Usta ile Margarita

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

BEN: Tanrı korusun! (Dehşete düştüğümü belirten bir işaretle) Veçernyaya Moskva gazetesindenim. O güzel, eşsiz Veçernyaya Moskva gazetesinden.

O: Aferin. Lena! Masaya votka koy da bu züppe, kafayı çeksin. Nasıl olsa gazetesinde, hakkımda tek satır olsun yazmasına olanak yok.

Başucundaki ilaçların sayısı gitgide artıyordu. Sık sık doktor geliyordu eve. Birkaçının birden geldiği de oluyor, koridorda ya da mutfakta fısıldaştıkları duyuluyordu. Ne diyeceklerini bilemeden Bulgakov’u bırakıp gidiyorlardı. Ama kendisi teşhisi koymuştu, ondan bir şey gizlenemezdi. Yüzünün çizgileri inceldi. Gençleşti. Gözlerinin rengi daha mavi, daha saf oldu. Hafif karışık saçlarıyla bir delikanlıya dönmüştü. Dünyaya şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Dostları Boris Erdman, Dmitriyev ve Williams sık sık onu görmeye geliyorlardı. Masayı yatağının yanına getiriyor, birlikte yiyip içiyorlardı; Bulgakov, elinde bir bardak su, bizimle kadeh tokuşturuyordu. Eskisi gibi içmemizde diretiyor, bizi mutlu etmek için de sarhoş olmuş gibi davranıyordu. Ama kısa süre sonra bu toplantılar da sona erdi; Bulgakov’a ağır gelmeye başlamıştı çünkü. Ancak beni çağırdığında kendisini görmeye gidiyordum.

Bir gün gözlerini yüzüme dikti. Öylesine başı ağrıyordu ki, gözlerini kısmak zorunda kalıyordu.

“Hayatta başarılı olmazsan öldükten sonra değerin anlaşılır, unutma,” dedi. “Yanılmıyorsam Nietzsche bu sözleri Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde söylemiş. Ne saçma bir yargı! Bazen, ölüm hayatın devamıymış gibi gelir bana. Nasıl bir şey olduğunu düşünemeyiz, ama yine de ölürüz… Dinsel anlamda bir öteki dünyanın sözünü etmiyorum, Tanrı korusun. Yine de, hayatımız başarılı geçmişse öldükten sonra ne olacağımızı merak ediyorum. Bu Nietzsche aptalın biri.” İçini çekti. “Bunlardan konuştuğuma göre gerçekten çok kötü durumda olmalıyım. Ben…”

Oysa yanılıyordu. Hayatta başarılı olmuştu o. En güç anlarda bile bunu düşündüm. Ama kendisine söylediğimde çok kızardı, en gücüne giden şeydi bu… Evet, başarılıydı hayatı.

Her şeye göğüs gerip yazmıştı, hem de özgürlüğüne gölge düşürmeden. Yazar, sanatçı ve yurttaş sesi, bir gün bile değişmemişti.

Ama bunu sürdürebilmek ona pahalıya mal olmuştu.

Şubat ayı boyunca onun evinde kaldım. Küçük Seriyoşa orada oturmuyordu artık, ben onun odasına yerleşmiştim. Pek büyük bir yardımım dokunmuyordu belki ama evde bulunmam Lena’nın biraz uyuyabilmesini sağlıyordu. Ben de o ara hastanın yanında bekleyip bir şey istediğinde konuşuyordum. Lena’ya yararlı olduğum inancındaydım. Hiç değişmemişti, hep aynıydı Lena.

Saçları taralı, sakin, gülümseyerek girerdi Bulgakov’un yanına. Arada bir aynaya bakmayı da unutmaz, bütün evi çekip çevirirdi. Ne şaşkınlık ne umutsuzluk gösterir, hiç yakınmazdı. Sabahları mutfakta kahvemizi içerdik. Çevremizde her şey güzel, rahat, yerli yerindeydi. Yalnız son günlerde Lena, mutfak masasına oturup ses çıkarmadan ağlar olmuştu. Ben onu rahatsız etmez, bir şey söylemezdim.

Seriyoşa’nın sedirine uzanmıştım, kitaplık gözümün önündeydi; alt raflarda “Tarih Habercisi” ciltleri vardı. Leskov’un, ruhunu kirletmemesi için her yazarın kurtulmak zorunda olduğu “sahte kendini beğenmişlik”ten söz eden yazısını bu dergide okumuştu, çok severdi. Eve büyük bir sessizlik çökmüştü.

Bulgakov yalnızdı, biz de onu rahatsız etmiyorduk.

Hayat, çevresinde kayıp gidiyor, ona dokunmuyordu. Kafasında tek düşünce vardı: Ne gece uyuyabiliyordu ne gündüz. Sözcükler, dokunulabilecek kadar yakında ortaya çıkıveriyorlardı; yapılacak tek şey, hemen kalkıp bir kâğıda onları not etmekti; ama kalkmak olanaksızdı. Her şey eriyor, unutuluyor, kayboluyordu. Sözcükler, romanındaki güzel büyücüler gibi Moskova üstünden geçiyordu. Gerçek hayat kehanete dönüşüyor, düşünce günlük yaşantıdan kopuyor, Bulgakov hayal gücüyle düşünceyi fırlatıp atıyor, zafere ulaşan kötülükle boğuşuyordu.

Usta ile Margarita romanı budur. Son gününe kadar bu romanı düşündü, bazı sayfalarının kendisine okunmasını istedi. Daktilo makinesinin başına oturan Lena, okurdu:

En yakın çarmıhtan saçma bir şarkının boğuk sesleri geliyordu. Orada çarmıha gerilen adam –Hestas– üçüncü saatin sonuna doğru güneş ve sinekler yüzünden aklını kaçırmıştı; şimdi de tatlı tatlı, üzümle ilgili bir şarkı mırıldanıyor, yine de arada bir, bez sarılı kafasını sallıyor, sinekler de tembel tembel yüzünden havalanıp bir an sonra yeniden konuyorlardı.

İkinci çarmıhtaki Dismas öteki ikisinden daha çok acı çekiyordu, çünkü karanlıklar zihnini kaplamamıştı. Hiç durmadan, düzenli olarak kafasını bir sağa bir sola sallıyor, başını kulağını omzuna değdirecek kadar yana yatırıyordu.

En şanslıları Yeşu’ydu. İlk saat içinde birkaç kez bayılmış, bir daha da kendine gelememişti. Başı göğsüne düşmüş, kafasındaki bez çözülmüştü. Her yanı sineklerle, atsinekleriyle kaplıydı; öyle ki yüzü kapkara ve kıvıl kıvıl bir maskenin altında görünmez olmuştu.

Lena susup baktı. Düşüncelere gömülmüş olan Bulgakov hareketsizdi. Sonra başını çevirip sordu:

“Dört-beş sayfa öncesini oku bana. Nasıldı? Güneş batacak…”

İşte. "Güneş batacak, ölüm yok ortada…"

“Bir satır sonrası…”

“Tanrım, neden bütün gazabın onun üstünde? Ona ölümü yolla.”

“Tamam,” dedi. “Biraz uyuyacağım Lena. Saat kaç?”

Sessiz, acılı günlerdi bunlar. Sözcükler, içinde ağır ağır ölüyorlardı.

Artık alışılmış dozda uyku ilacı da etkili olmuyordu. Uzun reçeteler yazılıyor, ama eczacılar ilaçları vermiyorlardı. “Bu dozda ilaç, ilaçlıktan çıkar, zehir olur,” diyorlardı. Eczaneye gidip durumu anlatmak zorunda kaldım. Uzun süredir dışarı çıkmamıştım, mart ayının nemli havası başımı döndürdü. Ortalık kararmıştı bile. Tahta perdelerle çevrelenmiş bir boş arsayı fenerler aydınlatıyordu. Eskiden burada bir kilise vardı, şimdi de Sovyetler Sarayı'nın yapımı başlamak üzereydi; günümüzde aynı yerde büyük bir yüzme havuzu bulunuyor (özellikle çok soğuk günlerde üzerinden hep buhar yükselir). Şantiye fenerlerinin aydınlığı dışında her şey karanlığa gömülüydü.

Hayat, ara sıra tuhaf yakınlaşmalara yol açıyor. O akşam –bugün gibi hatırlıyorum– metronun yakınında, tanıdığım bir yazara rastladım. Yorgun argın evine dönüyordu, nemli mart havası onu üşütmüştü. Tıraş olmamıştı, benzi sapsarıydı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, yakasını kaldırmıştı. Elinde koca bir evrak çantası vardı.

“Sizi gören cennetlik,” diye fısıldadı. “Nerelerdesiniz? Biliyor musunuz, şu sıralar dışarı çıkmak, biraz insan görmek gerek. Birtakım değişmeler var, gazetelerden öğrenemezsiniz bunları… Yarın Yazarlar Birliği’ne gelin. N.N.nin durumu görüşülecek. Amma iş ha!”

Kuşkulu görünüyordu; tanığı olduğum acı ölümün yanında, bu yazarın uğraştıklarının akıl almaz gereksizliği beni etkiledi.

Eczaneye girip sorumlu eczacıyı istedim; kılı kırk yaran müşterisi Bulgakov’u hatırlıyordu adam. Bana ilaçları verirken üzüntüyle başını salladı.

Buzlar eriyordu. Kar, pis sarı bir renk almıştı. Çepeçevre bulvarda tramvayların çan sesi duyuluyordu. Her şey birden bambaşka gözüktü bana.

Ölümünden on gün önce Fadayev, onu görmeye gitti. Bulgakovlara daha önce hiç uğramamıştı. Belki Yazarlar Birliği’nin bir üyesi olduğu için, ona yakınlık göstermek, yardımda bulunmak istiyordu. O güne dek, ancak başkalarından duymuştu Bulgakov’u. Amacım hiç de Fadayev’i yargılamak değil: Görevini yapıyordu o. Bütün akşamını bizimle geçirdi, allak bullak oldu.

Fadayev’in yazarlardan ve Birlik’ten söz edişini dinledi Bulgakov; Fadayev ise bir dosta anlatır gibi, güvenle konuşuyordu. İyi tanıdığı birinin adı geçince Fadayev’in sözünü kesen Bulgakov:

“Bakın,” dedi. “Alçağın biridir o!” Sonra yalvarırcasına ellerini kavuşturup devam etti: “Ama belki sizin dostlarınızdandır.” Parmağını salladı arkasından, “O zaman da sizi uyarmam gerek. Ona, aşağı yukarı her gün rastlıyorsunuz, ben ise kendisini hayatımda görmedim; ama çok iyi tanıyorum. Siz tanımıyorsunuz. Böyledir bu iş. Yüksek memurların başına sık sık gelir…”

Fadayev’e takılıyor, Edebiyat Bakanı olmasıyla alay ediyordu. Bulgakov edebiyatla ilgilenen üst düzey bir memurun portresini çizerken Fadayev, o kısa ince gülüşüyle basıyordu kahkahayı.

Sonra birden gülmesini kesip, “Ama bu söyledikleriniz korkunç şeyler,” diyordu. “Korkunç, çünkü gerçek. Bir yazarın her şeyi bağışlanabilir, kendi kendisine ihaneti hariç. O zaman ne yapmalı?” Bakışlarıyla Bulgakov’u sorguladı.

“Her şey karılarına bağlıdır Aleksandr Aleksandroviç. Kadınlardan çekinilmesi gereken tek bir durum var, aptal olmaları. Yazar, aptal bir kadına düşmüşse hapı yuttu demektir.”

“Bütün bunlar masal,” dedi Fadayev. “Başka?”

Ama Bulgakov başka şey söylemedi. Gözlerini kapadı. Yorgundu, yorgunluğunu gizleyemiyordu. Fadayev çıkmaya hazırlandı.

Kapının önünde bana sordu:

“Doktorlar, durumunun gerçekten umutsuz olduğunu mu söylüyorlar?”

“Evet.”

“İnanılacak gibi değil. Hayat dolu.”

“Ama böyle işte. Kendi de biliyor durumunu.”

“İnanmak o kadar güç ki.” Fadayev bir an düşündükten sonra birden, “Büyük bir anlaşmazlık oldu, anlıyor musunuz,” dedi. “Artık yapacak şey de yok.”

“Ne gibi bir anlaşmazlık?”

“Benim için anlaşmazlık, Bulgakov’u tanımamış olmamda. Onu tanımamaya hakkım yoktu… Hayır, hasta olduğuna inanamam. Gerek doktorların, gerekse kendisinin yanıldığına eminim. Kurtulacak ve sonra her şey başka türlü olacak.”

“Evet, eğer hayatı doktorlara, yazarlığı da sizin kendisini biraz daha iyi tanımanıza bağlı olsaydı başka türlü olurdu.”

“Öyle mi dersiniz?” Dalgın dalgın vedalaştı, çıktı gitti.

Daha sonra iki kere telefon etti. Bulgakov’un Yazarlar Birliği’nden para isteyip istemediğini, başka bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.

“Artık ihtiyacı olduğunu sanmıyorum,” dedim.

“Artık ihtiyacı yok mu?” diye fısıldadı. Ahizede bir an daha soluğunu duydum, sonra telefonu kapadı.

Bulgakov’un borç alması gereksizdi. Artık ona hiçbir şeyin yararı yoktu. Bütün gövdesi zehirlenmişti. Her hareketinde kaslarına dayanılmaz ağrılar saplanıyordu. Kendini tutacak halde olmadığından haykırıyordu. Haykırışları bugün bile kulağımda yankılanır. Yatağının içinde onu çevirirdik; çok canı acırdı ama kendini tutar, üstelik tatlı bir sesle bize, “Çok iyi çeviriyorsunuz,” derdi. “Çok iyi…” Yatağının yanında bizden başka kimseyi istemiyordu.

 

Kör oldu.

Üzerine eğildiğimde parmaklarıyla yüzüme dokunuyor, kim olduğumu anlıyordu. Lena odaya girer girmez ayak seslerinden onu da tanırdı. Kalçasına doladığı bir bezin dışında çırılçıplak yatıyordu. Gövdesi kupkuruydu. Müthiş zayıflamıştı.

Dmitriyev ile Boris Erdman, son geceleri benimle birlikte küçük Seriyoşa’nın odasında geçirdiler. Sabah erkenden Lena’nın büyük oğlu geliyordu. Bulgakov, onun yüzüne dokunup gülümsüyordu. Hem siyah saçlı, kendini pek açığa vurmayan, büyük adam gibi duygularını gizlemeyi bilen bu çocuğu, hem de Lena’yı sevdiğinden okşuyordu onu. Lena’ya duyduğu büyük sevgiyi gösterebilmesi için son fırsattı belki bu.

10 Mart günü, öğleden sonra dörtte öldü. Neden bilmem, sanki bana hep sabaha karşı ölmüş gibi gelir.

Ertesi sabah –belki aynı gündü ama kafam karmakarışıktı, yine de ertesi sabahtı sanıyorum– telefon çaldı, Stalin’in Özel Kalem Müdürlüğü’nden arıyorlardı.

“Bulgakov Yoldaş’ın öldüğü doğru mu?”

“Evet, doğru.”

Telefon kapandı.

Gece Nikolay Erdman, Viçni Voloçok’tan geldi. Moskova’da yaşaması, başkente gelmesi yasaklanmıştı. İki saat bir şey söylemeden oturdu, sonra çıkıp gitti.

Apartman fermol kokuyordu. Merkulov, ölüm döşeğindeki Bulgakov’un maskını yapıyordu. Lena bu maskın bir kopyasını da bana verdi. Ama Moskova’dan ayrıldığımda onu bir depoya attılar, sonra da kayboldu.

Evine pek çok insan geldi. Aralarında yazarlar çok azdı. Ölüyü, yakılacağı yere götürürken Sanat Tiyatrosu’nun önünden geçtik. Tiyatronun bütün oyuncularıyla memurları kapının önünde bekliyorlardı. Sonra Bolşoy’un önünden geçtik, orada sütunların yanına büyük bir kalabalık yığılmıştı.

Ne kadar çok kişinin kendisini uğurlamaya geldiğini göremedi.

SERGEY YERMOLİNSKİ

1

. (Rus.) Rus Çarlığı’nda ve Ukrayna’da kırsal bölgelerdeki özyönetim organı. (Y.N.)

2

. Rus mizah yazarları İlya Arnoldoviç Faynzilberg (1897-1937) ve Yevgeni Petroviç Katayev’in (1903-1942) ortaklaşa yazdıkları eserlerde kullandıkları isim. (Y.N.)

3

. (Açılımı, Novaya Ekonomiçskaya Politik.) Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde uygulanan ekonomi politikası. (Y.N.)

4

.

Kibarlık Budalası

, olacak. (Y.N.)

5

. (Rus.) Bir Rus iskambil oyunu. (Y.N.)

BİRİNCİ BÖLÜM

“Söyle kimsin sen?”

“Sonsuza dek kötülüğü isteyen,ama sonsuza dek iyilik yapan bu gücün bir parçasıyım.”

GOETHE, Faust

1

Yabancılarla sakın konuşmayın

Sıcak bir ilkbahar günü biterken, Patriarşiye Göleti gezisinde iki yurttaş göründü. İlki kırk yaşlarındaydı; açık gri bir yazlık elbise giymişti, kısa boylu, şişman denecek kadar tombul, seyrek siyah saçlı, sinekkaydı tıraşlıydı. Yüzü, inanılmaz boyutlarda koskocaman bağa çerçeveli bir gözlükle örtülüydü. Oldukça iyi cinsten şapkasını, sokaklarda satılan börekler gibi avcunda buruşturmuştu. Ensesine ittiği kareli kasketinin altından karmakarışık kızıl saçları fışkıran iriyarı arkadaşı, bir kovboy gömleği, beyaz buruşuk bir pantolon, siyah keten pabuçlar giymişti.

İlki, kalınca bir edebiyat dergisinin genel yayın müdürü, Moskova’nın en büyük edebiyat kuruluşlarından biri olan, kısa adıyla MASSOLİT’in6 başkanı Mihail Aleksandroviç Berlioz’dan başkası değildi. Genç adama gelince; o da daha çok Biezdomni7 adıyla tanınan şair İvan Nikolayeviç Ponirev’di.

Yeni yeşermiş ıhlamurların gölgesine ulaşmalarıyla, üstünde “Bira ve Meşrubat” yazan renkli barakaya koşmaları bir oldu.

Bu tüyler ürpertici mayıs akşamındaki ilk tuhaflığı burada belirtmek gerek: Ne barakanın çevresinde, ne de iki yanı ağaçlarla kaplı Malaya Bronnaya Sokağı’na paralel geçitte birileri vardı. Güneşte kaynayan Moskova sokaklarında soluk alınmaz olduğu, Sadovaya çevreyolunun ötesinde bir yerlerde güneşin fırın gibi bir sise gömüldüğü bu saatte ne ıhlamurların altında gezinen vardı, ne de gelip banklara oturan. Ağaçlarla kaplı geçit ıssızdı.

Berlioz, barakayı işleten kadına, “Bana Narzan madensuyu verin,” dedi.

Kadın, nedense alınmış gibi, şaşkın bir sesle, “Narzan suyu yok,” dedi.

Biezdomni’nin sesi ıslığa dönüşüp çatallaştı:

“Biranız var mı?.. Biranız?..”

“Getirecekler,” diye karşılık verdi kadın. “Bu akşam getirecekler.”

“İçecek ne var peki?”

“Kayısılı madensuyu ama soğuk değil.”

“Olsun, verin, verin, verin!”

Kayısılı madensuyu bardaklara dolarken sarı sarı köpürdü. Ortalık berber dükkânı gibi koktu. Kayısı suyunu içen iki edebiyatçı hıçkırmaya koyuldular. Parayı ödeyip sırtlarını Bronnaya Sokağı’na dönerek bir banka çöktüler.

Yalnızca Berlioz’u ilgilendiren ikinci tuhaf olay o anda meydana geldi. Hıçkırığı birden kesildi. Yüreği, göğsünde büyük gürültüyle gümledi, sonra birden yok oluverdi, sanki bilinmeyen bir yere uçtu. Ardından da hemen döndü yerine. Yüreğine kör bir iğne saplanmış gibi geldi Berlioz’a. Ayrıca öylesine büyük ve tarifsiz bir dehşete kapıldı ki, o an tabanları yağlayıp ardına bile bakmadan kaçmak geçti içinden.

Kendisini ürküten korkunç şeyin ne olduğunu anlayamadan, büyük bir üzüntüyle, bakışlarını çevresinde gezdirdi. Sarardı, mendiliyle alnını kuruladı. Düşünmeye başladı: “Neyim var yahu? İlk kez böyle bir şey başıma geliyor. Anlaşılan yüreğim bana oyun oynamaya başladı… Aşırı yorgunluk… Belki de işi gücü bırakıp bir süre Kislovodsk’taki kaplıcalarda dinlensem iyi olur…”

Tam bunları kafasından geçirirken, önündeki boğucu hava bir anda yoğunlaştı; çabucak, saydam ve çok garip görünüşlü bir yurttaşın koyuluğuna dönüştü. Adamın küçücük kafasında bir jokey kasketi vardı, havaya karışan gölgesi, kareli, kötü bir ceketin içine gömülmüştü. Söz konusu yurttaş, upuzun boylu –iki metreye yakın– daracık omuzlu, inanılmayacak kadar da zayıftı. Yüzünde enikonu alaycı bir ifade olduğunu da bilmenizi isterim.

Berlioz’un hayatı, onu böylesi olağanüstü olaylara hazırlamamıştı hiç. Berlioz iyice sarardı, gözleri yuvalarından uğradı, kendi kendine, korku içinde, “Bu olanaksız!” dedi.

Ne yazık ki, gözüyle gördüğüne göre, demek ki olabiliyordu. Upuzun, saydam adam yere basmadan, iki yana sallanıp duruyordu; tam Berlioz’un karşısında.

Berlioz, büyük bir dehşete kapıldı; gözlerini kapadı. Açtığında her şey olup bitmişti. Kareli ceket kaybolmuş, Berlioz’un yüreğine dalıp çıkan kör iğne de uçmuştu.

“Hay aksi şeytan!” diye haykırdı Genel Yayın Müdürü. “Düşün İvan, güneş çarpmasından az kaldı ölecektim. Bir hayal gördüm ki, öfff!” Gülmeye çalıştı; gözlerinden dehşet parıltıları silinmemişti, elleri titriyordu. Yavaş yavaş kendine geldi. Mendiliyle yelpazelendi, ardından titremeyen bir sesle, kayısı suyu yüzünden yarım bıraktığı söylevine devam etti: “Güzel. Ha…”

Daha sonra anlaşılacağı gibi, bu söylev Hz. İsa’yla ilgiliydi. Kısacası, Genel Yayın Müdürü, Şair’e, derginin gelecek sayısı için, dine karşı büyük bir şiir ısmarlamıştı. İvan Nikolayeviç de bu şiiri inanılmayacak kadar kısa sürede yazmıştı, ama Genel Yayın Müdürü, sonuçtan pek hoşnut kalmamıştı. Biezdomni, şiirin kahramanını –Hz. İsa– en karanlık renklere bulamıştı. Genel Yayın Müdürü’nün düşüncesine göre, bütün şiirin yeniden yazılması gerekiyordu. Bu nedenlerle Berlioz, Şair’in yararına, temel yanlışına parmak basmasını sağlamak için İsa hakkında bir çeşit söylev çekmeye girişmişti.

Bu durumda, İvan Nikolayeviç’in yaratıcı güçten yoksunluğunun mu, yoksa konu hakkında hiçbir bilgisinin olmayışının mı kurbanı olduğunu belirtmek zor. Neyse! Çizdiği İsa… Çok canlıydı. Bol bol en kötü çizgilerle çizilmiş de olsa, hiç kuşkusuz yaşamıştı!

Berlioz da Şair’e işin önemli yanını, İsa’nın nasıl olduğunu değil –iyi ya da kötü– canlı olarak İsa’nın var olmadığını, onunla ilgili öykülerin baştan sona uydurma, hem de en bayağısından birer masal olduğunu göstermek istiyordu.

Genel Yayın Müdürü’nün, eşine az rastlanır bilgelikte biri olduğu unutulmamalı. Nitekim, büyük bir ustalıkla, İskenderiyeli ünlü Philon ya da parlak Flavius gibi eski tarihçilerin, İsa’nın varlığına kıyısından köşesinden bile değinmediklerini belirtti. Mihail Aleksandroviç, bilgisinin derinliğini ve sağlamlığını göstererek, Tacitus'un Annales’inin XV. kitabının 44. bölümünde yer alan, İsa’nın çektiği işkencenin anlatıldığı ünlü parçanın sahte olduğunu, kitaba sonradan eklendiğini de açıkladı.

Şair için bütün bunlar çok yeniydi. Yeşil gözlerinin bütün canlılığıyla Mihail Aleksandroviç’e bakıyor, onu dikkatle dinliyordu. Sadece arada sırada tutan hıçkırığını bastıramıyor, alçak sesle kayısı suyuna sövüyordu.

“Bir tek Doğu dini yoktur ki,” diyor Berlioz, “dünyaya bir tanrı getiren el değmedik bir bakiresi olmasın. Hıristiyanlar da, yeni bir şey uydurmadan, tıpatıp aynı biçimde yarattılar İsa’larını. Aslında İsa hiç yaşamadı. Bunun üzerinde durmak, ağırlığı özellikle bu noktaya vermek gerek…”

Berlioz’un tenor sesi, ıssız geçitte çın çın ötüyordu. Mihail Aleksandroviç, kafa göz yarma tehlikesiyle karşılaşmadan, ancak üstün bilgelikteki kişilerin içinde dolaşabilecekleri labirentlere gömüldükçe, Şair, onun attığı her adımda yerin ve göğün oğlu, Mısır tanrısı Osiris, Fenike tanrısı Tammuz, Babil tanrısı Marduk, hatta ve hatta, ötekiler kadar tanınmamasına karşın yüzyıllar önce Meksika’daki Aztekler tarafından pek sevilen, korkunç tanrı Huitzli-Poçli üzerine tuhaf ve çok yararlı şeyler öğrendi. Berlioz’un, Azteklerin nasıl hamurdan Huitzli-Poçli heykelcikleri yaptıklarını anlattığı sırada geçitte biri göründü.

Sonradan –doğrusu istenirse iş işten geçmişti bile– yayımladıkları bildirilerde, çeşitli kuruluşlar bu adamı tanımlamaya çalıştılar. Bildiriler karşılaştırıldığında şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan birinde yeni gelenin kısa boylu, altın dişli, sağ ayağı aksayan biri olduğu söyleniyordu. Öbürü dev yapılı, dişleri platin, sol bacağı topal, diyordu. Bir üçüncüsü ise, kısaca adamın hiçbir özelliği olmadığını belirtiyordu. Bu bildirilerden hiçbirinin bir değer taşımadığını kabul etmek zorundayız.

Yeni gelen, her şeyden önce topallamıyordu. Boyuna gelince; ne bir dev ne bir cüceydi, uzunca boylu olduğu söylenebilirdi. Dişleri kaplamaydı, ama sol taraftakiler platin, sağ taraftakiler altındı. Gri, iyi kumaştan bir elbise, elbisesinin renginde yabancı malı ayakkabılar giymişti. Çapkınca kulağının üstüne yıkılmış gri bir bere, koltuğunun altına sıkıştırdığı, fino köpeği kafası oyulmuş kamış baston giyimini tamamlıyordu. Kırkını çoktan bulmuş olmalıydı. Ağzı hafif yamuktu. Sinekkaydı tıraşlıydı. Esmerdi, sağ gözü kara, sol gözü, nedendir bilinmez, yeşildi. Kaşları da karaydı ama biri öbüründen yukarıdaydı. Kısacası, o bir yabancıydı.

Genel Yayın Müdürü ile Şair’in oturduğu bankın önünden geçerken yabancı onlara yan yan baktı, duraladı ve birden iki dostun birkaç adım ötesindeki ikinci banka çöküverdi.

“Alman olmalı,” diye düşündü Berlioz. Biezdomni de kendi kendine, “İngiliz,” diye düşündü, “üstelik bu havada eldiven takmış; hayret, terletmiyor mu?”

O sırada yabancı, dört köşe gölü çevreleyen yüksek yapılara göz atıyordu. İlk kez orada bulunduğu, görüntüyle ilgilendiği belliydi. Gözleri, Mihail Aleksandroviç için sonsuza dek kaybolacak bir güneşin göz kamaştırıcı ışınlarını yansıtan üst kat camlarında oyalandı bir süre, oradan da akşamın gölgelendirdiği alt kat pencerelerine indi. Nedense alaycı ve hoşgörülü bir gülümseyişle gözlerini kıstı, ellerini bastonunun topuzunda kavuşturdu, çenesini de ellerinin üstüne dayadı.

“Bak İvan,” diyordu Berlioz, “diyelim ki, Tanrı’nın oğlu İsa bölümü çok güzel, çok alaycı. Yalnız –işin püf noktası da burada– İsa’dan önce yığınla tanrının yığınla oğlu oldu; Fenikeli Adonis, Frigyalı Attis, İranlı Mitra gibi. Aslında bunların hiçbiri doğmadı, hiçbiri yaşamadı. İsa da ne doğdu ne yaşadı. Yapman gereken, onun doğumunu ya da Müneccim Krallar’ın gelişini anlatmak yerine bu konuyla ilgili söylentilerin saçmalığını belirtmek olmalı. Oysa insan, senin öykünü okurken İsa’nın gerçekten doğduğuna inanıyor!..”

Tam o anda Biezdomni, kendisini rahatsız eden hıçkırığını birden kesmeyi denedi. Soluğunu tuttu, bunun sonucunda daha çok ve daha acılı bir biçimde hıçkırmaya başladı. Berlioz da söylevini kesti; çünkü yabancı, yerinden kalkmış onlara doğru geliyordu. İki yazar, adama şaşkınlıkla baktılar.

Yabancı, değişik bir şiveyle ama sözcükleri örselemeden, “Özür dilerim beyler,” dedi, “kusuruma bakmayın. Size yabancıyım. Sözünüzü yarıda kesmek durumunda kaldım… Derin konuşmanızın konusu beni öylesine ilgilendirdi ki…”

 

Konuşurken bir yandan da saygıyla beresini çıkardı. İki dostun kalkıp yabancıyı selamlamaktan başka çareleri kalmamıştı.

“Hayır! Hayır! Bu adam Fransız olmalı,” diye düşündü Berlioz.

Biezdomni de, “Bir Polonyalı…” diye geçirdi aklından.

Yabancının söze başlar başlamaz Şair üzerinde kötü bir izlenim bıraktığını belirtmek gerekli. Berlioz’a ise hoş, daha doğrusu hoş değil de, nasıl demeli, ilginç gelmişti anlayacağınız.

Yabancı yine saygıyla, “Oturmama izin verir misiniz?” diye sordu.

İki dost, isteksizce sıkıştılar. Adam büyük bir rahatlıkla aralarına çökerek hemen konuşmalarına katıldı. Yeşil gözünü Berlioz’a dikerek, “Yanılmıyorsam, İsa’nın hiç yaşamadığını belirtmeyi gerekli buluyordunuz?” dedi.

Berlioz, gayet nazik, “Hayır, yanılmadınız,” dedi. “Söylediğim buydu.”

“Ah, ne ilginç!” diye bağırdı yabancı.

Biezdomni kaşlarını çattı, “Hay şeytan, ona ne bundan!” diye düşündü.

Yabancı, sağ gözünü Biezdomni’ye çevirdi:

“Siz de dostunuzla aynı görüşte misiniz?”

Abartılmış deyimleri, dolaylı anlatımı seven Şair, “Bir kere değil, yüz kere evet!” dedi.

“Hayret!” diye haykırdı yeniden beklenmedik adam.

Ardından, nedense, bir hırsız gibi çevresine bakınıp kalın sesini alçaltarak, “Başınızı ağrıtıyorsam bağışlayın. Yanlış anlamadıysam, her şey bir yana siz, Tanrı’ya inanmıyorsunuz?”

Onlara korku dolu bir bakış fırlatarak heyecanla ekledi:

“Kimseye söylemeyeceğime yemin ederim!”

Turistin kaygısı karşısında Berlioz hafifçe gülümseyerek, “Gerçekten de Tanrı’ya inanmıyoruz,” dedi. “Ama bu, üzerinde büyük rahatlıkla konuşabileceğimiz bir konu.”

Yabancı, arkaya yaslandı, meraktan neredeyse cırtlaklaşan bir sesle bağırdı: “Tanrıtanımaz kişilersiniz demek?”

Berlioz, gülümseyerek, “Evet öyle,” dedi. “Tanrıtanımaz kişileriz biz.”

“Yapıştıkça yapışıyor bu ithal malı kene,” diye düşündü Biezdomni öfkeyle.

Şaşkınlık içindeki yabancı, “Ama bu harika bir şey!” diye haykırdı; sonra iki edebiyatçıya bakabilmek için başını hiç durmadan iki yana döndürmeye koyuldu.

Berlioz, diplomatça bir incelikle açıkladı:

“Ülkemizde Tanrı’ya inanmamak kimseyi şaşırtmaz. Uzun süredir, bilinçli olarak halkımızın büyük çoğunluğu, bu türden masallara inanmayı bıraktı.”

Yabancının kafasından tuhaf bir şey geçmiş olmalı, çünkü yerinden kalktı, şaşkın şaşkın Genel Yayın Müdürü’nün eline yapışıp şu sözleri söyleyerek onunla tokalaştı:

“Size yürekten teşekkür etmeme izin verin!”

Gözlerini kırpıştıran Biezdomni, “Ona niye teşekkür ettiğinizi öğrenebilir miyiz?” dedi.

Tuhaf adam, parmağını çok şey anlatan bir biçimde salladı, “Benim gibi bir yolcu için çok büyük önemi, ilginç bir yanı olan bir haberden ötürü,” karşılığını verdi.

Bu önemli haberin yabancı üzerinde büyük etki uyandırdığı gerçekti, çünkü her pencereden Tanrı’ya inanmayan biri çıkacakmış gibi ürkek ürkek evlere baktı.

“Hayır, bu adam İngiliz olamaz,” diye düşündü Berlioz.

Biezdomni ise, “Her şey bir yana, Rusçayı iyi biliyor,” diye geçirdi aklından. “Dilimizi nereden öğrendi acaba?” Sonra yine somurttu.

Bir süre kuşkuyla düşünen yabancı misafir, “İyi ama,” dedi, “izin verirseniz size sorayım: Tanrı’nın varlığını gösteren kanıtlara ne diyorsunuz? Herkesin bildiği gibi bunların sayısı beştir.”

“Yazık!” diye, merhametle karşılık verdi Berlioz. “Bu kanıtlar beş para etmez. İnsanlık, hepsini tavan arasına kaldıralı çok oldu. Akıl yönünden, Tanrı’nın varlığıyla ilgili hiçbir kanıtın benimsenemeyeceğini kabul edersiniz.”

“Bravo!” diye bağırdı yabancı. “Bravo! Kelimesi kelimesine, o ihtiyar Immanuel delisinin görüşünü tekrarladınız. Beş kanıtı da baştan başa yıktı, bu doğru. Ama, aynı fırsattan yararlanıp sanki kendi kendisiyle alay edercesine, kendi elleriyle bir altıncı kanıt yarattı. Matrak değil mi?”

İncelikle gülümseyen, derin bilgilere sahip Genel Yayın Müdürü, “Kant’ın kanıtı da, öbürlerinden daha inandırıcı değildi,” dedi. “Bu konuda Schiller, Kant’ın görüşlerinin ancak köleleri tatmin edeceğini söylememiş miydi? David Strauss’a gelince; o da bu sözde kanıta gülüp geçmekle yetindi.”

Berlioz hem konuşuyor, hem düşünüyordu: “Kim olabilir acaba? Hem Rusçayı bu kadar iyi nasıl konuşuyor?”

Ortada fol yok yumurta yokken İvan Nikolayeviç birden bağırdı:

“Sizin Kant’ınızı, kanıtlarıyla birlikte, üç yıllığına Solovets Adaları’na8 gönderirdim ben!”

Berlioz utancından kıpkırmızı kesildi.

“İvan!” diye fısıldadı.

Kant’ı Solovets Adaları’na yollama düşüncesi, yabancıyı kızdırmamış, tam tersine onu kendinden geçirmişti.

“Mükemmel, mükemmel!” diye haykırdı. Berlioz’ dan ayırmadığı yeşil gözü parıldadı. “Tam ona gereken şey! Hem, günün birinde kendisiyle yemek yerken dedim ki: Kusuruma bakmayın profesör, ama gördüğünüz gibi görüşleriniz biraz tutarsız. Kuşkusuz bilgece, ama anlaşılır gibi değil. Size gülerler!”

Berlioz’un gözleri fal taşı gibi açıldı. “Kant’la yemek yerken mi? Benimle dalga mı geçiyor!” diye düşündü.

Berlioz’un şaşkınlığını umursamayan başka iklimlerin insanı, Şair’e döndü:

“Ne yazık,” dedi, “Kant’ı Solovets Adaları’na yollamak olanaksız. Nedeni de çok açık; yüz bilmem kaç yıldır Solovets’ten çok daha uzak bir yerde kendisi. Hem ne yaparlarsa yapsınlar, onu oradan çıkaramazlar, bana inanın!”

Ateşli Şair, “Üzüldüm!” dedi.

Gözü parlayan yabancı, “İnanın, ben de çok üzülüyorum!” diyerek onu doğruladı. “Ama, asıl kafamı kurcalayan sorun şu,” diye devam etti ardından: “Tanrı yoksa, insan hayatını ve genellikle dünyadaki varlıkların düzenini yöneten kim?”

Kızgın Şair, telaşlı telaşlı, “Her şeyi yöneten insandır,” dedi.

Soru pek açık değildi ya, neyse.

Yabancı, tatlılıkla, “Beni bağışlayın,” dedi. “Yönetmek için gereken şudur: En azından uzun vadeli, kesin bir planınız olmalı. Size şöyle sorayım: Bin yıl gibi çok gülünç bir süre için plan yapamazken ve kendi yarınını bile garanti edemezken, insanoğlu neyi, nasıl yönetebilir?” Berlioz’a döndü: “Bakın, şöyle düşünelim. Örneğin, siz… Başlıyorsunuz yönetmeye, kendinize ve başkalarına dilediğinizi yaptırıyorsunuz. Kısacası, nasıl denir, bu işin zevkine varıyorsunuz. Ve birden… Hah hah hah ha!.. Ciğerinizde kötü huylu bir tümör…”

Yabancı, bu fikir çok hoşuna gitmiş gibi, açgözlülükle güldü.

“Evet, kötü huylu bir tümör,” diye gözlerini kapayıp kedi gibi mırıldanarak yineledi: “İşte yönetiminizin sonu! Başkalarının sonu artık size vız gelir. Tek ilgilendiğiniz kendi sonunuzdur. Yakınlarınız, dostlarınız yalan söylemeye başlarlar. Felaketi sezer, en ünlü doktorlara koşarsınız, sonra şarlatanlara başvurur, en sonunda da falcılara kadar düşersiniz. Bütün bunların boşuna olduğunu söylemem gereksiz. Siz de bunu anlıyorsunuzdur. Her şey acı bir sonla noktalanır: Kısa bir süre önce dünyayı yönettiğini sanan kişi, kendini tahtadan bir kutunun içinde kaskatı kesilmiş bulur. Çevresi de, başka bir şey yapılamayacağını düşünüp onu yakar, kül eder. Daha da kötüsü: Örneğin –bundan önemsiz ne olabilir– insan Kislovodsk’ta bir süre kalıp dinlenmeyi de kurabilir (yabancı, Berlioz’a göz kırptı); derken anlaşılmaz bir biçimde, birdenbire ayağı kayar ve bir tramvayın altında eziliverir! Başına böyle bir olay gelen kişinin, olayı kendisinin yönettiği söylenebilir mi? Bunu isteyenin bir başkası, çok başka biri olduğunu düşünmek daha akla yatkın değil mi?”

Yabancı tuhaf bir kahkaha attı.

Berlioz, rahatsız eden kötü huylu bir tümör ve tramvay hikâyesini büyük bir dikkatle dinlemişti. Şimdi, kaygı verici bir düşünce kafasını kurcalamaktaydı: “Bu adam yabancı değil… Yabancı değil bu adam,” diyordu kendi kendine. “Her şey bir yana, çok tuhaf biri… Çok tuhaf biri… Ama kim olabilir?”

Yabancı, ansızın Biezdomni’ye, “Sigara içmek istediğinizi görüyorum,” dedi. “Hangi marka sigara içersiniz?”

Gerçekten sigarası kalmayan Şair şaşırdı, somurtarak karşılık verdi:

“Neden sordunuz? Birkaç marka birden mi taşırsınız?”

“Hangi marka sigara içersiniz?” diye yineledi yabancı.

“Naşa Marka,”9 dedi Biezdomni, yüzünü ekşiterek.

Tuhaf adam hemen cebinden bir sigara tabakası çıkarıp Biezdomni’ye tuttu.

Inne książki tego autora