Düş Kapanı

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Doğum Günü

Bir gece vaktiydi. Ülfet çocukları yatırmış, Ekrem’i işe uğurlamıştı. Kendine bir bardak kahve aldı. Kocası gece işe gittiğinde yalnız kalmayı pek sevmezdi. Yine uyku tutmamıştı. Koltuğa oturdu. Kahvesinden bir yudum alıp magazin dergilerinden birini önüne çekti. Henüz birkaç sayfaya göz gezdirmişti ki gecenin sessizliği bozuldu. Telefon, üzerinde durduğu komodini de titreterek çalıyordu. Bu antika, çevirmeli telefon ne zaman çalsa sesinin şiddetinden her parçası başka tarafa dağılacakmış hissi veriyordu. Saate baktı. Şaşkındı. “Gece gece kim arar,” diye geçirdi içinden. Telefonun ahizesini yavaşça kulağına dayadı:

“Alo, alo…”

Yanıt gelmedi. Ahizeyi aldırış etmeden yerine koydu. Yanlışlıkla arandığını düşündü. Tam yerine dönecekti ki, telefon yeniden çaldı. Bu kez kaşlarını çatan Ülfet, endişeyle telefona sarıldı:

“Alo… Buyurun, kimi aramıştınız?”

“Sesimi tanıyamadın mı gelin hanım?”

Ses yabancı değildi. Şaşkınlığını atar atmaz arayanın büyük kayını olduğunu anladı. İçine ani bir sıkıntı çöktü:

“Necdet ağabey…”

“Necdet ağabey ya,” dedi sese alaylı bir tonda. “Orada burada hakkımızda ileri geri konuşuyormuşsun. Kulağımıza gelmeyeceğini mi sandın?”

Ülfet sinirlendi:

“Bu yaptığın ne şimdi Necdet ağabey? Kardeşinin işe gittiğini bildiğin halde beni gecenin bu saatinde arıyorsun. Yakışıyor mu sana?”

“Bu sana ufak bir uyarı olsun. Ayağını denk almazsan, yazık olur sana bilesin.”

“Ne yapacaksın acaba? Yine beni Ekrem’e mi dövdürteceksin?”

“Daha beterini yapacağım. Sana ait ne varsa elinden alacağım. Ekrem’in dayaklarını mumla arayacaksın.”

Telefon suratına kapanınca sinirine hâkim olamayan Ülfet ahizeyi çarparak yerine koydu:

“Elinden geleni ardına koyma.”

* * *

Aradan iki hafta geçti. Zeynep artık beş yaşındaydı. Doğum günü için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Misafirler davet edilmiş, ikramlar hazırlanmıştı. Salondaki büyük masanın üzerine Zeynep için pembeli bir örtü serilmişti.

Ülfet keyifliydi. Omuz hizasındaki simsiyah, dalgalı saçlarını düzeltti önce. Sonra siyahla çerçeveleyip iyice irileştirdiği ela gözlerini, rujla dolgunlaştırdığı dudaklarını kontrol etti. Beyaz tenine yayılan güzelliğinin farkındaydı. Bunun başkaları tarafından fark edilmesinden de hoşlanıyordu. Takıp takıştırmayı, süslenmeyi, gezmeyi seviyordu. Ufak şeylerle mutlu olan, kahkahalarıyla bulunduğu her ortamı şenlendiren hayat dolu bir kadındı. Ancak bu iyimserliğinin feri günden güne sönüyordu. Ekrem’in ailesine karşı pasif tavrı, mutlu olmayı denediği her âna kara bulut gibi düşen gölgeleri artık Ülfet’in yaşam sevincini tüketiyordu. Ne kendisi huzur bulabiliyor ne de çocuklarına ve kocasına huzur verebiliyordu.

Tüm hazırlığı boyunca Zeynep annesini hayranlıkla izlemişti. Onu mutlu görmek, bugün için ona en büyük hediyeydi. “Arkadaşlarım da gelecek mi?” dedi sessizliği bozmak için.

Ülfet hazırlık telaşına öyle dalmıştı ki, kızının sorusunu cevapsız bıraktı. Dolaptan siyah, simli bir kıyafet çekip aldı. Aynanın karşısında üzerine tutup kendini uzun uzun izledi. “Bu nasıl?” diye sordu kızına dönmeden. Zaten cevabını da merak etmiyordu.

“Çok güzel anne. Bence kırmızı da çok yakışır sana.”

“O abartılı kalır. Bu sade ve güzel.”

Göz kırptı kızına:

“Senin için süsleniyorum kızım, kıymetimi bil.”

Zeynep kıymetini biliyordu. Huzursuzluğun hâkim olduğu evlerinde mutlu anların kıymetini bilmeyi öğrenerek büyümüştü. O gün ailesi de o da mutluydu. Gerçekten de annesi kendisi için çok hazırlık yapmıştı. Hediyelerini, pastasını ve en çok da kimlerin geleceğini merak ediyordu.

Bir saat sonra misafirler teker teker gelmeye başladılar. Zeynep fırfırlı elbisesi ile ortalıkta dolaşıyor, “Nasıl olmuşum,” diyor, ilgi çekmeye çalışıyordu fakat çoğu kişi onu görmüyordu. Sanki onun için değil de, sırf eğlenmek için gelmişlerdi.

Misafirlerden biri, süslü Suzan Hanım’dı. Ona bu ismi Zeynep takmıştı. Kabarık sarı saçları, her yanından sarkan takıları, yaydığı buram buram kokusu önce Zeynep’in, sonra da evdekilerin onu öyle anmasına sebep olmuştu. Süslü olduğu kadar tahammülsüzdü de. Keyfini kaçıran ne varsa hemen ortadan kaldırmak isterdi. O günkü hedefi de yerde oynayan Zeynep ve kardeşleriydi. Elini çocuklara doğru sallarken yüzünü ekşiterek, “Haydi odanıza,” dediğini duydu Zeynep. Şaşırmıştı. Suzan hararetli sohbetine dönerken, Zeynep’in kulaklarında bileziklerinin şangırtısı kaldı. Üzüntüyle odasına kapandığını kimse fark etmedi.

Pastayı kesme zamanı gelmişti. Ekrem, “Nerede bu günün prensesi,” diye gözleriyle kızını aradı. Kızının yokluğunu yeni fark etmişti. Babasının sesini duyan Zeynep odasından koşarak çıktı. Babasının onu görünce açtığı kucağına attı kendini. Uzun boylu, kır saçlı bu adam Zeynep için dünyanın en yakışıklı adamıydı. Babasına hayranlıkla baktı. Ekrem, kızının omuzlarına lüle lüle yayılan saçlarını düzeltip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Bıyıkları yine Zeynep’in beyaz tenine batmış, küçük pembe lekelere sebep olmuştu ama bu defa Zeynep mızmızlanmadı, güldü.

Mumları üfledi, yeni yaşı için güzel temennileri sabırla dinledi. Bir öpücükle eline tutuşturulan hediye paketini açma zamanıydı nihayet. Gözleri parıldayan Zeynep, paketin içinde ne zamandır arzu ettiği ayıcıklı kırmızı çantanın olduğunu henüz bilmiyordu. O kadar mutlu ve heyecanlıydı ki, paketi nazikçe yırtarken, çalan kapının sesini bile duymadı.

Kapı uzun uzun çalmıştı. Ülfet, kocasıyla göz göze geldi. Bu ısrarlı çalışın kime ait olduğunun merakındaydı ikisi de. Bekledikleri kimse yoktu. Bakışlarını Ekrem’den koparan Ülfet kalabalık salondan, nispeten daha sessiz girişe doğru yöneldi. Ancak o zaman içerideki gürültünün ve kafasında oluşturduğu uğultunun farkına vardı.

Kapının deliğinden görümcesini görür görmez yüzü düştü. Huzurlu bir rüyadan uyanmış gibiydi. Yanlış gördüğünü umarak tekrar baktı. Hayır, yanılmamıştı. Oydu.

“Bunun ne işi var burada,” diye mırıldandı dişlerini sıkarak. Belli ki partiyi duymuş ve huzur kaçırmaya gelmişti. Kaçışı yoktu. Derince bir nefes alıp gülümsemeye gayret ederek kapıyı açtı.

Kenarı çiçek desenli yeşil yazmasına bürünen sarışın kadın, soluk teni ve çipil çipil bakan gözleriyle Ülfet’e zehirli bir yılan gibi göründü. Kadın elini beline koymuş, kaşlarını çatmış, olası bir tatsızlığa peşinen hazırlamıştı.

“Yok, yılan değil,” dedi Ülfet içinden, “tavuk, ciyak ciyak ötüp ortalığı birbirine katan besili bir tavuk”. İçinden geçenlere güldü ve toparladı kendini:

“Ooo hayırdır görümceciğim. Bizi göresin mi geldi?”

“Siz arayıp sormayınca, iş bize düştü ne yapalım. Gideyim de bir yeğenlerimi göreyim dedim.”

İkisi de sarf edilen her sözün aralarında yıllardır bitmeyen savaş için sıkılan bir kurşun olduğunu biliyordu.

“Ne iyi etmişsin. Buyur, geç.”

“Bakıyorum herkes davetliymiş zaten. Bizi unuttun mu gelin hanım?”

“Olur mu hiç öyle şey? Siz unutulacak insanlar mısınız? Bu ortamda sıkılacağınızı düşündüğüm için sizi ayrıca çağırmayı arzu ettim sadece.”

“Yani sen de… İnsan içine hiç mi girmiyoruz? Niye sıkılacakmışım sanki?”

Sevgi, içeri göz atarken, birden limon yemiş gibi yüzü ekşidi:

“O masalarda gördüğüm içki mi?”

Başıyla onayladı Ülfet. Görümcesinin hoşnutsuzluğunu umursamaz görünüyordu ama daha sonra bu mevzudan çıkacak huzursuzlukları düşünmekten de kendini alamıyordu. İçini bir sıkıntı kapladı. Belli etmek istemeyerek gülümsedi:

“Ben de bunu kastetmiştim.”

“Tüh, Allah canınızı… Utanmıyor musunuz, çocukların bulunduğu ortama içki sokmaya?”

Ülfet zoraki gülümsemesinden vazgeçerek görümcesinin kulağına eğildi:

“Millet bize bakıyor. İstersen bu gece ağzımızın tadını kaçırmayalım.”

Ülfet, içeri dalan görümcesini süzdü. Pembe çiçekli basma bir etek giymiş, belinin lastiğini kocaman göbeğinin üstüne kadar çekmişti. Her zamanki gibi eteğin önü uzun, arkası kısa duruyordu. İçini bir utanma kapladı. Arkadaşlarının arasına zerre kadar yakışmayan bu kadınla akraba olduğunun bilinmesini hiç ama hiç istemezdi.

Sevgi, Ülfet’in kendisine uzattığı terliklere yüzünü buruşturarak baktı:

“Kenarları eskimiş, rengi soluk. Şu insanların içinde bana bu terlikleri mi layık gördün?”

Ülfet bıkkınlıkla dolabın kapağını açtı:

“Hangisini giymek istersiniz?”

“Ayağındakileri.”

“Anlamadım.”

“Ayağındakileri giymek istiyorum, nesini anlamadın?”

Ülfet derin derin nefes alırken, gözlerini tavana çevirip başını iki yana salladı. Ayağındaki tüllü, çiçekli, şık terliği aceleyle çıkarıp Sevgi’nin önüne bıraktı. Sevgi’nin gururu okşanmıştı. Başı dik halde, dirseği ile Ülfet’e dokundu:

“E artık arkadaşlarınla tanıştırırsın beni.”

Sevgi’nin içeri girdiğini görenler sessizleşmişti. Baştan aşağı süzüldüğünü fark eden Sevgi, Ekrem’in de kendisini hoş karşılamasıyla rahatladı ama yine de bulunduğu ortamda ağırlığını ispatlamak istiyordu. Sesini yükseltip Ülfet’e seslendi:

“Bana da bir çay koy gelin.”

Ülfet günün geri kalanının berbat geçeceğini hissetmişti. “Bu kadın boşuna gelmedi,” diye geçirdi aklından. Yine de yüzündeki sahte gülücükle fazlasıyla umursamaz görünüyordu. Görümcesine çay koyup ikramda bulundu.

“Pasta güzel olmuş, sen mi yaptın?”

“Hazır aldık.”

Sevgi gülüp dudaklarını kıvırdı. Ülfet saldırıya geçeceğini anlamıştı.

“Tahmin etmeliydim. En son ne zaman tatlı yaptığını hatırlamıyorum çünkü.”

Ülfet bozulduğunu hissettirmedi. Güler yüzlülüğünden hiç taviz vermedi:

“Haklısınız. Üç çocuklu bir kadınım ben. Evimi çekip çevirmekten kalan vaktimi eşimle saadetime ayırmak yapabileceğim en tatlı şey zaten. Pastam da kusur kalsın.”

“Aynen katılıyorum hayatım,” diye güldü bir kadın. “Bizde de durumlar aynı.”

Bir başkası daha atıldı konuya:

“Şekerim, aileni ihmal edeceksen, evinde bir tatlın eksik olsun. Ne gereği var sanki?”

 

Gelin görümce arasındaki soğuk savaşı Ülfet kazanmış gibiydi. Sevgi’nin kendisini ezilen gelin konumuna itmesine müsaade etmedi. Onu ciddiye almadığını göstermek için gelen geçenle neşeyle sohbet ediyor, gülüşüyor, görümcesine inat içkisini art arda içiyordu.

Vakit epey ilerlemişti. Misafirler yavaş yavaş dağıldı. Çocuklar yatırıldı. Ekrem’in iş arkadaşı Selim, geriye kalan üç beş kişiyi etrafına toplamış komik anılarını anlatıyordu. Yerli yersiz kahkaha atan bu sarhoş insanlar da eğleniyor gibi görünüyorlardı. Selim sohbet arasında Ülfet’e sık sık iltifatlarda bulunuyor, ona olan ilgisini saklamıyordu. Ekrem’se en yakın arkadaşı olan Selim’in bu iltifatlarına eşlik ediyor, arkadaşının karısına olan tavrından herhangi bir rahatsızlık duymuyordu.

Olanları köşesinden sessizce izleyen Sevgi’nin henüz kalkmaya niyeti yoktu. Gözlerini Ülfet’ten çekmiyor, her hareketini takip ediyordu. Bakışlarının dili olsa, belki kendi hayatında ne eksikse Ülfet’in onları doyasıya yaşadığını görmeye tahammül edemediği açıkça görülürdü. Ekrem, ablasındaki durgunluğu fark edip usulca yanına yaklaştı:

“Abla, rahat mısın?”

“Evet, gayet iyiyim. Neden sordun?”

“Ortam seni pek sarmadı galiba.”

“Ne mümkün? Şu kadar içkinin içerisinde otururken… Sana da pes doğrusu.”

“Haklısın abla. Bugün bizi mazur gör. Yorgunsan içerdeki yatağı hazırlayalım sana.”

“Yok, ben de zaten kalkacaktım şimdi. Beni eve bırakırsın.”

“Elbette…”

Sevgi, Ülfet’i son kez süzdü. “Haydi bana müsaade,” diyerek mantosunu aldı ve evden çıktı.

Ekrem misafirlere göz gezdirdi:

“Ben hemen gider gelirim. Siz keyfinize bakın.”

“Ekrem’ciğim, çok geç oldu zaten, biz de çıkalım,” dedi misafirlerden biri.

Selim de ayaklandı. Masanın üzerindeki sigara paketini ve cep telefonunu aldı. Ülfet’in kendisine uzanan eline nazikçe bir buse kondurdu. “Her şey için teşekkür ederiz hanımefendi, sayenizde bu gece çok eğlendik,” dedi.

Ülfet gülümsedi:

“Bizi kırmayıp geldiğiniz için asıl biz teşekkür ederiz beyefendi.”

Hep beraber evden çıktılar. Ülfet bir anda sus pus olan eve göz gezdirdi. Ortalık epey dağınıktı. Beyni bir şarkının ritmiyle zonkluyordu. Yorgun adımlarla yatak odasına gidip kendini yatağa bıraktı.

Entrika

Ertesi sabah Necdet’in evinde aile mahkemesi kuruldu. Necdet kızgın bir boğa gibi burnundan soluyordu. Öfkesine hâkim olamayıp salonda volta atıyor, arada bir durup, “Nerede kaldı bu adam,” diye etrafındakilere çıkışıyordu.

Necdet sekiz kardeşin en büyüğüydü. Babaları vefat edince onun rolünü üstlenmiş, çocuk yaşlarından beri hepsinin üzerinde hâkimiyet kurmuştu. Bu sebepten ona karşı saygıda kusur etmezler, lafının üstüne laf söylemezlerdi. Necdet’e göre kadın değersiz bir varlıktı. Güçsüz, zayıf, istekleri olmayan, bir nevi evin hizmetçisi, kocasının kölesiydi. Çalışacak, yorulmayacak, fazla konuşmayacaktı. “Cavit, ara şunu acele etsin,” diye yeniden kükredi.

Cavit, Ekrem’in bir küçüğüydü. Ağabeyinin lafını ikiletmedi. Telefonu alıp tuşlamaya başladı. Bir taraftan da Necdet’i dinliyor, her söylediğine kafa sallıyordu.

“Ben baştan uyardım bu akılsızı. Gelinin gözünü açmayacaksın, iş çığırından çıkar baş edemezsin dedim. Dinledi mi? Yılanın başı küçükken ezilir.”

“Gelmiş, aşağıdaymış ağabey.”

“Gelsin bakalım. Ülfet’in ailemize yakışır bir gelin olmadığını görmeli artık. Eğer bu kez de karısını haklı bulacak olursa onu kendi ellerimle boğacağım.”

Kapının zili çaldı.

“Geldi,” dedi Sevgi, çehresinde muradına ermiş bir ifade ile. Kapıyı açmaya gitti.

Ekrem şaşkınlık içerisinde ablasına baktı:

“Abla neler oluyor? İş yerini arayıp niye apar topar çağırdınız beni? Kötü bir şey yok değil mi?”

“Aman gözünü seveyim, sakın ola karını korumaya kalkma, onun yerine seni gebertir.”

“Yine ne yapmış karım? Bir bitmedi kavgalarınız. Huzur istiyorum ben artık.”

“Şşşşşşt… Sessiz ol! Geç içeri.”

Sevgi’nin azarını Necdet’in hışım dolu sesi böldü:

“Gel buraya Ekrem.”

Ekrem içeri girip salonda bulunanlara göz gezdirdi. Birinin ne olduğunu açıklamasını bekliyordu sabırsızlıkla.

“Hayırdır ağabey? Toplamışsın yine bütün aileyi?”

“Geç otur. Konuşacaklarımız var.”

“Karımla mı ilgili?”

“Evet, karınla ilgili.”

“O halde mahrem bir konuyu neden cümbür cemaat konuşuyoruz? Ayıp olmuyor mu ağabey?”

“Ulan soytarı, bu işin mahremi mi kalmış? Ayıbı işleyen utanmamış da, utanmak bize mi düşmüş?”

Ekrem bıkkınlıkla kendini koltuğa bıraktı. Yıllardır bitmeyen söylemlerindendir diye düşündü. Eliyle işaret etti:

“Buyur ağabey, dinliyorum. Yine ne yapmış?”

Necdet bir sandalye alıp Ekrem’in yakınına oturdu:

“Oğlum, zamanında gençtin, cahildin. Ben sana baldızımı teklif ettim, çocuğu var diye kabul etmedin. Gittin, bizim sözümüzü çiğneyerek gelenek görenek nedir bilmeyen şehirli bir kadınla evlendin. Neymiş, İstanbulluymuş. Anası intihar etmiş, babası yok, kimi kimsesi yok. Biz soyu sopu belli bir aileyiz. O kadın bizim ailemize yakışmaz dedim. Ne ettiysem sana laf dinletemedim. Bu kadın senin gözünü kör etmiş.”

“Ne istiyorsunuz benden ağabey? Her ailede olur ufak tefek hatalar. Bunlar yüzünden karımı boşayıp çocuklarımı anasız mı bırakayım? Bunu mu istiyorsunuz?”

Necdet kükredi:

“Lan, aldatmak ufak bir hata mı geri zekâlı?”

Odanın içinde dört dönen ses bir hançer olup Ekrem’in kalbine saplandı:

“Ne diyorsun ağabey sen?”

“Vay benim zavallı kardeşim. Karın seni aldatıyor, sense resmen ayakta uyuyorsun.”

Ekrem’in kulakları uğulduyor, kalbi yerinden çıkacak kadar hızla çarpıyordu:

“Bu saçmalık. Benim karım yapmaz öyle şey.”

“Bak, hâlâ karım diyor.”

“Yol bilmez, usul bilmez, cahilin tekidir, doğru. Ama namussuz değildir. Ben karımı iyi tanırım.”

“Bizi nasıl tanırsın peki? Biz iftiracı mıyız? Karısını tanıyormuş.”

“Ağabey, belli ki bir yanlış anlaşılma var. Gel uzatmayalım. İşin eğrisini doğrusunu tartalım, öyle konuşalım.”

Lafın uzamasına dayanamayan ve bu tartışmayı bir an önce bitirmek isteyen Sevgi elinde tuttuğu kâğıdı Ekrem’e uzattı. Sevgi’nin bakışları donuktu. Yüzünde avını kolaylıkla alt etmiş bir yırtıcının soğukkanlılığı vardı:

“Ah benim saf yürekli kardeşim. Madem gerçeklerle yüzleşmek istiyorsun, oku bunu.”

“Ne bu?”

“Dün o çok sevdiğin arkadaşın bu notu karına uzattı. O da okudu. Gülüp çöpe attı. Ben de bu ikisinin arasında ne var diye şüphelendim. Bir fırsatını bulup çöpü kurcaladım. Kurcalamaz olaydım. Senin karın ailemizin yüzkarası.”

Ekrem elleri titreyerek kâğıda uzandı. Ablasının söyledikleri kafasında hece hece yankılanıyordu. Gördüklerini tekrar tekrar okudu. Doğru olmadığını gösteren bir emare aradı. Yoktu. Son bir kez tekrar etti.

“Her zamanki gibi harika görünüyorsun sevgilim. Seni seviyorum.”

* * *

Selim mesaisi bitince toparlanıp çıktı. Çıkarken gözleri sabahtan bu yana görmediği Ekrem’i aradı. Belli ki dönmemişti. Ters bir durum olmasından endişelendi. Fabrikanın arka tarafına park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı. Arayıp sormayı düşünürken arkasından birinin geldiğini sezip başını çevirdi.

“Ekrem, sen miydin? Neredeydin? Göremedim seni, çıktı dediler. Hayırdır, kötü bir haber yok ya?”

Ekrem sorulara cevap vermedi. Selim, arkadaşında bir hal olduğunu anladı. Bakışları ürkütücüydü. Hışımla kendisine doğru yaklaşan adamı şaşkınlıkla izledi. Ekrem’in yüzü kıpkırmızıydı. Yumruklarını sıkıyordu. Bir şeye kızdığı belliydi ama Selim’in aklına bir sebep gelmedi. Ekrem, Selim’le burun buruna gelince durdu. “Bana bu ihaneti nasıl yaptın şerefsiz!” diye haykırdı ve hışımla Selim’in suratına şiddetli bir yumruk indirdi. İhanet sözcüğü yıllarca kol kola gelip geçtikleri sokaklarda dalga dalga yayıldı.

Beklemediği yumruğun etkisiyle yere serilen Selim kendini korumayı bile akıl edemedi. O an sadece Ekrem’in söylediklerini anlamaya ve kızgınlığına bir sebep bulmaya çalışıyordu.

“Karımla arkamdan iş çevirmek ne demekmiş size göstereceğim,” derken ikinci bir yumruk daha salladı Ekrem. “Beni aptal yerine koymak neymiş hepsinin hesabını soracağım.”

Yaşananları gören insanlar etraflarına toplanmaya başladılar. Selim sonunda kendini toparlayıp sordu:

“Sen neden bahsediyorsun?”

Ekrem Selim’i duymuyor, sayıklar gibi konuşmaya devam ediyordu:

“Koynumda yılan beslemişim. Allah sizi…”

Yumruklarla yetinmedi. Tekmelemeye başladı:

“Karım her zamanki gibi harika görünüyor demek ha. Siz ne ara sevgili oldunuz da, birbirinize mektuplarla ilanı aşk etmelere başladınız?”

Selim, Ekrem’in söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Ortada dehşet verici bir yanlış anlaşılmanın olduğu ya da birisi tarafında doldurulduğu açıktı ama yediği yumruk ve tekmelerden nefes alıp kendini açıklayamıyordu. “Dur,” diye inledi sonunda. “Kim sana ne anlattı bilmiyorum ama bu bir iftira. Söylediklerinin hiçbiri doğru değil.”

“Önce seni geberteceğim, sonra da karımı. İkinizi de bugün mezara gömeceğim.”

Nihayet çevredekiler yetişti. Ekrem’i güçlükle durdurdular. Birkaçı da Selim’i yerden kaldırıp Ekrem’den uzaklaştırdı. Çok geçmeden siren sesleri duyuldu. Polis ve ambulans olay yerine geldi. İkisini de ifade için emniyete götürdü.

* * *

Ülfet her şeyden habersiz, evde çocuklarıyla ilgileniyordu:

“Aralık duruluk, gitsin pislik, gelsin temizlik.”

Kovada kalan son suyu tasa doldurup Zeynep’in kafasından döktü:

“İşte bitti. Havluya da saralım.”

“Anne kokla beni şimdi.”

“Oh, mis kokuyorsun, mis. Hadi, bir an önce giyin. Üşüme.”

Üç kardeş de yıkanmış, kıyafetlerini giymişti.

“Anne bizimle oyun oynar mısın?”

“Olmaz, çok işim var Kasım’cığım. Dün her yeri batırdık. Evi temizlemem gerekiyor.”

“Lütfen, lütfen.”

“Tamam. Temizlik bitsin, oynayalım. Siz, ben temizliğimi bitirene kadar kapının önünde top oynayabilirsiniz.”

“Yaşasın!” diye bağırdı üç kardeş.

“Sıkı giyinin. Şapkalarınızı takın. Yeni yıkandınız, hasta olmayın sakın.”

Çocuklar hızla hazırlanıp çıktılar. Ülfet pencereden onları kontrol edip ortalığı toplamaya başladı. Bir yandan türkü mırıldanıyor, diğer yandan masanın üzerinde biriken bardakları mutfağa taşıyordu.

Kendini temizliğe öyle kaptırmıştı ki, bulaşıkları makineye yerleştirirken çalan telefonun sesiyle irkildi. Elindeki son tabağı makineye yerleştirip ellerini yıkadı. Telefonu kulağına dayadı.

“Alo…”

“Ülfet, ben Selim.”

“Selim Bey, sesiniz telaşlı geliyor. Yoksa Ekrem’e bir şey mi oldu?”

“Ülfet, şimdi beni iyi dinle. Biri bize fena bir oyun oynamış. Ekrem senin kendisini aldattığını düşünüyor. Hem de benimle.”

“Ne? Siz ne dediğinizin farkında mısınız?”

“Evet. Kocan beni az evvel hastanelik etti.”

“Bu dediklerinize inanamıyorum.”

“Beni dinle Ülfet. Kocanın öfkeden gözü dönmüş. Ne dediysem dinlemedi. Seni asla yaşatmaz. Aklın varsa çocuklarını al ve kaç!”

“Nasıl olur? Nereye kaçayım?”

Hangi soruyu soracağını bilemedi Ülfet. Kafası allak bullak oldu.

Selim son sözünü söyledi:

“Kaç Ülfet, kaç ve canını kurtar!”

Telefon kapandı. Ülfet’in kafasında cevapsız bir dünya soru vardı. Evin içinde ne yapacağını bilmez şekilde dolanıyor, bir yandan da sayıklıyordu:

“Olabilir mi böyle bir şey? Doğru mu söyledikleri? Uf, saçmalık. Bir adamın lafına inanıp, hiç arkama bakmadan kaçacak mıyım yani? Ekrem eve gelince, ortada bir şey olmadığı halde beni bulamazsa ne olacak? Durduk yere elin adamının lafına bakıp düzenimi mi bozacağım?

Sonra nasıl bakarım Ekrem’in yüzüne? Kötü bir şaka yaptı aklınca. Belki de Ekrem’le bir oldular benimle eğleniyorlar. Eğer öyleyse elimden çekeceğin var Ekrem. Elin adamıyla bir olup beni üzmek ne demekmiş göstereceğim sana. Ama ya doğruysa. Yıllardır tanıyorum bu adamı. Niçin bana yalan söylesin ki?”

Ülfet bocaladı. Ne düşüneceğini, neyin doğru olduğunu bilmiyordu. Emin olmalıydı. Selim’in söylediklerinin doğru olduğunu gösteren bir emare bulmalıydı. Ancak o zaman inanabilirdi duyduklarına. En yakın hastaneyi aradı. Bilgi istedi. Fakat o isimde bir hastanın bulunmadığını söylediler. Bir ferahlık geldi içine ama yine de rahatlamadı. Başka hastaneleri de aramaya karar verdi. Numarayı çevirirken kalbi korkudan güm güm atıyordu. Kendine sormadan edemedi:

“Şu an boşa mı vakit kaybediyorum?”

* * *

“Saklambaç oynayalım mı abla?”

“Olur. Hadi ben sayıyorum o halde. Ama uzağa gitmeyin.”

Zeynep saymaya başladı:

“Bir, iki, üç…”

“Zeynep…”

Annesinin sesini duyan Zeynep gözlerini açtı ve saymayı kesti. Annesi duvarın kenarından saklanarak bakıyordu. Elinde küçük bir valiz vardı. “Gel,” dedi eliyle işaret ederek.

 

“Anneciğim saklambaç oynuyorduk, kardeşlerimi bulmam lazım.”

“Buradalar. Sen de gel. Çabuk ol.”

Zeynep koşarak annesinin yanına gitti. Ülfet eğildi. Üçünü de karşısına alarak fısıldadı. Gözleri korkuyla etrafı süzüyordu:

“Bana bakın çocuklar. Söz verdiğim gibi işlerimi bitirdim ve sizinle oyun oynamaya geldim. Şimdi saklambaç oynayacağız ama kuralları değiştiriyorum. Ayrı ayrı yerlere değil, hep birlikte aynı yere kaçıyoruz ve kimsenin bizi bulamayacağı bir yere saklanıyoruz. Anlaşıldı mı?”

Annelerinin tedirginliğini sezen çocuklar bir şey diyemediler. Ülfet çocukları korkutmamak için zorla da olsa gülümsedi:

“Çok eğlenceli olacak. Ama koşacağız oldu mu?”

“Peki anneciğim.”

“Hazır mısınız?”

“Hazırız.”

Koşmaya başladılar. Olabildiğince hızlıydılar. Hiç arkalarına bakmadılar. Koşan bu üç çocuğa ve kadına bakan kimseye aldırış etmediler. Nereye varacaklarını bilmeden, ulaşacakları o yere doğru adeta uçtular. Ülfet, çocuklarının yorulduklarını hissetmelerine izin vermedi. “Devam!” diye bağırdı. Kasım dayanamayıp dizlerinin üzerine düştü. Ağlamasına aldırmayıp onu kucağına aldı. Diğer eliyle İsmail’in elini sımsıkı tuttu. “Koş Zeynep,” diye bağırdı yeniden.

Sokaktan geçenler hayretler içinde üç çocuğa ve anneye bakıyordu. Kimi şaşırıyor, kimi “Her şey yolunda mı?” diye sesleniyordu.

Bir hayli koştuktan sonra bir binanın önünde durdular. Nefes nefese kalmışlardı. Ülfet etrafını kontrol ettikten sonra binanın girişine yaklaştı ve isimlere göz gezdirdi. Daha sonra zillerden birine bastı. Üzerinde “Kadın Sığınma Evi” yazıyordu. Kapı açıldı. Ülfet hemen çocuklarını alıp içeri geçirdi.

“Girin çocuklar. Bundan sonra saklanacağımız yer burası.”

Sessizce koridordan ilerlediler. Zeynep olan biteni anlamaya çalışıyordu. Artık bunun bir oyun olmadığının farkındaydı. Nihayet annesi bir kapının önünde durdu ve tıkladı. Kapıyı güler yüzlü bir kadın açtı ve onları odaya buyur etti.

İçerde Zeynep’in daha önce hiç görmediği oyuncaklar vardı. Üç kardeş heyecanla oyuncakların başına vardılar. Ülfet, kadınla tokalaştı.

“Adım Tanja. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Yaşadığı korku ve yorgunluğun üstüne kadının sesindeki sıcaklık ve emniyet hissi Ülfet’i duygulandırmıştı. Gözlerinde biriken yaşlara mani olamadı. Yüzünü ellerinin arasına aldı:

“Kusura bakmayın, ben…”

“Oturun lütfen.”

Tanja, üç çocuğuyla perişan halde olan Ülfet’e üzüldü. Telefona uzandı. Çocuklar için bisküvi ve içecek bir şeyler istedi. Sonra Ülfet’in hemen karşısına oturup bir mendil uzattı:

“Ne olduğunu bana anlatmak ister misin?”

“Kocam…” diye mırıldandı önce Ülfet. Söyleyeceği hiçbir şeye dili varmıyordu ama anlatmalıydı. Ağlayarak içini döktü. Zeynep oynamaya ara verip annesinin yanına geldi, elini tuttu:

“Anneciğim, sen ağlıyor musun?”

“Geçti yavrum. Sen oynamana bak.”

Zeynep denileni yaptı ama bir şeylerin yolunda gitmediği anlamıştı.

Uzun bir dertleşme sonrasında Tanja sözü aldı:

“Ülfet Hanım. Bu kadar korkmanız çok doğal. Kaçtığınız için kendinizi suçlamayın. Yerinizde kim olsa aynısını yapardı, inanın. Burada sizin için yerimiz var. Bizimle kalabilirsiniz.”

“Çok, çok teşekkür ederim Tanja Hanım. İçime su serptiniz.”

“Yalnız bir nokta daha var.”

“Nedir?”

“Sığınma evlerimize yalnızca on beş kişiyi alabiliyoruz ve bir zaman sonra eskileri yeni gelenlerle değiştirmek zorunda kalıyoruz. Zor durumda kalan başka kadınlara da aynı hakkı tanıyabilmek adına bunu yapmak zorundayız.”

“Anlıyorum.”

“Ama üzülmeyin. Bu zaman zarfında mahkemeyi hızlandırabiliyoruz ve eşinizle sizin aranızdaki ilişkiyi belli bir noktaya ulaştırıyoruz. Yani ya terapi sunarak eşler arası uzlaşmayı sağlıyor ya da ortada ciddi bir şiddet söz konusu ise davanın sonuçlanmasını hızlandırıyoruz.” Tanja üzülerek çocuklara baktı. Teselli etmek için Ülfet’in elini tuttu:

“Kendinizi her şeye hazırlayın Ülfet Hanım. Güçlü olmalısınız. Şayet mahkeme boşanma ile sonuçlanırsa, devlet çocukları korumak adına sahiplenebilir.”

“O ne demek? Ben onların annesiyim.”

“Elbette. Bakın, eşiniz öfkesine hâkim olamayan bir baba olarak çocukları almaya hak kazanamayacaktır. Siz de, her ne kadar onların annesi de olsanız, çocuklara gelecek vaat edecek mal varlığına ve ruh sağlığına sahip olmayan bir konumunda olacaksınız.”

“Bu da devlete benim zayıf noktamdan istifade edip çocuklarımı sahiplenme hakkı mı tanıyor?”

Yumuşak bir sesle devam etti Tanja:

“Bu konuda çok fazla seçeneğimiz yok Ülfet Hanım. Ben sizinle baştan her şeyi konuşayım istedim. Dilerseniz size her türlü yardımcı olabiliriz. Lakin yolları kapatırsanız size faydamız dokunmaz. Şu halde evinize dönüp korkunuzla birebir baş etmek zorunda kalabilirsiniz.”

Ülfet gözlerinden boşalan yaşlara engel olamadı:

“Ben böyle bir şeyi nasıl kabul ederim?”

* * *

Ülfet, çocuklarıyla kadın sığınma evine yerleşti ama huzursuzdu. İçinden bir ses ona burada olmaması gerektiğini, yuvasına dönüp her şeye rağmen kocasıyla olan anlaşmazlığını çözmesi gerektiğini söylüyordu. Ekrem’in ailesine rağmen çocukları için savaş vermeliydi. Bu işi çözmenin yolu kaçmak değildi. Başka bir yolu olmalıydı. Severek evlendiği bu adamı, sırf birilerinin düzenbazlığı yüzünden terk edemezdi. Evet, kocası biraz saftı. Her denilene inanıyordu. Özellikle ağabeyine aşırı bağlıydı. Bu da çoğu zaman onu adaletli davranma hususunda yanılgılara düşürüyordu. Ona uyduğu zaman bambaşka bir insana dönüşüyor, sorunlarını şiddet ile halletmeye çalışıyordu ama eskiden böyle değildi Ekrem. Onu günden güne doldura doldura bu hale getirmişlerdi. İçinde Ekrem’e karşı bir yumuşama hissetti. Onu, evliliğini, düştükleri bu durumu hafifletmeye yarayacak düşünceleri durduramıyordu. Geçirdikleri onca yılı anımsadı, güldükleri, ağladıkları, birlikte yokluğu da varlığı da tattıkları ama ne olursa olsun günün sonunda birbirlerine sımsıkı sarıldıkları zamanları.

“Koskoca hayat yoldaşım,” diye iç geçirdi. Zeynep’in bacağına dokunmasıyla irkildi. Öncesinde kendine seslendiğini duymamıştı.

“Neden kalktın yavrum?”

“Kardeşlerim uyudular ama ben uyuyamadım. Sen de mi uyuyamadın anne?”

“Maalesef kızım.”

“Babam nerede? Biz niye hâlâ buradayız? Evimize neden gitmiyoruz?”

Ülfet, karşılaşmaktan koktuğu sorularla en sonunda yüz yüze gelmişti. Eninde sonunda olacaktı bu ama içinin bunca karışık olduğu bir gecede gelmesi durumunu daha da zorlaştırmıştı. “Bir müddet daha burada kalmamız gerekiyor,” diye geçiştirmeyi denedi.

“Burayı sevmedim ben. Şimdi gidelim evimize.”

“Sabırlı ol kızım. Henüz zamanı değil.”

“Babam neden burada değil o zaman?”

“Zeynep’çiğim, biliyorum, her şeyi merak ediyorsun ama şu an çok yorgunum. Bunları daha sonra konuşsak olur mu?”

“Olur.”

“Hadi, şimdi yatmanı istiyorum.”

Zeynep mutsuz görünüyordu. Arkasını dönüp yatağına girdi. Ülfet ona kıyamadı. Sorularına içini ferahlatacak bir cevap verememişti ama gönlünü alabilirdi:

“Birlikte uyuyalım mı?”

Zeynep’in gözleri parladı. Ülfet cep telefonunu masanın üzerine bıraktı. Perdeyi çekti. Yüzünde bir gülümsemeyle kızının yanına sokuldu. Zeynep, başını annesinin göğsüne yasladı. Ona sımsıkı sarıldı. Tıpkı kundakta bir bebek gibi, annesinin kalp atışlarını dinliyordu. Bunu en son ne zaman yaptığını hatırlayamadı. Gözlerini huzur içinde kapattı.

Ülfet, gözlerini tavana dikti. Bir yandan kızının ipeksi saçlarını okşuyor, diğer yandan içini kemiren şeyleri düşünüyordu. O günü kurtarmıştı ama ertesi günler için bir planı yoktu. Neye endişelenmesi gerektiğini, kendisini nasıl bir savaşın beklediğini bilmiyordu. Soru, soruyu doğuruyor, cevabını bilmediği bir kuyuya itiyordu onu. Yorgunluk hissiyle beyni uyuştu. Göz kapakları iyice ağırlaştı. Israrla gözlerini açıp sorularına cevap bulmaya çalıştı fakat içine düştüğü kuyudan bir gecede çıkması imkânsızdı. Kendini derin bir uykuya bıraktı.

Zeynep de Ülfet de telefonun titreşiminin masayı inlettiğini duymadı. Odaya yayılan vınlama, uykuda buldukları huzuru delip geçmek isteyen bir kâbus gibiydi. İzin vermediler. Çalmaya devam etti. Hem de ısrarla.