Grimm Masalları

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Genç Dev

Evvel zaman içinde bir köylü ile boyu parmak kadar olan, hiç büyümeyen bir oğlu varmış. Bu Parmak Çocuk yıllar boyunca bir kıl kadar bile uzamamış. Bir keresinde babası çifte sürmeye giderken oğlu da: “Baba, ben de seninle geleceğim.” demiş.

Babası da: “Benimle mi geleceksin? Hayır, olmaz; senin dışarıda işin yok, üstelik yollarda kaybolabilirsin!” demiş. Bunun üzerine Parmak Çocuk ağlamaya başlayınca babası dayanamamış, onu cebine koyarak yanında götürmüş. Adam tarlaya gittiğinde oğlunu tekrar cebinden çıkararak onu taze kesilmiş bir karığın üstüne bırakmış.

O sırada uzaktan kocaman bir dev görünmüş. Babası da uslu dursun diye, oğlunu korkutmak amacıyla: “Şu dev canavarı görüyor musun? İşte o, seni almaya geliyor.” demiş.

Ancak dev, büyük adımlarıyla bir çırpıda yanlarına yaklaşmış. Küçük Parmak Adam’ı dikkatlice iki parmağıyla kaldırmış, incelemiş ve tek kelime etmeden onu alıp gitmiş. Babası öylece kalakalmış, tek bir kelime edememiş ancak yaşadığı sürece bir daha oğlunu göremeyeceğini düşünmüş.

Dev; Parmak Çocuk’u eve götürmüş, beslemiş ve her nasılsa devlerin yanında yaşayan Parmak Çocuk, büyüyüp uzamış ve çok güçlenmiş.

İki yıl geçtikten sonra dev, genç oğlanı ormana götürmüş; amacı onun gücünü sınamakmış.

Dev, ona: “Kendine bir dal kopart.” demiş. Oğlan o kadar kuvvetliymiş ki koca, genç bir ağacı olduğu gibi yerinden söküvermiş. Ancak tatmin olmayan dev: “Bundan daha iyisini yapmalısın.” diyerek onu eve geri götürmüş ve iki yıl daha beslemiş.

Dev, oğlanı ormana tekrar getirdiğinde oğlanın gücü daha da artmış bir hâldeymiş; bu sefer yaşlı bir ağacı tamamen yerinden sökmeyi başarmış. Ancak deve bu da yetmemiş ve oğlanı alıp iki yıl daha besledikten sonra yine ormana getirmiş.

Bu sefer: “Şimdi benim için uygun bir dal kopart.” demiş. Oğlan en heybetli meşe ağacını tuttuğu gibi kopartmış ki ağaç ellerinde ikiye yarılmış. Üstelik bu, onun için çocuk oyuncağıymış.

Dev bu sefer: “Şimdi oldu, artık mükemmelsin.” demiş ve onu ilk bulduğu tarlaya geri götürmüş.

Oğlanın babası orada hâlâ saban sürüyormuş. Genç dev, ona doğru giderek: “Babam, genç oğlunun ne kadar da harika bir adam olduğunu görüyor mu?” diye sormuş.

Babası irkilerek: “Hayır, sen benim oğlum değilsin; seni istemiyorum, beni rahatsız etme!” demiş.

Bunun üzerine oğlan: “Ben gerçekten senin oğlunum; bırak işlerini ben yapayım. En az senin kadar iyi saban sürebilirim, hatta daha iyisini yaparım.” demiş.

Adam da: “Hayır, hayır; sen benim oğlum değilsin ve saban da süremezsin, git buradan!” demiş.

Ancak adam, iri gençten korktuğu için sabanı bırakıp geriye çekilmiş ve kenarda durmuş.

Genç adam sabanı tutmuş ve tek eliyle ittirmiş ancak öyle güçlü ittirmiş ki saban, toprağın altına saplanmış. Bunu görmeye dayanamayan çiftçi ona: “Eğer saban sürmeye meraklıysan böyle sert ittiremezsin, sonra kötü olur.” demiş.

Genç dev, atları çözmüş ve sabanı kendisi sürmeye başlamış. Babasına dönüp: “Sen eve git baba ve anneme bolca yemek yapmasını söyle, ben de bu sırada bütün tarlayı süreyim.” demiş.

Çiftçi eve gitmiş ve karısına yemek hazırlamasını söylemiş, oğlan da on dönümlük tarlayı tek başına sabanla sürmüş. Sonra kendisini tapana bağlamış ve iki tapanı tek seferde kullanarak bütün araziyi tapanlamış yani atılan tohumların üzerini örtmüş.

Tarlada işi bitince ormana girmiş. İki tane meşe ağacını yerinden koparıp omuzlarına almış. Bir tapanı ve atlardan birini ağacın bir ucuna, diğerlerini de diğer ucuna yerleştirip sanki iki çıkınlı bir bohçaymış gibi taşıyarak ailesinin evine götürmüş.

Bahçeye girdiğinde annesi onu tanımamış ve kocasına: “Kim bu korkunç adam?” diye sormuş.

Çiftçi de: “O, bizim oğlumuz.” diye cevaplamış.

Kadın: “Hayır! Bu bizim oğlumuz olamaz! Bizim oğlumuz bu kadar uzun değildi, minicik bir şeydi.” demiş. Sonra oğlana dönüp: “Git buradan, seni istemiyoruz!” diye bağırmış.

Genç; sessiz kalmış, atları yere indirmiş, onlara yulaf ve saman vermiş. İşi bitince de salona gidip bir koltuğa oturmuş ve: “Anne, şimdi bir şeyler yemeliyim, yemek ne zaman hazır olur?” diye seslenmiş.

Kadın: “Hazır bile.” diyerek kendisine ve kocasına iki hafta yetecek kadar çok, iki koca tabak dolusu yemeği getirip oğlanın önüne koymuş.

Oğlan, bütün yemeği tek başına yedikten sonra daha yiyebileceği bir şeyler olup olmadığını sormuş. Kadın da: “Hayır, bütün yemeğimiz buydu.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine oğlan: “Ama daha ancak tadına bakabildim, doymadım ki.” demiş.

Kadın, ona karşı gelmeye cesaret edemediğinden ateşe koca bir kazan dolusu yemek koymuş ve hazır olunca da getirmiş.

Oğlan: “Sonunda biraz kırıntı geldi.” diyerek ne var ne yoksa yemiş ama bu yine onun iştahını dindirmeye yetmemiş.

Bunun üzerine babasına dönüp: “Baba, görüyorum ki burada yeterince yemek bulamayacağım eğer bana dizlerimde kıramayacağım kadar sağlam bir demir çubuk getirirsen buradan giderim.” demiş.

Çiftçi sevinmiş; atlarını, arabasını hazırlamış ve demirciden ancak iki atın taşıyabileceği kadar geniş ve kalın bir demir çubuk alıp gelmiş. Genç adam çubuğu bacaklarının üzerine koyup çat diye kırıvermiş. Demir çubuğu sanki bir kızılcık sopasıymış gibi ortadan ikiye ayırmış ve fırlatmış. Babası bu sefer arabaya dört at bağlamış ve ancak dört atın sürükleyebileceği kadar kalın, uzun bir çubuk bulup getirmiş. Ancak oğlan bunu da dizlerinde kırıp fırlatmış ve demiş ki:

“Babacığım, bunların hiçbiri işe yaramadı. Daha fazla at koşmalı ve daha da sert bir çubuk getirmelisin.”

Babası bu sefer arabaya sekiz at koşmuş, sekiz atın ancak taşıyabileceği ağırlık ve kalınlıkta demir bir çubuk bulmuş. Oğlan, demir çubuğu eline alınca tepesinden bir parça kopartmış ve: “Baba, görüyorum ki benim istediğim gibi bir çubuk bulamayacaksın; daha fazla sizinle kalamayacağım.” diyerek oradan ayrılmış.

Oğlan, bir demircinin çırağı olmaya karar vermiş. Kimseye iyilik yapmayan, bencil, açgözlü bir demircinin yaşadığı köye varmış. Genç, demircinin yanına gitmiş ve çırak isteyip istemediğini sormuş. Demirci: “Evet.” demiş. Ardından, oğlana bakıp: “Bu, becerikli ve güçlü bir çocuğa benziyor; benim işime yarayabilir.” diye düşünmüş.

Demirci: “Ne kadar maaş istiyorsun?” diye sormuş.

Genç dev: “Hiç para istemiyorum. Sadece her on beş günde bir diğer hizmetkârlar paralarını alırken ben para almak yerine sana iki sert yumruk atacağım, sen de buna dayanacaksın.” demiş.

Demirci bu teklifi fazla düşünmeden kabul etmiş. Ne de olsa kârdaymış.

Ertesi gün, yeni çırak işe başlamış. Ustası ona parıldayan bir demir getirmiş. Oğlan, demire ilk darbeyi indirdiğinde demir parçalara ayrılmış ve örs, toprağın öyle derinlerine gömülmüş ki geri çıkartılma şansı yokmuş.

Cimri usta sinirlenmiş ve: “Böyle sert vurursan benim işime yaramazsın, bir vuruşta ne yaptın öyle?” diye oğlanı azarlamış.

Genç oğlan bunun üzerine: “Ben sana hafif vurmak nasıl olurmuş göstereyim.” diyerek ayağını kaldırmış ve ustaya öyle bir tekme vurmuş ki adam yığınlarca samanı aşıp düşmüş. Oğlan, demircideki en kalın demir çubuğu da kendisi için alarak yoluna devam etmiş.

Bir süre yürüdükten sonra küçük bir çiftliğe gelmiş ve kâhyaya, başhizmetkâra ihtiyacı olup olmadığını sormuş. Kâhya: “Evet, sen benim işime yarayabilirsin; güçlü ve becerikli bir delikanlıya benziyorsun, yılda ne kadar para istersin?” demiş.

Oğlan yine para istemediğini ancak her yıl ona, katlanması gereken üç yumruk atacağını söylemiş.

Kâhya da cimri bir adam olduğundan bu durumdan memnun olmuş. Ertesi sabah bütün uşaklar ormana gideceklermiş. Başhizmetkâr dışında herkes çoktan uyanmış. İçlerinden biri ona seslenerek: “Kalk artık, uyanma vakti! Biz ormana gidiyoruz, sen de bizimle gelmelisin.” demiş.

Genç dev, oldukça kaba ve somurtkan bir biçimde: “Off, siz gidin; ben zaten sizden önce varmış olurum.” diye cevap vermiş.

Diğer uşaklar, bunun üzerine kâhyaya gidip başhizmetkârın hâlâ yatakta olduğunu ve onlarla ormana gelmediğini söylemişler. Kâhya da onlara, gidip başhizmetkârı tekrar uyandırmalarını ve atları da dizginlemelerini söylemiş. Ancak başhizmetkâr daha önce de dediği gibi: “Siz gidin, ben zaten sizden önce yetişmiş olurum.” demiş ve iki saat daha yatakta kalmış.

Genç dev sonunda nihayet uyanmış. Hemen gidip kilerden yetmiş kilo bezelye almış ve kendisine onlardan bir çorba yapıp tek başına içmiş. Sonra da gidip atları dizginlemiş ve ormana sürmüş.

Ormana giderken yolda, karşısına geçmesi gereken bir hendek çıkmış. Önce atları üzerine sürmüş, sonra da yaklaşınca durmuş; başka hiçbir at geçemesin diye arabanın arkasına ağaç ve çalı çırpı yığarak büyük bir barikat kurmuş. Genç dev ormana girerken diğerleri de yüklü at arabaları ile ormandan çıkıyorlarmış. Onlara dönüp: “Devam edin, ben nasıl olsa eve sizden önce varırım.” demiş.

Ormanın çok derinlerine girmeden bir çırpıda en büyük ağaçları söküp yüklenmiş ve onları arabasına atıp geri dönmüş. Barikata geldiğinde diğerlerinin, geçemedikleri için engelin önünde öylece dikilmekte olduklarını görmüş ve: “Görmüyor musunuz eğer benimle birlikte hareket etmiş olsaydınız hem eve daha çabuk varmış hem de iki saat daha fazla uyumuş olacaktınız.” demiş.

Dev, yola devam etmek istemiş ama atlar geçemeyince atları alıp at arabasının üstüne koymuş; arabayı eline alıp diğer tarafa geçirmiş; üstelik, bunu öyle kolaylıkla yapmış ki görenler arabanın hafif tüy ağırlığında olduğunu sanırmış. İşi bittiğinde diğerlerine dönüp: “Gördünüz mü, sizden çok daha hızlıyım.” dedikten sonra yoluna devam etmiş. Diğerleri de oldukları yerde kalmışlar.

Bahçeye geldiğinde eline bir ağaç almış ve kâhyaya göstererek: “Bu ağaç işini fazlasıyla görür, değil mi?” demiş. Kâhya da eşine dönerek: “Bu çok iyi bir hizmetkâr, çok uyusa bile yine de diğerlerinden önce eve varıyor.” demiş.

Genç dev bu şekilde kâhyaya bir yıl boyunca hizmet etmiş. Yıl sonu geldiğinde diğer uşaklar maaşlarını alırlarken oğlan da kendi emeğinin karşılığını alma sırasının geldiğini söylemiş. Ancak kâhya, yiyeceği yumruklardan korktuğu için ona ısrarla vazgeçmesi için rica etmiş; hatta kendisinin kâhya yardımcısı onun da kâhya olmasını bile teklif etmiş.

 

Genç: “Hayır, kâhya olmayacağım; ben başhizmetkârım ve öyle kalacağım. Ancak anlaştığımız şartları da yerine getireceğim.” demiş.

Kâhya, ona ne isterse vermeye hazırmış ancak ne dediyse işe yaramamış; başhizmetkâr her şeye, “Hayır!” diyormuş.

Kâhya ne yapacağını bilememiş ve bir kaçış yolu bulabilmek için on beş günlük bir süre istemiş. Başhizmetkâr da bu süreye razı gelmiş.

Kâhya bütün çalışanlarını konuyu düşünmeleri ve ona fikir vermeleri için bir araya toplamış. Çalışanlar uzun süre düşünüp taşınmışlar; en sonunda başhizmetkâr olduğu sürece kâhyanın hayatının tehlikede olduğunu, kâhyanın devi değirmene gönderip orayı temizlemesini söylemesini ve o aşağıdayken de değirmen taşlarından birini aşağıya yuvarlayıp kafasına düşürerek onu öldürmesini önermişler. Böylece genç devden kurtulacaklarını düşünüyorlarmış.

Bu öneri kâhyanın hoşuna gitmiş, başhizmetkâr da değirmene inmeyi kolayca kabul etmiş. Dev aşağıda dururken en büyük değirmen taşını yuvarlayıp kafasına atmışlar. Bu şekilde devin kafasını kırdıklarını sanırlarken o, aşağıdan bağırmış: “O tavukları değirmenin önünden çekin, toprağı eşeleyip gözüme tanecikler kaçırıyorlar, sonra göremiyorum.”

Bunu duyan kâhya da: “Kışt, kışştt!” diye bağırarak tavukları kovalıyor gibi yapmış.

Başhizmetkâr işini bitirdiğinde yukarı tırmanmış ve boynuna geçmiş olan değirmen taşını göstererek: “Bakın, ne kadar da güzel bir kravatım oldu.” demiş. Başhizmetkâr yine ödülünü almak istemiş ama kâhya ondan bir on beş gün daha rica etmiş.

Çalışanlar yine bir araya toplanmışlar ve kâhyaya; başhizmetkârı gece vakti, o zamana kadar giden kimsenin geri dönemediği lanetli değirmene, mısır öğütmeye göndermesini söylemişler. Bu öneri kâhyanın hoşuna gitmiş, hemen o akşam başhizmetkârı çağırmış ve lanetli değirmene dört yüz kilo mısır götürüp gece boyunca öğütmesini söylemiş.

Başhizmetkâr tavan arasına gidip yetmiş kilo mısırı sağ cebine, yetmiş kilosunu sol cebine, yüz elli kilosunu cüzdanına, otuz beş kilosunu sırtına ve son otuz beş kilosunu da göğsüne alıp yüklü bir şekilde lanetli değirmene gitmiş.

Değirmenci, değirmenden ayrılmadan önce genç deve; mısırları gündüz öğütmesini, geceye kalmamasını, değirmenin lanetli olduğunu ve şimdiye kadar mısır öğütmeye gece vakti giden herkesin sabaha içeride ölü bulunduğunu söylemiş. Genç dev: “Ben hallederim, sen git yat.” diyerek değirmene girmiş ve mısırları yaymış.

Saat on bir gibi değirmencinin odasına gitmiş ve koltuğa oturmuş. Orada otururken aniden kapı açılmış ve içeriye büyükçe bir masa girmiş; masanın üzerinde de içecekler, etler ve birbirinden güzel yemekler varmış. Ancak her şey kendi kendine geliyormuş, onları taşıyan kimse yokmuş. Ardından sandalyeler kendi kendilerine yukarı çıkmış ama yine ortada kimse yokmuş.

Sonra genç dev; çatal ve bıçakları tutan, tabaklara yemekleri koyan parmaklar görmüş ama yine bunun dışında başka hiçbir şey görememiş. Aç olduğundan kendisi de masaya oturmuş, diğer yemek yiyenlerle beraber o da yemeye başlamış.

Yeterince yedikten sonra, sofradaki diğer tabaklar da neredeyse boşaldığında, masadaki bütün mumlar aniden söndürülmüş ve her yer kapkaranlık olmuş. Derken dev, kulağında tokat gibi bir şey hissetmiş ve: “Eğer bir daha olursa karşılığında ben de vururum!” diye bağırmış. Kulağına ikinci tokadı da yiyince o da karşılık vermiş. Ve bu, böyle bütün gece devam etmiş. Genç dev her tokadın karşılığını vermiş ve hiç ıskalamamış.

Gün ağarınca her şey sona ermiş. Değirmenci uyandığında genç adamın hâlâ hayatta olup olmadığını merak ediyormuş. Delikanlı onu görünce: “Doyasıya karnımı doyurdum, kulağıma birkaç tokat yedim ama karşılığında ben de vurdum.” diye olanları anlatmış.

Değirmenci sevinerek artık değirmenin lanetten kurtulduğunu söylemiş ve karşılığında ödül olarak ona çok para vermek istemiş.

Ama dev: “Ben para istemem, bende çok var.” diyerek çıkınını aldığı gibi eve gitmiş ve kâhyaya kendisine söylenen her şeyi yaptığını, artık anlaştıkları gibi emeklerinin karşılığını alma zamanının geldiğini söylemiş.

Kâhya bunu duyunca ciddi şekilde afallamış ve kendinden geçmiş, odada bir ileri bir geri yürümeye başlamış; korkudan, alnından ter damlaları pıtır pıtır akıyormuş.

Derken biraz hava almak için odanın penceresini açmış ama daha o, ne olduğunu anlamadan başhizmetkâr ona öyle bir tekme atmış ki kâhya pencereden uçup havaya karışmış ve öyle uzağa gitmiş ki bir daha kimsecikler onu görmemiş. Başhizmetkâr, kâhyanın karısına: “Eğer kâhya geri gelmezse diğer yumruğu da sen yemek zorundasın.” demiş.

Kadın: “Hayır, hayır; ben buna dayanamam.” demiş ve haykırarak terden sırılsıklam olduğu için diğer pencereyi açmış. Derken genç dev ona da öyle bir tekme vurmuş ki kadın, kocasından daha hafif olduğu için ondan daha da uzağa uçmuş. Kocası ona, o kocasına: “Yanıma gel, yanıma gel!” diye bağırıp durarak havada uçmuşlar ama bir türlü birbirlerine yaklaşamamışlar.

Hâlâ, hiç kimse, hatta ben bile; onların gökyüzünde bugün de uçup uçmadığını bilmez. Genç deve gelince… O da demir sopasını alıp kendi yoluna devam etmiş.

Tatlı Lapa

Bir zamanlar annesiyle yaşamakta olan fakir ama iyi kalpli bir kız varmış. Artık yiyecek hiçbir şeyleri kalmadığından kız ormana, yiyecek bir şeyler aramaya gitmiş. Ormanda kızın derdinden haberdar olan yaşlı bir kadın; ona, “Pişir küçük tencere, pişir!” denildiği zaman tatlı lapa pişiren ve “Dur küçük tencere, dur!” denildiği zaman da pişirmeyi bırakan bir tencere vermiş.

Kız tencereyi alıp eve, annesine götürmüş. Artık fakirlikten ve açlıktan kurtulmuşlar, diledikleri zaman tatlı lapa yiyebiliyorlarmış.

Bir gün kız dışarıdayken annesi, tencereye: “Pişir küçük tencere, pişir!” demiş. Tencere, kadın doyasıya yiyinceye kadar pişirmiş. Sonra kadın tencereyi durdurmak istediğinde hangi sözü söylemesi gerektiğini hatırlayamamış. Tencere pişirdikçe pişirmiş, dolup taşmış ama hâlâ mutfak ve hatta ev lapayla dolup taşıncaya kadar pişirmeye devam etmiş. Derken yan ev ve sonra da bütün sokağa lapalar taşmış. Gerçekten bir afet gibi yayılıyormuş ancak kimse tencereyi nasıl durduracağını bilemiyormuş.

En sonunda geriye, lapaların ulaşmadığı tek bir ev kaldığında kız eve dönmüş ve: “Dur küçük tencere, dur!” demiş. Bununla birlikte tencere durmuş. Kasabaya geri dönmek isteyenlere gelince onlar da yollarını açmak için lapaları yiye yiye yürümek zorunda kalacaklarmış.

Cinler

I

Bir zamanlar fakir bir ayakkabıcı varmış. Adam öylesine fakir bir hâle gelmiş ki elinde bir çift ayakkabı yapabileceği az bir deriden başka hiçbir şeyi kalmamış. Geceden dikeceği ayakkabının kalıbını çıkartmış, derisini kesmiş ve sabah uyandığında ayakkabıyı tamamlamak üzere sakince yatağına girip kendisini Tanrı’ya emanet etmiş ve uykuya dalmış.

Sabah uyandığında duasını ettikten sonra tekrar işine koyulacakmış ki bir çift ayakkabıyı hazırlanmış ve bitirilmiş olarak tezgâhın üzerinde bulmuş. Çok şaşırmış ve ne düşüneceğini bilememiş. Ayakkabıları daha yakından incelemek için eline almış. Ayakkabılar öylesine ustaca yapılmış ki tıpkı usta bir ayakkabıcının elinden çıkmış gibi, bütün dikişleri yerli yerinde ve düzgünmüş.

Bir süre sonra içeri bir müşteri gelmiş. Ayakkabılar müşterinin ayağına tam oturmuş. Müşteri ayakkabılar için fazla para ödemiş ve böylece ayakkabıcının fazladan bir çift ayakkabı yapmak için deri alabilecek parası olmuş.

Yine akşamdan derileri kesip sabah dinlenmiş bir şekilde çalışarak ayakkabıları tamamlamayı planlıyormuş. Ancak o gün de sabah uyandığında ayakkabıları hazır hâlde bulmuş. Gelen müşteri yine ayakkabıları satın almak için fazla para vermiş. Böylece ayakkabıcının, dört yeni çift ayakkabı yapmak için deri alabilecek parası olmuş. Bu durum bu şekilde sürüp gitmiş. Ayakkabıcının akşamdan kestiği tüm deriler sabaha ayakkabı olarak tezgâhında duruyormuş. Ayakkabıcı böylece geçimini sağlamaya başlamış ve sonunda oldukça varlıklı bir adam hâline gelmiş.

Noel yaklaşırken bir gece ayakkabıcı deri kesmeyi bitirip de yatağa gitmeden önce karısına: “Bütün gece oturup da bize bu ayakkabıları kimin yaptığını görmeye ne dersin?” demiş.

Karısı onaylamış, bir mum yakmış ve ikisi birden duvarda asılı duran paltoların arkasına saklanarak neler olup bittiğini izlemeye koyulmuşlar. Gece yarısı olur olmaz iki düzgün görünüşlü, ufacık, yarı çıplak adam gelip ayakkabıcının tezgâhına oturmuş ve yarım kalan işi bitirmeye başlamışlar. O küçücük parmaklarıyla öyle hızlı bir şekilde derileri dikip, delip, çekiçliyorlarmış ki ayakkabıcı onları zar zor takip edebiliyormuş. Bütün ayakkabılar tamamlanıp da masanın üzerine konuncaya kadar da durmaksızın çalışmışlar, sonra da atlayıp kaçmışlar.

Ertesi sabah ayakkabıcını karısı, kocasına: “Bu küçük adamlar sayesinde zengin olduk. Biz de onlara teşekkür etmeliyiz. Bu kadar koşuşturup durmalarına rağmen üstlerinde giyecek hiçbir şeyleri yok, üşüyor olmalılar. Ben onlar için küçük bluzlar, ceketler, yelekler, pantolonlar dikeceğim; çoraplar öreceğim. Sen de onlara birer çift minik ayakkabı yap.” demiş.

Ayakkabıcı bu öneriyi seve seve kabul etmiş. Akşam işleri bittiğinde kesilmiş deri parçalarının yerine, hazırladıkları hediyeleri masaya dizmişler ve küçük adamların ne tepki vereceğini görmek için saklanmışlar. Gece yarısı olduğunda küçük adamlar işlerini yapmak için gelmişler ancak masada deri parçaları yerine kendileri için hazırlanmış giysiler bulmuşlar. Bir an şaşırsalar da sonradan çok sevinmişler. Ardından, vakit kaybetmeden bir yandan şarkı söyleyerek güzel giysilerini giymeye başlamışlar.

 
Ne kadar da şık ve bakımlıyız,
Artık ayakkabı yapmayacağız!
 

Sandalyelerin ve masaların üzerinde hoplaya zıplaya dans etmişler ve sonunda da yine dans ederek kapıdan çıkıp gitmişler.

O günden sonra onları bir daha hiç kimse görmemiş ama yaşadığı sürece ayakkabıcının işleri hep yolunda gitmiş ve neye elini atsa başarılı olmuş.

II

Bir zamanlar fakir ama tertipli ve çalışkan bir hizmetçi kız varmış. Her gün evi süpürür ve süpürdüklerini kapının önünde bir yığın yaparmış. Bir sabah temizliğe başlamadan önce yerde bir mektup bulmuş ancak okumayı bilmediğinden süpürgesini öylece köşeye bırakıp mektupta ne yazdığını öğrenmek için onu ev sahiplerine götürmüş.

Mektup, kıza cinlerden gelen bir davetiyeymiş. Hizmetçi kızın gelip cinlerin çocuklarından birine sütannelik yapmasını istiyorlarmış. Hizmetçi başta ne yapacağını bilememiş ama sonra cinlere kimsenin hiçbir konuda karşı gelmemesi gerektiğini öğrendiğinde gitmeye ikna olmuş.

Sonra üç küçük cin gelip hizmetçi kızı minik insanların yaşadığı yüksek bir dağın tepesine götürmüşler. Geldiği yerde her şey ufacık ama son derece şık ve kaliteliymiş.

Bebeğin annesi abanoz ağacından yapılmış, incilerle bezenmiş bir yatakta yatıyormuş. Yatak örtüsü bile altın işlemeliymiş. Bebeğin beşiği fil dişinden, küveti de altındanmış. Hizmetçi kız, sütanne olduktan sonra evine geri dönecekmiş ancak cinler ona üç güncük daha kendileriyle kalması için yalvarmışlar; o da razı olmuş ve kalan günlerini neşe, eğlence içinde geçirmiş. Cinler hizmetçi kıza çok düşkünmüş. En son gün gelip de hizmetçi kız gitmeye hazır olduğunda kızın ceplerini altınlarla doldurup onu evine geri götürmüşler.

Kız, eve geri döndüğünde tekrar temizlik yapmak için hâlâ gitmeden önce bıraktığı köşede durmakta olan süpürgesini eline almış ve yerleri süpürmeye başlamış. Sonra yabancı birileri gelip ona kim olduğunu ve orada ne aradığını sormuşlar. Meğer hizmetçi kız cinlerle üç gün yerine tam yedi yıl o dağda yaşamış ve bu süre içinde de ev sahipleri ölüp gitmişler.