Alınan

Tekst
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Bölüm 7

Adam bodrumda, uzun zincirleri büyük tezgahın üzerine yaymaya başladı. Dışarısı karanlıktı ama tüm bu çelik bağlar çıplak ampul ışığının altında pırıl pırıl görünüyorlardı.

Adam uzun zincirlerden birini çekti. Çıkan keskin ses ona böyle zincirlerle bağlanmak, kafese konmak ve esir alınmakla ilgili dehşet verici anıları çağrıştırdı. Ama bu tıpkı kendi kendine Korkularımla yüzleşmek zorundayım demek gibiydi.

Ve bunu yaparak zincirler üzerindeki hakimiyetini kanıtlamalıydı. Geçmişte, zincirler sıklıkla onun üzerinde hakimiyet kurmuşlardı.

Ne yazık ki herkes bundan çok acı çekmişti. Beş yıl boyunca her şeyi geride bırakacağını düşünmüştü. Kilisenin onu gece bekçisi olarak işe alması iyi olmuştu. İşinin verdiği otoriteyi sevmişti. Güçlü ve işe yarar olmak hoşuna gitmişti.

Ama geçen ay onu işten çıkarmışlardı. Koruma becerileri yüksek, daha iyi referanslara ve güçlü bir bedene sahip birine ihtiyaçları olduğunu söylemişlerdi. Onu bahçede çalıştırmaya devam edeceklerine söz vermişlerdi. Bu işten kazandığı parayla hala bu küçük evin kirasını ödeyebilirdi.

Yine de bu işi, bu otoriteyi kaybetmek duygusu onu sarsmış ve kendisini korumasız hissetmişti. Bu dürtüden tekrar kurtulmak, çaresizlikle kıvranmamak, bu çılgının zincirler üzerinde hakimiyeti olduğunu söylemek gerekti. Böylece onu bir daha almazlardı.

Bu arzuyu daha önce kaybetmişti. Tıpkı içindeki karanlığı burada bu bodrumda bırakır gibi… Son kez, bundan kaçabilmek için Reedsport’a kadar gelmişti ama yapamamıştı.

Neden yapamadığını bilmiyordu. İyi kalpli iyi bir adamdı ve iyilik yapmak hoşuna giderdi. Ama er ya da geç kibarlığı onun aleyhine işlerdi. Reedsport’ta o hemşireye yardım etmek için arabasına alışverişlerini taşırken, kadın gülümsemiş ve ‘’Ne iyi bir çocuksun sen!’’ demişti.

Bu gülümsemeyi ve kelimeleri anımsayarak irkildi.

“Ne iyi bir çocuksun sen!”

Annesi de ona, ayaklarındaki zinciri, yiyeceklere ulaşmasını ya da dışarıyı görmesini engelleyecek kadar kısa tuttuğunda böyle gülümser ve bu kelimeleri söylerdi. Küçük hapisanesinin minik kare penceresinden içeriye bakarken rahibeler de gülümseyerek aynı sözleri söylerlerdi.

“Ne iyi bir çocuksun sen!”

Herkesin zalim olmadığını biliyordu. Çoğu insan ona iyi davranıyordu. Özellikle de uzun süredir oturduğu bu kasabada. Hatta onu seviyorlardı. Ama neden herkes ona çocuk gözüyle bakıyordu, özürlü bir çocuk gibi? Yirmi yedi yaşındaydı ve son derece zeki olduğunu biliyordu. Aklında bir sürü parlak fikir vardı ve çözemediği sorun neredeyse yok gibiydi.

Ama aslında insanların ona neden bu gözle baktıklarını biliyordu. Çünkü onlarla zar zor konuşuyordu. Hayatı boyunca durmadan kekelemiş, diğer insanların ne söylediklerini anlamasına karşın zorlukla konuşmaya çalışmıştı.

Ayrıca minyon ve zayıftı. Sanki bazı doğumsal kusurlarla dünyaya gelmiş biri gibi güdük ve çocuksu özelliklere sahipti. Bu biçimsiz kafatasının içine sıkışmış olağanüstü beyinin, dünyada çok büyük güzellikler yapma arzusu engelleniyordu. Ama kimse bunu bilmiyordu. Hiç kimse. Psikiyatri hastanesindeki doktorlar bile bilmiyordu.

Bu ironikti.

İnsanlar onun ironik gibi kelimeleri bildiğini bilmiyorlardı. Ama biliyordu.

Şimdi kendisini elindeki bir düğme ile sinirli bir biçimde oynarken bulmuştu. Bu düğmeyi hemşirenin bluzünden, kadını asarken koparmıştı. Düğme ona, bir haftaya yakın süreyle yatağa zincirlediği hemşireyi hatırlattı. O kadınla konuşmayı, ona karşı zalim olmak istemediğini, ama özellikle bu hemşire üniformasının içindeyken annesine ve rahibelere çok benzediğini açıklamak isterdi.

Üniformasının içindeki görüntüsü kafasını karıştırmıştı. Beş yıl önce, hapishanedeki gardiyanın üniformasıyla aynıydı. Bir biçimde iki kadının görüntüsü annesi, rahibelerinki ve hastane çalışanının görüntüsüyle kafasında birleşmişti. Sadece onları birbirinden ayırmayı söylemek için bir mücadeleyi kaybetmişti.

Bu onun için bir rahatlama olmuştu. Onu böyle bağlı tutmak, ona su vermek ve ağzını tıkarken çıkardığı hırıltıları dinlemek berbat bir sorumluluktu. Yalnızca pipetle su içirmediği zaman ağzını tıkamıyordu. Sonra da kadın tekrar bağırmaya çalışıyordu.

Sokakta çığlıkları duymaması gereken komşular olduğunu ona söyleyebilmeliydi. Belki bunu söyleyebilseydi, o da anlardı. Ama bunu yapamazdı, bu kekemelikle olmazdı. Bunun yerine onu sessizce keskin bir jiletle tehdit etmişti. Uzun süre tehdit de işe yaramamıştı. O zaman onun boğazını ksmek zorunda kalmıştı.

Sonra onu Reedsport’a geri götürüp herkesin görmesi için bu şekilde asmıştı. Bunu neden yaptığınından tam olarak emin değildi. Belki de bir uyarıydı. Böylelikle insanlar anlayabilirdi. Eğer anlarlarsa, bu kadar acımasız olmak zorunda kalmazdı.

Belki bu onun dünyaya, ne kadar da üzgün olduğunu söylemesinin bir yoluydu.

Çünkü üzgündü. Yarın çiçekçiye gidip, kadının ailesi için bir küçük buket ucuz çiçek alacaktı. Çiçekçiyle konuşamazdı ama ufak bir açıklama notu yazabilirdi. Hediye isimsiz olabilirdi. Eğer mezarın yanında gizlenecek bir yer bulabilirse, kadının ölüsünü yakarlarken, diğer bir üzgün akraba gibi başını eğebilirdi.

Başka bir zinciri tezgahın üzerine çekti, son kuvvetiyle zincirin uçlarını sıktı ve çıkan sesi susturdu. Fakat içinde bir yerlerde biliyordu ki, bu onu zincir ustası yapmıyordu. Bunun için zincirleri yeniden kullanması gerekiyordu. Hala elinde olan deli gömleklerinden biri işine yarayabilirdi. Kendisinin bağlandığı gibi başka biri de bağlanmalıydı.

Herhangi birisinin acı çekmesi ve ölmesi gerekiyordu.

Bölüm 8

Riley ve Lucy FBI uçağından iner inmez, üniformalı genç bir polis yoldan onlara doğru heyecanla geldi.

“Hey, sizi gördüğüme sevindim,” dedi. “Şef Alford küplere bindi. Eğer birisi Rosemary’nin cesedini indirmezse, bundan sorumlu tutulacak. Zaten gazeteciler her yerde. Ben Tim Boyden.”

Lucy ile kendilerini tanıtırken Riley’in kalbi sıkıştı. Medyanın çok çabuk bir biçimde olay yerine gelmesi kesinlikle sorundu. Dava zorlu başlamıştı.

“Size taşıyacağınız şeyler için yardım edebilir miyim?” diye sordu memur Boyden.

“Biz hallederiz,” dedi Riley. Lucy ile kendisinin yalnızca küçük birer çantaları vardı.

Memur Boyden yolun karşısını işaret etti.

“Araba orada,” dedi.

Üçü birlikte hızla arabaya doğru yürüdüler. Lucy arka koltuğa otururken Riley ön yolcu koltuğuna oturdu.

“Kasabadan yalnızca birkaç dakika uzaktayız,” dedi Boyden arabayı çalıştırırken.  “Bunun olduğuna inanamıyorum. Zavallı Rosemary. Herkes onu çok severdi. Daima insanlara yardım ederdi. Birkaç hafta önce kaybolduğunda hepimiz çok kötü şeyler düşündük. Ama bu kadarını düşünemedik…”

Sesi giderek azaldı ve yapılan dehşete inanmıyormuş gibi başını salladı.

Lucy arka koltuktan öne doğru eğildi.

“Sizin daha önce böyle bir cinayete şahit olduğunuzu anlıyorum,” dedi.

“Evet, henüz yüksek okulda okurken,” dedi Boyden. “Aslında tam olarak Reedsport’ta değildi. Eubanks yakınlarında, nehirden daha güneydeydi. Tıpkı Rosemary’nin olduğu gibi zincirlenmiş bir beden. Deli gömleği de giyiyordu. Şef haklı mı? Elimizde bir seri katil mi var?”

“Bunu henüz söyleyemeyiz,” dedi Riley.

Aslında şefin haklı olduğunu düşünüyordu. Ama genç memur zaten yeterince üzgün görünüyordu. Onu daha fazla endişelendirmenin gereği yoktu.

“Buna inanamıyorum,” dedi Boyden başını tekrar sallayarak. “Bizimki gibi küçük, güzel bir kasaba. Rosemary gibi iyi bir kadın. Buna inanamıyorum.”

Kasabaya doğru giderlerken Riley küçük ana yol üzerinde, televizyon haber ekiplerinin minibüslerini gördü. Televizyon kanalının logosunun olduğu bir helikopter ise üzerlerinde dönerek uçuyordu.

Boyden, gazetecilerin toplanıp barikat oluşturduğu küçük bir gruba doğru ilerledi. Bir memur arabayı işaret etti. Sadece bir kaç saniye sonra Boyden arabayı demiryolunun yanına çekti. Elektrik direğinden sallanan ceset oradaydı. Birkaç metre uzakta pek çok üniformalı polis duruyordu.

Riley arabadan inerken, kendisine doğru yürüyen Şef Raymond Alford’u tanıdı. Adam çok mutlu görünmüyordu.

“Eminim cesedi burada bu halde asılı tutmamız için geçerli bir sebebinz vardır,” dedi.  “Burada bir kabus yaşadık. Başkan elimden rozetimi almakla tehdit etti.”

Riley ve Lucy onun ardından cesede doğru ilerlediler. Ceset, öğlen ışığında Riley’in bilgisayarında baktığı fotoğraflardan daha da berbat görünüyordu. Çelik zincirler ışığın altında parlıyordu.

“Olay yerini kordonla çevrelediğinizi gördüm,” dedi Riley Alford’a.

“Elimizden geleni yaptık,” dedi Alford. “Bölgeyi nehirdekiler dışında kimsenin göremeyeceği kadar genişlikte barikatla çevirdik. Trenlerin kasabada dolaşmaları için yeni bir rota belirledik. Bu onları yavaşlatıyor ve programlarını bozuyor. Albany haber kanalı bir şeyler olduğunu böyle öğrenmiş olmalı. Emin olun benim adamlarımdan öğrenmiş olamazlar.”

Alford konuşurken, tepelerinde dönen helikopterin gürültüsünden sesi duyulmaz olmuştu. Söylemeye çalıştığı şeyi yarıda kesti. Adam helikoptere bakarken Riley onun dudaklarından küfür ettiğini okuyabiliyordu. Helikopter, hiç yükselmeden daireler çizip duruyordu. Belli ki pilot bu şekilde geri dönmeyi planlamıştı.

Alford cep telefonunu çıkardı. Hattan ses alır almaz bağırmaya başladı, “Size kahrolası helikopterinizi bu alandan uzak tutmanızı söylemiştim. Hemen pilotunuza o şeyi beş yüz metre daha yükseltmesini söyleyin. Çok alçaktan uçuyor.”

Riley, Alford’un ifdesinden karşısındakinin direndiğini anlayabiliyordu.

Sonunda Alford, “Eğer bu kuşu hemen buradan çekmezseniz, gazetecileriniz bu öğlen vereceğim konferansa alınmayacaklar.” dedi.

Yüzü biraz rahatlamış görünüyordu. Yukarı baktı ve bekledi. Birkaç dakika sonra gerçekten de helikopter daha makul bir yüksekliğe çıktı. Motorundan sürekli gelen yüksek ses hala havada yankılanıyordu.

 

“Aman Tanrım, bunu daha fazla çekmeyiz umarım,” diye homurdandı Alford. “Belki cesedi oradan indirdiğimizde burasıyla daha az ilgilenirler. Yine de kısa sürede her şey değişti. Oteller ve pansiyonlar fazladan iş yapıyorlar. Restoranlar da öyle. Gazeteciler karınlarını doyurmak zorundalar. Ama ya uzun vadede? Turistler Reedsport’tan korkarlarsa, işte bu kötü olur.”

“Onları olay yerinden uzaklaştırmayı iyi başardın,” dedi Riley.

“Sanırım bir şey var,” dedi Alford. “Hadi bu işi bitirelim artık.”

Alford, Riley ve Lucy’yi cesedin yanına götürdü. Ceset, derme çatma bir zincirle defalarca sarılmıştı. Zincirin koşumu, kalın bir ip aracılığıyla yüksek kirişe takılı çelik kasnağa bağlıydı. İpin geri kalanı dümdüz yere iniyordu.

Riley şimdi kadının yüzünü görebiliyordu. Kadının yüzündeki arkadaşına olan benzerlik, Marie kendini astıktan sonra ekranda beliren yüzünün verdiği sessiz acı bir kez daha elektrik şoku gibi onu vurmuştu. Şişmiş gözler ve ağzı tıkayan zincirlerle daha rahatsız edici bir manzaraydı.

Riley, ne tepki verdiğini görmek için yeni ortağına baktı. Lucy’nin not tutmakta olduğunu görmek onu şaşırtmıştı.

“Bu senin ilk cinayet olayın mı?” diye sordu Riley.

Lucy hem gözlem yapıp hem not alırken yalnızca başıyla onayladı. Riley, onun cesede karşı inanılmaz iyi yaklaştığını düşündü. Pek çok acemi şu an çalıların arasına kusuyor olabilirdi.

Lucy’nin aksine Alford kusacak gibi görünüyordu. Bunca saatten sonra bile duruma alışamamıştı. Onun iyiliği için buna hiç gerek kalmamasını düşünüyordu Riley.

“Henüz fazla koku yok,” dedi Alford.

“Henüz,” dedi Riley. “Ceset hala otoliz durumunda. Yalnızca iç hücreler ölüyor. Çürüme sürecini hızlandıracak kadar sıcak değil hava. Beden henüz içeriden erimeye başlamamış. İşte o zaman koku gerçekten çok kötü olur.”

Alford bu konuşmalarla birlikte giderek daha da renk atıyordu.

“Peki ya ölüm sertliği?” diye sordu Lucy.

“Şu an tam olarak ölüm sertliği içinde. Bundan eminim,” dedi Riley. “Sonraki on iki saat böyle devam edecek tahminen.”

Lucy hala azcık bile kötü görünmüyordu. Durmadan not alamaya devam ediyordu.

Lucy, “Katilin cesedi buraya nasıl çıkardığını bulabildiniz mi?” diye sordu Alford’a.

“Bunun için çok iyi bir fikrimiz var,” dedi Alford. “Yukarı tırmandı ve makarayı yerine taktı. Sonra cesedi çıkardı. Nasıl bağlandığını görebilirsiniz.”

Alford rayların yanında duran demir ağırlıkları gösterdi. İpleri deliklerden özenle düğümlemişti. Böylece ipler yeterince gergindi. Bunlar spor salonlarında bulunan türden ağırlıklardı.

Lucy eğilip ağırlıklara daha yakından baktı.

“Vücudu dengede tutmak için burada yeterince ağırlık var,” dedi Lucy. “Bunca ağır şeyi buraya taşımış olması çok tuhaf. İpi yalnızca doğrudan direğe bağlamış olduğunu düşünebilirsiniz.”

“Ne dedin sen?” diye sordu Riley.

Lucy bir an düşündü.

“Minyon ve güçsüz bir adam,” dedi Lucy. “Makara tek başına ona yeterince destek veremezdi. Bu ağırlıkların yardımına ihtiyacı vardı.”

“Çok güzel,” dedi Riley. Sonra tren raylarının karşı tarafını işaret etti. Kısa bir bölüm için, tren rayı yakındaki kaldırımın, pisliğin içine gömülmüştü. “Aracını çok yakına çektiğini görebilirsiniz. Çekmek zorundaydı. Cesedi tek başına çok uzağa taşıyamazdı.”

Riley, elektrik direğinin altındaki zemini inceledi ve toprağın üzerinde keskin girintiler buldu.

“Merdiven kullanmış gibi görünüyor,” dedi.

“Evet, merdiveni bulduk,” dedi Alford. “Gelin, size göstereyim.”

Alford, Riley ve Lucy’i rayların karşısındaki fırtınadan harabolmuş, oluklu çelikten yapılmış bir depoya götürdü.  Kapının menteşesinden kırık bir kilit sarkıyordu.

“Bunu nasıl kırdığını görebilirsiniz,” dedi Alford. “Bunu yapmak çok kolay. Bir çift civata kesici bu işi halleder. Bu depo çok fazla kullanılmıyor. Uzun süreli mal depolamak için. Dolayısıyla çok güvenli değil.”

Alford kapıyı açıp tepedeki floresan lambayı yaktı. Burası gerçekten de örümcek ağları ile kaplı birkaç nakliye kasasının dışında tamamen boş bir yerdi. Alford, kapının yanında, duvara dayalı duran uzun merdiveni gösterdi.

“İşte merdiven,” dedi. “Basamağında taze çamur bulduk. Büyük olasılıkla buraya ait bir merdiven ve katil bunu biliyordu. Önce cesedi istediği bir yere koydu ve sonra merdiveni geriye buraya sürükledi. Ardından da arabasıyla uzaklaştı.”

“Belki makarayı da depodan almıştır,” dedi Lucy.

“Bu deponun önü geceleri aydınlatılır,” dedi Alford. “Güçlü olmamasına karşın, çok cesur ve bahse girerim son derece hızlı.”

Tam o sırada dışarıdan keskin ve tiz bir ses geldi.

“Bu da nesi?” diye bağırdı Alford.

Riley bunun silah sesi olduğunu hemen anlamıştı.

Bölüm 9

Alford silahını çekip depodan dışarı çıktı. Riley ve Lucy onu elleri silahlarında izlediler. Dışarıda, cesedin asılı olduğu direğin etrafında bir şey dönüyordu. Tiz bir ses çıkarıyordu.

Genç polis memuru Boyden silahını çekti. Cesedin etrafında dönen uzaktan kumandalı küçük bir uçağa ateş etti ve ikinci atışı yapmaya hazırlandı.

“Boyden, kahrolası silahını bırak!” diye bağırdı Alford. Kendi silahını kılıfına koydu.

Boyden şaşkın halde Alford’a döndü. Silahını indirirken, kumandalı uçak uçarak uzaklaştı.

Şef öfkelenmişti.

“Silahını ateşleyerek ne yaptığını sanıyorsun?” diye bağırdı Boyden’e.

“Olay yerini koruyorum,” dedi Boyden. “Muhtemelen bir haberci bununla fotoğraf çekiyordu.”

“Muhtemelen,” dedi Alford. “Ve bu durumdan en az senin kadar hoşlanmıyorum. Ama bu tür şeylere ateş etmek yasal değil. Ayrıca burası kamu alanı. Sen daha iyi bilmelisin.”

Boyden mahçup olarak başını öne eğdi.

“Özür dilerim efendim,” dedi.

Alford, Riley’e döndü.

“Lanet olası kumandalı uçaklar!” dedi. “Kesinlikle yirmi birinci yüzyıldan nefret ediyorum. Ajan Paige, lütfen artık cesedi indirip indiremeyeceğimizi söyler misiniz?”

“Gördüklerimden başka fotoğraf var mı elinizde?” diye sordu Riley.

“Tüm detayları gösteren bir sürü fotoğraf var,” dedi Alford. “Ofisime gelip bakabilirsiniz.”

Riley başıyla onayladı. “Burada görmem gerekeni gördüm. Olay yerini iyi kontrol etmişsiniz. Artık cesedi indirelim.”

Alford, Boyden’e, “Savcıyı çağırın. Etrafta hiçbir şey yapmadan beklemeyi kesebilir.”

“Anladım şef,” dedi Boyden cep telefonunu çıkarırken.

“Hadi,” dedi Alford, Riley ve Lucy’e. Onları polis arabasına götürdü. Arabaya binip yola çıktıklarında, bir polis barikatı geçen arabaya ana caddede el salladı.

Riley güzergahı dikkatlice not alıyordu. Katil, Alford ve Boyden’in kullandığı bu yolu kullanarak arabasını bu güzergahın içine ya da dışına bırakmış olabilirdi. Depo ile tren rayları arasındaki bölgeye başka bir yol yoktu. Bunun alışılmadık olduğunu düşünmeseler de birileri katilin arabasını görmüş olabilirdi.

Reedsport Polis Departmanı, kasabanın ana caddesindeki küçük, tuğladan yapılmış bir binadan ibaretti. Alford, Riley ve Lucy içeri girip şefin ofisinde oturdular.

Alford masaya bir yığın dosya koydu.

“İşte hepsi burada,” dedi. “Beş yıl önceki davanın tüm dosyası ve dün geceki cinayetle ilgili her şey.”

Riley ve Lucy dosyaları alıp incelemeye koyuldular. Riley’in dikkatini ilk olayın fotoğrafları çekmişti.

İki kadın aynı yaşlardaydılar. İlki, muhtemel kurban olma riski yüksek bir işte, hapishanede çalışıyordu. Ama ikincisinin kurban olma riskinin düşük olması beklenmeliydi. Ayrıca her ikisini de özellikle savunmasız hale getirebilecek, sıklıkla gittikleri barlar ya da başka mekanlarla ilgili bir iz yoktu. Her iki olayda da kadınlar samimi, yardımsever ve sıradan olarak tanımlanıyorlardı. Yine de katili bu kadınlara çeken başka özel faktörler olmalıydı.

Riley, “Marla Blainey cinayetinde ilerleme kaydettiniz mi?” diye sordu Alford’a.

“O dava Eubanks polisinin yetkisi altında. Kaptan Lawson. Ama onunla dava üzerinde ben de çalıştım. İşe yarar bir şeyler bulamadık. Zincirler son derece sıradan. Katil onları herhangi bir hırdavatçıdan almış olabilir.”

Lucy aynı fotoğraflara bakmak için Riley’e doğru eğildi.

“Yine de onlardan çokça almış,” dedi Lucy. “Çalışanlardan biri bu kadar çok zincir alan birine dikkat etmiş olabilir.”

Alford başıyla onayladı.

“Evet, o zaman bunu biz de düşündük. Bu bölgedeki tüm hırdavat dükkanlarıyla iletişime geçtik. Ama çalışanlardan hiçbiri böyle sıradışı bir satışı hatırlamıyor. Farklı zamanlarda belli miktarda, oradan buradan, kimsenin dikkatini çekmeden almış olmalı. Cinayet yerine geldiğinde elinde bunlardan çok miktarda varmış. Belki hala vardır.”

Riley kadının giydiği deli gömleğine daha yakından baktı. Dün geceki kurbanın giydiği gömlekle aynı gibiydi.

“Peki ya deli gömleği?” diye sordu Riley.

Alford omuz silkti. “Böyle bir şeyin kolay araştırıldığını mı sanıyorsun? Hiçbir şey bulamadık. Psikiyatri hastanelerinin standart bir uygulaması. Bir tanesi çok yakın bir bölgede olmak üzere, eyaletteki tüm hastaneleri araştırdık. Kimse bir deli gömleğinin kayıp ya da çalınmış olduğunu farketmemiş.”

Riley ve Lucy, rapolarla fotoğraflara bakmaya devam ederken bir süre sessizlik oldu. Bedenler birbirinden on mil uzaklıkta bırakılmışlardı. Bu da katilin çok uzakta yaşamadığına işaretti. Ama ilk kadının cesedi nehir yatağına öylesine atılmıştı. Aradan geçen beş yılda katilin tarzı biraz değişmişti.

“Peki bu adamı ne yapacağız?” diye sordu Alford. “Neden deli gömleği ve zincirler? Aşırı öldürme isteği gibi görünmüyor mu?”

Riley bir an düşündü.

“Düşüncelerinde değil,” dedi. “Bu, güçle ilgili bir şey. Kurbanlarını yalnızca fiziksel olarak değil, sembolik olarak da kısıtlamak istiyor. Bu pratiğin ötesine giden bir yol. Bu kurbanının gücünü almakla ilgili. Katil aslında buna dikkat çekmek istiyor.”

“Ama neden kadınlar?” diye sordu Lucy. “Eğer kurbanının gücünü almak istiyorsa, bunu erkeklerle yapması daha etkili değil mi?”

“Bu iyi bir soru,” diye yanıtladı Riley. Cesedin çok dikkatle, dengeli bir biçimde nasıl yerleştirildiğini görmek için olay yerine geri dönmeyi düşündü.

“Ama çok güçlü olmadığını unutmayın,” dedi Riley. “Bu bir yönüyle daha kolay hedefler seçmesiyle ilgili olabilir. Bunlar gibi orta yaşlı kadınlar muhtemelen daha az uğraştıracaktı. Ama ayrıca aklında bir şekilde yer etmişlerdi. Özel olarak seçilmemişlerdi ama kadın olarak ve kadını ona temsil eden her ne ise onun için seçilmişlerdi.”

Alford alaycılıkla homurdandı.

“Yani bunun kişisel olmadığını mı söylüyorsun?” dedi. “Bu kadınlar yakalanıp öldürülmek için bir şey yapmadılar. Katil bile özellikle onların bunu hak etmediğini düşünüyordu.”

“Bu çoğunlukla böyledir,” dedi Riley. “Benim son davamda katil oyuncak bebek alan kadınları hedef almıştı. Onların kim oldukları umurunda değildi. Önemli olan onları bebek alırken görmesiydi.”

Yine sessizlik oldu. Alford saatine baktı.

“Yarım saat içinde basın toplantısı yapmam gerek,” dedi. “Bunun öncesinde konuşmamız gereken başka bir şey var mı?”

Riley, “Yani, Ajan Vargas ve ben en erken zamanda kurbanın ailesiyle konuşmalıyız. Bu gece olursa iyi olur.”

Alford endişe ile alnını kırıştırdı.

“Sanmıyorum,” dedi. “Kocası genç öldü, belki on beş yıl oluyor. Bir kızı ve oğlu var. İkisinin de kendi aileleri var. Burada, kasabada yaşıyorlar. Adamlarım bütün gün onlarla konuştular. Çok yıprandılar ve perişanlar. Onları yarına kadar rahat bırakalım.”

Riley, Lucy’nin itiraz etmek üzere olduğunu gördü ve sessiz bir el hareketiyle onu durdurdu. Lucy’nin aile ile hemen görüşme istemesi iyiydi. Ama Riley, özellikle Alford ve takımı gibi yetkili görünen yerel güçlere köstek olmamaları gerektiğini de biliyordu.

“Anlıyorum,” dedi Riley. “Yarın sabah deneriz. İlk kurbanın ailesi nerede peki?”

“Sanırım Eubanks’da hala bazı akrabaları var,” dedi Alford. “Bunu araştırırım. Aceleye getirmeyelim. Nasılsa katilin acelesi yok. Son cinayeti beş yıl önceydi ve yakında tekrar hareket edeceğine dair garanti yok. Doğru ilerlemek için zamanı kullanalım.”

Alford sandalyesinden kalktı.

“Basın toplantısına gitsem iyi olacak,” dedi. “Siz de bu toplantıya katılmak ister misiniz? Yapmak istediğiniz bir açıklama var mı?”

Riley isteksizdi.

“Hayır, sanmıyorum,” dedi. “Başlangıçta FBI’ın dikkat çekmemesi iyi olur. Katilin çok tanındığını hissetmesini istemiyoruz. Eğer dikkatleri istediği kadar üzerine çekmezse kendisini daha çok göstereceğini düşünüyoruz. Şimdi senin gidip insanların karşısına çıkman daha iyi olur.”

“Tamam o zaman, siz yerleşebilirsiniz,” dedi Alford. “Pansiyonda sizin için ayrılmış bir iki oda var. Ayrıca önünde sizin kullanmanız için bir araba da var.”

Masasındaki oda rezervasyon formunu ve arabanın anahtarlarını Riley’e uzattı. Riley ve Lucy polis merkezinden ayrıldılar.

 
*

O gece geç saatlerde Riley cumbalı pencerenin sedirinde oturmuş Reedsport’un ana caddesini seyrediyordu. Akşam karanlığı çökmüş ve sokak lambaları yanmıştı. Akşam ortam hoş, güzel ve sakindi. Görünürde gazeteciler yoktu.

Alford, Riley ve Lucy için pansiyonda iki katlı güzel bir oda ayırtmıştı. Mekanın sahibi kadın onlara lezzetli bir akşam yemeği sunmuştu. Sonra Riley ve Lucy alt kattaki oturma odasında bir saate yakın ertesi günün planlarını yapmışlardı.

Reedsport gerçekten şirin ve güzel bir kasabaydı. Farklı koşullar altında olsalardı tatil yapmak için iyi bir yerdi. Ama şu an Riley’in aklı dünkü cinayet konuşmalarından çok ailevi meselelerle doluydu.

Şu ana kadar Peterson’u hiç aklına getirmemişti. O dışarıda bir yerdeydi, bunu biliyordu ama kimse buna inanmıyordu. Böyle şeyleri bırakmış olması akıllıca mıydı? Birini ikna etmek için daha çok uğraşamalı mıydı?

Peterson ve bu iki kadını öldüren katilin şu an hayatlarını yaşıyor olmaları ona ürperti veriyordu. O katillerden dışarıda, eyalette, ülkede daha kaç tane vardı? Neden toplumumuz bu çarpık insanlar nedeniyle rahatsız ediliyordu?

Ne yapıyor olabilirlerdi? Bir yerlerde tek başlarına ya da ailelerinin ve arkadaşlarının, onların içindeki kötülükten hiç haberi olmayan masum insanların içinde rahatça yaşıyorlar mıydı?

O an için Riley bunu bilemezdi. Ama bunu bulmak onun göreviydi.

Üstelik kendisini endişeyle April’ı düşünürken bulmuştu. Onu babasıyla öylece bıraktığı için içi rahat değildi. Ama başka ne yapabilirdi ki? Riley bu davayı almazsa yakında bir başka davanın gelebileceğini biliyordu. Sadece asi bir gençle başa çıkmak için çok işi vardı. Yeteri kadar evde değildi.

Riley, içgüdüsel olarak cep telefonunu çıkardı ve mesaj gönderdi. On an impulse, Riley took out her cell phone and sent a text message.

Selam April. Nasılsın?

Bir iki saniye sonra yanıt geldi.

İyiyim anne. Sen nasılsın? İşi çözmedin mi henüz?

April’ın, yeni davadan söz ettiğini anlaması Riley’in birkaç saniyesini almıştı.

Hayır, henüz halletmedim, yazdı.

April yanıtladı, Yakında halledersin.

Riley bu neredeyse tamamen güven dolu mesaj karşısında gülümsedi.

Konuşmak ister misin? Seni şimdi arayabilirim, yazdı.

April’ın yanıt vermesi için bir iki saniye bekledi.

Şimdi değil. Ben iyiyim.

Riley bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu. Biraz kalbi kırılmıştı.

Tamam, yazdı. İyi geceler. Seni seviyorum.

Sohbeti kapatıp oturdu ve derinleşen geceyi seyretti. April’ın sorusunu anımsayarak özlemle gülümsedi…

“İşi çözmedin mi henüz?”

“Bunun” anlamı Riley’in hayatındaki pek çok şey olabilirdi. Riley bunları çözmekten kendini çok çok uzak görüyordu.

Riley yeniden dışarıdaki gece karanlığına baktı. Ana yola bakarken, katilin tren rayları boyunca kasabaya doğru girişini gözünde canlandırdı. Bu cesur bir hareketti. Ama deponun ışığının altında görülebilecek cesedi elektrik direğine asmak kadar cesur değildi.

Onun suç eğilimi, cesedi gelişigüzel nehire atmaktan, tüm dünyanın göreceği biçimde asmaya kadar büyük ölçüde değişmişti. Riley’e göre katil özellikle organize olmuş gibi gelmiyordu ama daha takıntılı olmuştu. Hayatında bazı şeyler değişmiş olmalıydı. Ama ne?

Riley bu tür bi cesaretin reklam ve şöhret için artan bir isteği temsil ettiğini biliyordu. Katilin son kurbanından kesinlikle bu sonuç ortaya çıkıyordu. Ama bu olayda farklı bir şey hissediyordu. Bir şey Riley’e katilin yalnızca minyon ve güçsüz olduğunu değil aynı zamanda kendini yok sayan, mütevazi biri olduğunu da söylüyordu.

Öldürmek hoşuna gitmiyordu; Riley bundan kesinlikle emindi. Bu yeni cesaret seviyesine onu getiren ünlü olma isteği de değildi. Bu yalnızca umutsuzluktu. Belki de pişmalık, yarı bilinçli yakalanma arzusuydu.

Katillerin kendilerine karşı olmaya başladıklarından daha tehlikeli hiç olmadıklarını, kişisel deneyimlerinden biliyordu Riley.

Riley, Şef Alford’un daha önce söylediği bir şeyi düşündü.

“Katilin acelesi yok, hiç hem de.”

Riley şefin yanıldığını hissettiğinden emindi.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?