Bedel Geçidindeki Lanet

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Halk buna inanamıyordu. Onun “Set kurmak, cami inşa etmek” demesi onlara Kaşgar gibi şehir kuracağız şeklinde duyulmuştu. “Şimdi set mi inşa edeceğiz, bir de bu mu kaldı yapmadığımız?” diyerek toplananların arasında “Ne diyorsun?” diye sırıtarak gülenler, üzülenler de oldu. Balçık yaparak inşa etsek de, halkın huzura kavuşacağını hayal bile edemiyordu.

–Seti nasıl inşa edeceğiz? diyenler de oldu.

–Cami inşa eden Şabdan’ın halkından akıl soracağız dedi, Kambar Boluş.

–Caminin kapısını koruyan, ticaretle uğraşan “Sart” denilen bir Özbek olur! Her kötülüğü yapabilen Sart’ın yanında namaz kılmaktansa! diye sinirlenen biri, arkasına dönüp gitti.

Kambar halkı yatıştırmaya çalışıyordu.

–Şabdan’ın imamı Sarı Nogay Boyu’ndan. Sarı Nogaylar Sart imamlara göre daha eğitimli diye duymuştum. Sarı Nogaylara gidip imamlık eğitimi gören Abayılda’nın çocuklarıyla konuşuruz.

–Hangi Abayılda?

–Bildiğiniz Abayılda!

–Asker Abayılda mı?

–Başka Abayılda mı var? Onun çocuklarının hepsi imam. Carkınbay, Osmonaalı, Moldo Kılıç, Kudaybergen, daha çok var!

–Hey! Bizim kahramanlık sıfatımız Törögeldi’yle beraber gitti mi?

–Öyle deme Kanaat var!

–Bir gün biz de topluca imam olacağız galiba! dedi Narboto aniden. İmam olmaktan korkmuş gibiydi.

“Hmm bizde Tarançı ile Kaşgarlıların imamı neden çok diyorduk, meğerse ev yaptıklarından…” diye topluluk içinde bir uğultu çıktı.

Uzun süre Ruslara sövüp saydılar, sonra da cami inşa etme, imam getirme işini Boluş’a bırakıp dağılmaya başladılar. “Yürü!” diye Boluş oğlunu yanına alarak yiğitleriyle beraber evine girdi. “Göster bakalım nasıl kuruyorsun seti.” diyerek Narboto da oradan ayrıldı.

Topluluk içinde Kambar Boluş, isyan edip kendisine karşı çıkanları ve onların “Yeter artık, Rusların sözüne de kuralına da doyduk!” demek istediklerini anladı. Özellikle de Narboto’nun…

Törögeldi ve Balbayları çok hatırlar oldular. Ruslara savaş açmayı emreden yönetici istiyorlar sanki. Öyle bir yönetici bulunursa, arkasından gidip topograflarla savaşmaktan çekinmez bunlar.

Halk ağzında, “Kahraman Ormotoy, kahramanların sonuncusudur.” denen bir söz vardı. Onun ne yaparak kah raman olduğunu da bilen yok. Tahmine göre Kalmukları yendiğimiz zamanlardan sonra yaşamış birisiydi. Şimdiyse o sözler, farklı olarak halk içinde “Bırak Allah aşkına! Kahramanların sonuncusu Törögeldi ile Balbay’dır.” diyenler de vardı.

Orada kalanlar ise Kambar Boluş’un kaygısını, cami kurma düşüncesini unutup Oyrot Kalmuklar hakkında konuşmaya başladılar. Masal anlatanlardan, “Kalmukların Aygır yelesi gibi örgülü uzun saçları olur, ‘aycungcung aycungcung’ diye bağırarak konuştukları dilleri vardır.” diye duyarlardı. Hayal meyal gözlerinde canlandırdılar. Buraların Kırgızları, yaşayan bir Kalmuk’u görmediklerinden bu yana çok zaman geçmişti. Bir çoğu “Ağabey, Tekes’in karşısında hala Kalmuklar yaşıyor mu?” diye soruyorlardı. Bazılarına ise bu barımtaçıların Kalmuklarla ilgili anlatıkları sayesinde masallardan çıkıp gelen çok eski kahramanlar gibi gözüktüler. “Kalmuklar nasıl oluyorlarmış?” diye sordular. Çok eski zamanlarda Kırgızların İle’ye kadar gittiğini, sonbaharda yola koyulup kışın dinlendiklerini, ilkbaharda Kazak, Kalmuk dinlemeden yılkı sürülerine saldırdıklarını, yüzlerce, binlerce yılkı sürüsünü önlerine katıp getirdiklerini gözlerinin önünde canlandırdılar.

IV

Babasının kamçısıyla omzuna şiddetli bir darbe yiyen Mukay, gözyaşlarını tutmakta zorlanarak evin arkasındaki tepeye kaçtı. “Akılsız işe yaramaz! Bir daha kara ata bindiğini görmeyeyim!” diye bağırdı babası. Mukay, babasının isteği üzerine sonbaharda şehre giderek Tüzem okulunda eğitim görmeye devam edecekti. Yine eteğiyle biçimsizce yürüyen, uzun siyah kaftanlı kıvırcık saçlı öğretmeninin karşısına gidecekti. Kambar Boluş, ben cahilim, göçebe halk da cahil diye düşünüp, oğlunun tercüman olacağını hayal ederken onun barımtaya gitmesine çok kızmıştı. “Durduk yere barımtaçılara katılmış!” diyerek sinirlenmesinin asıl sebebi buydu.

Yeşil otların arasına uzanan Mukay aşağı tarafa, köknar ağaçlarıyla kaplı geniş vadiye, dağın içlerindeki köyüne baktı. Ilgın ağaçlarının arasında uzanan ırmağın kenarına sırasıyla yerleştirilen göçebe Kırgız halkının yaşadığı boz üyler diziliydi. Yumurta gibi bembeyaz, altı kanatlı veya on iki kanatlıydılar. Onların arasında, siyah çadırlar ve duvarını oluşturan ağaç kafes şeklindeki keregesi olmayanlar da vardı. Üzerindeki keçesi delik deşik, nakışlı, fakirlerin küçük keçe evleri de vardı. Diğer Kırgız boylarından uzağa yerleşen bu köyün insanlarını “Kıyıdaki Kırgızlar, Kudayan’ın çocukları” diye adlandırırlardı.

Bazı evlerin kapısının yanında tüylü mızrakların sivrilmiş ucu göze çarpıyordu. Güçlü ve zenginlere mızraklarıyla eşit görünmeye çalışırcasına nakışlı küçücük keçe evlerin bazı sahipleri de eşiğe mızrak yerleştirmişlerdi. Söylentilere göre, kırılıp, parçalanan bu mızraklar birçok savaşta birçok kahraman tarafından kullanılmış. “Kudayan zamanından kalan, kırılıp kısalan kutlu mızraklar!” diyerek ihtiyarlar, onlara hayranlıkla bakıyor, halk da kutsal bir nesne gibi dokunuyordu. İhtiyarlar, çocukların onları ellerine alıp oynadıklarını görünce “Günümüz çocukları” diyerek burun kıvırıp, sırtlarını dönüp giderlerdi.

Mukay, yaralı olarak dönen barımtaçının alçak keregeli, tepesi sivrilmiş olan evine bakarken, evin etrafında insanların toplandığını, kapısının yanında mızrağın olmadığını fark etti. Şimdi anlamıştı, mızrağı unutup, mızraksız boz üy diken Kudayanlardanmış.

Yaralı yiğidin annesi “Çocuğumuzu sırtından mızrakla vurmuşlar.” diye üzülüyordu. Onun sırtından vurulması erkek akrabaların zoruna gitmişti. Diğer akrabaları da “Sırtından vurulmuş diye akrabalıktan mı dışlayacaksınız. İyileşmesi için dua edin!” diyorlardı. Evin etrafında halk tabipleri de vardı. Yumurta gibi yuvarlak evin içi gözükmüyor, duyulmuyordu. Başka her şey görünüyor, duyuluyordu.

Yaralı yiğidin buraya kadar inleye inleye geldiğini ve onunla beraber ölü olarak getirilen yiğidi hatırladı. Köye yukarıdan bakarken karışık düşüncelere dalan Mukay, Karagız Nine’nin yaralı yiğidin evine hızlıca yürüyerek geldiğini gördü. Şaman kadınların gücü yetmiyor, tabipler şifa bulamıyor “Çocuğumuz iyileşsin, oku ana” diye mi çağırmışlardır acaba? Ninenin koltuğuna girmiş getiriyorlardı, niye çağırmışlar? Evin önünde duranlar, Karagız Ana’yı görünce eğilip selam verdi, kapıyı açıp onu içeriye aldılar.

Mukay’ın kendini bildiğinden beri halk, Karagız Ana’nın “alas” kelimesinin şaman kadınlarının ayininden daha güçlü olduğuna inanıyorlardı. Halkın bildiği kadarıyla Umay Ana’nın şifası, Karagız Ana’nın dilindedir. O neşter ile açmaz, nefesiyle üflemez, sözüyle büyüler, kelimeleriyle iyileştirip hastayı ayağa kaldırır. Birisi hastalanıp yarım akıllı olursa, küçüğünden büyüğüne tüm halk “Karagız Ana’ya gidelim, anaya okutalım.” derler. “Çocuğa nazar değince, birisine karabasan bastığında, falanca kaza geçirdiğinde” Karagız Ana’nın önüne getirirler, “Şifa veriniz, yüreğime su serpiniz” derlerdi. “Gençken anamız “Saplanan oku çıkartıp, savaşta yaralanan eşini bu şekilde iyileştirmiş.” diye anlatılırdı.

Tüm halk “Anamızın koruyucusu var, âlimdir, ileriyi görebilir. Anamızın koruyucusu ise Umay Ana’nın ta kendisidir” derlerdi. O yüzden “Anamızın duasını alıp korunalım.” derlerdi. “Onun sözleri ayet gibidir” diyerek, sözlerini ikiletmez saygı gösterirlerdi. Hocaya, kalfaya ve Kur’an’a inandıkları kadar inanırlardı.

Karagız Ana, “Kudayan’ın çocukları” dendiğinde canını bile verebilirdi, yuvasının etrafında dönen kırlangıç gibi elinden geleni yapardı. Bazen Kudayan Boyu’ndan birisi vefat ettiğinde, doğum sırasında bir çocuk öldüğünde, genç öldüğünde devamlı “Kudayan Boyu eksilmesin.” diye dua eden ihtiyar kadının canı acırdı. “Ah kara gün!” diye üzülür, elden ayaktan kesilirdi. Özellikle de erkeklerin ölümüne daha çok üzülürdü.

Karagız Ana, at yılına denk gelen yedi müçöl yaşına geldiğine şükredip, “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu gördüm. Allah’a çok şükür gelin olarak geldiğimden, Boşkoy’un evine girdiğimden beri Kudayan Boyu çoğaldı. Ilgın ağaçlı vadiye yerleşen Kudayan köyünün, yıldan yıla çoğaldığını gördüm. Artık bu hayattan başka isteğim yoktur.” derdi. Eskiler “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu görsek!” diye arzulayıp, üzülürlermiş. Boluş ve köy muhtarlarının “Ruslar geleli topraklar daraldı.” diye kaygılanması, Karagız Ana’nın hiç ilgisini çekmez, “Erkek çocuklarının çoğalması esastır.” derdi. Kızlar ise “Kurbağa gibi olsa da, sümüğü burnundan eksik olmasa da erkek çocuklarını seviyorsunuz, bize hiç değer vermiyorsunuz.” diyerek şakayla karışık Karagız Ana’ya sitemde bulunuyorlardı. Karagız Ana ise “Sizi Çinliler kaçırsın emi! Bordu’nun sahibi erkeklerdir!” diye cevap verirdi. O zaman kızlar, gelinler gülerek, zayıf, beceriksiz genç delikanlıları görünce “Şalvarını sürükleme de çek yukarı, sümüklü!” diye dalga geçerlerdi.

Kudayan Boyu’ndan birinin ağır durumda olduğunun haberini alan Karagız Ana’nın hızlı adımlarla boz üye girdiğini izleyen Mukay, hayatta kalması için uğraşılan yiğidin canının Karagız Ana’nın eline teslim edildiğini hemen anladı. Yiğidin anaya acı ile baktığını gözü önünde canlandırdı. “Şüphesiz iyileşir.” diye düşündü. Bordu’nun içindeki çok eski çam ağaçları ile aynı yaşta olduğunu, sanki ihtiyar olarak yaratılmış ve hep öyle yaşamış birisi olarak düşündüğü ninenin söylediğini yapmayan, ona güvenmeyen veya ondan şüphelenen bir insanı hiç görmediğini düşündü. Sadece bir defasında kendisinin şüphelendiğini hatırladı. Rus okulunda okurken ninesinin sözlerine şüpheyle yaklaştığı aklına geldi. Onun bu okula başlaması da, halk içinde hikâyeye dönüşen bir olaydı…

Geçen sene Mukay, Rus Tüzem okuluna gitmişti. Daha dün yeşil tepelerde oynar, istediği yerde dolaşabilir, istediğini yapardı, özgürdü. Özgürlüğün kısıtlanmasının ne olduğunu anlamayan genç çocuk, geçen sene babasıyla beraber gidip bir anda kafesteki hapsedilen kuş misali, sırayla dizili Rus evlerinin arasına hapsolmuştu.

 

Bu sıra sıra dizili evleri, Kırgızlar çeşitli adlarla adlandırıyordu. Kimisi “köy” diyor, kimisi “şehir” diyordu. Kısacası burası Komiser’in bulunduğu yerdi. Buranın pazarı, çan çalan kilisesi ve yel değirmeni vardı. Tokmok’tan yirmi, yirmi beş kilometre uzaklıktaydı. “Ruslar ile Sartlar uçmaz tavuk, göç edilmez evler ile uğraşırlar.” şeklindeki göçmen sözünü küçümseyerek hatırlayan Mukay, evdeki ilk gecesini unutamıyordu. Orası ona hapis gibi gelmişti.

Ay geçmeden, Kambarup Mukay, iz Kudayanovskih Kırgız! “Kambarov Mukay, Kudayan Boyu’ndan olan Kırgız” diyerek kendini tanıtmayı öğrenip, Rusların hayatına alışmaya başlamıştı. En ilginci de şehirde çalışan Kırgızların çok olmasıydı. Tırpanla ot kesip, dirgenle ot toparlamayı öğrenen, balta ile kütük kesen, büyük testilerle su taşıyan, zırhlı atlara su veren, arıkla su getiren köle gibi çalışan Kırgızları işte burada görmüştü. Halk ağzında onları, Rusların “Ateşini yakıp külünü temizleyenler, (ne denirse onu yapanlar)” diye adlandırıyorlardı. Farklı Kırgız boylarından insanlar vardı, sorulunca “Tınay Boyu’ndanız, Atake Boyu’ndanız, Sarıbagış Boyu’ndanız, Solto Boyu’ndanız” diye cevap veriyorlardı. Mukay’ın Kudayan Boyu’ndan gelen uzak akrabaları da vardı. Rusça anlayanlarının dediğine göre onları Ruslar, “Topraklarını, akrabalarını bırakan Kırgızlar” (Kirgizı, porvavşie so stepiu) diye adlandırıyorlarmış.

Gerçekten de doğru adlandırmışlar. Mukay, “Akrabalarımızın düğün ve ölüm toylarına, yemeğine daha gitmedik,” “Bu sene kımızın tadını tatmadım” diyerek dudaklarını yalayıp yutkunan Kırgızları görünce çok şaşırmıştı. “Boyunun iyi gününde kötü gününde yanında olmamanın, soyunu inkâr etmenin nesi iyi?” diyerek buna bir anlam veremiyordu.

Mukay’ın dikkatini çeken bir şey de mujiklerin arasında kadınlara göre erkeklerin az olmasıydı. Kilisenin otunu temizleyip, birçok Rusa köle olan Kırgızlarla sohbet ederken onlara bunun sebebini sordu:

–Neden erkekler az?

–Erkeklerinin çoğu savaştaymış. Rusların savaşmakta olduğunu bilmiyor musun? Onlar Almanlar ile savaşıyor.

–Haa…

–Savaş hakkında bilgi vermezler. Buraya gelenler de çoğaldı. Benim gibi köleler de çoğaldı. Baban söylememiş miydi? Bunların savaşı halka zarar veriyor.

Mukay, Rusların savaşa girmesinden sonra halkın fakirleşmesi, vergilerin artması sonucu yönetimle halkın kavga etmesini hatırladı. Kendi boyundaki yiğitlerin de at sürüsü sürüp getirsek diye konuşmaları da bu kıtlık yüzünden olmamış mıydı?

–İnşallah Almanlar, Rusları yener! dedi köle.

–Alman mı diyorsun? Rus giderse, Almanlar mı kurtaracak bizi?

–İlk önce Ruslar gitsin buradan, sonra bakarız ne olacağına.

–Ne yaparsak Ruslar buradan gider?

–Bilmiyorum, açıkcası ben kahrolası Rus, Almanlara yenilsin diye yatıp kalkıp dua ediyor, Yaradana yalvarıyorum.

–Almanların dini neymiş?

–Kilisede tapınan Ruslar ile savaştıklarına göre Müslümanlar galiba.

İçinden, “Kendisi Rusların arasında yaşıyor, bir de onlara beddua ediyor.” diye geçiren Mukay, ona şaşırıyordu. İkisi böyle sohbet halindeyken kiliseden çan sesi duyuldu. Sokaklarda beliren Ruslar, kiliseye doğru ilerliyorlardı.

–Okuyacağım, Rusça öğreneceğim derken kilisede tapınmayı öğrenme sakın! dedi köle Kırgız şakayla.

Mukay, hem halkından ayrılmış buralarda yaşıyor hem de bana akıl öğretiyor diyerek başını salladı. İkisi birlikte onları takip ederek kiliseye doğru yaklaşıp, seyre daldılar. “İbadet ediyorlar.” diye çok defa duymuştu. Mukay, ibadet eden Rusları yakından dikkatle izledi. Onların önünde, başköşede duran sakallı kişiyi Rusların “Otets Mihail” Kırgızların ise “Uzun kaftanlı Mukayıl” diye adlandırdığını biliyordu. Ancak şu an onun dilini anlayamıyordu.

–Anlamı ne bunun? diye köle Kırgız’a sordu.

O, üstünde yırtık kıyafet olan, at sürüsüne bakan birisi olmasına rağmen Rusçayı iyi bilen bir köleydi. “Kiliseye girenler, Rusya’nın savaşı kazanması ve Çar’ın sağlığı için dua ediyorlar.” diyerek izah etti Mukay’a. Onların toplanarak Çarlarının sağlığı için dua etme geleneği Mukay’a çok ilginç geldi. Çarları sanki onları görüyormuşçasına, hepsinin geleceği Çar’ın elindeymiş gibi ibadet ediyorlardı. Kendileri burada, Çar başka bir yerdeydi. Fakat Ruslar, Rus olarak yaratıldığı için, sanki Çarlarıyla canları bir verilmiş gibi ibadet ediyorlardı. “Dua ettikleri Çar mujiklerin dilediğini veriyormuş, iyiymiş, boluş ve köy muhtarlarının yönettiği bizim halkımızın dilediğini kim verir?” Nasıl bir insanmış ki? Anlı şanlı AzCanıbek’ten büyük, yeryüzündeki en kudretli, en zengin adam herhalde diye düşündü sonunda.

Irgat genç, uzun kaftanlı Mikayil’i parmağıyla göstererek:

–Bu, onların imamı! Kırgızlardan hoşlanmaz, diye fısıldadı.

Bir yandan onun söylediklerini dinleyen Mukay, bir yandan da “Kimin dileği daha güçlü, Allah kimin duasını kabul ediyor, kimi duyuyor?” şeklinde düşünüyordu. Bir araya toplanıp yalvaran Ruslara karşı yalnız başına, göğe bakıp Gök Tanrı’ya sığınan ırgatın yakarışını mı duyar, yoksa çan çalan, yüksek sesle şarkı söyleyen, toplanarak kiliseye gelip ibadet edenlerin duasını mı duyar? Bu düşünce yanımdaki eski şapkalı kölenin aklına geldi mi hiç? diye düşünürken ırgat:

–Tanrım yerle bir etsin sizi! diye beddua ederek oradan uzaklaştı.

–“Tanrı diğerlerini ezse de Çar’ı nasıl ezer?” diye düşündü Mukay.

Çar’ı görünce, yani onun resmini görünce kölenin sözlerini hatırladı. Zaman içinde okulda çarla ilgili daha çok bilgi anlatılıyordu. Öğretmen de Kırgız çocuklara “Çalışkan olursanız, Tatar çocukları gibi başarılı olursanız size Çar’ın resmini yakından göstereceğim.” diyerek sanki bir ödül gibi gösteriyordu. Rus Çar’ını, yeryüzünün en kudretli, en şefkatli, en merhametli hükümdarı olarak anlattı. “Rus İmparatorluğu’nun Coğrafyası ve Tarihi Hakkında Bilgiler” adlı ders vardı. Bu derste duyduğu kadarıyla, Rus devletinin geniş topraklara sahip, bir okyanustan diğer okyanusa kadar uzanan bir devlet olduğunu anlattı. Söylenene göre sadece Kırgız ve Kazak değil dili farklı, yüzü farklı birçok halk bu devletin içinde yaşıyormuş. Tatarlar başta olmak üzere Sarı Nogay, Kara Nogay halkları bu devlete uzun süre önce boyun eğmişler.

Tüm bunları duyunca, “Boyun eğmeyen sadece Çin mi kalmış?” düşüncesi akla gelebilirdi. “İşte bu büyük devleti Rusların Çarları kurmuştur.” diyerek öğretmeni her gün tekrarlıyordu. Komiserler, papazlar, boluşlar, muhtarlar, mujikler, göçebe halklar, Tüzem okulunda okuyanların hepsi Çar’ın tebasıdır.

Bir gün resmi getirdi. Bu Ruslar neleri getirmedi ki Kırgız topraklarına: Toprağı süren alete “pulluk” diyorlarmış, ip gibi uzanan telin bir ucundan vurulunca diğer ucundan mektup olarak düşüyormuş, ona “telgraf” diyorlarmış, onu Rusların Pişpek dediği Bişkek, Tokmok, Almatı gibi büyük şehirlerde yerleştirmişler, Kırgızlar, biz kendi gözümüzle görmedik ama hızlı sürülen trenleri “ateş arabası” varmış diyerek Rusların elinden ne görürse, ağzından ne duyarsa şaşırdıkça şaşırıyorlardı. Şimdi ise resmin karşısında Mukay bu haldeydi. Boya dese, hayır boya değildi. Kurşun kalemle mi çizilmişti? Hayır, o da değildi. Kalın kâğıda kişinin küçültülmüş gölgesi yapıştırılmış gibiydi. Sadece ses çıkartmıyor, kıpırdamıyor ve gözlerini kırpmadan sürekli bakıyordu. Hem de onu, boyu bir arşın, genişliği yarım arşın olan, ağaç kalıba yerleştirip, çiviyle duvara asmaya uygun hale getirmişlerdi. Mukay’ın şaşırarak baktığını fark eden öğretmen “Gosudar!” yani Çar dedi. Kilisedeki olaydan sonra Çar’ın, Allah’ın dünyadaki peygamberi gibi olduğu zihninde yer eden Mukay, yaklaşarak resme baktı.

–Bu Çar’ımızdır, hepimizin Çar’ı Nikolay Vtoroy! dedi öğretmeni, kötü telaffuzlu bir Kırgızca ile.

–Niikeley?

–Evet, İkinci Nikolay. Dünyadaki en kudretli Çar! Şubat devrimine kadar Rusya’yı yöneten hanedanlık, Romanovlar!

–Urumanup?! diye sordu Mukay. Diğer Kırgızlar gibi Romanov diyemiyordu. Onun ismi bir Nogay veya Tatar ismi gibi gelmişti kulağına.

–Evet, Romanovlar! İşte bu resimde Çar tüm ailesiyle; işte bu da kraliçe, bu gözleri parlayanlar ise kızları, ötekisi oğlu! Gelecekteki çar sayılır.

Çar da normal, her gün gördükleri Ruslara benziyormuş, tam da onlarınki gibi sakalı, bıyığı varmış. Üzerindeki kıyafet Ceti Suuluk’a gelen Rusların asker kıyafetlerine benzemiyor mu? “Hükümdar” denilince taç giyen, üzerinde altın ve gümüşle süslenmiş, parlak iplerle nakışlanmış kürkü ve üzeri değerli taşlarla bezenmiş çizmesi olan masallar hatırlanır. Özellikle Karagız Nine’nin anlattığı masallarda öyleydi.

Ninenin anlattığı hikâyelerde her zaman Kırgız çocukları Kalmuklarla, Kazaklarla olan savaşı kazanır, yılkı sürüsünü ellerinden alırdı. Kaşgarlı ve Taşkentli kervancıları kovalar, altın ve para dolu olan heybesini kucaklayan tüccar da “Bırakın, bırakın!” diye arkasına bakmadan kaçardı. Nine, bunları anlatırken bu kahraman Kırgızların Kudayan Boyu’ndan mı yoksa başka boydan mı olduğunu anlayamıyordu. Kısacası atların en iyisine binen, tüfeğin iyisi “Akkelteyi” arkasına asan, mızrağın en sağlamını koltuğuna kısan, namuslu Kırgız çocuğu demişti. Söylediğine göre o zamanlar kızların da kendince gelenekleri varmış. Onlar, baykuşun tüyünü beğenmedikleri için, sadece turna tüyü ile süslenen kıyafetleri giyerlermiş. Manas zamanından önce mi yoksa sonra mı, kim bilir? Birilerinin bey, diğerlerinin zengin olduğu herkesin kuvvetli, refah içinde yaşadığı bir zamanmış. Bazıları, öncesi sonrası yok, tam da Manas ve Semetey’in zamanı diye yorumluyordu.

Ninesinden duyduğu efsaneler, Rus öğretmeninin anlattığı uzun tarihin neresinden çıkacak diye hep beklerdi. “Han” ile ilgili duyduklarım, öğretmenin anlatmış olduğu zamanların hangisinden çıkacak acaba diye araştırıyor ama bulamıyordu. Sonunda kendi kendine şu soruyu sordu: “Han” ile ilgili, “Bey” ile ilgili masallar nereden çıkacak?

Öğretmene göre Kırgızların, güçlü Çar’a ses çıkarmadan boyun eğmeleri gerekiyormuş. Amirlere, memurlara ya da sakallı mujiklere kısacası tüm Ruslara, göçebe halkın börkünü çıkarıp, ayağa kalkıp saygı göstermesi bundan dolayıymış. Ne yaparlarsa yapsınlar, Ruslar sert davransa bile, sopayla kafalarına vurup dövseler bile ses çıkarmamalılarmış.

Mukay, köyde bu türden olayları da görmüştü. Bırak susmayı, Rusların elinde öleni de gördü. Kıyafeti eski püskü, orta yaşı geçmiş kısa boylu bir Kırgız, köyün içinde rast gelen herkesin işini yapardı. Kendisine ot, odun kesme gibi işler aramak için dağdan inmişti ve her zaman omzunda kemanını taşıyordu. İş çıkarsa yapar, çıkmazsa arık boyunda yetişen ağaçların gölgesine oturarak keman çalıp zaman geçirirdi. Onun çaldığı müziklerden, Mukay’ın en çok hoşuna giden “Baykuşun tüyü sarıdır” adlı şarkıydı. Kemanının yayını hareket ettirdikçe tellerden, “Baykuşun tüyü sarıdır, baykuşun tüyü sarıdır” diye nağmeler dökülüyor gibi duyulurdu. Kulağa, sanki kemanın içinden tüyleri sarı baykuşun yavrusu “Pır” diye kanatlanıp uçacakmış gibi gelirdi. Kemanın sesi çok etkileyiciydi.

Bunun dışında, destan ve şarkı söylemekte de yetenekliydi. “Semetey Destanından” başlayarak sonunu “Seketbaylar” ile bitirirken herkes onu hayranlıkla dinlerdi. O kadar çok masalın arasından özellikle “Kedeykanı” çok güzel söylerdi. Bu destanda, hayvanı ve malı çok olan Azimkan adında bir han ile, “Bir gün bey olsam…” diye hayal kuran Kedeykan adında bir fakir arasındaki mücadele anlatılırdı. Bunu anlattığında şu andaki boluş ve muhtarlarla tartışan, “Onun partisi, şunun partisi” diye ikiye ayrılan, valiye kadar çıkarak birbirlerine düşman olan Kırgızları anlatıyor gibiydi. “Bu hadisede çok eski bir olay anlatılır.” derler ama dikkat edince eski değil de sanki şimdiki zamandır anlatılan. Çünkü bunu Kırgızlar, birisinden mi duymuş yoksa kendisi mi üretmiş bilinmez. Ancak bugüne uydurarak kinayeyle söylerdi. Onun şarkısında şöyle sözler geçiyordu:

 
Parti bela oldu başımıza,
Birleşip, birlik olmazsak,
Hizmet et bu yalan dünyada milletine,
Alnın ak gidersin ahirete!
Halkımızda düzen tertip kalmadı,
Particiler halkın arasını kapladı,
Yıldan yıla yayıldı.
 

Dinleyen Kırgızlar hayret ediyorlardı. Halkın sorunlarının birisine benzemiyordu. “Herkesçe bilinen Kalıgul’un olayı mı?” Yok değildi. “Arstanbek mi?” Hayır, bu da değil. Bu söylediklerinde Kırgızların kullanmadığı kelimeler vardı. “Parti” kelimesini çok duymuşlardı. Hani boluş ve muhtarların seçimi yapılırken “Şabdan’ın partisi”, “Kanaat’ın partisi” ve “Kambar’ın partisi ”diye karşı gruplara bölünmeleri değil mi?

(Kadere bak! Bu günlerin üzerinden beş altı sene geçmeden, boluşluk yerine “partiye mensup” olarak yaşadıktan sonra da sadece “Partiliyim” demek yetmeyip, “Gerçek Partiliyim” diyerek ilkeleri tutacağını ve sonunda kendisi de onlara karışacağını, o zamanlar Mukay hayal bile edememişti.)

 

Kırgızlar, “millet” kelimesini hiç anlayamıyor, çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı. O, “Tatarlardan eğitim gören yeni imamlar çıktı, onlar da kitap yazmaya başladılar.”

“Abayılda’nın neslinden olan Osmon imamın yazdığını okudular.” “Kıyamet kopacak sanki, Abayılda’nın nesilleri imam mı oldular?” gibi düşünceleri halk ağzından çokça duymuştu.

İmamın yazdıklarını ezbere söyleyen Kara destancının söylediklerinde ise şunlar geçiyordu:

 
Rusları durdurup Taşkent’te,
Şehit oldun Alımkul!
Şehrin sahibi öldü diye,
Ruslara müjde ulaştı.
Kırgızların hanı öldü diye,
Çin’e müjde ulaştı.
Alımkul öldü diye,
Düşmanın sevindi…
 

Bunu dinleyenler, hangi olayın efsanesini anlattığını anlayamazlardı. “Han” olarak Ormon ve Cantay’ı bilip de, bir de Rus ile çarpışan Taylak’ın oğlunu duyardık. Bu hangi masal? diye şaşırıyorlar, hangi olay olduğunu çıkaramıyorlardı. Destancının kendisi ise “Anciyanlı şairden duymuştum.” diyordu.

Bu şehrin Rusları onu Kara masalcı olarak adlandırıyorlardı. Skazitel Kara opyat ştoto rasskazıvaet na svoem kara kirgizskom yazıke “Kara masalcı, Kara Kırgız dilinde masalını anlatmaya başladı.” derlerdi. Kırgızlar, etrafında toplanarak onu dinlerlerdi. Dinleyeni dinlendirir, kendisini eğlendirir, bitince de zayıf atına binerek “Yarın görüşürüz.” diyerek, iş bulamadığına da hiç üzülmeden evine dönerdi.

Ne günah işlemişti kimse bilmiyordu. Yoksa “Utanmaz Kırgız, Ruslarla ilgili kötü bir söz mü söylemişti?” Bir gün o Kırgız’ı, kolu uzun olduğundan Çongkol lakaplı bir Rus, acımasızca döverek büyük arığın dibine bırakıp kemanını kırmış, atını ise elinden almıştı. Araya giren kimse de olmamıştı. Her zaman onun ezgilerini, şarkısını dinleyen Kırgızlardan biri bile müdahele etmemişti. Genç Mukay, tek başına nasıl karşılık verebilirdi ki Ruslara? İşte o gün araya giremediği için çok utandı. Oradaki zavallı Kırgızlar gibi, o da Rusların avlusuna sığınmıştı. Ruslara karşı çıkamadığı için vicdan azabı çekiyordu. “Keşke, burada Narboto Ağa’m olsaydı, sessiz durmazdı.” diye iç çekti.

Çongkol’un Almanlarla olan savaştan psikolojisi bozulmuş olarak döndüğü söyleniyordu. Alman’ı döven Çongkol, şimdi de masalcıyla beraber sanki masal kahramanlarını da dövmüştü. O, “Kedeykan” destanını söylerdi. Çongkol’un yumruğu hangisine inmişti? Kendi aralarında anlaşamayan talihsizlerden hangisine? Kedeykan’a mı yoksa Azimkan’a mı?

Çongkol’un “Semetey” destanını okuyan Kara’yı dövmesi ile Semetey’in ruhuna karşı gelmesi aynıydı. Semetey, Kara’ya güvenerek kendi gücünden kaybediyordu sanki. Ah büyük Semetey! diyerek Mukay buna da kederlenmişti.

Kara’nın yanına kimse gidememişti. Ölü mü diri mi olduğu belirsiz bir halde Kara destancı, avlunun kenarında uzunca müddet öylece kaldı. Ertesi gün, durumu ağır bir vaziyette köyüne götürdüklerini duymuştu Mukay. Masalcının ezgilerinin tükenip, ölünceye kadar dövüldüğünü kendi gözleriyle gören Mukay, bu şehirden artık iyilik beklemiyordu. “Kahrolsun şehir hayatı!” dedi. Tezek ile uğraşarak geçirdiği köy hayatını, özgürce yaşadığı günleri özlüyordu. Kaç gündür şehirde olduğunu bile karıştırmış bir haldeydi. At sürüp neşe içindeki günlerini, ninesini, annesini, beraber oynadıkları, yarıştığı arkadaşlarını özlemişti.

Şehirde yaşadıklarını anlatığında köy halkı toplanarak onu dinlerdi. Sanki büyük bir masalcıdan hikâye dinliyormuşçasına kulak kesilirlerdi. Mukay, Çar’ın resmini görünce onu canlı görmüş gibi şaşırmıştı. “Sıradan bir Rus muymuş?” diye sormuştu Narboto. “Tahtı ve tacı nasılmış?” diye ihtiyar Kalıbek sormuştu. Çar ile ilgili çok soru sormuşlardı. Yolda karşılaştığı herkes üşenmeden duruyor ve o konuda soruyorlardı.

Yürümekte olanlar yürürken, atla gitmekte olanlar at üzerinde soruyordu. Hiç bıkmıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye de soruyorlardı. Çar’ı sorduklarında mutlaka “Karısı nasılmış?” sorusunu sorarlardı. Onun karısına “Kraliçe” de demiyorlardı. Mukay ise resimde gördüklerini sanki Çar’ın sarayına gidip görmüş gibi anlatırdı. Çar’ın karısının kraliçe olduğunu kendisi de unutur, soruyu duyar duymaz anlatmaya başlardı. “Karısı mı? Saçları kıvırcık, uzun gömlekli, ağzı yüzük gibi küçücük, gözleri masmavi” cevabını verirdi. Gözlerinin maviliğini sanki görmüş gibi konuşurdu. İlk başta Çar’ın karısını neden sorduklarına önem vermiyor, anlamlandıramıyordu. Uzunca bir zaman geçince ancak anlayabilmişti. Büyüklerin bolca kımız içip sohbet ettikleri ortamda ancak kavrayabildi.

Meğerse Sagınbay adında ileriyi görebilen bir Manasçı varmış, duyduğuna göre o bu topraklardanmış. İşte o, bir keresinde başına uygun şekilde işlenilen altın taç sölköbayı, görünce “Bu Çar ölecek.” diye söyleyerek halkı şaşırtmış. “Nerden biliyorsun?” diye sorduklarında “Donarak düşüp, boğazı kesilecek.” diye cevap verip “Yöneticilere hemen haber verin!” demiş. Boluş ve muhtarlar “Sakın kimse duymasın, durduk yere başımıza bela açacaksın” diye korkuyorlardı. Yalvarırcasına Sagınbay’ı zar zor susturabilmişlerdi. Sonrasında Sagınbay’ın söyledikleri, halk arasına yayılmış, şehre, pazara gidenler bir bahane bulup Çar’ın başındaki nakışlı sölköbayı görmek için çabalamışlar. Bir de onun öleceğine inanıyorlardı. “Karısı nasılmış?” diye sormaları da “Çar ölürse, karısı tahta çıkacak, nasıl biriymiş?” diye ilgilenmelerindenmiş.

Sadece Karagız Ana’sı farklı yorumlamıştı. “Çar’ın resmini görmen iyi bir şey.” diyerek sanki torunu resimden değil de, gidip Çar’ı sarayında görmüş gibi yorumlardı. “Han’ın gözünü gören ölmez derler oğlum! Sen Çar’ı gördün.” diyerek Mukay’a dua eden Karagız Ana, onun gördüklerini iyiye yorumladı, kucaklayıp, torununu başından tekrar tekrar kokladı.

Yeşil otlaklı tepede uzanarak, Bordu’nun içindeki boz üyleri izleyen, gökteki bulutların hareket etmesini seyreden Mukay, şehirdeki günlerini böyle hatırladı. Ninesinin masal ve hikâyelerine inanmayıp şüphelenmesi işte o zamandan başlamıştı.