Kayıp Dünya

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

3. BÖLÜM

“Baştan Aşağı İmkânsız Bir İnsan.”

Arkadaşımın beklentisi veya korkusu gerçekleşmedi. Çarşamba günü uğradığımda, üzerinde dikenli tel bariyerlerini andıran bir el yazısıyla isminin çiziktirildiği, Batı Kensington damgalı bir zarf beni bekliyordu. Mektubun içeriği şöyleydi:

ENMORE PARK, BATI

“Bayım, içerik olarak görüşlerimi onayladığınızı iddia eden notunuzu aldım fakat belirtmeliyim ki fikirlerimin sizin veya başka herhangi birisinin onayına ihtiyacı olduğunu bilmiyordum. Darwinizm konusu hakkındaki görüşlerime atfen ‘varsayım’ kelimesini kullanmaya cüret etmişsiniz ki böyle bir bağlamda bu tip bir kelime kullanılmamalı. Bir dereceye kadar hakaretvari olduğuna dikkatinizi çekerim. Bununla beraber mektubunuzun tamamını incelediğimde, bunun kötü niyetten ziyade cahillikten ve patavatsızlıktan meydana gelen bir gaf olduğuna kanaat getirdim ve bu meseleyi unutmaya razı oldum. Konferansımdan bir cümleyi ayırmışsınız ve bunu anlamakta biraz güçlük çektiğiniz anlaşılıyor. Oysa ben böyle bir konuyu, sadece insan beyninin altında bir zekâ seviyesine sahip birinin anlayamayacağını zannederdim. Yine de eğer gerçekten konuyu daha açmak gerekiyorsa ziyaretlerin ve ziyaretçilerin hiçbir çeşidinden kesinlikle hazzetmediğim hâlde, bahsedilen saatte sizi görmeyi kabul ediyorum. Görüşlerimdeki değişiklik konusuna gelince, bilmenizi isterim ki özellikle belirttiğim, oturmuş fikirlerimi değiştirmek gibi bir huyum yoktur. Bu mektubu, geldiğiniz zaman adamım Austin’e nazikçe gösteriniz çünkü Austin kendisine gazeteci adı veren mütecaviz serserilerden beni korumak için her türlü önlemi almak zorundadır.”

Saygılarımla,
George Edward Challenger

Girişimimin sonucunu öğrenmek için erkenden gelen Tarp Henry’ye yüksek sesle okuduğum mektup buydu. Yaptığı tek yorum şu oldu: “Arnica1 maddesinden daha etkili, yeni bir şey çıkmış… Cuticura2 gibi bir şeydi sanırım.” Bazı insanların espri anlayışı da çok tuhaf oluyor doğrusu.

Ben mesajı almadan önce saat neredeyse on buçuğu bulmuştu ama bir taksi beni randevuma zamanında yetiştirdi.

Girişinde sütunlar bulunan, epeyce gösterişli bir evin önünde durmuştuk. Bütün pencereleri zengin perdelerle döşenmiş olan ev, her hâliyle bu korkutucu profesörün varlıklı birisi olduğuna işaret ediyordu. Kapı, üzerinde koyu renkli bir pilot ceketi ve ayağında kahverengi deri tozluklar bulunan kara kuru, yaşı belli olmayan tuhaf birisi tarafından açıldı. Daha sonra bunun, birbiri ardına firar eden uşakların boşluğunu dolduran şoför olduğunu anlamıştım. Adam, yukarıdan aşağı, sorgulayıcı mavi gözleriyle beni şöyle bir süzüverdi.

“Bekleniyor musunuz?” diye sordu.

“Randevum var.”

“Mektubunuz var mı?”

Zarfı çıkardım.

“Tamam!”

Fazla konuşkan olmadığı belliydi. Geçitten aşağı adamı takip ederken aniden yemek odası kapısı olduğu anlaşılan kapıdan fırlayan ufak tefek bir kadın önümü kesmişti. Zeki, hayat dolu, koyu renkli gözlere sahip ve tip olarak İngiliz’den çok Fransız’a benzeyen birisiydi bu.

“Bir dakika…” dedi. “Sen bekleyebilirsin Austin. Buraya gelin bayım. Daha önce kocamla karşılaşıp karşılaşmadığınızı sorabilir miyim?”

“Hayır madam, o şerefe henüz nail olmadım.”

“O hâlde sizden şimdiden özür diliyorum. Size, onun, geçinmesi baştan aşağı imkânsız bir insan olduğunu söylemeliyim, kelimenin tam anlamıyla imkânsız. Eğer önceden uyarılırsanız önlem alma imkânınız olacaktır.”

“Çok düşüncelisiniz madam.”

“Eğer şiddet eğilimi gösterirse hemen odadan çıkın. Tartışmak için beklemeyin. Birçok kişi bu sebepten yaralandı. Sonrasında ise genel bir skandal oluyor ve bu da hepimize gölge düşürüyor. Herhâlde onu Güney Amerika hakkında görmek istemiyordunuz, değil mi?”

Bir hanımefendiye yalan söyleyemezdim.

“Aman Tanrı’m! Bu en tehlikeli konusudur. Söyleyeceği tek kelimeye bile inanmayacaksınız, adım gibi biliyorum. Fakat bunu ona söylemeyin çünkü onu çileden çıkarıyor. Ona inanıyormuş gibi yaparsanız belki de kendinizi kazasız belasız sıyırırsınız. Buna kendisinin inandığını aklınızdan çıkarmayın. Bundan kesinlikle emin olabilirsiniz. Dünyaya ondan dürüst bir insan gelmemiştir. Fazla zaman öldürmeyin yoksa şüphelenebilir. Eğer onu tehlikeli -gerçekten tehlikeli- bulursanız zili çalın ve ben gelene kadar oyalayın. En azgın zamanında bile genellikle onu kontrol edebiliyorum.”

Kadın, bu cesaret verici açıklamadan sonra beni, kısa konuşmamız boyunca bronz bir heykel gibi dikilen suskun Austin’e teslim etti ve sonrasında geçidin sonuna doğru refakat edildim. Bir kapıya vuruldu ve içeriden gelen bir boğa böğürtüsünden sonra Profesörle yüz yüzeydim.

Üzeri kitaplar, haritalar ve şekillerle kaplı geniş bir masanın ardında, döner bir koltukta oturuyordu. Odaya girince sandalyesini çevirerek bana döndü. Yüzünü görünce âdeta nutkum tutulmuştu. Garip bir görüntüyle karşılaşmaya hazırlıklıydım ama böylesine aşırı bir garabetle değil. İnsanın nefesini kesen, her şeyden çok cüssesiydi; cüssesi ve heybetli varlığı. Kafası dev gibiydi, şimdiye dek bir insanda gördüğüm en büyük kafaydı. Silindir şapkası, giymeye cüret etsem eminim ki bütün başımı içine alıp omuzlarımda biterdi. Kırmızı renkli suratı ve göğsüne inmiş kürek biçimi dalgalı sakalıyla bir Asur boğasını andırıyordu. Simsiyah sakalının neredeyse lacivert bir havası vardı. Kocaman alnına yapışmış, uzun, kıvrımlı perçemiyle saçları bir garipti. Kabarık kabarık siyah çalı gibi kaşlarının altındaki gözleri gri mavi karışımı, son derece berrak, son derece eleştirici ve son derece hükümrandı. Uzun siyah kıllarla kaplı, iki dev gibi elin dışında, kapı gibi geniş omuzlar ve varil gibi bir göğüs kafesi, adamın masanın üzerinde gözüken diğer kısımlarıydı. Bunlar ve gök gürültüsü gibi gürleyen, kükreyen bir ses, kötü şöhrete sahip Profesör Challenger hakkındaki ilk izlenimlerimi oluşturuyordu.

“Eee?” dedi en küstah bakışıyla gözlerini üzerime dikerek. “Ne istiyorsun?”

Oyunumu en azından bir müddet daha sürdürmek zorundaydım, yoksa konuşmanın sonu gelmişti bile.

“Benimle görüşmeyi kabul etmekle bana çok büyük bir iyilik yaptınız efendim.” dedim alçak gönüllülükle zarfını uzatarak.

Zarfı masanın üzerinden alarak önüne koydu.

“Ha, sen şu basit İngilizceyi anlayamayan toy delikanlısın, değil mi? Anladığım kadarıyla benim genel fikirlerimi destekliyorsun, öyle mi?”

“Tamamen efendim, tamamen!” diye vurguladım.

“Bak sen. Bu da benim konumumu epeyce güçlendiriyor desene? Hele yaşın ve görünüşün, bana verdiğin desteği iki misli değerli kılıyor. Eh, hiç değilse Viyana’daki o domuz sürüsünden daha iyisin ya da onların homurtusunu bile tek başına bastırıp hepsinden daha beter gürültü çıkaran o İngiliz domuzundan.”

Bahsettiği hayvanın şu andaki temsilcisiymişim gibi ateş saçan gözlerle dik dik bakmıştı bana.

“Çok iğrenç davranmışlar.” dedim.

“Kendi savaşımın üstesinden gelebileceğimden emin olabilirsin ve senin acımana da hiç ihtiyacım yok. Evet, efendim, yalnız başımayken ve arkamı da duvara verdim mi, G. E. C.’den mutlusu yoktur bu dünyada. Pekâlâ, bayım, şimdi bakalım senin zaten hoşlanmadığın, benim için ise anlatılmayacak denli usanç verici olan bu ziyareti kısa tutmak için ne yapabiliriz. Anladığım kadarıyla tezimde öne sürdüğüm fikirler hakkında bazı yorumlar yapmak istiyorsun.”

Meseleye öyle şeytansı, direkt bir girişi vardı ki konuyu dolaştırmak zordu. Yine de oyuna devam edip daha iyi bir fırsat yakalamalıydım. Bu iş uzaktan nasıl da kolay gözükmüştü. Ah, o İrlandalı zekâm, böyle fena hâlde yardıma ihtiyacım varken neredeydi şimdi? Çelik gibi keskin iki gözüyle beni hipnotize ediyordu.

“Haydi, haydi!” diye kükredi.

“Ben, tabii ki basit bir öğrenciyim.” dedim ahmakça ve nafile bir gülümsemeyle. “Yalnızca hevesli bir araştırmacıyım, hepsi bu. Yine de bana bu konuda Weissmann’a biraz katı davranmışsınız gibi geldi. O tarihten bu yana elde edilen kanıtlar acaba, şey yani… Onun pozisyonunu güçlendirmedi mi sizce?”

“Hangi kanıt?”

Tehditkâr bir sakinlikle konuşmuştu.

“Tabii, yani, kesin kanıt diyebileceğimiz bir şey olmadığının farkındayım. Ben aslında sadece genel bilimsel görüş açısına ve modern düşünüş akımına işaret etmiştim, doğrusunu söylemek gerekirse.”

“Büyük bir ciddiyetle öne doğru eğildi.”

“Herhâlde…” dedi parmaklarının uçlarını kontrol ederek.“Kranyal indeksin sabit faktör olduğunun farkındasındır.”

“Tabii ki.”dedim.

“Ve telegoninin3 hâlâ tartışmalı olduğunun?”

“Şüphesiz.”

“Ve de döllenmiş hücre plazmasının partenogenetik yumurtanınkinden farklı olduğunun?..”

 

“Elbette!” diye haykırdım kendi cüretkârlığımdan zevklenerek.

“Peki, bu neyi ispatlar?” diye sordu yavaş ve teşvik edici bir sesle.

“Ah, öyle değil mi ya?” diye mırıldandım. “Neyi ispatlar ki bu?”

“Söyleyeyim mi sana?” dedi fazla cilalı bir sesle.

“Ne olur, söyleyin.”

“Bu, senin Londra’nın en adi üçkâğıtçısı olduğunu ispatlar!” diye kükredi ani bir öfke patlamasıyla. “Bilimle ilgisi ancak dürüstlüğü kadar olan rezil, aşağılık bir gazeteci sürüngen olduğunu!”

Gözlerinde deli gibi bir öfke parıltısıyla ayağa fırlayıvermişti. Bu gerilim anında bile, onun aslında oldukça kısa boylu birisi olduğunu fark ederek şaşırmaya zaman bulmuştum. Kafası ancak omuzlarıma geliyordu; muazzam enerjisi tamamen enine boyuna ve beyninin derinliklerine dek işlemiş bir cep herkülüydü sanki.

“Zırvalık!” diye haykırdı, parmakları masada, öne doğru eğilip suratını uzatarak.

“Seninle konuştuklarım bilimsel zırvalıktan başka bir şey değildi bayım! O ceviz kadar beyninle benimle başa çıkabileceğini mi zannetmiştin? Sizi gidi cehennemlik yazıcı takımı sizi, her işe soyunabileceğinizi zannedersiniz, değil mi? Övgüler düzerek birisini adam edebileceğinizi, sonra da suçlayarak yerin dibine batırabileceğinizi sanırsınız, ha? Önünüzde saygıyla eğilip iyi şeyler yazmanız için uğraşmalıyız, değil mi? Bu adam keyfine baksın, diğeri sürünsün! Sizi gidi solucan sürüsü, topunuzu biliyorum ben sizin! Çizmeyi aştınız artık. Kulaklarınızı kırpma zamanı geldi de geçiyor bile, sizi fazla şişmiş gaz torbaları! Haddinizi bildireceğim hepinize. Evet bayım, E.G. Challenger’la başa çıkamadınız. Burada hâlâ sizin efendiniz olan bir adam var. Sizi uzak durmanız için uyardı ama hâlâ gelmeye devam ediyorsanız, Tanrı adına başınızın çaresine bakmaya da hazırlanın bakalım. Ödeşme zamanı. Sevgili Bay Malone, cezanı vereceğim senin! Tehlikeli bir oyun oynadın ve bana öyle geliyor ki kaybettin.”

“Bakın, efendim…” dedim kapıya doğru gerileyip açarak. “İstediğiniz kadar hakaret edebilirsiniz. Ama bir yere kadar. Bana saldıramazsınız.”

“Öyle mi dersin?”

Garip ve tehditkâr bir havada ilerliyordu; birden durarak kocaman ellerini, üzerine giydiği çocuk ceketine benzer kısa ceketinin yan ceplerine soktu.

“Senin gibi birkaç tanesini evden dışarı fırlattım. Sen dördüncü ya da beşincisi olacaksın. Üç sterlin on beş peni; her biri için ortalama hesap. Pahalı ama çok gerekli. Evet, bayım, sen niye kardeşlerini takip etmeyesin ki? Bence gayet uygun.”

Usta bir dansçı gibi parmaklarının üzerinde yürüyerek sinsi ve tehditkâr biçimde ilerlemeye devam etti.

Salon kapısına doğru kaçabilirdim ama bu çok yüz kızartıcı bir davranış olacaktı. Üstelik haklı bir öfke de içimde kabarmaya başlamıştı. Daha önce yerden göğe haksızdım belki ama bu adamın tehditleri beni haklı duruma sokuyordu artık.

“Benden uzak durmanızı ihtar ediyorum, efendim. Buna izin vermeyeceğim.”

“Bak sen şu işe!”

Siyah bıyık yukarı kalktı ve beyaz dişler sanki adam hırlamaya hazırlanıyormuş gibi ortaya çıktı.

“İzin vermeyeceksin demek, ha?”

“Aptallık etmeyin Profesör!” diye bağırdım. “Neyinize güveniyorsunuz ki? Tam doksan kiloyum, zımba gibiyim ve her cumartesi Londra’da İrlandalılar takımında orta alan oynuyorum. Ben sizin bildiğiniz adamlardan…”

Tam bu anda üzerime atılmıştı. Neyse ki kapıyı açmıştım, yoksa herhâlde kırıp içinden geçecektik. Birlikte bir Katerina burgusu yaparak oradan aşağı yuvarlandık. Her nasılsa yolumuzun üstündeki bir sandalyeyi de yakalayarak onunla birlikte caddeye fırlamıştık. Ağzım onun sakalıyla dolmuş, kollarımız kilitlenmiş, vücutlarımız birbirine dolanmış ve o Tanrı’nın cezası sandalyenin ayakları da bütün vücudumuzu sarmalamıştı. Dikkatli Austin, salonun kapısını açmıştı. Sırtüstü bir perende atarak evin önündeki merdivenlerden aşağı uçtuk. Sandalye yere vurunca kibrit çöpü gibi parçalandı, bizse ayrılarak su oluğunun içine yuvarlandık. Ayağa fırlayarak yumruklarını gösterirken bir yandan da astımlılar gibi ıslıklı nefes alıp veriyordu.

“Bu kadar yeter mi?” diye soludu.

“Seni Tanrı’nın belası zorba!”diye bağırdım kendimi toparlarken.

Adam kavga için iyice bilenmiş ve hazırdı; birbirimize tam girmek üzereydik ki şans eseri bu berbat durumdan kurtuldum. Elinde not defteriyle bir polis yanı başımızda belirmişti.

“Neler oluyor? Kendinizden utanmalısınız.” diye söylendi polis. Bu, Enmore Park’ta duyduğum en aklı başında laftı doğrusu.

“Eee?” dedi ısrarla bana dönerek. “Anlatın bakalım.”

“Bu adam bana saldırdı.” dedim.

Polis:

“Saldırdınız mı?” diye sordu.

Profesör hızlı hızlı soluyarak hiçbir şey söylemedi.

“Bu ilk defa olmuyor zaten.” dedi polis haşince ve başını sallayarak. “Geçen ay da aynı sebepten başınız belaya girmişti. Bu delikanlının gözünü morartmışsınız. Şikayetçi misiniz, bayım?”

Yumuşayarak:

“Hayır.” dedim. “Hayır, değilim.”

“Nedir bütün bu olup biten?” dedi polis.

“Benim suçum. Kendisini rahatsız ettim. Bana uyarıda da bulunmuştu üstelik.”

Polis not defterini kapatmıştı.

“Bir daha böyle işler çıkarmayın başınıza.” dedi. “Sizler de dağılın bakalım, haydi, haydi!” diye söylendi, hemencecik etrafımızda toplanan bir kasap çırağı, bir hizmetçi ve birkaç sokak serserisine.

Bu ufak sürüyü önüne katarak bastı gitti. Profesör bana bakıyordu ve gözlerinin ardında muzipçe bir ifade vardı.

“İçeri gel!” dedi. “Seninle daha işim bitmedi.”

Konuşmasında tekin olmayan bir hava vardı ama buna rağmen onu takip ederek eve girdim. Tahtadan oyulmuş heykele benzeyen erkek hizmetçi Austin, kapıyı arkamızdan kapattı.

4. BÖLÜM

“Dünyadaki En Büyük Olay”

Kapı henüz kapanmıştı ki Bayan Challenger yemek odasından ok gibi fırlayıverdi. Ufak tefek kadın, öfke içinde burnundan soluyordu. Buldok köpeğinin yoluna çıkan öfkeli bir tavuk gibi kocasının önünü kesti. Benim dışarı çıkışımı gördüğü belliydi ama henüz geri döndüğümü görmemişti.

“George, seni hayvan!” diye bir çığlık attı. “O nazik delikanlıyı yaraladın.”

Başparmağıyla arkaya doğru dönerek.

“İşte burada, arkada, hiçbir şeyi de yok.”dedi Profesör.

Haklı olarak kafası karışmıştı kadının.

“Özür dilerim, sizi görmemiştim.”

“Merak etmeyin efendim, her şey yolunda.”

“Yüzünüzü yaralamış sizin ama… Oh, George, zorbanın birisin sen! Bütün bir hafta boyunca rezalet, başka bir şey yok. Herkes seninle alay ediyor, eğleniyor. Benim bile sabrımı taşırdın. Yeter artık, anlıyor musun?”

“Kirli çarşaf!” diye kükredi Profesör.

“Bu işin gizli yanı kalmadı. Bütün caddenin, belki de bütün Londra’nın… Çık dışarı Austin, burada işin yok! Senin hakkında konuşmadıklarını mı zannediyorsun? Nerede kaldı senin şerefin? Sen ki şimdi büyük bir üniversitede, etrafında binlerce talebenin saygıyla döndüğü bir ordinaryüs profesör olmalıydın. Nerede kaldı senin şerefin, George?”

“Ya seninki, sevgilim?”

“Sabrımı fazla zorluyorsun. Bir kabadayı; adi, kavgacı bir kabadayı oldun sen.”

“Kendine gel, Jessie!”

“Hırlayan, gürleyen, kudurmuş bir zorba.”

“Bu kadarı da fazla. Kefaret vakti!” dedi Profesör.

Eğilip onu kucakladığı gibi salonun köşesindeki siyah mermerin yüksek kaidesine oturtunca şaşırıp kalmıştım. Kaide en az iki metre yükseklikteydi ve öylesine inceydi ki kadıncağız üzerinde zorlukla durabiliyordu. Hayatımda böyle gülünç bir şey görmemiştim; suratı öfkeyle buruşmuştu, ayakları sallanıyordu ve vücudu düşme korkusuyla katılaşmıştı.

“İndir beni.” diye inledi.

“Lütfen.” de.

“George, seni gidi zorba seni. Hemen indir beni diyorum aşağıya!”

“Bay Malone, çalışma odama gelin.”

“İyi ama efendim…” dedim kadıncağıza bakarak.

“Bak, Bay Malone senin için ricada bulunuyor Jessie. ‘Lütfen’ dersen aşağı inersin.”

“Zorba herif seni! Lütfen! Lütfen!”

“Kendine hâkim olmalısın, tatlım. Bay Malone, basından sonra yarınki paçavrasında seni yazıp komşu civarda bir düzine fazla satar bak. Yüksek hayat üzerine ilginç bir hikâye… O kaide üzerinde kendini bayağı yüksek hissettin, değil mi? Sonra da bir alt başlık: ‘Tuhaf bir ev idaresi…’ Ne de olsa Bay Malone da bir leş yiyicisi, tıpkı benzerleri gibi… Porcus ex grege diaboli… Şeytanın sürüsünden bir domuz. Öyle değil mi Malone, ha?”

“Gerçekten de çekilir gibi değilsiniz ama.” dedim kızgınlıkla.

Homurtuyla bir kahkaha attı.

“Şimdi bir koalisyon yapacağız!”diye gürledi karısının yanından dönüp bana bakarak ve kocaman göğsünü şişirerek.

Hemen arkasından da sesinin tonunu birdenbire değiştirip,

“Bu uçarı aile şakasını mazur görün Bay Malone.” dedi. “Sizi buraya ciddi bir konuyla ilgili olarak geri çağırdım, yoksa böyle aile arası latifelere bulaştırmak için değil.”

“Haydi küçüğüm, git şimdi ve endişelenme.” Dev gibi ellerini kadının omuzlarına yerleştirmişti.

“Söylediklerinin hepsi doğru. Senin tavsiyelerini dinleseydim daha iyi bir adam olurdum, doğru ancak asla bir George Edward Challenger olamazdım. Bir sürü iyi adam var ama G. E. C. sadece bir tane. Onun için ondan iyi istifade etmeye bak.”

Kadını aniden öyle bir gürültüyle öptü ki bu beni deminki şiddet gösterisinden bile daha çok utandırmıştı.

“Şimdi, Bay Malone…” dedi sesinde büyük bir vakarla. “Bu taraftan, eğer lütfederseniz.”

On dakika önce büyük bir kargaşayla terk ettiğimiz odaya yeniden girmiştik. Profesör, kapıyı arkamdan dikkatle kapatarak oturmam için bir koltuk işaret ettikten sonra, burnumun ucuna bir puro kutusu dayayıverdi.

“Hakiki San Juan Colorado.” dedi. “Senin gibi heyecanlı insanlar böyle keyif verici şeylerden anlar. Tanrı aşkına, onu ısırayım deme sakın! Kes, keserken de saygı göster! Şimdi arkana yaslan ve sana ne anlatmayı uygun görüyorsam dikkatle dinle. Kafana takılan bir şey olursa sorularını daha münasip bir zaman için saklamaya bak. Öncelikle gayet yerinde bir dışarı atılmadan sonra evime dönüşün…”

Sakalını ittirerek, meydan okuyup hır çıkarmak ister bir ifadeyle dik dik bana baktı:

“Evet, haklı olarak dışarı atılmandan sonra eve yeniden dönüşüne geleyim. Bunun sebebi, o baş belası polise verdiğin cevapta yatıyor. Bu cevabında, belirtmem gerekir ki bağlı olduğun meslek grubuna rağmen bir iyi niyet ışığı sezdim. Olaydaki hatayı kabullenmekle ne kadar düşünceli olduğunu gösterdin, bu da benim takdirimi kazanmana yetti. Ne yazık ki mensubu olduğun alt sınıf insan takımı, her zaman benim zekâ ufkumun aşağılarında yer almıştır. Ama sözlerin, seni aniden üste çıkardı. Benim ciddiye alabileceğim bir seviyeye yükseldin. İşte bu sebepten dolayı seni tekrar eve davet ettim, seninle daha normal şartlarda tanışmayı düşündüğümden. Küllerini lütfen sol dirseğinin yanındaki bambu masanın üzerinde duran küçük Japon tepsisinin üzerine silkiver.”

Bütün bunları sanki sınıfına hitap eden bir profesör gibi gürleyerek söylemişti. Benimle yüz yüze gelebilmek için döner sandalyesini çevirmiş ve kocaman bir kurbağa gibi oflayıp puflayarak üzerine oturmuştu. Kafasını arkaya atmış, kibirli göz kapakları, gözlerini yarı yarıya örtmüştü. Şimdi aniden yana dönünce yüzünün tek görebildiğim yeri, dağınık saçlar ve dışarı çıkıntı yapmış kırmızı bir kulaktı. Masasının üzerindeki kâğıt yığınını eşeleyip duruyordu. Sonunda elinde epey hırpalanmış görünen, resim defterine benzer bir defterle bana döndü:

“Seninle Güney Amerika hakkında konuşacağım.” dedi. “Hiçbir yorum yapmanı istemiyorum. Her şeyden önce şunu anlamanı istiyorum ki kesin iznim olmadıkça sana şimdi anlatacağım hiçbir şeyi, hiçbir şekilde halka açıklamayacaksın. Bu izin ise ben beni bildiğim müddetçe asla verilmeyecek. Bu anlaşıldı mı?”

“İşte bu çok zor.” dedim. “Mutlaka ki makul bir ifade…”

Defteri tekrar masanın üzerine koydu.

“Bu iş burada biter. Sana hayırlı sabahlar diliyorum.”

“Hayır, hayır!” diye haykırdım. “Bütün şartları kabul ediyorum. Zaten başka şansım da yok gibi gözüküyor.”

“Zerre kadar yok” dedi.

“Tamam, o zaman söz veriyorum.”

“Şeref sözü mü?”

“Şeref sözü.”

Küstah gözlerinde kuşkuyla baktı bana.

“İyi de senin şerefin hakkında ne biliyorum ki?”dedi.

“Sözüm sözdür, efendim!” diye hiddetle bağırdım. “Çok ileri gidiyorsunuz! Hayatımda hiç böyle hakarete uğramadım ben.”

Bu parlayışım, sinirlendirmekten çok, onun ilgisini çekmişti.

“Yuvarlak kafa.” diye mırıldandı. “Brakisefalik, gri gözlü, siyah saçlı, hafif bir negro havası mevcut. Bir Keltsin herhâlde?”

“İrlandalıyım efendim.”

“İrlandalı İrlandalı mı?”

“Evet, efendim.”

“Tabii, bu açıklıyor. Bir bakalım; güvenimin zedelenmeyeceğine dair bana söz vermiştin, değil mi? Bu güvenin tam bir güven olmayacağını söylemeliyim. Yine de sana ilgini çekecek birkaç işaret verebilirim. Başlangıç olarak herhâlde iki sene önce Güney Amerika’ya bir gezi yaptığımdan haberdarsındır; bilimsel tarih itibarıyla dünyada klasik olacak bir gezi. Gezinin amacı Wallace ve Bates’in vardığı bazı sonuçları teyit etmekti ki bunu ancak onların rapor ettiği verileri, aynen onların yaşadığı şartlar altında yaşayarak gerçekleştirebilirdim. Yolculuğumun başka hiçbir getirisi olmasa bile bu açıdan önemli sayılacaktı. Ancak orada bulunduğum sırada başımdan geçen garip bir vaka, olayın boyutunu tamamen değiştirerek önümde yepyeni ufuklar açılmasına neden oldu.

 

Herhâlde farkındasındır ki -veya belki de yarım yamalak eğitim verilen böyle bir devirde farkında değilsin- Amazon’un etrafındaki bazı bölgeler sadece kısmi olarak keşfedildi ve bazıları bütünüyle harita dışı olan çok sayıda akarsu ana nehre akmakta. Amacım, bu az bilinen sapa bölgeyi ziyaret edip burada yaşayan hayvanlar hakkında bilgi toplamaktı. Buradan elde ettiğim materyal, hayatımı adadığım büyük zooloji şaheserinin birkaç bölümünü oluşturacak. İşimi bitirmiş geri dönerken ana nehre dökülen belli bir akarsuyun -adı ve konumu bende saklı- yakınındaki küçük bir yerli köyünde geceyi geçirme fırsatı buldum. Burada arkadaş canlısı fakat zekâ düzeyleri ortalama bir Londralıdan daha yüksek olmayan bir ırktan, Cucama kabilesine ait yerliler yaşıyordu. Nehrin yukarısına doğru ilerlerken aralarından çoğunu tedavi etmiş ve kişiliğimle onları oldukça etkilemiştim. Bu yüzden geri döndüğümde hevesle beni beklediklerini görmem, beni pek de şaşırtmamıştı. İşaretlerinden anladığım kadarıyla birisinin acil olarak tıbbi müdahaleme ihtiyacı vardı. Reisi takip ederek kulübelerden birisine girdiğimde, yardımına çağrıldığım adamın o anda canını teslim ettiğini gördüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu adamın yerli değil, beyaz biri olmasıydı. Hem de nasıl beyaz; mısır püskülü rengi saçları ve albinoları andıran bazı özellikleri vardı. Paçavralar içindeki bir deri bir kemik görüntüsüyle uzun süren zorluklara maruz kaldığı her hâlinden belliydi. Yerlilerin anlattıklarından çıkarabildiğim kadarıyla, adam, köye yalnız başına, ormandan gelmişti ve geldiğinde de hayatının son demlerini yaşamaktaydı. Adamın sedirin yanında duran sırt çantasını açarak içindekileri bir gözden geçirdim. Bir etiketin üstünde ismi yazılıydı: Maple White, Lake Caddesi, Detroit, Michigan. İşte bu isme her zaman şapkamı çıkartmaya hazırım. Bu iş bittiği zaman, şeref listesinde onun adının benimkiyle aynı mevkide yer alacağını söylemem hiç de abartı olmayacak.

Çantanın içindekilerden, bu adamın ilham peşindeki bir ressam ve şair olduğu belliydi. Kâğıtlara yazılı pek çok dizeler gözüme çarpmıştı. Bu gibi konularda uzman olduğumu iddia edemem ama sanki bunlar bana eften püften, değersiz şeylermiş gibi gelmişti. Bunların yanı sıra alelade nehir manzaralı resimler, boya kutusu, bir kutu renkli tebeşir, birkaç fırça, şu mürekkepliğimin üzerinde duran oymalı kemik, Boxters’ın ‘Güveler ve Kelebekler’ adlı bir cilt kitabı, ucuz bir revolver ve birkaç da mermi fişeği vardı. Şahsi eşya olarak ya hiçbir şeyi yoktu ya da yolculuğu sırasında bunları kaybetmişti. İşte bu garip Amerikalı bohemin bütün varlığı bundan ibaretti.

Hırpani ceketinin ön cebinden çıkıntı yapmış bir şeyler gözüme çarptığında, aslında yüzümü ondan öteye çevirmek üzereydim. Gözüme ilişen şey, resim defteriydi ve o zaman da şimdi gördüğüm gibi tahrip olmuştu. Sana diyebilirim ki elime geçtiğinden beri bu esere gösterdiğim ihtimamı Shakespeare’in ilk koleksiyonu bile görmemiştir. Şimdi bunu sana veriyorum; sayfa sayfa aç ve içindekileri incele.”

Kendisine bir puro aldıktan sonra arkasına yaslanarak müthiş dikkatli bakışlarla bu dokümanın bende nasıl bir etki yapacağını gözlemeye koyuldu.

Bir açıklama bulmak için kitabı açmıştım ama bunun nasıl bir şey olacağını doğrusu pek düşünemiyordum. İlk sayfada, altında “Posta Botundan Jimmy Colver” yazılı bir işaret olan, kısa bir gemici paltosu giymiş çok şişman bir adamın resminden başka hiçbir şey olmaması biraz hayal kırıcıydı. Bundan sonraki birkaç sayfa, yerliler ve onların yaşamlarına dair resimlerle doluydu. Bir sonraki resim neşeli, etli butlu, şapkalı bir papazın resmiydi. Karşısında çok zayıf bir Avrupalı oturmuştu ve altında “Rosario’da Fra Cristofero’yla öğlen yemeği” yazısı yazılıydı. Sonraki sayfalar kadın ve bebek resmi çalışmalarıyla doluydu. Ardından, altlarında açıklamalar yazılmış bir dizi hayvan çizimi geliyordu: “Kumsalda Manatee”, “Kaplumbağalar ve Yumurtaları”, “Miriti Palmiyesi Altında Siyah Ajouti”. Bu açıklamanın yanına domuza benzer bir tür hayvan çizilmişti ve son olarak çift sayfaya çizilmiş, bayağı itici görünümlü ve uzun burunlu, büyük, keler cinsi hayvan çalışmalarına gelmiştim. Bunlardan pek bir şey anlamamıştım ve bunu da Profesöre belirttim.

“Tabii, bunlar sadece krokodiller, değil mi?”

“Alligatorlar! Alligatorlar! Güney Amerika’da gerçek krokodil yok gibidir. İkisi arasındaki fark…”

“Yani hiç olağanüstü bir şey göremedim diyordum. Sizin söylediklerinize değecek bir şey…”

Sakince gülümsedi.

“Bir sonraki sayfayı dene.” dedi.

Hâlâ Profesöre katılmıyordum. Bu, kabaca renklendirilmiş, tam sayfa bir manzara resmi çalışmasıydı; bir açık hava ressamının daha sonra yapacağı daha kapsamlı çalışmalara eskiz olarak yaptığı cinsten. Resimde yukarıya doğru eğilmiş, koyu kırmızı renkteki bir dizi tepelikte sona eren, soluk yeşil ve tüysü bir bitki örtüsü görülüyordu. Tepelikler, sanki daha önce gördüğüm siyah mermer oluşumları gibi ilginç girinti ve çıkıntılara sahiplerdi. Arka plandaki bir duvarın üzerine kadar uzanmışlardı. Hepsinden ayrı bir noktada, muazzam bir ağaçla taçlandırılmış piramidimsi bir kaya bulunuyordu. Ağaç, bir yarıkla sarp kayadan sanki ayrıymış gibi duruyordu. Bütün bu manzaranın ardında mavi, tropikal bir gökyüzü vardı. İnce, yeşil bir bitki hattı, girintili çıkıntılı tepeliğin zirvesine yayılmıştı.

“Eee?..” diye sordu.

“İlginç bir oluşum olduğu belli.” dedim.”Fakat muhteşem olduğunu söyleyebilecek derecede jeoloji bilgim yok.”

“Muhteşem mi?” diye yineledi.“Eşsiz bu. İnanılmaz. Bu dünya üzerinde kimse böyle bir şeyin mümkün olduğunu hayal etmemiştir. Şimdi diğer sayfa.”

Sayfayı çevirince ağzımdan bir hayret nidası yükselmişti. Bütün bir sayfa, şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü yaratığın resmiyle kaplıydı. Bir afyonkeşin çılgın düşüydü bu, bir hezeyan. Kafa, bir kuşun kafasıydı, gövde ise şişmiş bir kertenkelenin. Yerde sürünen kuyruğun üstü, yukarıya kalkık dikenlerle doluydu ve kamburumsu sırt üzerinde horoz ibiğine benzer bir düzine et parçası, birbiri ardına testere dişi gibi sıralanmıştı. Bu yaratığın önünde gülünç bir manken duruyordu veya insan biçiminde bir cüce, öylece bakakalmıştı bu yaratığa.

“Eee, buna ne diyeceksin bakalım!” diye haykırdı Profesör, ellerini zafer edasıyla ovuşturarak.

“Bir çirkinlik abidesi.”

“İyi de böyle bir hayvanı ona çizdirten neydi?”

“Ucuz cin herhâlde.”

“Yaa, yapabileceğin en iyi açıklama bu demek!”

“Peki, sizinki nasıl acaba efendim?”

“En akla yatkın olanı, yani bu hayvanın gerçekten var olduğu ve hayattayken çizildiği.”

Gülmek üzereyken gözlerimin önüne pasajdan aşağı bir Katerina burgusu daha yaparak uçuşumuz geldi.

“Şüphesiz.” dedim bir embesili idare edercesine. “Şüphesiz. Bununla beraber itiraf etmeliyim ki buradaki şu küçücük insan figürü aklımı karıştırıyor.” diye ekledim. “Eğer bir yerli olmuş olsaydı, bunu Amerika’daki bir pigme ırkına ait delil sayabilirdik ancak gel gör ki güneş şapkalı bir Avrupalı bu.”

Profesör, kızgın bir bufalo gibi homurdandı:

“Gerçekten de sınırdasın sen! Düşünebileceğim olasılıkları arttırıyorsun. Beyin felci! Mental eylemsizlik! Harika!”

Beni kızdırabilmek için fazla gülünçleşmişti. Doğrusu bu, sonuçsuz bir çaba olurdu, zira bu adama öfkelenmeye karar verdiğinizde her anınızı öfke içinde geçirmek zorunda kalıyordunuz. Bu yüzden ben de bıkkınca gülümsemekle yetindim.

“Bana adam biraz küçükmüş gibi geldi.” dedim.

“Buraya bak!” diye bağırdı, öne eğilip büyük, kıllı, sosis gibi parmağını resmin üzerine bastırarak. “Hayvanın arkasındaki şu bitkiyi görüyor musun? Herhâlde bunu da karahindiba veya Brüksel lahanası gibi bir şey zannettin, ha? Bu bir Fildişi palmiyesi ve bunlar yaklaşık on beş-yirmi metre yüksekliğe ulaşırlar. Buraya bu adamın kasten konulduğunu anlamıyor musun? Gerçekten bu canavarın önünde durmuş olsaydı, bu resmi çizecek kadar yaşamazdı. Adam yükseklik ölçütü olması için kendini çizmiş. Bir metre elli beş santim boyunda diyelim bu adam için. Ağaç ondan on misli daha büyük, ki normali de zaten bu.”

“Vay canına!” diye bir çığlık attım. “Öyleyse siz bu hayvanın… Yani Charing Cross İstasyonu’nu olduğu gibi köpek kulübesi yapsanız yine de bu dev hayvanı içine sığdıramazsınız!”

“Abartıyı bir yana bırakırsak, oldukça iyi gelişmiş bir örnek olduğu doğru.” dedi Profesör kayıtsız bir tavırla.

“Ancak tabii ki bütün insanlığın görüp geçirdiğini tek bir resimle silip atmayacaksanız herhâlde!” diye haykırdım. Bu arada kitabın kalan sayfalarını çevirerek başka hiçbir şey olmadığından emin olmuştum. “Gezgin bir Amerikalının, belki de esrarın etkisi altında veya yüksek ateşin hezeyanı altında çılgın hayal gücünü tatmin etmek için yaptığı tek bir resim. Bir bilim adamı olarak böyle bir şeyi savunamazsınız.”

Profesör cevap olarak raftan bir kitap indirdi.

“Bu, yetenekli arkadaşım Ray Lancaster’in hazırladığı mükemmel bir monograf. Burada senin ilgini çekecek bira illüstrasyon var. Ah, evet, işte burada! Altındaki yazı şöyle: ‘Jurasik Çağı dinozorlarından stegosaurusun gerçek hayattaki muhtemel görünüşü. Sadece arka bacak bile yetişkin bir erkeğin iki misli uzunluğundadır.’ Evet, buna ne diyorsun?”

1Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
2Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
3Dişinin ilk eşine ait spermlerin, daha sonraki eş ile temastan doğacak yavru üzerinde de etkisi olabileceğini ileri süren görüş. (ç.n.)