Usta ile Margarita

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Bunun nasıl gerçekleştiğini sık sık kendime sordum. Yalnız aşkın gücü değil, aynı zamanda hayatın gücü, sevince, kendini ifade etmeye duyulan susuzluktu bu şaşırtıcı “mutluluk yaratma” yeteneğini doğuran. Hem de, en güç koşullarda bile.

İnsanın güvenini yitirip tepetaklak yuvarlanmasının kolay olduğu kriz günlerinde, kendini üzüntünün kollarına bırakıp bir kurban olarak görmesinden, her şeyden büyük bir acıyla söz etmesinden daha kötüsü yoktur.

Bütün düşman güçlere meydan okurcasına, mutluluk doluydu evleri. Oysa Bulgakov’un borçları, belirsiz bir geleceği vardı. Evin hanımı gayretliydi, tatlı bir bilinçsizlik içindeydi. Ve hayat yıldırıcı olmaktan çıktı. Bulgakov biraz kendini düşünebildi, yaşayabildi, yaratıcılığının temel taşlarından olan muzip yanını koruyabildi. Mutluluk bazen ufacık şeylerle başlar… İnsan yeniden yazar olmanın güvenine (ve de kişisel bir mutluluğa) kavuşunca hayat devam eder.

Her şeye karşın yaşıyor, çabalıyordu. Yaratıcı güç onu terk etmiyordu.

On yıl boyunca, durmadan, büyük bir roman, sonunda beş yüz daktilo sayfası tutan Usta ile Margarita üzerinde çalıştı. Hayatının son gününe kadar, romanı yeniden okuyup üzerinde değişiklikler yapmaya devam etti. Ama bir tek gün bile yayımlanacağı konusunda umut beslemedi. Aynı zamanda da (ilk adı “Bir Ölünün Notları” olan) “Tiyatroluk Roman” üzerinde çalışıyordu. Tuhaf kişiler ve gözlemlerle dolu, neşeli, alaycı bir kitaptı bu. Bulgakov’un düzyazılarını daha yeni yeni yayımlamaya başladılar. “Tiyatroluk Roman” 1965 yılında, Novi Mir dergisinin sekizinci sayısında çıktı. Bulgakov, bir yandan tiyatro çalışmalarını da sürdürüyordu. 1931’de “Adem ile Havva” adlı bir güldürü yazdı. Onun ardından yine Molière’in bir konusu4 üzerinde çeşitlemeler sayılabilecek “Müsrif Bay Cordan”, 1932’de bitti. 1934 yılında “Mutluluk”, 1935’te ise İvan Vasilyeviç’i kaleme aldı. Kendisi hayattayken oyunlarının sahnelenmesi söz konusu olduğunda, ülkemizde sık görüldüğü gibi, yönetmenler, uçlar arasında gidip gelirlerdi; oyuna hayran olduklarını söyleyip Bulgakov’un peşini bırakmaz, sonra birden kayboluverirlerdi. Yazar, dosyası koltuğunun altında, yapayalnız kalırdı. Bütün oyunlarının başına aynı şey geldi. 1935 yılı sonunda Puşkin’in hayatıyla ilgili “Son Günler”i bitirdi. 1938’de Don Quijote tamamlandı. Bunların sahnelenme şansı var gibiydi. Yanılmıyorsam Puşkin, Vartangov Tiyatrosu’na önerilmişti önce. Oyun bir süre orada bekledi (tıpkı Don Quijote için de yapacağı gibi, Williams, dekor eskizlerine başlamıştı), sonra Sanat Tiyatrosu’na nakledildiği bildirildi. Bu çok iyi bir işaretti ama Sanat Tiyatrosu sahneleme işini ağırdan alıyordu; Puşkin, yazıldıktan sekiz, yazarının ölümünden de üç yıl sonra V. Stanitsin ve V. Toparkos tarafından seyirciye sunulabildi. Don Quijote daha çabuk çıktı ortaya. Leningrad’ın Puşkin Tiyatrosu 1941’de oyunu sahneye koydu (yönetmen Kojiç’ti); Moskova’nın Vartangov Tiyatrosu ise yine 1941’de Nisan ayında sahneledi (İ. Rappoport’un sahne düzeniyle). Yani yazarın ölümünden bir yıl sonra. Bulgakov, iki temsili de göremedi.

Neredeyse elli yaşına basacaktı ama hâlâ sağlam bir zeminde çalışmıyordu. Ayaklarının altındaki her şey sallanmaktaydı. Yeni giriştiği işlerin hepsinin karşısına gittikçe daha fazla engel çıkıyor, eserlerinin yayımlanması olanağı artmıyor, aksine azalıyordu. Ama o bütün bunlara eskiye göre daha rahat katlanıyor, hatta bundan içten içe gurur duyuyordu.

Hemingway, “Yaratıcının yaratmaktan başka kaygısı olmamalı,” der. Bulgakov yaratıcılık tutkusundan yoksun değildi.

Çevresinde gerçek bir sessizlik ağı örülen, “Turbin’in Günleri”nden başka bir tek oyunu bilinmeyen, 1920 yılından beri tek satırı yayımlanmayan bu yazar, yazarlık hayatının gözle görülür biçimde kesintiye uğramasına aldırmıyor; kendi düşüncesiyle, kendinden istediği ve beklediği şeylerle dolu bir dünyada yaratıcı olarak yaşamaya devam ediyordu. Oysa bugün, zamanında neredeyse varlığı unutulmuş olan Bulgakov, tiyatro ve edebiyat dünyasında gitgide artan bir ün ve nüfuza kavuşuyor.

Hayır, bir gün bile pes etmedi.

Dünyası, sonunda kendi dört duvarıyla sınırlandı; eserleri birbiri ardınca çalışma masasının gözlerine atıldı. Ama yazarlık hakkını, yüreğinde gerçekten yaşayan ve kafasından her tür uzlaşmayı uzaklaştıran şeyle yazma hakkını elde etmek için mücadelesini sürdürüyordu. Bu uğurda o çevrelerle ilişkilerini kesmiyor, senaryo, çeviri ve başkalarının yazdığı oyunların düzeltilmesi işlerini, mucizevi şekilde koparabiliyordu. Hesapları ve düşünceleri gerçekleşmezse başka hesaplar yapıyor, başka şeyler düşünüyordu…

“Anlaşılan, becerikli biriymiş Bulgakov!” Bana bu sözleri, yazar N.A. Zabolotski söyledi. Tiflis yakınlarında Saguramo’da komşuyduk. Orada Gürcü yazarlar için küçük bir dinlenme evi vardı. Savaş sonrası, 1946 yılıydı. İkimiz de maddi güçlükler içindeydik, Kafkasya’da istediğimizden çok kalmaya mecbur olduk. Haftada bir gün, hazırlamamız gereken sayfa sayısını tamamladığımızda (neyse ki Gürcü dostlarımız sayesinde işsiz kalmıyorduk) Gürcistan askerî yolu üzerinde, Mtzşet yakınındaki küçük bir otelin lokantasına gidiyor; fıçı kokan, tadı biraz buruk, roze şaraptan içiyor, doğduğum yerdeki ırmaklardan, kayın ağaçlarımızdan, yitirdiğimiz dostlardan üzüntüyle söz ediyorduk. Sonra ay ışığında, cümbüş yapıp içkiyi fazla kaçırmış zanaatkârlar gibi, yeniden dağımıza tırmanıyorduk.

Zabolotski, merakla, “Anlaşılan becerikli, işini bilen biriymiş Bulgakov!” dedi.

“Bana göre öyle.”

Biraz rahatlayarak içini çekti: “Hep böyledir zaten. Doğa her canlı varlığı, özellikle de insanı koruyacak bir yol bulur her zaman; üstelik insanın bazen ona efendilik taslamasına karşın. Kişiliğimiz beş yaşında oluşur, bundan eminim. Sonradan, kişiliğin üstüne zırh gelir. Savunacak bir şey olsun yeter. Hemen uyum yeteneği ve korunma içgüdüsü ortaya çıkar; herkes için aynı olmaz belki ama bizim için kaçınılmaz bir şey bu.”

“Bunu iyi bir şey mi sanıyorsunuz?”

“İyi de söz mü, mükemmel!” diye bağırdı sevinçle. Sanki kendi sorunlarının yarattığı durumu sonunda anlamıştı ve tanımlıyordu.

Bulgakov zaman zaman hızlanarak, atılımlar göstererek çalışırdı, sonra bir çeşit bitkinlik çökerdi üstüne. Tıpkı Kyklop' la ve öldürücü şişiyle boğuşan Molière gibi, rakibiyle baş başa kalırdı. Bir edebiyat şövalyesi olmayı düşlüyordu. Derken zihni yeniden uyarılırdı. Hayır, hiç uzun sürmezdi durulması, bir an gelir, ansızın ileri atılıverirdi.

Ama örnek bir çocuk olmak isterdi. Çocukluk izlenimleri belleğinde hep hazırdı: sabahları yakılan sobalar, keçe çizmelerini sürüyerek yürüyen kâhya, salonda anneyle babanın konukları, ancak bayram günleri yakılan, beyaz ışığı çocukların odasına kadar süzülen asetilen lambaları, tiyatroya gitmek için giyinen anne… Sağlamlık, rahatlık, aynı zamanda da yorgunluk duygusu veren bütün o anlar. Kievli bir profesör olan babasının evinde her şey ciddi ve sadeydi. Burjuva lüksünden de uçlara varan düşüncelerden de nefret eden, tipik bir devrim öncesi Rus aydınının evi… Bulgakov örnek bir çocuk olmayı istemişti.

Yitik çocukluğunun havasını bulmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, onda, her şey ters sonuç veriyordu: babası gibi wint5 oynamak, dost ziyaretlerine gitmek… Bütün bunları çok kısa bir süre, başarıya ve belirli ölçüde bir parasal rahatlığa kavuştuğu yıllarda, hayatının başlarında yapabildi.

“Mahzun bir papazın kafası ve Aristophanes’in kalemi vardı onda…” P. Viazemski’nin Gogol’den söz ederken yazdıkları Bulgakov için de düşünülebilir.

Bulgakov’un özgün bir yazar oluşu, iftiraları destekliyordu. Olağanüstü gözlem yeteneği, gerçekçi düzyazının sınırlarını sık sık aşmaktaydı. Hayali, konusunun çevresinde bir iblis gibi dolanıyor, düşüncesi en beklenmedik biçimlere giriyordu. Her şey onda bir anda dev boyutlara erişiyor, günlük hayatın bütün ayrıntıları doğaüstü olaylara dönüşüveriyordu. Bu yanıyla, çok sevdiği Gogol gibiydi. Gogol geleneği iki yanlıdır, biri Palto adlı öykünün Gogol’ü, öbürü ise Burun adlı öykünün Gogol’ü. V. Kaverin, insanın Bulgakov’da her an, Gogol’ün Burun’unun ortaya çıkıvermesini beklediğini söylüyor…

Bu dünyada olup bitenler bazen ne kadar da saçma oluyor. İnsan şunu, bunu, bir başka olayı kabul edebilir elbette. Hatta en akla gelmeyeni bile… Hem sonra saçmalığın bulunmadığı bir yer var mı? Ne denirse densin bu tür olaylarla karşılaşılabilir. Seyrek de olsa karşılaşılabilir.

Usta ile Margarita’nın, özellikle Şeytan’ın elini kolunu sallayarak Moskova’da dolaştığı bölümlerini okurken insan, Burun’un sonsözünden alınan bu satırları hatırlıyor.

O sıralar Bulgakov gelişip olgunlaşmıştı. Benimsediği tavırdan onu caydırmak artık olanaksızdı. Evinin çevresinde hep fırtına kopuyordu ama içerisi neşe doluydu.

Şen bir evdi orası. Günümüzde olsa yine herkese açık olur, tartışmak ya da dinlemek için sürüyle insan oraya giderdi.

Bulgakov’un evinde, çay içmek için masanın çevresinde toplanıldığında genel konulardan söz edilemezdi. Ev sahibi, oracıkta bir oyun yaratır, hayatın ta kendisi olan bu oyunda, rolleri konuklarıyla paylaşırdı. Bulgakov’un böylesine dar bir dinleyici topluluğuna hitap etmesi ne yazık! “Tiyatroluk Roman” kişileri, böylesine büyük bir ustalıktan, yaratma yeteneğinden doğmuş olmalı.

Hiç kuşkusuz ona zor gelen tek şey, böylesine ateşli bir yaratıcılıkla yazdıklarının çevresinde oluşan sessizlikti. Yazarlık çalışmalarından sansasyon yaratmak için değil, ciddi olarak söz edilmesini isterdi. Ama sevdiği türden eleştirmen yoktu.

Bir keresinde bana gelip büyük bir sevinçle, “Sonunda bir şey çıktı işte,” dedi. “Bakın, burada…”

Pek çok yerini kırmızı ve mavi kalemle çizdiği, bir dergi yazısını gösteriyordu:

Geniş bir okuyucu kitlesi eserlerini okuyordu ama eleştirmenler ona karşı küstahça bir suskunluğu yeğliyorlardı. Ona, zamanla herkesin benimsediği, türlü nitelikler yakıştırılıyordu: Onun hakkında, ruhlarla ilişki kuruyor, gelecek çağları görüyor ya da sadece delinin biri, diyenler vardı. Ama kafası akıl almaz bir duruluktaydı, pratikti. Gelecekte eleştirmenlerin kendisi için söyleyeceklerini önceden kestirebiliyordu… İlk bakışta yöntemi zıtlıklarla dolu gibi görünürdü; görüntüleri, akıl almaz bir gülünçlük ve gerçekçi genelleme arasında gidip gelir, Şeytan’ı Berlin sokaklarında dolaştırırdı…

 

Bulgakov, kendinden geçerek kollarını kaldırdı. “İşte eleştiri diye buna derler. Sanki, daha yayımlamadığım romanı okumuş gibi. Değil mi? Sanatı bir çeşit savaş hünerine çevirmiş, gerçekte çirkin olan her şeyi hicivle öldürüyor.”

Bulgakov’un, metni pek az değiştirerek okuduğu bu yazı (“Edebiyat İncelemeleri dergisi”; yıl 1938, sayı: 5) P. Mirimski’ nin kendisiyle hiç ilgisi olmayan, “Hoffmann’ın Toplumsal Hayalciliği” başlıklı makalesiydi. Bulgakov, Mirimski’nin bu gözlemlerinde kendine değen bir şeyler hissetmiş, böylece bana, pek de gülünç bulmadığım bu şakayı yapmıştı.

Pek gurur duyduğu kendi eserleriyle değil, sipariş üzerine yazdıklarıyla geçiniyordu. Yine de, düşünceleriyle zevklerine ters gelen konuları hiç kabul etmezdi. Karnını doyurmak için edebiyat yapmak onu pek üzmüyor, bu konuda ondan beklenmediği kadar sabırlı davranıyordu. Bu işle uğraşırken de Ressam Favorski’nin iplik makaralarına etiket çizmesindeki gibi, büyük titizlik gösteriyordu. Operalar için sözler yazarken öylesine kendinden geçerdi ki hem bestecinin, hem de şarkıcılarla orkestranın yerini alırdı. Piyano çalar, şarkılar söyler, gelecek operasının uvertürünü çaldığını düşleyerek orkestrayı ustalıkla yönetirdi. Bütün bunlar onu çok eğlendiren şeylerdi.

“Tiyatroluk Roman”ında bir kibrit kutusu içinde kıpırdanıp konuşmaya başlayan gölgelerden söz ederken tiyatroya duyduğu büyük tutkuyu çok iyi tarif etmişti.

Oyunları, daha çalışma masasının üstünde yaşamaya başlardı.

Sinema çalışmaları da oldu. Mosfilm’e Gogol’ün Ölü Canlar’ını, Ukraynfilm’e ise Müfettiş’in uyarlamasını yaptı. Ölü Canlar’ı beyazperdeye uyarlarken eser üzerinde Sanat Tiyatrosu için düşündüklerini gerçekleştirmek istiyordu. Ama bunun olanaksızlığını hemen anladı. İşi sipariş edenin zevkine uymak zorunluydu. Bütün yapabileceği, Gogol’e fazla ihanet etmemeye çalışmaktı artık.

Sinema işinde çalışırken sık sık olduğu gibi, onunla tartışmak için gelen sinemacıları evinde ağırlardı. Hem Kiev, hem de Moskova’daki yönetmen, onunla yakın işbirliği içinde bulunmak istiyorlardı. Bulgakov, gürültülü iş koşullarına bir türlü alışamamıştı: O sessizliği severdi.

Kendini işine bütünüyle verebilmek için perdeleri kapar, mumları yakardı… Kalın defterlere, büyük harflerle, fazla bastırmadan yazardı… İşi bırakacağı âna kadar başkalarının onu rahatsız etmesine, omzunun üstünden bakmasına dayanamazdı. Yazı yazan pek çok kişi gibi, bu biçimde çalışmaya alışmıştı.

Bir düşünce doğmuş, yaratıcı güçle yeni yeni çalışmaya başlamışken içeri girdikleri, onu rahatsız ettikleri oluyordu… Onu kurtaran tek şey, bitip tükenmeyen şakacılığıydı. Üzerine aldığı iş yorucuydu, bütün bunlara karşın Bulgakov, iki yönetmenle yine de çok iyi ilişkiler içindeydi. Daha önce görüldüğü gibi, “prodüksiyon planı” konusundaki “ısrarlar” olmasa iki uyarlama da kolayca bitecekti.

Bu, “karın doyuran edebiyat"tan başka Bulgakov’un bir işi daha vardı. Sanat Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcılığı yapıyor ve bu sıfatla birtakım oyunlar sahneleme fırsatını buluyordu. 1936 yılında, edebî danışman olarak Bolşoy Tiyatrosu’na geçti. Bu değişikliğin nasıl olduğunu bilmiyorum. Sanat Tiyatrosu’ndaki durumunun pek rahat olamayacağını seziyordum. Yazar olarak oldukça hayal kırıklığına uğramıştı. Sanat Tiyatrosu’yla ilişkileri çalkantılıydı. İnsan ve sanatçı olarak pek çok sürtüşme yaşıyordu; ama yine de, bütün bunların dışında Sanat Tiyatrosu onun tiyatrosuydu; Bulgakov’la aralarında kan bağı vardı, diyebiliriz. Hayatının son günlerine kadar bu tiyatrodan çok kişiye minnet besledi. Her şey bir yana, o insanlar da Bulgakov’u kendi yazarları, içlerinden biri saydılar.

Tiyatroyu hiç bırakmadı ama “memur” olmaya bir türlü alışamamıştı. Ona göre yazar, mutlak bir bağımsız olmalıydı. “Memur” yazar, bir yerde dizginleri başkasına kaptırmış demekti.

1932 yılında, daha memurluk yaptığı sıralar Sanat Tiyatrosu’nun isteğiyle Gogol’ün Ölü Canlar’ı üzerinde çalışmaya koyuldu. P.S. Popov’a şunları yazıyordu:

Ölü Canlar!.. Dokuz gün sonra kırk bir yaşında olacağım. Korkunç bir şey. Yazarlık hayatımın sonunda, bana uyarlamalar yaptırıyorlar. Dehşet içinde, kitaplığımın raflarını gözden geçiriyorum: Turgenyev, Leskov, Brogauz-Efron… Yarın acaba hangisinin eserlerini uyarlamamı isteyecekler?

Pek aklı yatmadan işe koyuldu: “Ölü Canlar’ı uyarlamak olanaksızdır. Bu eseri iyi tanıyan bir adamın sözünü dinleyin.” Kendisine kötü bir oyun oynandığını, var olmayan bir oyunda rol verildiğini kabul ediyordu. Ama tiyatroya kısa süre önce girdiği için, hayır diyemezdi.

Önce Bulgakov çok değişik bir uyarlama yapmayı düşündü. Aslında, kendi başına anlamı olan, bağımsız bir oyun ortaya çıkarmak istiyordu. Olay, Roma’da geçecekti. Ama bu buluş tiyatronun hoşuna gitmedi. Tiyatronun görüşü fazlaca akademikti. Belki de tiyatro haklıydı: Ölü Canlar konusunda bu kadar rahat davranılmasını kabul edemezlerdi. Bulgakov sonunda Gogol’ün eserine çok yakın bir oyun yazdı; iyi oynanan, günümüzde de zaman zaman sahneye konan güzel bir seyirlik.

Bu başarı ve Gogol’e duyduğu büyük sevgi bile, Bulgakov’un yaptığı işten hoşnut kalmasını sağlayamazdı. Yine de, biraz gururlanarak, “Zanaatkâr gibi davranmak güç şey,” derdi. “İnsanın basit ve içten duygularını, hatta bazen bütün duygularını susturması gerekiyor…”

Bolşoy Tiyatrosu’nda bir konuk, opera sözlerinin edebî değerini artırma işinde çalışacak profesyonel, bağımsız bir yazardı. Müziği ve operayı sevdiğinden Bolşoy’da kaldığı sürede sıkılmadı. Hiç beklemediği bir sırada, yaldızlı koridorlarında geleneksel ve çağdaş tiyatro sanatını yansıtan bu dev kuruluşta görev aldığına hoşnuttu.

Siyah elbise, papyon kravatla Bolşoy’a gidip devrim öncesinin sahneleme anlayışıyla Aida’yı dinlemekten hoşlanırdı. Genellikle tek başına olur, canı sıkkın müzisyenlerle insanı duygulandırmayan ikinci sınıf oyuncuların rol aldığı bu eski seyirliği severdi. Bir konuşma sırasında sanat konusu açılırsa “tutucu” görünmekten hoşlanır, bununla çok eğlenirdi. “Üzerinde küçük meleklerin uçuştuğu ağır ağır kalkan perdeleri severim,” derdi. “Günümüzde perdesiz oynuyorlar.”

Meyerhold’un ne kulisi, ne perdesi ne de dekoru olan, seyircilerin oyunculara ve üç yandan çevreleyecekleri sahneye karışacağı bir tiyatro yaptırmayı düşünmesi karşısında şaşırmış, ürkmüştü. “Üzücü,” diyordu. “Tiyatronun bütün gizliliği yok olacak… Bense tiyatroya, eskiden taşrada olduğu gibi, perde aralarında çalacak bir orkestra sokmayı düşünüyordum…”

Oysa böyle konuşan adam, şaşılacak kadar geniş görüşlüydü. Yenilik taraftarıydı. Tiyatro için daha fazla çalışma fırsatı bulsaydı, biçim ve tür yönünden birbirinden değişik, sürüyle oyun yazabilirdi. Oyunlarını yeniden okuyun, göreceksiniz. Ya romancılığı…

Usta ile Margarita romanı karşıtlıklar üzerine kurulmuş, birbirine taban tabana zıt iki ayrı yönde yazılmıştır.

Tarihî bölümde, İsa’yı yargılamak üzere Kudüs’e gelen Pontius Pilatus’un serüveni anlatılır. Bütün olaylar; Golgota Tepesi’ne çıkış, İsa’nın çarmıha gerilişi belirgin, gerçekçi bir dille çizilmiştir. İkinci bölümde karşımıza 1920’li yılların Moskovası çıkar; bazı işaretler, aslında, çok daha sonra geçen olaylara da işaret eder. Çok rahatça ve kolayca, tıpkı bir öyküdeki gibi başlayan olaylar akıl almaz bir şeye dönüşür, neredeyse bir düş, mantığın kırıntısından yoksun bir kâbus halini alır. Okur, yazarın her istediğini yapmaya izinli olduğu “mantıkdışı”nın içindedir.

İki ayrı bölümde yürüyen yazar, birinden öbürüne, hem dilini hem hızını kesinlikle değiştirir; iki tarzın karşıtlığıyla oynadığı söylenebilir. Çok uzak ve hayalî olan, elle tutulur ve gerçek gibidir. Oysa alışkın olduğumuz gerçekler, trajik, efsanevi bir güldürüye dönüşüverir…

Bulgakov burada, tekniğini açıkça ortaya koyarak “perdesiz” oynamaktadır.

Bulgakov, alışılmış kalıplardan, sakız gibi gevelenen sözlerden, genellemelerden nefret ederdi. Bir gün bir entrika çeviriyormuşçasına kulağıma eğilip şöyle demişti:

“Sergey, düzyazıyı ortadan kaldırmak gerek.”

“Ne?”

“Bir kır görüntüsünü tarif eden bir şey okudum. Çayırların bal kokusu, Volga kıyısındaki uçsuz bucaksız topraklar, ağaçlarda patlayan o alışılmış tomurcuklar, bozkırlar… Hepsinden gına geldi… Bütün bunlar, uzun süredir edebiyat olmaktan çıktı, yapmacıklaştı…”

Düzyazısının anlaşılır, canlı, gerçekçi bir yanı vardı. Gerçekten çağdaş bir yazardı Bulgakov…

Kitaplığında XIX. yüzyıl Rus edebiyatından iyi örnekler yer alıyordu. Aralarında pek az yabancı yazar, buna karşılık çoğu unutulmuş, ama çağının edebî zevki ile törelerini yansıtan bir sürü ikinci sınıf Rus yazarı vardı.

Gogol’ü, Saltikov-Şçedrin’i, Suhovo-Kobilin’i iyi bilir, severdi. Çehov konusunda kayıtsızdı, ünlü yazar onu etkilemiyordu. Dramatik yönden esin kaynağının Çehov olduğu doğru değildir; bu konuda kimileri fazla düşünmeden birtakım yaklaştırmalar yapmışlardır… Bunun nedeni de Sanat Tiyatrosu ve “Turbin’in Günleri”nin havasıdır.

Ben, Rus tiyatro sanatında Bulgakov’un çok ayrı bir yeri olacağı inancındaydım.

Kuru kış günlerinde, özellikle güneş çıktığında Mihail Afanasyeviç bana gelirdi. Mansurov Geçidi’nde, onunkine yakın, ahşap bir evde otururdum. Bizim evden çıkınca, Ostojinka Sokağı’nı (şimdi Metrostyevskaya) geçince doğrudan Moskova Irmağı’na inilirdi. Bulgakov’un kayakları bende durur, gezintilerimiz de hep bizim evden başlardı. O, Amerikan boz ayısı postundan gri yeşil ağır paltosunu çıkarmaz, başlığını kulaklarına kadar indirir, altına da ünlü örgü başlığını giyerdi. Evin avlusunda kayakları ayağımıza takar, yola çıkardık. Metro hattını yapmaya başladıklarından Ostojinka Sokağı hendeklerle doluydu. Yer yer, yolun iki yanını birleştiren tahta köprüler yapılmıştı; buzlu ve kaygan tahta köprüleri geçer, karla kaplı ara sokaklardan yolumuza devam eder, kısa sürede nehre varırdık. O çağlarda Moskova Nehri kayakla geçilebiliyordu. Nehrin altındaki sıcak akıntılar yüzeyde sağlam bir buz kabuğunun oluşmasını önleyemezdi; gece yağan karın altında belli belirsiz seçilen izlerden giderek Vorobiyev Tepeleri’ne hemencecik varılırdı. Biz ya oralarda ya da Neskuçni Bahçesi’nde gezinirdik. Bunun için ortalığın kalabalık olmadığı, özellikle çocuklardan başkasının bulunmadığı hafta arası günleri yeğlerdik. Arada, bir sporcu hızla geçer, kırmızı kazağından başka şey görülmezdi.

“Belki de alışmam gerek artık,” derdi Bulgakov. “Ama bir türlü yapamıyorum. Bana yönelik her kuşkucu bakış beni korkutuyor, yazdığım her sözcüğün yarattığı kuşku ve iftira havası da öyle. Ama yine de bu yalnız bana özgü bir felaket değil, diyorum.”

Soluk almakta gittikçe zorlanan edebiyatımızdaki sorunlara getiriyordu sözü, dönüp dolaşıp.

Resmî edebiyat hayatından atılmıştı (1934 yılında yapılan Yazarlar Kongresi’ne konuk olarak bile çağrılmamıştı), oysa hayatını edebiyattan kazanıyordu. Kısa süre önce edebiyata yeni bir hava getiren pek çok yazarın çalışmasının, her türlü yaşam belirtisinin, tek bir iradenin baskısı ve sesiyle boğulduğunu düşünüyordu hep. Kimileri bir daha sesini yükseltmemecesine susmuştu, öbürleri de jübilelerde ya da uygun zamanlarda söylevler vermekle yetiniyorlardı.

Bu konunun onu çok düşündürdüğünü seziyordum. Katayev’in, Olyeşa’nın, İlf ve Petrov’un başarılarını dikkatle izliyordu. Hepsi de onunla yaşıttı, edebiyata birlikte atılmış, Gudok gazetesinde birlikte çalışmışlardı. Umut dolu, neşeli bir işbirliği olmuştu aralarında. Bu işbirliğiyle de dostlarıyla da çok övünür, içlerinden birinin falso yaptığına inandığında öfkeye kapılırdı.

“Çok şanslısınız,” derlerdi ona. “Safsınız, iç çekişmeler sizi rahatsız etmiyor, en önemlisi sağlığınız iyi. Gıpta edilecek bir durum.”

Bulgakov söylenenlere içtenlikle katılır, “Gerçekten sağlığım çok iyi,” derdi. “Bana hiçbir şey olmaz, haklısınız.”

Böyle diyordu ama, doktor olduğu için, ilk belirtiler daha kendini göstermeden hastalığın yaklaştığını anlamıştı. Bizim bir şeyden haberimiz yoktu, oysa Bulgakov hasta olduğunu biliyordu. Ben onu, hastalık hastası sayma eğilimindeydim. Eczanelere bayılırdı. Kropotkinskaya Caddesi'nde, sık sık gittiği bir eczane vardı. Birinci kata çıkar, taşra eczanelerininki gibi gıcırdayarak açılan kapıyı itip içeri girer, eski bir tanıdık gibi karşılanırdı. Bulgakov ağırdan alır, teker teker ilaç seçerdi. İlaç satın almak, gerçekten çok sevdiği bir işti.

Bir köpeğim vardı: bir base cinsi. Bulgakov’la çok dosttular. Köpek, çevresinde uçarcasına dolaşır durur, ona sırnaşırdı. Bulgakov da köpeği okşar, ellerini kulaklarının arkasında gezdirir, sonra da koşup ellerini yıkardı. Aynı sahne tekrarlanır, sonra Bulgakov gidip yeniden yıkardı ellerini.

 

Biraz takılırsam küçümseyerek bana bakar, “Hayatını tehdit eden görünmez düşmanlarını silahsız bırakmak için her insan biraz doktor olmalıdır,” derdi. “Polis şefi olsam pasaportları kaldırır, yerine idrar tahlilini zorunlu kılardım.”

Hastalandığımda bana gelmekten gerçekten büyük keyif alırdı. Elinde çantası içeri girer, ateşime bakar, göğsümü, sırtımı dinler, nabzımı yoklar, dilimi çıkarttırıp, “Aaa!” dedirtirdi. Sonra çantasından kupa çekme malzemelerini (kupa, ispirto, pamuk, vantuz, eter ve bir ispirto ocağı) çıkarırdı. Vantuzları yerleştirmekte usta değildi, canımı yaktığı da olur, “Hadi, hadi,” derdi beni susturmak için, “kusuruma bakma sen. Görüyor musun ama nasıl da güzel yapışıyorlar!”

Çok önemsiz konulardan söz ederken yüzünde esrarlı bir bakış belirdiğinde yeni bir şey yazmaya başladığını anlardım. Hemen söylemezdi bunu, sırası gelmeden sormak da boşunaydı.

Evdeyken giydiği eski bir kayak giysisini üzerine geçirip bazı akşamlar beni görmeye geldiği de olurdu. Kapıyı kapatır, “Ne var ne yok?” diye sorar, durmadan yanda kimse olup olmadığını merak ederek konuşmaya başlardı. Beklenmedik bir anda biri gelirse susar ya da dudaklarında dokuz numaralı gülümsemesi (kibar ve terbiyeli görünmek istediğinde takındığı ifadeye bu adı takmıştım) tek tük söze karışırdı. Benden ayrılırken de hakarete uğramışçasına, “Sağ ol, bu ne güzel sürpriz,” derdi. “Bu herif de kim yahu?”

Bir süre sonra yalnız sokağa çıkmak onu korkutur oldu. Artık tiyatroyla ilgili işlerle de, mali sorunlarla da, her şeyiyle Lena ilgilenmeye başlamıştı. Yazdıklarını ve üzerinde sürekli değişiklik yaptığı Usta ile Margarita’nın sayfalarını daktiloya geçiren de oydu.

Kara gözlük takmaya, evinden mümkün olduğu kadar seyrek çıkmaya başladı. Hastaydı ama kimse bunu henüz sezememişti. Yalnız pek keyifli olmadığı, birtakım sıkıntılar çektiği görülüyordu. Gitgide daha fazla kabuğuna çekiliyordu.

Kabuğuna çekilme, içine kapanma huyu hep vardı ama bu ölçüde değil. Daha önce hiç son yıllardaki gibi olmamıştı. Kendi kendisiyle baş başa kalması yüzünden soluk almakta güçlük çekiyordu. Önceleri dış dünyadan uzaklaşması, hayatının parçası olan bir çeşit oyundu. Kendisiyle ilgili bütün yazıları, eleştirileri özenle bir deftere yapıştırırdı. Koca bir cilt olmuştu bunlar, hem ne cilt. Küfürler, hakaretlerle doluydu içi. Bir tek iyi söz, bir tek yüreklendirici yazı yoktu defterinde. Hepsini de büyük bir özenle biriktirir, başkalarına gösterirdi. Ne günlük, ne de not defteri tutardı. Ama edebiyat tarihçisi P.S. Popov’a mektup yazarken yalnız dostluğu değil, biraz da kendini hesaba katar, mektuplarında edebiyat hayatının önemli olaylarından söz ederdi: “Söz verdiğim gibi, fazladan birkaç olay daha kaydediyorum sevgili Pavel Sergeyeviç, vs. vs.” Ne yazık ki, P.S. Popov’un arşivinden, sandığımdan çok daha az bilgi çıktı.

Bulgakov, yazarlığıyla ilgili her şeyi ciddiye alırdı. Kişiliğinin bu özelliği beni şaşırtmıyordu: Onu alçaltan bir şey değildi ki. Hemen her yazarda görülen çok doğal bir durumdu bu. O gizlemek zahmetine de katlanmıyor, kendisi için söylenenlere de önem veriyordu; daha doğrusu, bu noktada çok alıngandı. Düşmanlarını hayatı boyunca unutmadı. Edebiyat hayatına ilişkin her şey onu çok ilgilendirirdi.

Önceleri, bu konuda ona biraz takılırdım. Ama artık her şey kararmış, başkaları görmese bile, hastalık kapısını çoktan çalmıştı.

1939 sonbaharında, Lena’yla Leningrad’a gittiler. Hava değiştirmek, otelde yaşamak, işsiz güçsüz turistler gibi aylaklık etmek niyetindeydiler.

Bulgakov’a ilk kriz Leningrad’da geldi. Çabucak ilerleyen ve üremiye dönüşme eğilimi gösteren bir hipertansiyonun bütün belirtileri vardı onda. Leningrad’daki doktorlar hemen Moskova’ya dönmesini salık verdiler.

Bulgakov, Moskova’ya dönünce yattı, bir daha da kalkmadı.

Döndüklerinin ilk günü, yoklamak için evlerine uğradım. Beklediğimin tersine, çok sakindi. Önümüzdeki altı ay içinde başına gelecekleri bütün ayrıntılarıyla anlattı, hastalığın nasıl gelişeceğini söyledi. Ona inanmadım. Oysa her şey, tahmin ettiği gibi oldu. Aşağı yukarı her gün onu yokluyordum. Hayatının belirli olaylarını büyük bir açıklıkla yazıp saklamak için, ünlü yazarla konuşmaya gelmiş meraklı gazeteci oyunu oynamamızı önerdim.

“Beni kandırıyorsun,” dedi ama razı oldu.

Oyun onu çok eğlendirdi, soru yanıt biçimindeki konuşmalarımızın bazılarını sonradan not ettim. Bu notları yitirdiğimi daha önce de söylemiştim; ama her nasılsa bir sayfası elimde kalmış. İşte elimdeki sayfada yazılı olanlar:

O: Sorularınızla neden canımı sıktığınızı bir türlü anlayamıyorum sevgili yoldaş.

BEN: Bütün insanlık, yaşamınızın ayrıntılarıyla ilgileniyor.

O: Biliyorum, ama soylu kişiliğim beni, sizden olmadığımı söylemeye zorluyor.

BEN: Özel ilgi görmenizin nedeni belki de budur.

O: Söylediğiniz iğrenç bir şey dostum. Ben de “sizinkiler”denim, şaka ediyordum.

BEN: Özür dilerim, ne dediniz? Anlamadım.

O: Dün, edebiyat dünyasına girişim konusunda birtakım sorular sordunuz bana.

BEN: Doğru. Kulak kesildim, sizi dinliyorum.

O: İşte o sıra, kendi başıma çorap ördüm.

BEN : Nasıl?

O: Ah, gençlik gençlik! İlk eserimi sırtımda modası geçmiş bir elbiseyle, saygıdeğer bir yazıişleri odasına götürdüm. O sıra çok güç sayılan işi başarmış, bir elbise bulmuştum kendime. Bir de gülünç kravat takmıştım. Kendimi yazıişleri müdürünün karşısında bulunca gözlüğümü havaya fırlattım, büyük bir ustalık gösterip gözümle yakaladım sonra. Bir yerlerde kelebekgözlüğüm ve arkaya taranmış briyantinli saçlarımla çekilmiş bir fotoğrafım olmalı. Dış görünüşüm yazıişleri müdürünü etkiledi sanıyorum. Ama bu kadarıyla yetinmedim. Yelek cebimden, büyük bir dikkatle büyükbabamın saatini çıkardım, düğmesine bastım, aile yadigârı cepsaati, ulu Tanrı adına “Sion’da Şarkı Söyleyelim”i andıran bir hava çalmaya başladı. Çok sevdiğim, dış görünüşü beni titreten yazıişleri müdürüne bakarak, “Ne oldu?” diye sordum. “Ne olacak,” dedi, “yazdıklarınızı geri alın ve edebiyattan başka neyle isterseniz uğraşın delikanlı.” Ardından doğrularak görüşmenin sona erdiğini belirtti. Giderken telaşlı sekreterine şu sözleri söylediğini gayet iyi duydum: “Bizimkilerden değil.” Bu söz herhalde bana yöneltilmişti.

BEN: Demek bu olayın, yazıişleriyle sonraki bütün ilişkilerinizde kötü rol oynadığına inanıyorsunuz?

O: Sevgili dostum, bu olaya daha geniş bir anlam yüklemenizi öğütlerim. Kişiliğim söz konusu. Cepsaati ve kelebekgözlük, çekingenliğimle baş etmeme, bağımsızlığımı ortaya koymama yetmeyecek güçsüz silahlardı.

BEN: Biraz daha ileri gidelim. Sizi tiyatroya yönelten ne oldu?

O: Para ve ün tutkusu. Çocukluğumdan beri, seyirci tarafından sahneye çağrılmayı hayal ederdim. Düşümde darmadağınık saçlarla çevrili başım ve sendeleyen uzun siluetimle kendimi sahnenin ortasında görürdüm. Kendinden geçmiş seyircilerin dinmek bilmeyen haykırışlarıyla alkışları arasında bana çok şey borçlu olan yönetmen de boynuma atılırdı.

BEN: Kusura bakmayın, ama “Turbin’in Günleri” yeniden oynarken perde on altı kere kapanıp açıldı ve seyirci, “Yazarı isteriz!” diye bağırıp durdu. Ve siz, burnunuzun ucunu bile gösteremediniz.

O: Fransızların bir atasözü vardır, "Adama pantolonu, götsüz zamanında verirler," der. Kaba kaçtı ama kusura bakmayın. (Birden kuşkulu bir havaya büründü.) Sakın bir Fransız gazetesinin muhabiri olmayasınız?

BEN: Hayır.

O: (Etkileyici bir sesle) Ya da bir yabancı gazetenin?

BEN: Hayır, hayır. Bir Rus gazetesinin muhabiriyim.

O: Riga’daki, beyaz mültecilerin gazetesi olmasın sakın? (Elleri titremeye başlamıştı.)

Inne książki tego autora