Acayib-i Âlem

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Anladım efendim!”

“Ya bir gece aylarca müddet devam eder ve bir gün keza aylarca müddet uzayıp gider de güneş ya hiç doğmaz veyahut hiç batmaz ise?”

“Öyle ya! Öyle ya!”

“Hâlbuki kuzey taraflarının olağanüstülüğü yalnız bundan da ibaret değildir. Tabiatın yıkıcı gücü oralarda insanların yaşamasına ihtimal vermek istemediği ve taşları ve ağaçları bile çatır çatır mahvedecek sanıldığı hâlde oralarda bu yıkıcı güce Cenabıhakk’ın verdiği akıl kuvvetiyle mukavemet ederek yaşayan birçok halk dahi görürüz. Sıcak memleketlerde ne elbiseye ne ev ve meskene ihtiyacı olmadığı gibi doğal mahsullerle karnını dahi doyurabilecek olan insanların yaşayışının ne kadar sade olabileceğini bir kere düşünmeli de buzul memleketlerde her şeye muhtaç olan insanların yaşayışının ne kadar dikkate değer olacağını hesaba katmalı.”

“Ve işte bu hesaptan sonra vatanımızın cennet gibi güzel olduğuna hükmetmeli. Öyle değil mi efendim?”

“Ona ne şüphe! Şimdiki hâlde İstanbul’dan dışarıya çıkmamış olan bir adam İstanbul’un güzelliğine hayran görünür ise o adama hayret edebiliriz. Çünkü her şey zıddıyla kendisini belli edebildiği hâlde güzel olmayan veyahut daha ziyade güzel olan yerleri görmeksizin kendi doğum yerinin güzelliğine hayran olmak âdeta bir taklitçilik demektir. Herkes güzel dediği için o da herkesi taklit ederek güzelliğine inanmış sayılır.”

Biraz sessizlikten sonra Hicabi Bey dedi ki:

“Zannıma kalırsa kuzey taraflarını seyahat etmek seyir ve hareketçe de güney taraflarından daha kolaydır.”

“Hiç şüphe etmemeli!”

“Çünkü birçok yere trenler ve gemiler ile gidilir. Hâlbuki güney tarafları buna benzemez.”

“Pek doğrudur. Bugün bir mevsimine düşürülür ise hemen on beş gün kadar bir müddet içinde kuzey tarafına en fazla sokulabilmek mümkün olur. Fakat biz henüz daha seyahatin bu taraflarını seninle konuşmadık. Tren ile seyahat etmek seyahatten mi sayılır?”

“Vay! Seyahatten sayılmaz mı?”

“Sayılmaz ya? Bir vagon içinde oturmak seyahatten sayılacak ise kendini bir sandığa hapsedersin. ‘Ben seyyahım!’ diye iftiharından koltuklarını istediğin kadar kabartırsın! Benim âşığı olduğum tabiata kavuşmak için edilecek seyahat tren ile değil beygir ve araba ile de yapılamaz. Mutlaka yaya olarak icra yapılmalı.”

“Yaya olarak mı? Tabanvay ha?”

“Evet! Ben her otun, her kökün, her böceğin yanından geçerken durup bakmaz ve eğilip dokunmazsam o seyahatten ne anlarım? Yalnız şehirden şehire, onların da lokantalarından lokantalarına ve tiyatrolarından tiyatrolarına seyahat edilecek ise işte resimli kitapların oturduğumuz yerde gözlerimize sunduğu dünya bu dünya olacağından seyahat külfetine hiç de ihtiyaç kalmazdı. İmkânı olsa denizlerde dahi yürüyerek seyahat etsek. Hem denizlerin dibinden! Çünkü denizlerde görülecek şey, yalnız ufkun, engel olmadan gözlerimizde tam dairesini resmetmesinden ibaret değildir. Denizin harikaları asıl o mavi yüzeyin altındadır. Bununla beraber inceleyici bakışları çekmeye değer olacak bir tarafı bulunmayan ve dolayısıyla yine çöl ve yaban denilmek lazım gelen bazı uzun mesafeleri kendi bacaklarımızın kuvvetlerinden başka kuvvetlerle katetmek imkânından istifade hususunda yine hürriyetimize malik oluruz.”

O gün seyahat hakkında kahvaltı zamanına kadar uzayıp giden sözde bizim için gereksiz bilgi sayılmaya değer olacak diğer muhakemelere ve izahlara girişilmedi. İki arkadaş kahvaltılarını da ederek karınlarını doyurduktan sonra hep seyahatin faydasından, güzelliğinden bahsede bahsede ikisi beraber Beyoğlu’na kadar geldiler. Ve Club Commercial’a varıp sözü geçen İngiliz ile Mısırlıyı buldular.

İngiliz tabiatçılardan olup zaten İstanbul’a gelişi tabiat tarihine dair birtakım incelemeler için olduğundan, bu incelemeleri hazır edilmiş ve numuneleri dahi tertip olunmuş bulduğundan ne kadar memnun idiyse Mısırlı beyefendi dahi Suphi Bey gibi bir uzman zat tarafından seçilmiş ve tertip edilmiş bulunan bir kütüphaneye sahip olmak için talep edilen parayı az bile görmekte idi. Çünkü Amerika savaşı hasebiyle bütün Avrupa fabrikalarının muhtaç oldukları pamukları Mısır’dan satın almak suretiyle Mısır’a yağdırmış oldukları liralar Mısır’ın adi fellahlarını bile bir lirayı bir bakır kuruş sayacak derecelerde zenginleştirmiş olduğundan Mısırlı beyefendi en adi şeyler için bile avuç doluları altın sarf ettiği hâlde umurunda bile olmazdı.

O gün iki müşteri satın alacakları malları birer kere daha gözden geçirip son kararı vermek için Suphi ve Hicabi beyler ile beraber vapura binerek … köyüne gittiler. Bir müşteri mal almak hususunda İngiliz ve Mısırlı kadar hırslı olur ve bir satıcı da satmakta Suphi kadar mecbur ve aceleci bulunur ise alışverişin pek kolaylıkla yapılması tabiidir. Dolayısıyla bunlar hemen o gün satış akdine karar vererek İngiliz hemen koynundan çıkardığı bir cüzdandan bir yaprak koparıp üzerine Osmanlı Bankasına hitaben bir çek yazdı. Ve Mısırlı da ödeme hızında İngiliz’den aşağı kalmamak için cebinden diğer bir cüzdan çıkarıp kütüphane için belirlenen altı yüz lirayı tamamen banka kaymesi olarak ödedi.

Bu alışverişin yapılmasından sonra yine dördü birden vapura binerek Köprü’ye çıktılar. Hicabi’nin evine gelmek için müşterilerden ayrıldıktan sonra bir arabaya binen iki arkadaştan Suphi Bey, Hicabi’ye dedi ki:

“İşte para arkadaş! Hani ya seyahat için sen de heveslenmiş görünüyordun. Bu sözün gerçek ise işte para!”

“İş paraya kalınca Allah kerim. Zaten ben sana masraf bakımından yük olmayı kabul etmem.”

“Neden? Aramızda teklif tekellüf mü var?”

“Hayır! Param olmayacak olsa teklif tekellüf olmamasından belki istifade edebilirdim.”

“Ama bu para bizi iki seneden fazla seyahat etmek için idare eder.”

“Dört sene müddet seyahat edecek kadar paramız olsa fena mı olur? Bahis para bahsi değil diyorum.”

“Ya ne bahsi?”

“Aile halkının rızasını alabilmek para bahsinden daha müşküldür.”

“Ha bak bende aile falan olmadığı için ben o müşkülatı hiç ölçüp biçemem. Demek oluyor ki ailenden ayrılmayı pek de gönlün istemiyor.”

“Gönlüm istemiyor da değil.”

“O değil, bu değil. Ya nedir efendim? Hevesin bir kuru hevesten ibaret ise bari ondan bahsetme de insanı kendi hevesi veçhile edeceği hayallerden de menetme.”

“Hevesim pek kuvvetli bir hevestir. Resulullah’ın sayesinde senin paran kadar bir parayı benim bu yolda harcamaya gücüm vardır. Ancak ailemin güzelce rızası ve oluruyla yola çıkarsam daha fazla rahat ve kalp huzuruyla seyahat etmiş olacağım. Birader! Böyle uzun uzadıya seyahatlere çıkıldığı zaman gidip de gelmemek ve gelip de bulmamak var. Onun için insan her vazifesini yerine getirerek çıkmalı!”

“Amma uzun düşünce ha! Gidip de gelmemek olursa toprağımız Kuzey Kutbu’ndan alınmış deyiveririz. Gelip de bulmayacak olursak hasret kıyamete kaldı diye teselli buluruz. Bazı kere o kadar filozof görünürsün ki ben de şaşarım. Bazı kere…”

“Bencesi yine böyledir. Fakat ev halkıncası böyle değildir. Sen işi bana bırak. Sana ne lazım? Ne kadar olsa sen daha birkaç güne kadar yola çıkamazsın değil mi?”

“Öyle ya? Yol tedariki olarak bazı şeyler alacağım. Gerçi asıl soğuk memleketler için gereken seyahat ihtiyaçlarını Petersburg’dan tedarik edecek isek de buradan alınacak birtakım şeyler de vardır. Herhâlde bir hafta on gün kadar daha buradayım.”

“Tamam! Ben de o zamana kadar buradaki işleri görür bitiririm.”

İki arkadaş Hicabi Bey’in evine geldiler. O gece yemekte ve yemekten sonra hep seyahate dair söz edileceği malumdur. Bu akşam Hicabi Bey Suphi’yi yatak odasında yalnız bırakarak kendisi harem tarafında yattı ve zihnî meşguliyeti bir yandan uykusunu reddetmekle beraber diğer taraftan dün geceden beri devam eden uykusuzluk kendi hükmünü dahi yürüterek bir hayli zaman Hicabi’yi hemen gözleri kapalı bir hâlde bulundurdu ise de Hicabi yine geç vakte kadar uyuyamayıp pek muzdarip bir hâlde vakit geçirdi.

Ancak bu gece ailesi halkına seyahatten falandan asla bahis açmadı. Hicabi Bey bu bahsi ertesi sabah açtı. Hem de seyahatin faydasından, ehemmiyetinden bahsederek güzel bir başlangıç ile söze girişti. Özetle demişti ki: “Dünyayı görmeyen bir adam hiçbir şey görmemiş demektir. Çünkü bu âlemde bizce maddeten bir varlık varsa o da dünya ve içindekilerden ibarettir. Hâlbuki biz İstanbul’da doğup İstanbul’da büyümekle dünyayı görmüş sayılamayız. Bu yüzden birkaç ay müddet için Suphi Beyefendi ile seyahat azmine düştüm.”

Güzel muhakeme, güzel arzu, güzel niyet ama aile halkı için bu giriş sözlerini kabul etmek ihtimali var mı ki hatta neticeyi dahi kabul etmek mümkün olsun?

Zaten aile halkının en büyük düşman tanıdığı bir adam varsa o da Suphi Bey’di. Herkes, “Suphi Bey denilen deli ile düşüp kalkmayı artırıncaya kadar bizim beyefendi evini barkını sever, pek iyi bir adamdı. Onunla düşüp kalkmayı ve ahbaplığı arttıralıdan beri bozuldu. Hele şimdilerde büsbütün divane oldu!” diye Suphi’yi elinden gelse bir kaşık su içinde boğmak isterdi.

Hele seyahat denilen şey hakkında Hicabi Efendi ailesinin malumatı o kadar azdı ki “Biraz da seyyah olarak ömür süreyim.” sözü Hicabi Efendi’nin ağzından çıktığı zaman “A! Üstüme iyilik sağlık! Elde keşkül hu bereket Allah diye dilenmek size mi kalmış?” dediler ki bu hâlde seyyah sözünden Buharalı dervişleri anladıkları anlaşılınca Hicabi Efendi anlayışları bundan ibaret olan kadınların âdeta hâllerine acıdı.

O gün Suphi Bey Osmanlı Bankasına havale olunan parayı almak için bankaya giderek Hicabi Bey evinde kalmış ve ta akşama kadar kadınlar ile bahiste devam etmiş ise de küçük çocuklara ve hizmetkârlara varıncaya kadar hepsi bir aralık beyin delirdiğine inandıktan sonra nihayet aklını henüz bozmadığını görüp içleri rahatlayarak fakat bu seyahat arzu ve hevesinden dolayı biçareyi alaya almaya karar vermişlerdi.

Akşam Suphi geldi. Paraları almış olduğundan koruması için hepsini Hicabi Bey’e verdi. Dedi ki:

“Bu parayı aldığıma hata ettim. Zira bu kadar para yanımızda olduğu hâlde seyahat edemeyiz. Bu yüzden lüzumu kadar paranın bize Petersburg’da banka tarafından teslim olunması ve kalanı için de dünyanın hangi taraflarından telgraf çekersek hemen poliçelerinin gönderilmesi hususunda gerek bunları gerek Mısırlıdan aldığımız paraları tamamen bankaya teslim etmeliydik. Lakin seyahatimiz için gereken planı henüz yapmadığımdan şimdilik paraların bizim korumamızda olması için aldım buraya getirdim… Ey, sen kendi işini ne yaptın bakalım?”

 

Hicabi Bey bu soruya birdenbire cevap veremedi. Biraz şaşırıp kekeledikten sonra dedi ki:

“Biz de henüz bir karar veremedik. A kardeş böyle kadınlarla ciddi şeylerden söz edilir mi? ‘Seyyah’ deyince onlar ceylan derisi sırtımızda, külah başımızda Buharalılar kıyafetine girerek memleketten memlekete, tekkeden tekkeye sürtüp gezeceğiz zannediyorlar.”

“Ben zaten senin seyahatine imkân veremiyorum azizim. Çoluğu çocuğu beyhude yere üzme! Haydi içeriye git de bu sevdadan vazgeçtiğini söyle! İstersen ben hanım kardeşi şuraya, kapıya çağırayım da söyleyeyim.”

“Etme Allah’ı seversen! Zaten ben onları seninle iknaya çalışırken şimdi işi sen bozma!”

“Benimle iknaya mı çalışıyorsun? Ne diyorsun?”

“Yalnız seyahat etmeyip beraber seyahat edeceğimizden ve senin fazilet ve irfanından bahisle bu seyahatin herhâlde benim, eğitim ve görgü bakımından mükemmelleşmemi temin edeceğini söylüyorum.”

“Güzel ama geçen gün hanım kardeşin dikçe bir sesle seninle bahsederken benim âdeta deli olduğumu söylediğini ben burada işitmiştim. Ben şimdi işin olmayacağını görüyorum. Bu yüzden bari seni bu seyahat deliliğinden ben vazgeçirmiş olayım da o münasebetle onların nazarında deli olmadığımı da ispat etmiş olayım.”

“Hiçbir şey hakkında kendi fikirleri olmayan o biçareleri bundan dolayı ayıplama! Kadın bu! Özellikle Osmanlı kadınları! Avrupa kadınları olsalar kocaları ile beraber seyahate çıkarlardı. Fakat bizim kadınlar buradan Boğaziçi’ne misafirliğe gidecek olsalar evin yarı eşyasını bohçalara doldurup beraber götürürler. Dolayısıyla ben onları ikna ederim. Sen keyfine, rahatına bak da bana müsaade ver ki ben de onlar ile uğraşayım!”

Misafirin istirahat sebeplerini tamamladıktan sonra Hicabi Bey tekrar hareme girdi. O gece dahi seyir ve seyahate olan hevesinden ve bu seyahatle edeceği istifade ve alacağı lezzetten uzun uzun konuştu ise de bunların hiçbirisi aile halkının kulağına girmedi. İnsan için zevk ve sefa çoluğuyla çocuğuyla, tam bir refah ve rahatla yaşamakla olacağı için öyle uzak memleketlerde hastalık ve sağlık ihtimallerine karşılık seyahate kalkışmak deliliğin ta kendisi sayılacağından ibaret cevaplar alıyordu.

Bu gecelik de Hicabi Bey, daha fazla işi üstelemeyip odasına çekildi. Ertesi gün bütün aile halkını odasına çağırarak dedi ki:

“Ölmek, yaşamak insanoğlu için değil midir? Birtakım adamlar vardır ki benim kadar da yaşamayıp genç hâlinde vefat etmişlerdir. Şimdi siz dahi diyebilirsiniz ki ben de yarından itibaren vefat edeceğim. İşte sizi bugün vasiyet için çağırıyorum. Beni vefat etmiş sayacaksınız. Cenabıhak afiyet verir de gelirsem yine kavuşuruz. Evet! Sizi mirasımdan mahrum etmek de istemem. Kendisi sağ iken malını çarçur edip de vefatından sonra çoluğunu çocuğunu sürüm sürüm süründüren adamlardan ben nefret ederim. Fakat herkes malının üçte birine kendi başına sahiptir. Malının üçte birini mirasçılarından alarak hayrata, hayır işlerine canı, keyfi neresini isterse oraya harcar. Ben de malımın üçte birini istediğim yere harcayacağım. Hatta alacağım para malımın üçte biri değil çeyreği bile olmaz. Dolayısıyla ben başımı alıp dünyayı görmeye gideceğim. İşte bu kararım, bu sözüm kesindir. Eğer bundan beni caydırmakta ısrar edecek olursanız sonra daha fena bir şey yaparım da siz de ettiğiniz ısrardan pişman olursunuz.”

Hicabi Efendi’nin bu defa ailesi halkına söylediği söz, faydası pek kesin bir söz idi. Hele seyahatine rıza gösterilmeyecek olursa aile için daha büyük bir faciayı yapmaya kadar varacağını öyle bir ciddi şekilde söylemişti ki sonradan kız kardeşi, karısı ve biraderi bir araya toplanıp da kendi kendilerine konuştukları zaman biraderi, “Bırakınız efendim bırakınız! Ağabeyimdeki hâl deliliğe yakın bir aşk eseridir. Menedecek, üstüne varacak olursanız daha fena etmiş olursunuz.” dediği zaman kadınların ikisi de son derece üzüntü ve umutsuzluk ile çocuğu tasdik etmişlerdi.

Aradan bir gün geçti. Meseleye dair hiçbir söz olmamıştı. Ondan sonra yine bir akşamüzeri aile halkı toplanarak müzakere ettiklerinde Hicabi’nin küçük biraderi dedi ki:

“Birader arzunuzun gerçekleşmesine aile halkının katiyen engel olduğu düşüncesiyle kendinizi üzmeyiniz. Meyus olmayınız. Hepimizin hakkınızdaki özel sevgimiz gereğince elbette ayrılığı gönlümüz istemez. Lakin sizin içinizi rahatlatacak bir hevesin gerçekleşmesini elbette arzu ederiz.”

Burada Hicabi kardeşinin sözünü keserek dedi ki:

“Ha şöyle! Bak böyle akıllıca düşünceye ne diyeyim?”

“Gidiniz kardeşim. Geziniz. Âlemi görünüz. Lakin böyle bir seyahati ölüme benzeterek malınızın üçte birine kendi başına sahiplikten falandan söz etmeye ne gerek var? Biz de sizin mal da sizin. Ne kadar para lazım ise alınız. Sizden bir ricamız varsa o da evinizi barkınızı gözden uzak ve gönülden ayrı etmeyerek Cenabıhak afiyet ihsan ederse esenlikle ve sağlıkla memleketinize, evinize dönmeyi kalbinizde tutarak gidiniz. Öyle değil mi?”

Çocuğun yalnız bu son soruyu sormuş olduğu kız kardeşi değil Hicabi’nin karısı bulunan yengesi dahi hâlleriyle, tavırlarıyla bu sözleri teyit ettiler.

Artık Hicabi’nin memnuniyetine nihayet mi olur? Eğer o akşam Suphi Bey orada bulunsa idi koşup sevincinden boynuna sarılacağı şüphesizdi.

Artık seyahate ailesi tarafından gösterilen rıza üzerine Hicabi Bey seyir ve seyahatin lezzetinden, zevkinden bahisle o kadar izahlara ve mukayeselere girişti ki her ne kadar kadınlar bu muhakemelere ehemmiyet vermiyorlar idiyse de kardeşi bu izahları son derece ehemmiyetle karşılayarak o bile kalbinde seyahat için âdeta hevesler bulmaya başladı.

Bu gecenin ertesi Hicabi Bey kardeşi ile bir odaya çekilip konuyu konuşmaya başladılar. Zaten ev işleri bir zamandan beri biraderinin üzerine bırakılmış bulunduğundan ve seyahat için gereken parayı vermek dahi aile halkınca karar altına alındığından küçük kardeşi dedi ki:

“Size seyahat için ne kadar para lazım?”

“Bunun miktarı belli değildir. Suphi Bey’in eline bin altı yüz lira geçmiş. Hepsini harcayabilecek mi harcayamayacak mı henüz kesin değil. Parayı Osmanlı Bankasına yatırıp kendisi Avrupa’da nerelerde bulunur ise göreceği lüzum üzerine oralara havalenameleri isteyecek.”

“Tamam! Biz dahi sizin isteyeceğiniz havalenameleri istediğiniz yere ulaştırmada Osmanlı Bankasından geri kalmayız. Şimdiki hâlde ise çekmecemizde beş altı yüz lira var ki hiçbir taraf için lüzumu olmadığından onlarla ilk ihtiyaçlarınızı görebilirsiniz.”

“Teşekkür ederim kardeşim. Doğrusu ya şu akılsız kadınları rıza göstermeye teşvik etmenizden dolayı âdeta minnettarınızım.”

Kendisinin olmadığı süre boyunca ev işlerini son derece dikkatle görmesi için kardeşine gerekli öğütleri verdi. Hatta sağ ve salim döndüğü zaman kendisini parlak bir düğün ile evlendirmek vaadini dahi vererek, bu vaat her ne kadar biraderini mahcup etti ise de iki kardeş kucaklaşıp öpüşmek suretiyle birbirinin fikir ve arzusunu tasdik etmiş oldular.”

Henüz küçük biradere tahvil edilmemiş bulunan bazı hesaplar, evrak ve senetleri de Hicabi Bey kardeşine teslim etti ve bundan sonra evinin tek müdürü ve kumandanı biraderi oldu ve kendisi şu mutlu kararı bildirmek için hemen sabah vapurlarından birine binerek Suphi Bey’in evine gitti.

Suphi ile buluşmasında tavrı o kadar güleç idi ki daha kendisi bir harf söylemeksizin Suphi işin aslını anlayarak “Korkarım aileyi seyahate razı ettin?” dedi.

“Ona şüphe mi var? Bu sakaldan sonra da başına buyruk olmazsam ne zaman başına buyruk olacağım.”

Yolculuk masrafı olmak üzere kardeşi ile verdiği kararı Suphi’ye anlattığı zaman Suphi demişti ki:

“Canım bu kadar paraya ne ihtiyaç var? Ben bütün seyahat kitaplarını ve seyyah kılavuzlarını gözden geçirdim ve geçiriyorum. Seyahat masrafını ikamet masrafından pek de yüksek sanmayınız. Ama ikamet diyorsam bir şehirde esnafın ve diğer iş sahiplerinin ikameti anlaşılmamalıdır. Rahatça ömür sürenlerin ikameti anlaşılmalıdır. Bugün İstanbul’umuzda rahatça ömür sürmek için ayda otuz liradan aşağı gelir yetmez. Hâlbuki bu para, yani birbiri üzerine günde bir lira ile dünyanın her tarafı seyahat edilebilir. İki adam olur ve birbirine yardımla kanaat üzerine hareket ederse birbiri üzerine günde bir buçuk lira dahi yeter. Şu hâlde ikimizin 3200 lirası, bizi 2400 gün gezdirebilir. Bu ise yedi sene kadar bir zaman eder. Hiç yedi sene müddet seyahat edilir mi? Bizim için bir sene seyahat yeterlidir. Haydi pek pek iki sene olsun.”

“Canım biz de bu parayı mutlaka harcayacağız demiyoruz ya? Şu işte ortak değil miyiz? İki ortağın sermayesi eşit olsun diyoruz.”

Mevsim âdeta şubat olduğundan ve bizim iki arkadaşın seyahat kararı artık katiyen verilmiş bulunduğundan bunların yolculuk tedarikleri hakkında görüşmesi dahi uzun sürmedi. Kuzey taraflarına edilecek bir seyahat için lazım gelen hazırlıkları İstanbul’da yapmaktan ise Petersburg’da yapmak yeğ görülerek yalnız İstanbul’dan Petersburg’a kadar seyahat için çizme, yağmurluk, fanila ve çamaşır gibi şeyler tedarik olundu ve Dersaadet’ten Odesa vapuruna binilmek için Bahçekapısı’nda bir İngiliz vapurunun simsarından iki adet kamara bileti alındı.

Üçüncü Kısım
İstanbul’dan Odesa’ya

Boğaziçi ahalisinden olsanız da bir gün yalınızın penceresi önünde otursanız ve nazarıdikkatinizi Boğaz’dan gelip geçen gemilere hasretseniz hepsi kıçlarından çarklı ve âdeta tamamı ikişer direkli birtakım vapurlar görürsünüz ki bunlar öyle Şirket-i Hayriye’nin cır cır öten vapurları gibi başınızı ağrıtmaksızın son derece sükûnetle çekip giderler.

Lakin bunların geçişi için bazı mevsimler vardır ki o mevsimlere göre mesela Marmara’dan Karadeniz’e giden vapurların üstü Maden Dağı gibi yüksek oldukları ve hatta uskurlarının yarısı yunus balıkları gibi vakit vakit sudan baş çıkararak döndükleri hâlde geçip bazı mevsime göre dahi Karadeniz’den Marmara’ya geçenleri hemen hemen tamamıyla denize gömülmüş oldukları hâlde Boğaz’ın akıntı yerlerinde dalgalar altına girecekler gibi gelip geçerler.

Her hâlde bu vapurların gelip gidişlerinde garip bir ahestelik içinde yoluna devam için öyle bir gayret vardır ve bu gayret gözlerde o kadar heybet ve azamet resmeder ki insan bunlara bir ibret gözüyle baktığı zaman bu nakliye vasıtasının pek büyük, pek uzun yolculuk meşakkatlerine yalnız sabra ve kuvvetinin sağlamlığıyla tahammüle yetenekli olduklarını anlar.

Gerçekten bu vapurlar pek uzun yolculukların pek büyük meşakkatlerine o kadar tahammül için yapılmışlardır ki bunlar Londra’yı, Odesa’yı âdeta Balıkesir’in İstanbul’a yakınlığından fazla yaklaştırmışlardır. Mesela Balıkesir’de yüz kantar taşınız bulunsa onu İstanbul’a taşımak için Londra’daki yüz kantarlık yükünüzden fazla zahmet çeker ve ona oranla daha fazla masraf ve daha fazla zaman sarf edersiniz.

Sözü edilen vapurları nazarıdikkatinize bu şekilde sunuşumuzdan ihtimal ki hoşlanmazsınız. Çünkü bundan bir zevk almak için insanda ticaret zevkinin de bulunması gerekir. Hele ekonomi düşünceleri o insanın dimağına yerleşmiş olarak bir mülkü, daha geniş tabirle cihan mülkünü mamur etmek için en büyük kuvvetin nakliye vasıtalarından ibaret bulunduğuna, nakliye vasıtalarının görebileceği işleri eğitim ve sanayinin bile göremeyeceğine, eğitim ve sanayinin dahi sadece nakliye araçları sayesinde nasip olduğuna zihinler tam bir kanaatle ile inanmış bulunmalıdır.

Bununla beraber kendimizi eğlendirmek için roman okuduğumuz hâlde dahi bu vapurlar bizim nazarıdikkatimize layıktırlar. Düşünmeliyiz ki bunların içinde bulunan türdeşlerimiz deniz hayvanlarından imişler gibi denizde doğarak, denizde büyüyerek yine denizde yaşamakta ve hangisinin talihi müsait olup da kimisi batarak yine denize defnedilmezlerse yalnız onlar vefatlarından sonra karalara taşınarak mezarlara gömülmektedirler.

Biz Şirket-i Hayriye vapurlarında en ufak yolculuğumuz için iki saat kadar kaldığımız hâlde Köprü’ye yanaştığımız zaman bir an önce kendimizi dışarıya atmak için birbirimizi çiğneyerek can atarız. O vapurların içinde bulunanlar ise haftalarca, aylarca zamanı, ufka kadar dünyayı istila eden su üzerinde geçirdikleri hâlde İstanbul gibi dış görünüşü o kadar göz alıcı olan bir yerden geçerlerken bile pek çokları hemen kamarasından çıkmayarak etrafı görmeksizin geçer gider.

Ama bu hâlde devam edebilmek için insan mutlaka İngiliz olmalı imiş! Ona şüphe yok! Ya İngiliz olmalı ya deli!

İşte bu vapurlardan birisi Londra’dan kömür yüklü olduğu hâlde İstanbul’a gelip kömürünü satmış ve ondan sonra zahire yüklemek için Odesa’ya gitmek üzere mevsimin gelmesini beklemekte bulunmuştu. Çünkü Odesa Limanı bu hikâyemizin geçtiği zaman olan 1867 miladi senesinde donmuş olduğundan oraya tüccar gemilerinin yaklaşmaları mümkün olamayıp bu yüzden birçok gemi İstanbul Limanı’nda beklemekte idi.

 

Şubatın yirmi altıncı günü Odesa’dan gelen telgraflar beş on günden beri havaların müsaadesinden dolayı limanın buzlarının çözüldüğünü müjdelemekle birçok vapur fayrap16 ettikleri gibi kömür yükünü sattığını yukarıda söylediğimiz ve beyan ettiğimiz vapur dahi gidiş işareti olan düz mavi üzerinde beyaz bir kareden ibaret bulunan işaretini çekmişti.

Bu gibi vapurlarda yolcu görünmesi nadirattan olduğu gibi, çoğu ortaya çıkacak yolcuları kabul dahi etmezler ise de bu vapura yaz mevsiminde Odesa’da amelelik etmek için birçok Laz binmekte olduğundan etrafında bir hayli sandal ve güvertesi üzerinde epeyce yolcu görülürdü.

Vapurun hareketinden yarım saat önce bir sandalda üç adam geldi ki ikisinin ayakları çizmeli, başları sargılı ve arkaları kıvırcık kuzu kaplı paltolu olduklarından ve omuzlarından başlarına doğru çapraz olarak dürbün çanta asmış bulunduklarından bunların yolcu ve diğerinin ise İstanbul’da her gün gezilen kıyafette olmasıyla onun da teşyici17 olduğu anlaşıldı.

Şu iki yolcu bizim Suphi ve Hicabi beyler olup yanlarındaki teşyici de Hicabi’nin biraderi idi. Bunlar vapura çıktıkları zaman birader bey de kendisinin son derece kolaylıkla kaldırabilmesinden hafiflik derecesi anlaşılan bir yol sandığını omuzlayıp vapura çıktı. Kendilerini derhâl karşılamış olan güverte zabitine Suphi Bey elindeki biletleri gösterince zabit İngilizlerin pelesengi olup “evet” manasında olan “yes” sözünü iki dişleri arasından fışkırtarak yolcuların önlerine düştü.

Bunlar kıç tarafında bulunan bir kamaraya vardılar. Burada Hicabi Bey “Aman ne pis kamara!” diye bir hayret tavrı gösterdi ise de Suphi Bey “Kamaranın güzeli Fransız ve Avusturya vapurlarında bulunur. Ucuzu da işte böyle olur!” diye arkadaşını susturdu.

Yol sandığını kamaraya koyduktan ve yatacakları yatağın da ne derecelerde yatılabilir bir şey olduğunu görmek için şöylece bir inceledikten sonra arkadaşlar vapurun hareketini görmeye, güverte üzerine çıktılar. Hâlbuki baş tarafta galdır galdır demir almaya başladıklarından bu seyirleri çok zaman sürmeyecekti.

Dolayısıyla Hicabi Bey biraderi ile öpüşerek ayrılık kederiyle ikisi de kederlenip ağlaşarak Hicabi “Kız kardeşime ve çocuklara selam söyle! Sen de onlar hakkındaki muhabbet ve şefkat ile ev işlerini görmede aymazlık etme!” öğütlerini tekrar ettikten sonra Suphi Bey ile de vedalaşmaya geldiği zaman Suphi demişti ki:

“Benim selam gönderecek kimsem yoktur. ‘Hatırdan çıkarmayınız.’ diyecek olsam bence bu da o kadar mühim bir şey değildir. Sizi Allah’a ısmarladık vesselam!”

Kardeşi gittikten sonra Hicabi Bey’in ağlaması bir zaman daha sürdü. O aralık vapurun da hareket etmesiyle Suphi Bey arkadaşının yanına gelerek dedi ki:

“Artık vapur hareket ettiğinden şimdiki hâlde biz mukim değil seyyah demeğiz. Seyyah kısmına ağlamak yakışmaz!”

“Ah birader! Sen ne kadar mutlusun! Dünyada bir dikili ağacın bile yok.”

“Mutlu muyum? Mutsuz muyum? Onu kim bilir? Bazı kimselere göre saadet çoluk çocuk sahibi olmakta imiş. Diğer bazılarına sorarsan dünyanın en büyük belası çoluktan çocuktan ibaretmiş. Fakat şu saatte ağlamadığıma bakılırsa yine şu saat için benim senden daha fazla mutlu olduğuma hükmedilebilir.”

Vapurun İstanbul’dan hareketi esnasında Suphi Bey saatine bakarak cebinden çıkardığı cep defterine vapurun on bir saat yirmi dakikada hareket ettiğini kurşun kalem ile işaretlemişti. Dolayısıyla vapur tam Anadolu Kavağı Burnu’nu dolaşırken bir çan çalındı ki bunun akşam yemeği için davet işareti olduğu anlaşılarak iki arkadaş kamaraya indiler.

Sofra ne mide kabul etmeyecek kadar pis ne de muntazam kumpanyaların birinci mevkilerindeki sofralar kadar temiz olmayıp orta hâlde bir temizlik ile düzenlenmişti. Zaten gemi sofralarında tabakların bir parmak kalınlığında olmalarından kıyas edilecek sağlamlık alışılmış olduğu gibi bu denizcilik hâline bir de İngilizlik hâli ilave olunursa artık çatalların, bıçakların, havluların sağlamlıklarını insan pek kolay anlar. Hele gemi yalpa ettiği zaman devrilmemesi için kadehlerin diplerinin lüzumundan pek fazla olarak geniş bulunduğunu, bununla beraber ufak şarap kadeh ve şişelerinin delikli tahtalara konulmuş ve dizilmiş bulunduklarını az çok seyahat edenlerin hepsi görmüş olacaklarından burada ayrıntıyı uzatmaya da lüzum yoktur.

Sofra on iki kişilik olmak üzere düzenlenmiş ise de buna rağbet edenler birinci ve ikinci kaptanlar, vapurun yazıcısı, birinci ve ikinci kaptanların karıları ile bir de yolcu olduğu anlaşılan değil sanılabilen bir İngiliz’den sonra bizim iki arkadaştan ibaret idiler. Gerçi diğer kumpanya vapurlarında ikinci kaptan ikinci kamara müşterileriyle birlikte yemek yerse de bu vapur yolcu vapuru olmadığından bu sofra da zaten kaptanlar için kurulmaktadır. Hatta Hicabi Bey bu konuda arkadaşından işin aslını öğrenmek isteyince Suphi demişti ki:

“Bu vapurun sahipleri kendilerinden yolcu hesabını hiç sormazlar. Zaten yolcu almalarına müsaadeleri de yoktur. Dolayısıyla vapur memurları ne kadar yolcu bulabilirler ve onlardan her ne ücret alırlarsa onu kendi aralarında paylaşırlar. Biz bu akşam yolcular için hazırlanmış bir yemek yemiyoruz. Kaptanlar için hazırlanan yemeği yiyoruz. Keza yolculara mahsus kamaralarda yatmayacağız. Anladın mı? Kendi erzaklarıyla yerlerini bize satarak istifade ediyorlar. Biz de Rusya kumpanyasına vereceğimiz yüzlerce rublelerin üç çeyreğini tasarruf ile istifade ediyoruz.

Gerek Hicabi gerek Suphi beylerin bu yolculukları İstanbul’dan henüz ilk ayrılıkları idiyse de evini gördüğümüz zaman anlamış olmamız gerektiği üzere Suphi Bey İstanbul’da doğup büyüdüğü hâlde kendi doğduğu yerde mukim şeklinde değil âdeta misafir şeklinde yaşamış ve o zamana kadar ömrünü yalnız hemşehrilerinden değil belki bütün dünyadan uzak düşmüş gibi bir hâlde geçirmiş olduğundan seyahatin şu ilk gecesini İngiliz vapurunun kamarasında bir gurbet âlemi içinde olarak değil sanki kendi evinde imiş gibi bayağı rahatça geçirebilmişti.

Hicabi Bey’e gelince: Onu Suphi ile karşılaştırabilmek pek de kolay değildir. Biçare Hicabi o zamana kadar ömrünü hep ailesi halkının ihtiyaçlarını karşılamaktan geri kalmayan bir izzetinefis ile geçirmiş olup gerçi sonradan o dahi tabiatın hakikatlerine düşkünlükte Suphi’den aşağıda kalmayacak bir meraka düşmüş ise de heves ve merak gibi şeylerin emrettikleri ve zorladıkları gayret ve sebata vücudun kuvveti yetmeyecek olursa insan her hâlde aczini hissedeceğinden zavallı Hicabi o gece İngiliz vapurunun kamarasında kendisini tabut kadar dar bir yatak içinde bulup da kımıldanmanın pek de kolay bir şey olmadığını görünce hemen hemen sabahlara kadar gözlerine uyku girmemişti.

Şu uykusuzluğun sebeplerinden birisi de kız kardeş, birader, eş ve evladından ayrılmak meselesinin ruhsal kederleri sayılsa uzak bir ihtimal değildir.

Bununla beraber Hicabi’nin bu ilk geceki sıkıntısına bakıp da yolculuk ve seyahat meşakkatlerine tahammül edemeyerek yarı yoldan ve daha doğrusu yolun başlangıcından geriye döneceğini hayal etmemelidir. Vücudunda kuvvet her ne kadar pek az ise de kalbindeki gayret pek çok olduğundan yolculuk meşakkatlerini kendisine bir zevk, bir sefa saymak derecesinde kalbindeki gayretin teşvikini memnuniyetle kabul etmekte idi.

Sabah olup da iki arkadaş yataklarından çıkarak yüzlerini yıkadıktan sonra kamarotun getirdiği kahve, süt ve biraz da francala ve tereyağı ile hem sabah kahvesini içmek hem de ilk kahvaltıyı yapmak işlerini görürlerken Suphi Bey sormuştu ki:

16Fayrap: 1. Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu. 2. Gemilerde ateşçiye, ateşi hızlandırması, harlı duruma getirmesi için verilen komut. (e.n.)
17Teşyici: Uğurlayıcı. (e.n.)