahmaklık derecesindeki dehalığına, Macaulay’ın eylemsel fikirleriyle karşılaşılacak ise de, peşinen başlamadan önce söyleyeyim ki eserimin yazarı, herkesten fazla, benim. Bir tarih yazarı, geçmişte gerçekleşen bir olayı veya bir milletin ruhsal durumunu incelediği sırada, kişilik özelliklerinden sıyrılmalıdır. Bilimsel görüşleri, son zamanlarda yazarlar arasında başlı başına bir konu olmuştu. Hatta edebiyatta bile Gustave Flaubert, bu yolu düzenlemişti. Fakat bu, kesin bir çerçevede uygulanan bir yöntem midir? Tarih, tam anlamıyla, bir kimya laboratuvarı olabilir mi? Herhâlde geçmişi eleştirmek ve analiz etmek isteyen bir tarih yazarı, eğer bu liyakate hak kazanacak bir değer ortaya koymak istiyor ve bir siyasi maksada hizmet umudu taşımıyorsa, hakikati görmek üzere bir yüksek basamağa çıkmalıdır. Tarih, hakikati keşfetmek için yazılır. Yoksa tarih, sadece kendinden öncekilerin yazdıklarını, kendisinden sonra gelenlere nakletmek üzere kaleme alınmaz. Bugününü, kişisel itibarını arttırmak gibi maksadı olan bir adam, isterse büyük bir iktidar sahibi olsun, tarihçi olamaz. Bu nedenle, Cesare Cantu tarihçi değildir.

Fakat şurası da unutulmamalıdır ki tarih, aynı zamanda bir bilim ve bir sanattır. Etkili olan sanatta ise yazar, bir şeyleri örtme, saklama kurallarına bağlı kalamaz. Geçmişi iade, çağına hak ettiği değeri vermek, sanatın emridir. En hassas ayrıntılarıyla harabeye dönmüş bir sarayı restore etmek, herhangi bir binayı inşa etmekten daha fazla sanat yetkinliğini gerektirir. Birebir kopya etmekte bile, kopya edenin kişisel özelliklerini fark etmek mümkündür.

Bu itibar ile Ernest Renan’ın Hayat-ı Yesu’sunda genel maceraları okunan kişi, Hazreti İsa mıdır, yoksa bizzat Renan’ın kendisi midir? İnsan bazen bu özellikler karşısında tereddütte kalır. Tuhaflık açısından iki fotoğraf klişesini aynı kâğıt üzerine baskı yaparlar. Kopya edilen resimde iki kişinin farklılık işaretleri görülür. Tarih de bunun gibidir. Lort Byron’dan bahsederken, Taine, ne kadar nefsini zorlamaktaysa, kendini biraz da olsa gösterir.

İşte o yüzden, şu tercümeihâl nebeviyyede biz Muhammedî azameti, tarif ettiğimizde biraz da ona olan hayranlığımızı ilave edersek bu eserimizin özrüdür.

Bir besteyi biri alelade çalar ve bir diğeri bu müzik parçasını dâhiyane, benzeri görülmemiş şekilde piyano üzerinde çalarak gösterir. Beste kime ait olursa olsun, duyulan sesin notaları, besteciye özgü ihtiras gibi şiddetli duygularıyla beraber çalanın da kişisel özelliklerini görmek mümkündür. İşte bunun gibi, inceleme sürecimizde, biz ruhsal açıdan da değerlendirmelerimizden asla ayrılmayacağız.

Zaten bütün bütün yalınlaştırılmış, nesnel kalmak uğruna yüksek bir dereceden bakan bir görüşten tarih yazmak imkânsızdır. Taine’in dediği gibi insanı kötülüğe zorlayan öfke, hırs gibi duygusal sorunları içerse de tarih yazmak için ruh, yine kendisine muhtaçtır.

Bu kitapta Hazreti Peygamber’in zamanını, çevresini, soyunu, fikirlerini, duygusal durumunu, dostlarını inceledikten sonra birtakım ruhsal açıklamalara girişeceğiz. Askerî kumandan, hükûmetin reis ve imamı, kanun yapıcı, devletin diplomasi temsilcisi, siyasi yöneticisi, müdür “direktör” ve tedbir alan, ahlaki kuralları düzenleyerek bir araya getiren, kelimenin Kur’an’da kullanılan şekli dışındaki anlamıyla şair, hâkim, birey ve buna benzerleri olmak üzere Muhammed el-Mustafa’nın bütün yönleriyle imkânlar dâhilinde bir portresini çıkartacağız. Bütün bu önemli özelliklerin sahibini tariften sonra en temel noktaya geleceğiz: İnsanlığa kesin sınırları olan dini tebliğ eden Hazreti Muhammed’i inceleyeceğiz. Şurasını söyleyelim ki bu kadar büyük ve birbirinden farklı özellikleri içine alan bir fikir, tarihte hiçbir büyük adamın düşünce dünyasını meşgul etmemiştir. Bu itibar ile Nebi’nin siyeri olağanüstü bir öneme sahiptir. Ve zannetmem ki hiçbir tarihsel zemin bu derecede kendine çeken görüşleri fark edip bunların temeline varma düzeyinde olsun.

Kişisel özellikleriyle Muhammed’i açık olarak anlatmak için biraz da karşılaştırmalı tarihe yöneldik: Hazretlerin övünülesi varlığı, Konfüçyüs, Sakyamoni-Buda, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther vesaire ile karşılaştırdık. Bütün bu karşılaştırılan özellikler bir araya getirildiğinde Hazreti Peygamber, vazifesini yerine getiren en iyi süvari nitelikleriyle bütün bu isimlerin arasından sıyrıldı.

Hazreti Peygamber’in uluhiyet hakkındaki fikirlerini inceledik. Nebi’nin genel anlamda samimiyetle ve şahsına ait olan ve özel olmayan resmî fikirlerini karşılaştırmak istedik. Sonuçta Ebu Kasım, ruh bilimcilerin, psikologların belki de ilki olacak şekilde hayretle açılmış gözlerimizin önünde durdu.

Sonuç olarak şakk-ı kamer,10 miraç ve buna benzeyen her bir harika olay ile yüce kudreti görülen İnsanların Efendisi, insan olmak üzere incelenince pek büyüdü ve o vakit, yüce karakterinin insan özelliklerine atıfta bulunulmasının önemi anlaşıldı.

***

Teessüfle belirtilmelidir ki, Türkçemizde, şimdiye kadar belgelere dayanarak kaleme alınmış birkaç eser dışında, bizim anladığımız tarzda tarih kitabı yoktur. Basılı eserlerin eski olma özelliği, onların belge niteliğinde bir önem taşıdığını göstermez. Yeni eserler de sadece birer evrak koleksiyonu şeklindedir. Cevdet Tarihi11 ruhsuz bir cisim gibidir. Kemal Bey’in basım tarihçesi ise bir hükümdar biyografisi özelliği taşır. Netâyicü’l-vukuât12 onlara nispeten biraz canlıdır.

Hâlbuki geçmişi gözümüzün önünde canlandıracak şekilde kaleme alınmış, tarihteki toplulukların tamamlanma sürecine ne şekilde girdiğini, ne gibi hâllerde reddiyelerde bulunduğunu, bir araya gelme şartlarını öğretecek, değerlendirmelere dayalı tarihçiliğe, millet olarak büyük ihtiyacımız vardır.

Pozitif bilimler ve sanat tarihi ancak, on dokuzuncu yüzyılda layık olduğu önemi kazanmıştır. 1800 senelerine doğru Fransa’da yazılan tarihler genel olarak bir başlangıç özelliği taşıyordu. Ancak Chateaubriand’dan13 sonra Fransa’da tarih yazıldığı kabul edilmektedir. Tarih sahnesinde, Almanya ve İngiltere’de de aynı zamanda bir devrim yaşandı. Nuhustin-şinasi olarak dönemince adlandırılan arkeoloji, son zamanların ürünü bir bilimdir. Mısırbilim “Ejiyptoloji”, Asuriyan “Asuriloji”, Hindoloji “Endiyanizm” bu zamanda gerçekleşen önemli keşiflerdendir. Dil bilimine yönelik bilim “linguistik” ve genel olarak pozitif bilimlerdeki ilerlemeler, eski tarih bilimini altüst etmiştir. Bilimin yaslandığı saflık derecesinde düşüş meydana gelmiştir.

Keza, pozitif bilimlerde yeni ortaya çıkan önemli değişiklikler, günümüz tarih yazıcılarını da eskisinden farklı yöntemleri tasarlamasına, yenilikleri kabul etmesine mecbur ediyor.

Bizden önceki tarih yazarlarının, saf eserler meydana getirmelerini bekleyemiyoruz. Bu onlarda bilinen bir kusurdur. Bugün tarih, bir psikoloji meselesi olmuştur. Psikoloji ise genel manasıyla, anatomi ve fizyoloji bilimlerini dayanak alır. Bizden önceki tarih yazarlarımız bunları pek bilemezdi. Latif Efendi ise “zannederim” adı geçen bilimlerin isimlerini dahi duymamıştı.

Bütün engeller ve tarihin ne kadar zorlaştığı, ileriki sayfalarda dikkatli gözlerden kaçmayacak olası hatalardan dolayı, okurlarımızın affını ve geniş hoşgörülerini kazanmış oluruz. Eserde, gerçekleşmiş olaylar ve meydana gelen işler, mümkün mertebe ihmal edilecektir. Bizim için önemli olan hareketlerin tarihidir. Keza bütün hurafeler ve mucizeler kasıtlı olarak terk edilmiştir. İlk önce söylediğimiz üzere eserimizin konusu bir kişilik tarifi olmak üzere Hazreti Muhammed el-Mustafa’dır.

Eğer kitabımızın sonuna gelindiğinde, bu titizlikle gerçekleştirdiğimiz çalışmamıza önem veren itibar sahibi okurlarımız, yazdıklarımızın genel toplamından bir hüküm çıkarmak için zihinlerinde inceledikleri vakit, kalplerinde peyda olacak veya olanı arttıracak Nebi sevgisiyle, bir dakikalığına da olsa dünya nimetlerinden sıyrıldıklarında, güzelliğin ve büyüklüğün bir araya geldiği Muhammedî bir şekil görecek olursa, gücümüz ve mesaimizin yettiğince çalışmamızın en büyük ödülünü görmüş oluruz.

 
10 Zilhicce 1331 (10 Kasım 1913)
Celal Nuri

İKİNCİ ÖN SÖZ

Doğu tarihi yazıcıları, peygamberlik tarihi kaynaklarını gözden geçirmek zahmetinden kendilerini kurtarmışlardır. Zaten siyer sahipleri, eserlerini herhangi bir tarih olması için yazmamışlardır.

Siyerlerin en yenisine dahi, doğal olarak, aslı olmayan söylenceler, hurafeler bulaşmıştır. Ve Hicret’ten sonraki beşinci asırdan sonra yazılan biyografi türü tarihler de beklendiği kadar önemli olamaz. Çünkü bunlar, yeni belgeler ve kaynakları keşfetmek yerine, eski rivayet ya da olayları farklı bir üslupla yazmışlardır.

Bundan dolayı, yeni siyerlerin edebiyat dünyasında bir değeri olabilir. Ancak tarihsel önem ve bilimsel değerleri yoktur. Teessüfle belirtmeliyim ki tarih bilimciler, İslam eserleri ile temel tarih eserlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Bu esas nedenden dolayı, bunların eserleri yöntem, bölümler, değerlendirme, karşılaştırma, tarafsızlık gibi bazı bilimsel meziyetlerden mahrumdur.

İslam tarihi yazarları, siyer söz konusu olduğunda, yalnız olağanüstülükleri görmüş ve tarihsel hakikatleri büsbütün unutmuşlardır. Bununla beraber eski siyer yazıcıları, yenilere nispetle, daha doğru görebilmişlerdir.

Üzülerek belirtilmelidir ki, ilk peygamberlik tarihini yazan Ebu Bekir’in torunu Urve14 ile Zühri’nin15 -her ikisi de içeriden yazmışlardır- eserleri mahvolmuştur. Eğer bunlar elimize ulaşsaydı, hakikatler hakkında oldukça kuvvetli bilgileri elde etmiş olacaktık. Zannederim ki bu iki tarih yazarının eserleri birçok doğruluğu kabul edilmiş sözler içerdiğinden, hurafeleri taparcasına seven karşıtlar onları ortadan kaldırmışlardır. Bahsi geçen eserlerden birçok bölüm, gecikmeli olarak aktarılmışsa da bunlara güvenmek mümkün mü? Bu hususta kesinlikle bir şey söyleyemem.

Bunlardan sonra İbn İshak16 ile İbn Hişâm’ın17 eserleri tarih açısından oldukça dikkat çekicidir.

Bu iki siyer yazıcısının eseri, seçtikleri yöntem, kullanılan kaynaklar ve zamansal öncelikleri nedeniyle önemli bir dayanak meydana getirmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, biz bu iki yazara da bir güven ile başvurmaktayız. Çünkü özellikle İbn Hişâm, eserinde, Nebi’nin zatına uygun olmayan, ona atfedilen sözleri atladığını söylüyor.

William Moir18 bunların lehinde, Doktor Sprenger19 ise aleyhlerinde yazılar yazmışlardır.

Bununla beraber, Avrupalı bilginler, siyer kaynaklarına itiraz etmemektedir. Peygamberlik tarihi çalışmalarına doğru bir görüş geliştirmişlerdir. Biz ise Müslüman ve Batı tarih yazarlarının sözlerine rağmen peygamberlik tarihi kaynaklarının eksikliğini iddia edeceğiz. Zira delillerimiz ihmal edilecek bir derecede değildir.

İlk olarak, siyerlerin aslında resmî bir tarafı vardır. Hakikat, olanca açıklığıyla, özellikle tarafsızlıkla bu küçük kitapta yazılamazdı.

İkinci olarak, siyer yazıcıları tarih yazmak niyetiyle eserlerini kaleme almamışlardır. Bundan dolayı tarih bilimcilere özgü yöntemlerle donanmış değillerdi. Bunların yazdıkları eserler, edebiyat açısından güzel birer hükümdarlık biyografisidir.

Üçüncü olarak, siyerler, dünya eseri olarak kitap hâline getirilmişlerdir. O vakitler ise din ile donanmış olmanın uygun düşmeyeceği görüşler “İslam dışılık” ile suçlanıyordu.

Dördüncü olarak, bir tarih önermesini bilimsel ciddilikte ve konu edinmek için yalnız taraf tutanların ve hatta şiddetli bir sevgi hissedenlerin yazılarına başvurmak her zaman doğru değildir. Hâlbuki taraftarlardan başka hiç kimse, peygamberlik zamanında, Resul’ün tavırları ve ahlakı hakkında bir şey yazmamıştır. Yazılan olumsuz eleştiriler hep ortadan kaldırılmıştır. Tabii ki bunlar herhangi bir öneme de sahip değildir. Başka bir eser mevcut olup olmadığı hakkında bilgi sahibi değilim. Ve zannederim ki o dönemin ileri gelenleri böyle şeyler yazmak konusunda da pek becerikli değillerdi. İslam öncesi Arap Yarımadası tarihine dair elde edilen eserler bile tarih açısından pek o kadar güvene layık görülemiyor.

Beşinci olarak, Hazreti Peygamber’e, vaktiyle yalancı anlamına gelen sıfatlarla iftirada bulunulduğu bilinmektedir. Bu iftiralar nasıl oldu? Ne gibi karıştırma teşebbüsleri gerçekleşti? Peygamberliğin üstünlüğüne ait fikirler ve iddialar nasıl “formüle” edildi? Ne gibi olaylardan sonra sadık Nebi, yalancı olduğuna dair söylentilerin, iftira ve yaylım oklarından kurtuldu? Gerçekleşen olaylara dair siyerlerde tek tük konular açılmışsa da aleyhte iddialarda bulunanların hepsi, aşağı yukarı doğaüstü ve basit hamlelerle üstesinden gelinerek bir yana atılıyor. Bunlara harfi harfine güvenmek bir tarih yazarı için kabul edilemez. Mesela Hazreti Ömer bin Hattab’ın, İslam dinini kabul etmesine dair kısa kronikte her bakımdan şüpheli görülebilecek anlamlar çıkabilir.

Altıncı olarak, nebilik süreci, Peygamber’imizin gönderilişi, vahiy vesaire genel olarak ruh bilimi “psikoloji”ye bağlı konulardır. Ve bundan dolayı herhangi bir kitaptan ziyade, siyer, yücelik konumundan bir ruh bilim tarihi olmalıdır. Hâlbuki hâlihazırdaki siyer, karşıtların ve küffarın miraca ve fikirlere, peygamberlik telkinlerine dair psikolojik büyük bir şeyle karşılaşmıyoruz. Mesela uzun konuları tartışmalar, düzenlemeler sonucunda olduğuna şüphe duyulmayan Ebu Bekir es-Sıddık gibi akıl ve ince fikri ile ruhsal olarak benzer ve tedbir almakta usta bir kişinin İslam dinini kabul etme süreci hakkındaki söylentilerin bize emanet edilen makaleler, doğrusu vicdanımızı tatmin edemiyor. Onun içindir ki kaynakların eksik aktarıldığını iddia ediyoruz.

Vâkidî, kâtibü’l-Vâkıdî (İbn Sa’d), Taberî ve sonrasındakilerden bahsetmeyeceğiz. Bunların İbn İshak ve İbn Hişâm’dan fazla bir belgeye sahip olmaları imkânsızdı.

Bütün bu eleştirilerimize rağmen, söyleyelim ki ilk siyerlerde hakikatin kapladığı alan büyüktür. Heyecanlı karakter yapıları ve dinî coşkunlukları göz önüne alınmazsa, İbn İshak ve İbn Hişâm hakikate oldukça yaklaşmışlardır. Yeniler kadar, kendilerine aktarılan eserlere ve metinlerdeki şiirselliğin tutkunu olmamışlardır.

Yeni siyerler, çevresel koşullar, zaman ve yazarların değişmesiyle çeşitleniyor. Bunların tarih açısından incelenmesi kayıp bir zahmettir.

Yeni hadisler de, bilginler tarafından, peygamberlik çağının tarih kaynaklarından sayılmaktadır. Hadislerin sağlıklı olduğuna ne derecede güven duyulmalıdır? Buhari hazretleri altı yüz bin hadis karşısında bulunmuştu. Üstlendiği koruma duygusuyla Peygamber’i ve konumunu himaye gibi yüksek bir amaçla yola çıkan bu bilgin, engin denizler, çöller demeyip uzun seneler dolaşarak hadisleri inceleme imkânı bulmuştur. Çabalarının sonucunda yarım milyonu geçen hadislerin ancak 7.275’ini kabul edebilmiştir. Bizim ise bunlara dahi kesin bir güvenimiz yoktur. Buhari hazretleri, değerlendirmesinde, aktarıcıların (râvî) güvenilirliğini, dikkatli bir şekilde incelemiştir. Ancak hadis olduğu iddia edilen cümlelerin, nitelik bakımından önemine sadece göz atmıştır. Böyle bir söz, hadis olabilir mi, olamaz mı? Bu açıdan düşünsel bir emek vermeden Buhari, yalnız okuyucu ve aktarıcılara bakmıştır. Onun içindir ki eldeki hadisler gerek üslup, gerek anlam itibariyle birçok eksiklikleri içerir.

Bundan başka, Buhari hazretleri bazı doğaüstü hikâyelere ait uydurma olduğu düşünülen hadislere de kulak asmamıştır ki bu da kabul ettiği yöntemin pek de tarihsel olmadığını gösterir.

Buhari’nin, incelemelerinde çeşitli hadisler olduğu doğrudur. Hâlbuki bunlar, aklen imkânsız şeyler üzerinden kendilerine dayanak bulur. Harika olarak kabul edilen doğaüstülükleri reddeden, insana ait özelliklere, sıfatlara bu kadar önem veren İnsanların Efendisi’nin ağzından böyle doğa kanunlarını reddedecek sözler çıkamazdı. Bunların hadis olarak kabul edilmesini akıl kabul edemez. O hâlde Buhari hazretleri, kabul ettiği yöntemde bazı düzenlemelerde yanılmıştır.

Siyer, birtakım hurafe, uydurma hikâyelerle karışmıştır. Biz, tarih yazdığımızdan, tabii ki bunlara asla önem veremeyiz. Bunlar bir kavmin, bir topluluğun belirli bir dönemdeki zihin yapısını gösterir. Onun için İslam eserlerinin esasını, kökenini incelemenin yerleşik bir mesele olduğunu yalnızca ifade ederek bu konu hakkındaki sözü kısa keseceğiz.

Gelelim Avrupa eserlerine:

Bizde, defalarca belirttiğimiz gibi, tarih yoktur. Avrupa’da ise, özellikle geçen yüzyılda, güven uyandıracak tarih, kullanılan yöntemler itibariyle hak ettiği değere ulaştı. Bilimsel ve hatta matematiksel bir biçimde belgelerin incelenmesi, değerlendirme kuralları artık tarih bilimine de dâhil oldu. Bundan altmış, yetmiş sene önce eski belgeleri dayanak kabul etmek ve onları incelemek oldukça modaydı. Mısırbilimi ve Asuriyun ileri gelenleri hep o dönemin evladıdır. Teessüfle belirtilmelidir ki bu üstünlükte veya onlara benzeyen bilim insanları artık ortaya çıkmıyor. İşte o dönemlerde Siyer-i Resul kaynaklarına dair incelemelerde bulunan dört bilim insanı yetişmiştir:

Bunlardan Muir İngiliz; Sprenger Alman; Weil Alman Yahudi’si;20 Caussin de Parceval Fransız’dır.21 Adalete hakkını teslim etmek gerekirse bu dört bilim insanının incelemeleri son derece önemlidir. Bunların ayarında Muhammed dönemine dair belgeleri etraflıca inceleyen Müslüman bilim insanı yoktur.

Şu kadarını belirtmek gerekir, genel düşünce itibariyle bu gibi bilim insanlarının hakikatin belirlenmesi konusunda oldukça donanımlı olması mümkün değildir. Bütün Hint kütüphanelerini, Suriye mescitlerini, en ince ayrıntılarına kadar, ufacık şeyleri dahi görerek değerlendirmek, etraflıca inceleme ve ömrünü bu yolda tüketmek cidden takdire şayan bir harekettir. Fakat çoğunlukla böyle sebatlı bilim insanları iyi değerlendirme yapamıyor olabilir. Karşılaştırma yaparak değerlendirme kabiliyetini, içeriğini anlamaya uğraşı, daha geniş bilgi edinmeye olan meyil mahvediyor. Onun için iddia edebiliriz ki belge bilimi itibariyle büyük öneme sahip olan bu dört yazarın fikir ve değerlendirme açısından değeri hemen hemen hiçtir.

Bunların mesailerinin sonucundaki çalışmalar üzerine Fransalı J. Bartheloémy-St. Hilaire,22 değerlendirme yürütmüştür. Eseri hakikaten oldukça büyük öneme sahiptir. Ve genel itibariyle Hazreti Peygamber’in lehinedir. Bütün bu meziyetlerine rağmen bu yazarın, Hristiyanlık bakış açısından kurtaramadığı eseri, peygamberin zatına, tarihte hak ettiği dereceyi vermemiştir. Bartheloémy-St. Hilaire, Hazreti İsa’yı değerlendirme yeteneğinden yoksun derecede İbn Meryem’e şiddetli bir sevgiyle taptığını söylüyor.

Örnek olması için bu yazarın, Muhammed ve Kur’an ismini taşıyan kitabından önümüzdeki bölümü aktarıyorum:

“Hristiyanlık din duygusu, bizim için dinlerin en kutsalı, en hayırlı olanı, en doğrusu olarak kalmalıdır. İslamiyet’i ona benzetmek hem bir haksızlık hem de bir küfür ve hakaret olur. Böyle kılavuzu olan bir fikri reddetmek için en açık hadiselere şahit olmak aslında yeterlidir. Nasrani halkı ile İslam toplulukları yüz yüze geldiğinde, ne olduğunu görmek ve hatta onların ne gibi bir sonla karşılaşacaklarını düşünmeyerek sadece görmek de, bu fikri reddetmek için yeterlidir. Şu kadarı var ki İslamiyet’in dünyada tek ilahî yaratıcı esasına dayanan bir din olduğunu iddia etmek, İsevi ve Yahudi’nin dinî kanunlarının derecesini indirmek değildir. Temel inanış itibariyle, İslam’ın tapındığı Allah, aynı Hristiyan ve Yahudi’nin taptığı, Allah hakiki değilse de hiç olmazsa yaratıcı olarak Allah’tır.”

Keza, William Muir’in şu sözü de bir tarih bilimcisi için düşündürücüdür:

“Muhammed’in kılıcı ve Kur’an, tarihin şimdiye kadar karşılaştığı en lanetlenecek medeniyet, hürriyet ve iman düşmanlarıdır.”

Görülüyor ki, din düşmanlığı, içerik ve alışkanlık itibariyle, düşmanlık mirasını atalarından alarak, dededen evlada, evlattan çocuklarına, kardeşten kardeşe geçerek sürdürüldüğünden, Muir gibi Doğu kültür ve tarihini araştıran bir bilim insanını dahi doğruyu görmekten men ediyor.

Biz bu bölümde, sözü uzatacak değiliz. Yalnız şu kadarını söyleyeceğiz ki, Avrupa’da tarih, hakikaten eksiktir. Belki Frenkler, uygulama açısından biraz ilerlemişlerdir; fakat tarafsızlıkla değerlendirme açısından oldukça geridedirler.

Felemenk’te Leiden Üniversitesi öğretim üyelerinden Dozy, kısaltılmış olarak fakat itibarını yükselten bir kitap bırakmıştır. Bu yazar da yüksek bir zekâ sahibi olmadığından, Muhammed’in tarihteki hakiki yerini görememiştir. Kitabımızın ileriki bölümlerinde, yazarın birçok görüşüne yer vereceğiz.

Düşünce ve değerlendirmeler tarihi ile şöhret bulan bilim insanları, teessüfle belirtmeliyim ki Peygamber’in şerefli tarihini anlayamamışlardır. Voltaire’i hiç affedemem. Bu şekilde İslamiyet’i çok iyi bilen Ernest Renan’ın gerek Hazreti Muhammed’in gerek İslamiyet’in tarihteki yerini belirtmeden geçmeleri tarihin unutulacak ihmalkârlıklarından değildir. Dâhiler arasında yalnız Thomas Carlyle risalet zamanını biraz da olsa anlayabilmiştir. Bu tarih yazarı, deha sahiplerinin, tarihte meydana gelen en önemli olağanüstü eylemleri gerçekleştiren şahıslar olduğunu görerek bunlara kahraman diyor. Kahramanlar neyle uğraşırsa uğraşsın, aynı kumaştan biçilir. Bunlar, oldukça eski zamanlarda, yaratıcı olarak kabul edilirdi. İskandinavya ilahlarından Odin gibi. Sonraki zamanlarda “kahramanlar” artık “nebi” şeklinde belirdiler. Hazreti Muhammed gibi. İlerleyen zamanlarda kahramanlar, Dante gibi şair, Napolyon gibi hükümdar olmak üzere göründüler.23

1Hocaların hocası ismiyle de bilinen, Profesör Mahmud Esad Efendi. Konya Seydişehir’de doğdu. Adı Mahmud Esad’dır. Birçok hukukçu yetiştiren Çopur Kadıoğulları ailesinden olan babası Güzelzade Emin Efendi’ye nispetle İbnülemin Mahmud Esad diye tanınmıştır.
2Yedi Bilge ya da diğer adıyla Yunanistan’ın Yedi Bilgesi, Antik Yunan uygarlığının altın çağı olan MÖ 7. ve 6. yüzyıllara damgasını vurmuş yedi filozof, devlet adamı ve kanun koyucuya verilen isimdir. Lindoslu Cleobulos, Atinalı Solon, Spartalı Chilon, Prieneli Bias, Korinthli Periander, Midillili Pittacus, Miletli Thales.
3Karyatid/Caryatid: Mimari bir unsuru insan vücudu ile birleştirme hâlidir. Bir karyatid, başındaki bir plakayı destekleyen bir sütunun veya bir sütunun yerini alan mimari bir destek görevi gören heykeltıraş bir kadın figürüdür. Yunanca karyatides terimi tam anlamıyla antik bir Mora Yarımadası kasabası olan “Karyai kızları” anlamına gelir.
4Ernest Renan: Fransız filozof, tarihçi ve filolog. Erken Hristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili, tarih araştırmaları ile tanınmıştır.
5Atinalı Solon: Yedi Bilge’den biri. MÖ 640-560’ta yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.
6Kâinatın övgüsü, şerefi; Hazreti Peygamber. (e.n.)
7İnsanların efendisi.
8Sesleri kayıt ederek, tekrar edilmesini sağlayan makine. Edison tarafından 1877 tarihinde icat edilmiştir.
9Hippolyte Adolphe Taine, 19. yüzyıl Fransız olguculuğunun önde gelen isimlerinden düşünür, eleştirmen ve tarihçi.
10Parmak işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi şeklindeki mucize.
11Abdullah Cevdet, Cevdet Tarihi, 1882-1884.
12Mustafa Nuri, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, 1873-1881.
13François-René de Chateaubriand (1768-1848), Fransız yazar, politikacı ve diplomat.
14Urve: (ö. 94/713). Medineli meşhur yedi fakihten biri, hadis ve siyer âlimi.
15Zühri: (ö. 124/742). Hadisleri, Emevî Halifesi Ömer bin Abdülazîz’in emriyle resmen tedvin eden âlim.
16İbn İshak: (ö. 151/768). Siyer ve meğazi müellifi, muhaddis.
17İbn Hişâm: (ö. 218/833). Es-Sîretü’n-nebeviyye adlı eseriyle meşhur olan tarihçi, dil ve ensab âlimi.
18Sir William Muir: (1819 – 1905). İskoçyalı oryantalist.
19Aloys Sprenger: (1813- 1893). Avusturyalı oryantalist.
20Gustav Weil (25 Nisan 1808 – 29 Ağustos 1889) Alman Doğu bilimcisi.
21Armand-Pierre Caussin de Perceval (1795–1871) Fransız Doğu bilimcisi.
22Jules Barthélemy-Saint-Hilaire (19 Ağustos1805 – 24 Kasım 1895) Fransız düşünür, gazeteci.
23Bu pasajı kendilerine aktardığım zaman, Abdülhak Hamit Bey, “Şimdi de kahramanlar, ‘sarraf’ şeklinde görünüyorlar.” demiştir. (y.n.)