Bedel Geçidindeki Lanet

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

V

Dağ eteklerine uzanan, yamacı kaplayan arazilerin hepsi ekin tarlasıydı. Bu sene Ruslar ekini çok ekmişler, tarlalarının bir ucu Kırgızların mezarına kadar dayanmıştı. Kam-bar Boluş, yiğitleriyle beraber ekin tarlalarının kenarından at sürerek gidiyordu. Boluş’un, oğlu ve yiğitleriyle kasabaya ineceğini duyan boydaşları “Yalnız gidersek, ne yapacağımızı bilemeyiz, sokaklarında kaybolup pazarını bulamayız, zorlanırız. O yüzden Boluş’un yardımıyla kasabayı görelim, pazarına gidelim.” diyerek onlara katılmışlardı. “Sölköbayı göreceğiz.” diye heyacanlananlar da vardı.

Ekin tarlalarının kenarında ilerlerken “Bir zamanlar buraları bizim topraklarımızdı.” düşüncesiyle bakıyorlardı, sömürgeciden korktukları için, ekine basmayalım diyerek itinayla gidiyorlardı.

–Yedinci atamız Kudayan ve sonraki atalarımız burada yatıyor, dedi Kambar Boluş.

Ondan öncekiler de mutlaka bu topraklara defnedilmiştir, ancak kesin olarak bildikleri Kudayan’dan başlıyordu. Burada kimler yatmıyordu ki, Mamatkul ile Tınay, Koşoy ile Talkan zamanında Kalmuklar ile savaşta şehit olanlar, toprak için Kazaklar ile yapılan savaşta ölen yiğitler burada yatıyordu. Cesedi tam olarak defnedilenler de, savaşta kemiği etinden ayırılıp getirilerek defnedilenler de vardı. Gençken ölenler de, yaşlıyken ölenler de burada yatmaktaydı!

Kimisinin mezarı toprak yığınıyla küçük bir tepe oluşturmuş, kimisininki ise taş yığınıyla türbe halini almıştı! Kahraman olarak hatırlanan da, sıradan bir hayat yaşayıp bu dünyadan göçen de vardı bu mezarlıkta. Ah yüce Atalar! Onlar öldüğünde yakılan ağıt halâ dillerdeydi:

“Babacığımın,

Atmacaymış hayâli,

Kapan gibiymiş pençesi!” diye söylenirdi.

Bazıları bunun, Narboto’nun ataları öldüğünde söylenen ağıt olduğunu iddia ediyordu. Bazıları da bu görüşü kabul etmiyordu. Herkesin atasının üzeri yığın toprakla örtülmüş halde orada burada yatıyordu. İşte bunları düşünerek ölülerini anan Kırgızlar, Kambar Boluş’la birlikte başlarını öne eğerek birkaç dakika sustular.

–Bu sene buraya kadar gelmişler, sanırım gelecek sene mezarlarımızı da buralarda bulamayacağız! dedi içlerinden biri.

Başka biri, mezarların yıkılmaya başladığını fark etti. “Falancanın mezarı yıkılmış, ötekinin mezarının nerede olduğu belli olmuyor, bu büyük mezarlık yerle yeksan mı olacak?” diyerek yiğidi destekleyip, diğer Kırgızlar da Ruslara küfürler savurdular. “Gelecekleri olmasın, atalarımızın ruhu çarpsın!” diye hakaretlerle yere tükürdüler. Kambar bile onları susturmadı. Senelerdir yönetici olarak görev yapıyor, Ruslara hizmet ediyordu. Boluş olarak seçilmiş, muhtarlık da yapmıştı. Ancak halkının Ruslara olan nefretinin bu kadar büyüdüğünü hiç fark etmemişti. Boluş susunca yiğitler de sessizliğe büründü. Komşu boylarda yaşanan, mezarlıkların bozularak işgal edilmesinin, Kudayan Boyu’nun da başına geleceğini düşündüler.

Mukay, “Halk Ruslardan nefret ediyor. Bir fırsatını bulup öldürecekmiş gibi onlara sövüyorlarsa, bu kadar beddua ediyorlarsa ben niye Rusların okuluna okumaya gidiyorum ki?” diyerek kendini sorgulamaktan alamıyordu. Babası ise “Narboto Ağa’nın yolundan gidersen, yılkı sürüp getirmekten, halkımızın millî oyunu kökbörü oynamaktan başka bir şey öğrenemezsin. O yüzden Rusça öğren, Rusların okulu güçlüdür.” demişti.

Kırgızlar Ruslara beddua ederken Kambar Boluş atından inerek, kır pelinlerinin arasında babası Boşkoy’un mezarına doğru yürüdü.

Yanındaki yiğidine dönüp, “Kur’an okur musun?” dedi. Boluş’un babasına Kur’an okutacağını duyunca diğer Kırgızlar da atlarından inerek diz çöküp yere oturdular. Yiğit, “Bısmılda ırahman ırayım, kulkuldabat…” diyerek Kur’an okumaya başladı. Yiğit Kur’an okumayı, çok önceleri yaptığı bir alış veriş neticesinde “Ödemenizi kuzu ile yapayım.” dediğinde “Fazlasını öğrettim.” diye kabul etmeyip, koyun alan sarıklı bir tüccardan öğrenmişti. O, Kur’an okurken Boluş göz ucuyla türbenin dibine üzüntüyle bakarak oturuyordu. Yaşlanmış annesini düşündü. Annesi, bu yıl “Yedi müçölmün” diye ağlar olmuştu. Annesi artık öleceğim diyordu. “Öleceğim gün yaklaşıyor, ölürsem cenaze geleneklerimize göre beni bu dünyadan uğurlayın.” diye tembihliyordu. “Hayvanların semiz olduğu zaman ölsem keşke, gelenler yağlı et yesinler.” diye dua ederdi. Mezar taşlarına bakan Kambar, annesi vefat ederse, babasına yakın defnedecek bir yer belirliyordu.

Annesini ziyaret eden kızlara şakayla karışık “Ben ölürsem ne diye ağıt yakarsınız? Ağıtı kötü söylerseniz falancanın kızları, gelinleri ağıt söyleyemedi diye halk dedikodu eder. O yüzden şu ağıdı yakın!” diyen annesinin ağıtı aklına geldi.

 
Açık, güneşli gökyüzün,
Bir çay kaynama vaktinde bozan,
Kutsaldı anamız, ah!
Tükürüğü bile ilaç olan,
Tütsüyle nefes veren,
Şamandı anamız, ah!
Karanlıkta aydınlık gören,
Bugünden tam gören,
Gelecekteki işi kesin söyleyen,
Bilgeydi anamız, ah!
Efsaneydi anamız…
 

Yiğit, “Kulkuldabat, kulkuldabat” diye üç defa tekrarlayarak Kur’an’ı bitirince, “Âmin” dedikten sonra yerlerinden kalktılar.

Öğleden sonra at sürerek kasabaya girdiler. Kırgızların bu ziyareti, tam da kilise çanının çaldığı zamana denk gelmişti. Kilisenin tahta kulesinde çan çalıyordu. Bu sesi daha önce duymayan atlar ürker gibi oldu. “Rusların gözü önünde atlarımızı ürküterek yanlış bir hareket yapmış olmayalım.” diye çekinen Kırgızlar, dizginlerini sıkıca tutarak “Yavaş! Dur!” diye bağırarak, onları kontrol ettiler.

Kasabaya ilk defa gelenler, şaşkın şaşkın etrafa bakınıyordu. Özellikle de kiliseye hayretle bakıyorlardı. En çok da kilisenin çanı onlara garip gelmişti. Yakındaysan, çanın sesi kulak zarını patlatacak gibiydi, “Bu sesi kim, nasıl çıkartıyor?” der gibi bakıyorlardı. Kambar, Komiser’in ofisine ulaşınca atından indi. Diğer Kırgızlar da atlarından inerek bir elleriyle atlarının dizginlerini tutup diğer ellerine tebeteylerini alıp, Komiser görünürse diye boyun eğip, saygı göstermeye hazır hale geldiler.

Komiser’in yüksek duvarlı evinin avlusunda kalabalık bir grup toplanmıştı. Buradakiler yalnızca boluş, muhtarlar, köy yöneticilerinden oluşmuyordu. Aralarında, resmi bir görevi olmasa da önceki yaşantısını unutamamış, kamçısını iki büklüm tutarak belindeki kemerini diğer eliyle sıkan, kamçısını iki büklüm tutmayıp da uzunca salıvererek bazen onunla çizmelerine vuran, arada tükürüp hala kendilerini yükseklerde gören köy ağaları da vardı. “Bugün nasıl bir emir duyacağız?” düşüncesiyle hazır bekliyorlardı.

Kambar Boluş, oğluna “Selam ver, şu boluş ile selamlaştın mı, bu köy muhtarına selam verdin mi?” diyerek sırasıyla birilerini gösteriyordu. “Okula gidecek oğlun bu mu? Yiğit olmuş! Evlenecek yaşa da gelmiş!” şeklindeki sözlerle Kırgızlar Mukay’ı övüyorlardı.

Atlarını yiğitlerine bırakarak, kamçılarını yere sürükleyerek meydana gelen boluş ve köy muhtarları, Komiser’i beklerken sohbet ediyorlardı. Kimilerinin ablası, kimilerinin de teyzesi olan Karagız Ana’nın hali vakti yerinde mi? diye soruyorlardı.

Alman-Rus savaşı hakkında konuşuyorlardı. Okuryazarlığı olan yoktu konuşanların arasında, Rusların iç durumuyla ilgili yeterli bilgileri yoktu. Elli yıl geçti Ruslara boyun eğdiğimizden beri diyorlardı. Herkes duyduğu dedikoduyu birbirlerine anlatıyordu. Kimileri savaş için kaç yılkı sürüsü verdiğini söylüyor, kimileri de şırdak dedikleri nakışlı keçe, ip gibi verdikleri eşyaları halktan toplayıp Komiser’e getirdiklerini anlatıyordu. “Nakışlı keçelerimizi bile veriyoruz, Kırgızların bu keçeleri savaşta ne işe yarar ki?” diye şaşırıyorlardı. “Rus onu serip mi yatar yoksa örtünüp mü yatar?” diyorlar, bir türlü anlam veremiyorlardı. Eninde sonunda konuşmaları topraklarının daralması meselesine geliyordu. Çüy arazisinde boş toprakların kalmadığını, Kara Balta’dan başlayarak tamamıyla çiftlik kurulduğunu, diğer toprakların da balcılık yapan Ruslar tarafından sahiplenildiğinden bahsediyorlardı. “Şimdi neden çağırdığını bilen var mı?” diye birbirlerine soruyorlardı.

Kambar Boluş ise korkulukların tahta sütunlarına bakıyordu. Bakıyordu ama dikilen tahtalara destek olarak koyulan sütunların nasıl birbirlerine tutturulduğunu anlayamıyordu. “Kerege bağlanmış gibi köknar ağacından yapılan destek tahtanın bağlanışına bak!” diye kendi kendine şaşırıyordu. Dağlarımızdan kesilen köknar ağaçlarının, cami yapımı için de uygun olduğunu duymuştu.

Ofisin kapısı açıldığında Komiser göründü. Tercümanı da amirin beyaz sopası gibi her zaman yanındaydı. Halk, onu görünce saygıyla başını eğdi. Komiser, yüksekliği beline kadar gelen ince tahtadan yapılmış korkuluklara dayanarak toplananlara baktı.

–Kırgızlar! dedi Komiser. Toplananların kendi aralarında mırıldanmalarını kesip, dikkat çekmek istedi. Kırgızlar konuşmalarını bitirip, Komiser’in söyleyeceklerine dikkat kesildiler.

–Kırgızlar! Bugün sizleri sayın Çar’ın emriyle buraya çağırdım.

Sesini açmak için biraz öksürüp, kendisini izlemekte olan Kırgızlara baktı.

–Elli sene önce yüce Çar sizlere büyük yardım göstererek kendi yönetimi altına almış, sizi halkı olarak kabul etmişti.

Şimdi de size, Kırgızların bizim halkımız olduğunu göstermenizi emrediyor.

Komiser’in konuşmasını anlamadan şaşkınca bakan Kırgızlar, tercümanın çevirmesini bekliyordu. Komiser’in “Kırgızlar halkımız olduklarını göstersin.” dediğini tercümandan duyunca toplananlar canlanıverdi. “Ne istiyor bizden?” der gibi yerlerinde hareketlendiler.

–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Sayın Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti! dedi, komiser.

Tercüman bunu tercüme etti. Topluca Komiser’e bakıp ilk önce yerlerinden doğrulan Kırgızlar “Asker toparlayacak” sözünü duyunca “Aman, ne diyor?” diye duyduklarına şaşırıp, sarsıldılar.

Kırgızların şaşırarak baktığını gören Komiser “Bunlar yanlış anladılar herhalde.” düşüncesiyle konuşmasını yüksek sesle tekrarladı.

 

–Almanya ile savaşmakta olan Rus İmparatorluğu’nun askere ihtiyacı var. Beyaz Çar Tüzem halkından, Kırgızlardan, Kazaklardan asker toplamamızı emretti. On sekiz yaşından kırk yaşına kadarki erkekler listeye alınacak! Sizlerin yüce Çar’a yapacağınız iyilik bu olacaktır!

Tercümana baştan tercüme ettirdi, dinleyenler yine susarak baktı. Komiser’in sözü tepelerine inen bir şimşek etkisi yaşatmıştı. “Asker alacak” sözü “Şimdi Ruslar canımızı yakacak.” diye duyulmuştu sanki. “Vah vah öyle mi?” diye bazıları üzüldü, bazıları sinirlendi. Örme kamçılarını iki büklüm yapıp kemerine kıstıran “Boluşlardan, köy muhtarlarından olmasam da heybetliyim, hakkım olmasa da grup toplantılarına katılabiliyorum.” diye övünen köy ağaları bile ses çıkaramadan, susarak öylece duruyorlardı. O zaman akıllarına ihtiyar Kalıgul geldi. Kimileri de Arstanbek’i hatırladı. Çoğu, kendi kendine kelime-i tevhit getirerek “Tövbe” diye mırıldandılar.

 
“Ruslar alır yerini,
Kırar senin belini,
Korursun sarı arazini,
Askere vereceksin,
Karnından çıkan oğlunu!
 

diyerek bilmem kaç yıl önce kim söylemişti, Ruslar daha buraya gelmeden dememiş miydi?” diyerek kelime-i tevhit getirdiler. Ermişlerin dediklerinin gerçek olduğuna şaşırarak, “Söyledikleri sonunda gerçek oldu!” dediler. Hatta bazılarının korkudan akılları yerinden uçtu. Geleceklerini düşününce hayalleri, umutları karamsarlıklar arasında kaybolup gitti.

Kırgızların bu halini gören Komiser şaşırdı. Onların yüzlerine baktığında mutlu olan birini göremedi.

–Ama bilin ki, Kırgızlardan alınan askerler savaşa direk katılmayacak! Sizden gidenler artçı olarak kalacaklar. Siperde kalarak artçı işlerini yapacaklar.

Kırgızlar, Komiser’in söylediğine inanmadılar.

–Artçı dediğin kurşun getirir, askerin kurşununu getirip, onun yanında bulunup da savaşa girmemek de nasıl bir şeymiş? dedi boluşların biri.

–Ne zaman alacaklarmış? diye sordu bir başkası.

–Asker vermekten başka çareniz yoktur! Her boluş, on sekiz yaşından kırk yaşına kadar olanların listesini oluşturmalı! Ağustosun ortasına kadar yapılacak bu işler! dedi Komiser.

“Çok erkenmiş! Ağustos dediğin ayak oona değil mi?” diye Kırgızlar kendi aralarında tartışarak hangi ay olduğunu belirlediler. “Ay bitiyor şu an ay karanlık, demek ki bir kaç gün sonra baş oonanın yani eylülün ilk günü olacak. Bu ay ortasında hava bozulup dağların tepesine sis çökecek, demek ki çok az vakit geçtikten sonra yeni ay başlayacak” diye ağustosun hangi aya denk geldiğini belirlediler. Arkadakiler yavaşça yürüyerek gitmek için hazırlanmaya, atlarını su kenarından çekip eyere asılı olan üzengileri indirmeye başladılar.

“İzinsiz nasıl gideceğiz?” diye sırtını dönüp gidemeyen bir boluş da demin kilisenin ne olduğunu Mukay’a anlatan köleye fısıldayarak “Halktan asker alacaklarmış, halka söyle” dedi. Babasının yanında duran Mukay da bunu dinliyordu. “Kırgızlardan asker alacaklarmış, sen erkenden gidip halka söyle.” diye tekrarladı Boluş. Kırgız kölenin aceleyle köyden çıktığını fark etti Mukay.

“Nikeley, Nikeley!” nidasıyla, savaşacaklarını akılları alamayan Kırgızlar, başlarını öne eğerek sırtlarını dönüp yavaşça gitmeye başlayınca Komiser onları durdurdu.

–Kırgızlar! Pişpek ile Prceval yani sizin Karakol dediğiniz şehrin valisine vergi olarak toplanan hayvanlara saldırıp çalanlar çoğaldı. Halkınızı kontrol edin, yoksa ceza alacaksınız! Aklınızda olsun, Kara Baltanın yukarı tarafında at sürüsüne saldıran Kırgızlar yakalandı, askerî mahkeme onları idamla cezalandırdı. Bu olay size ders olsun! dedi Komiser.

Komiser yılkı sürüsüne saldıranları anlatırken Kambar Boluş dikkatle dinledi.

–Geçende Rus devletinin tebaaları Çin’e girip, at sürüsüne saldırmış! Yasaya uymayan, imparatorluğun sınırını bozan haydutları hemen kendi isteğinizle bulun!

Toplananlar kendi aralarında fısıldaşarak, sanki hiç ummadıkları bir olayı duymuş gibi birbirlerine bakıyordu. En son Bugu Boyu’nun Turpan’a giderek hayvan çaldığını ve o zaman Rus yönetiminden sert tepki aldığını, bunun son defa olması gerektiğini hatırlattıklarını unutmamışlardı. Şu sıralar afyon kaçakçıları zamanı diye biliyorlardı, meğerse barımtaçılar da mı varmış? Toplananlar “Duymadık, bilmiyoruz, biliyorsak Allah çarpsın!” diyorlardı. İlk defa duyuyormuş gibi gözükmeye çalışan Kambar Boluş da omuzlarını silkip fark ettirmedi, “Allah korusun!” diyerek diğerlerine katıldı.

–Tekes’in karşısındaki göçebe Kalmukların yılkı sürüsüne saldıranlar aranmaktadır. Saldıranların, yüce Çar’ın tebaasındaki Kırgız veya Kazaklardan olduğu tahmin ediliyor! dedi, Komiser.

Kambar Boluş, “Kazak” kelimesini duyunca “Her zaman Kazakları suçlar İnşallah.” diye umuyordu içinden.

–Duymadık vallahi! Çalınan yılkı sürüsü yoktur bizde! diye Kırgızlar yine bir defa daha mırıldanarak tekrarladılar.

Komiser konuşmasına devam etti:

–Yılkı sürüsüne saldıranlara, onları kovalayanlar yetiştiğinden sürüyü bırakarak kaçmışlar! Ancak, ölen biri varmış. Ağır yaralanan iki Kalmuk da sonra ölmüş! Kim olduklarından haberiniz var mı?

–Nerelilermiş? diye Kırgızlar hep birlikte sordular.

–Sürüye saldıranların bir tanesi ölü olarak dönmüş. Eti çıkartılıp, kemiği getirilmiş! Üzerindeki kıyafeti ve çizmesi Çin yönetiminin polisine verilmiş. Kırgızlardan ölü gelen birisini biliyorsanız, kendi rızanızla haber verin! Son günlerde kimi defnettiniz?

Toplananlar omuzlarını silkip, fısıldaştılar.

–Geçende seksene ulaşmış, çok saygıdeğer bir ihtiyarımızı halkımızla beraber defnettik başkasını bilmiyoruz, dedi bir boluş. “Hepiniz gelip birlikte defnetmemiş miydik?” der gibi yan taraftakilerine baktı.

“Yalancılar, yüz karaları!” dedi, içinden Komiser. Yasayı anlatıp birkaç gün sonra tüm boluşların halkını gezmeye, incelemeye çıkacağını söyleyerek “Hadi dağılın!” diye oradakilerin gitmesine izin verdi. “Listeyi almak için mi gelecek yoksa hırsızları bulmak için mi?” diye tam olarak anlayamayan boluş ve köy muhtarları, ne olursa olsun diye hızlıca buradan uzaklaşmak için başlarını öne eğerek dağılmaya başladılar.

Polislerin gizli ajansı tarafından “Kudayan Boyu’ndan bir genç ölmüş.” haberini öğrenmiş olan Komiser, Kambar Boluş’u durdurdu.

–Sizde ahali nasıl, her şey yolunda mı? diye sordu.

Kambar Boluş ilk başta çok korktu. Hırsızları söyleyiverecek gibi oldu önce, sonra durdu. Belli etmemeye çalışarak, sabırlı bir şekilde konuştu:

–Yapmayın Komiser Bey! dedi yapmacık bir ifadeyle.

Boluş, barımtaçıları koruyacağım diye Rus yasasına göre büyük suç işlediğini hissetti. Eğer bunları sakladığı duyulursa, cezasının iki kat artacağını hatırlayıp ödü koptu. Gerçeği söylerse Kudayan Boyu’nun dağılacağını düşünüp, ihtiyar Kalıbek’in “Hepimiz bir ağız olalım.” cümlesini aklına getirerek kendini tuttu.

–Araştırmaya göre Çin sınırında yaşayan Kalmuklara saldıranların sizin boydan olduğu tahmin ediliyor, dedi Komiser.

Yalan söylemek ne kadar zor olsa da Kambar Boluş içinden “Allahım, susmayayım yardımcım ol.” diyerek konuştu:

–Komiser Bey! Bizim halkta her şey yolunda, yöneticilerin söylediği vergiyi zamanında toparlayıp veriyoruz, yasaya karşı gelen yok.

–Yılkı sürüsünü çalarken bir Kırgız ölmüş. Geçende sizden de birisi, genç biri ölmüş diye duyduk dedi, Komiser.

“Komşu Kırgızlar öğrenirse, kıskanan birisi söyleyebilir, ancak Kudayan Boyu’ndan kimse öyle yapmaz.” diye düşünen Kambar:

–Evet, gerçekten de birisi vefat etti. Ancak o, Kalmuk’un elinden ölmedi. Kendi eceliyle vefat etti. Yaylada uçurumdan düşerek öldü. Yakınlarıyla da konuşup sorunuz, dedi sesini ciddileştirerek.

Komiser, Verniy’li yazar arkadaşının “Kırgızlar ahmak görünmelerine rağmen iftiracı ve kurnaz olurlar.” sözünü hatırlayıp, Kambar’ın gözlerine bakarak düşüncesini okumak istedi. Masmavi gözleriyle Kambar’ın kara gözlerine baktı. “Bu da ne?” diye düşünen Kambar Boluş da parlayan gözlerini kaçırmadan ona baktı.

–Kambar Bey! Araştırmayı devam ettireceğiz. Ancak siz bir şey biliyorsanız bir an evvel söylemeniz sizin iyiliğinize olur. Sakladığınız anlaşılırsa, siz de zan altında kalıp ceza alırsınız. Yine tekrarlıyorum, yakında köyünüze geleceğim dedi Komiser.

Kambar içinden “Ne olacağını göreceğiz.” diyerek, bir an önce oradan ayrılmak için acele etti. Komiser, geçende yaptığı gibi omzundan okşayıp şefkat göstererek uğurlamamıştı.

Bir yandan “Hırsızı bul.” diye sıkıştırırsa, bir yandan da erkekleri askere alırsa, böyle birbirimizi kandırıp, çare ararken hangi okul, hangi cami, hangi toprak koruma diye geçirdi içinden… Kambar Boluş, Bordu’ya atın üstünde yol alırken sağ gün göremeyip yerin dibine gireyim!” diyerek sinirle tükürdü.

“Pazara geldik de ne oldu? Bu kötü haberi duymaya mı gelmiştik?” diye, Boluş’un peşinden at sürmekte olan Kırgızlar da kızgındı. Askere giderlerse, yabancı topraklarda cesetlerinin kalacağını düşünerek kendi topraklarında Kur’an okudukları Kudayan Boyu’nun mezarlığına defnedilemeyeceklerini akıllarından geçirip ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

Ulaşır ulaşmaz askerlik işini ahaliye anlattı. Bu kötü haberi duyan halk sert tepki verdi. “Şimdi bir de askere gitmemiz eksikti?” diyerek kızdılar. Boluş, sorgu memuru ve topografların beraber geleceğini de söyledi. Halk “Olur mu öyle şey!” dedi. “Bordu’nun içerisine girmeden yollarını keselim!” diyenler de oldu. “Asker gelecek, yüz asker!” dedi Kambar Boluş. Nereye kaçacaklarını bilmeden “Kaçalım!” diyenler de oldu. “Sorgu memuru ve topograflarla birlikte asker de gelecek.” dediğinde “Geldiklerinde askere de alacaklarmış” şeklinde anlayanlar, “Kudayan’ı Allah cezalandırıyor, felaket üstüne felaket…” diyerek kötü bir işaret olarak kabul ettiler. Kimileri askere gitmekten, kimileri askere çocuklarını vermekten, kimileri askerî sorgu memurundan korkuyordu hatta topograflarından bile korkanlar vardı. Halk ne yapacağını bilmiyordu.

Kambar Boluş, öfkeli halkını zorla sakinleştirdi.

–Müfettişi dinleyelim, topograflar topraklarını belirlesin, onlarla konuşayım! Sonra hep birlikte ne yapacağımızı kararlaştırırız! dedi.

“Konuşayım” dediğinde halk inanmak istercesine “Bizi kurtarmak için toprak verecek galiba.” diye düşündü “Allah’a bırakalım, Karagız Ana’mız başımızda, hiç değilse sonra bakarız.” diye dağıldılar. Halkın diğer kısmı da Kam-bar Boluş’a inanmayıp, onun yüzüne söyleyemeseler de içten içe ondan daha da nefret etmeye başladılar. “Boluş’umuz şehre her indiğinde, kötü haber getirmeyi alışkanlık haline getirdi. Bir gittiğinde balcılara toprak alacakları, ikinci defa gittiğinde vergiyi çoğaltmak gerektiği haberini getirmişti. Şimdi de asker haberini getirdi.” diye bu olanları kötüye yordular.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?