FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

İKİNCİ BÖLÜM

Önceki bölüm bize, hikâyemizi kendi isimlerine ilişkilendirdiğimiz iki kişiden birisinin özel durumlarını epeyce öğretti. Burada da yine böyle kısaca, Râkım Efendi’nin özel durumlarını görmeye muhtacız. Râkım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kavaslarından7 birisinin oğlu olup bundan yirmi dört sene önce pederi vefat edince validesinin elinde bir yaşında yetim olarak kalmıştı. Bir kavas, evlâdına ne bırakabilir? Bizim Râkım Efendi’nin babası ise Salıpazarı tarafında üç odalı çürük bir kümes ve bir de Arap cariyeden başka mal sayılacak hemen hiçbir şey bırakmamıştı.

Validesi gayet kadın ve Fedayi isimli Arap cariye ise validesinden belki de daha kadın olduğundan kocasının ayrılık ateşi epey sönünce aklını başına aldıktan sonra validesi:

“Fedayi! Artık aramızda hanımlık, halayıklık kalmadı! İkimiz de çalışıp kendimizi ve bir de şu yavrucağı beslemekten başka çaremiz yoktur,” dediğinde sadık Arap: “Ah hanımcığım! Sen neye çalışacaksın. Ben çalışırım; hem seni hem küçük beyimi, evlâdımı beslerim,” diye bütün idareyi kendi üzerine almayı göze almıştı.

Bununla birlikte validesi, çalışma yükünü sadece Fedayi üzerinde bırakmadı. Kendisi el dikişi diker, oya yapar, çevre, uçkur işler ve bunları Salıpazarı’nda Fedayi’ye sattırır, diğer günler ise Fedayi’yi büyücek yerlere çamaşıra, tahtaya gönderir; arada bir, kendisi de gider; kısacası, ellerinin emekleriyle kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi.

Râkım büyüdü. Beş yaşında Salıpazarı’ndaki Taş Mektep’e verilip on bir yaşında İstanbul tarafında Valide Rüşdiye Mektebi’ne alındı. On altısında oradan çıkıp Hariciye Kalemi’ne kendisini kabul ettirmeye yol buldu. Aman, bu çocuk ne kadar çalışıyordu! Hani ya “Gece gündüz çalışıyor,” derler ya! İşte gece gündüz gerçekten çalışan buydu. Evlâdını tam bu boya getirdikten sonra validesi vefat etmesin mi? Ama bu da hakkında bir nimetti. “Ah! Râkımcığımın bir kere insan içine karıştığını görsem hiç gözüm arkada kalmazdı,” diyor ve işte arzu ettiği bu nimete kavuştu.

Râkım’da henüz aylık, yıllık yok. Sadık Fedayi hâlâ dikiş diker, mendil, çevre işler, kahve torbası diker; çamaşıra, tahta silmeye gider. Aldığı paradan evinin zorunlu harcamalarını ayırdıktan sonra kalanını, “Delikanlıdır, parasız kalmasın” diye tamamen Râkım’a verirdi; fakat Râkım’ın cep harçlığına o kadar ihtiyacı yoktu. Sabahleyin Süleymaniye’ye medreseye gidip saat dörtte oradan çıktıktan sonra kaleme, bundan sonra kalemde aldığı Fransızca dersini takviyeyle beraber, bu sırada bir kat daha ileriye gitmek için Galata’da bir hekime giderek akşam saat birde evine gelen ve yemekten sonra Kazancılar Mahallesinden Beyoğlu’na çıkıp yine Hariciye Kalemi’nde arkadaşı olan bir Ermeni’ye Türkçe okutmak ve bu hizmete karşılık onun birçok Fransız kitaplarını karıştırmakla vakit geçiren bir çocuğa paranın ne lüzumu kalır? Hatta cumaları bile Râkım, sözü edilen Ermeni arkadaşının kütüphanesinden çıkmazdı. O kadar ki ev halkınca ve ailece Râkım’a güvendiklerinden pazar günleri Hariciye Kalemi tatil olunca Râkım yine arkadaşının evine gidip de eğer o gün ailece bir yere gidilecekse Râkım’ı kütüphane odasına kapatırlar, öyle giderlerdi. Râkım için böyle bir gün, ne mutlu gündü.

Bizim Râkım Efendi bu şekilde tam dört sene boyunca tahsile devam etti. Koca Fedayi dadı, halk mutfaklarında kül kömür olarak hanımın kendisine emanet bırakmış olduğu göz nurunu, hor ve hakir bırakmak şöyle dursun, âdeta hâli vakti yolunda bir adam evlâdı gibi yaşatmayı başardı; lâkin Râkım Efendi’nin aldığı terbiye ve gördüğü tahsil öyle her hali vakti yolunda adam evlâdına nasip olamaz. Kendi isteği ve dadısının yönlendirmesi ve teşviki sayesinde Arapçadan gramer filândan başka Risâle-i Erbaa’yı,8 açıklamalarıyla beraber lâyıkıyla gördü. Hele mantık tarafını, mantığın önermeler bölümünün sonuna kadar pek kuvvetli öğrendi. Hadis ilminde ve tefsirde oldukça pay kazandı. Fıkhı da gözden geçirdi. Farsçadan Gülistan,9 Baharistan,10 Bostan,11 Pend-i At-târ,12 Hâfız13 ve Sâib’i14 tamamlamaktan başka en seçkin parçalarını ezberledi. Fransızcaya gelince: Bir kere, dilde ustalık kazandı. Sonra Galata’daki dostundan fizik, kimya, biyolojiyi oldukça öğrenip Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesinde de coğrafya, tarih, hukuk ve devletlere dair lüzum derecesinin üstünde de bilgi topladı. Hele okuduğu Fransız romanlarının ve tiyatro eserlerinin ve şiirlerin ve edebiyatının âdeta sonu yok gibiydi. İki gece kendisinde kalmak üzere bir kitabı evine götürmek için müsaade alabilecek olsa onu yalnız okumakla yetinmeyerek en güzel parçalarının nüshasını yazardı. İşte Râkım Efendi’nin önceki durumu bundan ibaretti. Parasızlık ise âdeta yirmi yaşına kadar devam etmişti. O zamana kadar kalemce verilen maaş, yüz elliye kadar varmışsa da yirmi yaşında bir hariciye memuru için bu paranın, para bile demek olmadığı inkâr edilemez.

Bir gün Râkım Efendi’nin dostlarından bir matbaacı kendisine Fransızca bir kitap getirdi. Bunu Türkçeye tercüme ederse yirmi altın kadar verebileceğini söyledi. Kitap, yüz elli – iki yüz büyücek sayfalı bir şey olduğundan koca Râkım, bunu bir haftada çevirmek cesaretiyle kabul etti. Gerçekten, bir hafta değil, ama on iki günde kitabı bitirip götürdü. Matbaacı da yekten yirmi altını verdi.

Haydi bakalım, bu parayı aldığı zaman şu Râkım Efendi’nin ne kadar sevinmiş olduğunu kim hesap edebilir?

Boşuna, kimse hesap edemez. Zavallı Râkım, o zamana kadar bu miktar parayı Galata’da sarraf kutularından başka bir yerde görmemişti. Hele bir gün olup da kendisinin hem de el emeği olarak bu miktar paraya sahip olabileceği ihtimalini – gerçekten arzu ederse de – hiç düşünmemişti. Şimdi bu serveti, bu hazineyi avucu(nun) içinde görünce hâlâ kendisinin olduğuna inanamayıp bir hayli düşündükten sonra bu hazineye sahip olduğuna inandığı zaman gözlerinden dolu taneleri gibi sevinç gözyaşının akmasını engelleyememiştir. Ne o? Şaşırdınız mı? Hey kardeşim hey! İçinizde Râkım hâlinde büyümüş adam varsa düşünsün baksın, el emeği olarak ilk kazandığı paraya ne kadar sevinmiştir, hatırlasın. “Bir adamın yirmi altını olamaz mı?” diye düşünmek olmaz. İşte ömründe yirmi altını görmemiş ve insan olmak için ne lâzım ise ortaya çıkarma konusundan geri durmamış olduğu hâlde ilk defa olarak bu parayı kazanmış olan kişi, bizim Râkım Efendi’dir.

Zavallı oğlan paraları alınca hemen evine koşup sadık dadısının önüne koydu. Ne dersiniz? Karıcık bunları görünce haddinden fazla bozulup, “Aman beyim! Bunları nereden buldun? Sakın…” diye âdeta büyük bir kötü düşünceyi söylemeye yaklaşmışsa da Râkım, akçenin geldiği yeri dadıya anlatarak onu, kendisinden daha fazla memnun etmiş ve “Ah! Validen sağ olaydı da senin böyle dört kese akçeyi birden kazandığını göreydi! Mevlâ rahmet eylesin!” dediği zaman kendi kendisini tutamayıp ağlamaya başladığı gibi, Râkım da ikinci defa olarak yine ağlamıştı.

Sonra şu ilk serveti harcayacak yeri düşünmeye başladılar; çünkü biz Râkım’ın bu kadar paraya ilk defa olarak sahip olduğunu söyledikse kendisini açgözlülükle suçlamadık, aksine Râkım, fakirlik içinde tok gözlü olduğu hâlde büyümüş olduğundan eline para geçtiği zaman onu saklamayı mümkün değil uygun görmeyerek akçeyi, mutluluk sebebi bilir ve dolayısıyla mutluluğun ortaya çıkması yolunda sarf etmek için para kazanmayı severdi. Kendi dadısı: “Beyim! Bana kalırsa bu parayla birkaç kat elbise alırdık da halk içinde temiz temiz gezerdik,” dediyse de Râkım: “Hayır dadıcığım! Benim üstüm başım bana yeter. Birinci iş, seni artık halka hizmet etmekten kurtarmaktır; çünkü sen artık ihtiyarladın,” diye paranın yarısını, ayda yüz elli kuruş harcamak üzere dört aylık ihtiyaçları olarak ayırarak ve diğer yarısıyla da çok fazla harap olmaya başlamış evlerini tamir ettirdiler.

 

Her başlangıçta, her siftahta bir bereket olduğuna büyüklerce inanılır. Bu inanç, bizim Râkım Efendi de ortaya çıkacak haller de gecikmedi. Kendisi Babıâli’ye gelişinde eksik olmayan yabancı gazeteleri baştan aşağıya süzerek aldığı bilgi üzerine diplomatlığa da güç vermiş olmakla, arada bir bazı gazetelere de yazılar yazmaya başladı. Bu hizmeti bir ara ücretsiz görüverirdiyse de matbaacılar kendisini yazı hizmetine devam etmeye mecbur etmek için haftada, on beş günde Râkım’ın eline birer ikişer lira kıstırmaya başladılar, hatta bu gelirlere sonraları daha fazla kazanç geldi. O kadar ki Râkım, haftada iki lira kadar sürekli gelmekte olduğunu görünce kalemi de terk etmeye mecbur oldu.

Biz, bu ayrılışa üzüldük; çünkü koca Râkım, kalemde kalmış olsaydı verimli olacağından şüphe edilemezdi.

Râkım, Frenk dostları bir ara çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine bir alafranga arzuhâlcilik ve tercümanlık yolu açıp yabancılardan Türkçe bir nota, lâyiha, protesto, arzuhâl filân yazdırmak isteyenler işlerini Râkım’a havale ediyordu.

Sözü uzatmaya neden mecbur olalım? Râkım, birkaç sene bu yola devam ettikten sonra ayda yirmi otuz liraya kadar kazanmaya başladı; fakat zavallı çocuk, bu parayı kazanabilmek için yirmi dört saat gününden yalnız yedi saat kadarını uyku ve dinlenme ve yemeye içmeye harcayarak on yedi saatini hemen sürekli çalışmakla geçiriyordu.

Salıpazarı’ndaki evceğizini yenilemek suretiyle tamir ettirdi. Pek güzel ve kendine uygun döşetti, dayattı. Kendisine bir kütüphane tedarik etmeye başlayıp Türkçe ve Fransızca en seçkin eserleri topladı. Bu kadar masrafla beraber yine Râkım’ın kesesinde para eksik olmuyordu.

Dadısı, Râkım’ı birkaç defa evlendirmeye kalkıştı. Râkım, kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını açıkladı. Sadık Fedayi, evin içine bir gelin gelmesini yalnız Râkım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisinin de bir can yoldaşına ihtiyacını söyledikçe Râkım, işin bu tarafını uygun görerek bir cariye satın almaya karar verdi.

Dadısı, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu için öteden beriden birkaç Arap cariye geldiyse de Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe ediyor, beğenmiyor, yine iade ediyordu. Bir gün Râkım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçiyordu. Sözü edilen dere üzerinde ihtiyar, aksakallı bir Çerkez’in yanında bir kız olduğu hâlde bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza aktıysa da “Adam neme lâzım? Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor; bu bizim işimize gelmez,” diye alıp yürüyüvermişti; çünkü aksakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz, hem de güzelce bir Çerkez’di.

Râkım alıp yürüyüverdi, ama ayakları bir türlü ileri gitmiyordu. Niçin olduğunu kendisi de bilmedi. “Canım bir kere görür, sorarsam almaya borçlu olacak değilim a?” diye geriye dönüp ihtiyar ve kız kapıyı açtırıp ve sonra da kapatmış olduklarından bu kere kapıyı kendisi çalmaya mecbur oldu. Açtılar. Râkım, ihtiyarı çağırdı, geldi. Kızın, cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye, satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, kısacası; azaları ölçülü bir şeydiyse de gayet zayıf ve hastalıklı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey değildi; fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzun tebessümler?

Râkım, kızın elini kim bilir niçin; fakat ihtimale pek yakın ki âdeta şaşkınlığıyla kendi eline almış bulunduğundan, sonra da bırakmak aklına gelmemişti. Heriften fiyatını sordu. Yüz altın demesin mi? Herif, kızın değerinden söz etti. Ya, Râkım ne yaptı? Râkım, çocuk gibi ağladı. Ay kıza ne oldu? Zira o da Râkım’a karşı ağlamaya başladı. İhtiyar, ne mana vereceğini bilemedi. Bir kimsesine mi benzettiğini Râkım’dan sordu, bir cevap alamadı. Hayır! Râkım, kızı kimsesine benzetmemişti Size biz haber verelim: Râkım, âdeta Cenabı Hakk’ın kendisi gibi bir öksüze, böyle beyaz cariye satın almasına kadar lütfunu esirgemediğini, şükreden bakışlarından anladığından sevinçle ağladı. Evet! Râkım bu kadar hassas ve hisli bir çocuktu.

İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Satılan şey bunun hürriyetidir. Hürriyetin, dünyalara değeceğini kabul ediyorum; lâkin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya karşılık kızı verirsen alayım,” dedi ve ihtiyar, Râkım’ın ağlamasına inanarak, hatta yüz elli altın da istemediğine pişman olarak bir para aşağıya veremeyeceğini söyleyince, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım,” demesiyle ve ihtiyarın da – zaten kızda ince hastalık hissetmekte bulunduğundan bir an önce elinden çıkarmak için – uygun görmesiyle hemen alıp verme işlemleri yapıldı.

Ne dersiniz? Râkım, kızın elini eline almamış mıydı? Ta kız kendisine mal olduktan sonraya kadar elini elinden bırakmadı.

Sonra Beyoğlu’na gitmekten vazgeçerek ihtiyarla beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı kapıdan içeriye salıverip kendisi dadısından akçesini istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın için de bir senet yazıp Tophane’de kendisini tanıyanlardan dört-beş adamı şahit göstererek esirciyi yerine gönderdi. Bu işleri görüp de evine dönmek için yoldayken, “Acaba dadım bu işe ne diyecek? Gördün mü bir kere çocukluk ettim! Bir kere de anam yerinde olan dadıcığıma danışmalı değil miydim?” diye masum bir vesveseye ve hafif bir pişmanlığa kapıldı. Eve geldiğinde dadısı kendisini karşılayarak, “Aman beyim! Ne kadar isabet ettin? Ne de can sevecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun,” diye hoşnutluğunu söyleyince zavallı Râkım, her şeyden çok, dadısını memnun edebilmiş olduğuna sevinerek ismi de kabul etti.

Şurasını bilmelidir ki Râkım, beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün ise Beyoğlu’nda önemli iki işi olup bu işleri hemen görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı.

Önemli iki işinden birisi Ermeni milletinden G. Bey’i görmekti; çünkü daha bir akşam önce adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini hemen çağırmıştı. Evi, Ağahamamı’nda bulunuyordu, onu evinde buldu. G. Bey, Silistre eyaleti(ndeki) koyunların vergisini almak için oraya gönderecek adamıyla Silistre Valisine bir dilekçe yazdıracakmış. Râkım bu dilekçeyi bir çeyrek içinde yazıp temize çekerek beye mühürlettirmekle beraber üzerini de mühürletti ve beyin yanındaki çekmece üzerine bıraktı. Başka bir emri olup olmadığını sormak için bekledikçe bey, yazıcısını çağırıp Râkım’ın görülecek hesabı varsa görmesini emretti. Bu emri verince Râkım mahcup olarak, “Ben diğer bir emriniz var mı diye beklemiştim,” dediyse de bey, Osmanlı bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin yerine getirilmesi de gerekir,” diye bir şaka yapıp biraz sonra yazıcı, elinde Râkım’ın üç aydan beri yazdığı evrakı içeren bir pusula olduğu hâlde içeriye girdi.

Bey, pusulayı alıp okumaya başladı. Bursa eyaletinin … senesi koyunlardan kalanın tahsil edilmesinin istenmesine dair Bursa Valisine on parça…

Bunun cevabına cevap; on (parça).

Varna Sancağı öşür vergisi ve koyunlarının bir senelik hesaplarının araştırılması için Mâliye Nezâreti Celilesi’ne alt yazılı bir defter ki altı sayfa üzerine yazılmıştır. Bu defter manasında bir de ayrıntılı yazı.

Ayrı mektuplar, bölüm sekiz…

Bey, pusulayı bu şekilde okuduktan sonra yine gönül ferahlığıyla, “Bunların hiçbirisi için bir para vermeyeceğim. Yalnız, Bursa’dan kalan bence ümitsiz bir parayken sadece iltiması güzel etmiş olduğundan tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş – on parayı gözden çıkarabileceğim,” diye Râkım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.

Vay Râkım’da sevinç! Vay Râkım’da teşekkür! Hem de hislerin terazisi demek olan gözler yine yaşla dolarak bir teşekkür, ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bir yardım yolu açmış olan cömertlik sahibi Allah’a!

Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş İngiltere’den yeni gelerek Asmalımescit Sokağı’nda bir eve yerleşmiş olan oldukça kibar bir İngiliz ailesinin yanında görülecek işti; lâkin iş(in) ne olduğunu Râkım bilmiyordu. Yalnız, bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber vermiş olduğundan, körü körüne gitmişti. Vardı, dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş. Râkım için iş bulunur da kabul edilmemek hiç mümkün olur mu? Herif iş makinesi! Bunu da memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık filanlık için ağzını açmamış olduğu hâlde dostu, her defası için birer İngiliz lirası ayak teri takdim olunacağını söyleyerek kabulü için İngiliz tarafından rica etti. Râkım, hem utancından morarıp hem de Cenabı Hakk’ın bu lütfuna da teşekkür ederek, kızarıp işe karar verince dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru ayakları sanki yere basmayarak indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rast gelince: “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükür olsun. Cenabı Hakk hiç ummadığım yerden gönderdi,” diye yirmi altın borcunu vererek senedini kurtardı, hatta lüzumu bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verip, kalan serveti olan on altını cebinde olduğu hâlde evine canını attı.

Bu haberi de sadık dadısına müjdelediği zaman vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine, meymenetli15 lâkabını da ilâve etti. İşte, hikâyemizi kendi adlarına anlattığımız iki kişinin, ikincisi de budur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Râkım Efendi’yle dadısı, Cenabı Hakk’ın iyilik ve yardımının tamamlanması üzerine düşündükleri Canan’ın eğitimine ve terbiyesine başladılar. Zavallı kızcağızda bazı hastalıklar varmış. Geldiğinin ikinci günü Râkım, Galata’daki hekim dostuna koşup durumu anlatarak zavallı Canan hakkında hekimi değil, belki merhamet ve eksiksiz şefkatini de çağırdı. Birer sürücü hayvanına binip geldiler. Tabip, kızı etraflıca muayeneden ve halini, durumunu sorguladıktan sonra: “Kızda korkulacak hiçbir şey yok. Bu hastalığın kaynağı Kafkasya’ymış. O soğuk memleketten İstanbul gibi sıcak memlekete taşındıktan sonra kendi kendisine şifa bulur. Şimdi ben bir hap düzenleyeceğim, onu yutmalı. Siz de her sabah kalktığı gibi yüz elli dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli, şarkı çağırmak filân için göğsünü incitmemeli. Arada bir geniş yerlere götürüp ve deniz üzerine çıkarıp hava aldırmalı. Sık sık nefes almaya mecbur olacak kadar yormamalı. Allah’ın izniyle bir şey kalmaz, zaten bir şey yok a! Bunları da dikkatli yapınız. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet,” dedi.

Dadı Kalfa, bu önlemlerin nasıl bir hastalık önlemi olduğunu anlayamamışsa da Râkım, işin farkına varmıştı. Tabibi teşekkürlerle iade ve bahsedilen tariflerin hakkıyla, özenle yapılmasını dadısına tekrar ifade etti. Zavallı Fedayi için böyle gariplere edilecek hizmet (için) uyarmaya gerek mi vardır? Arapçık, kızı kendi rahatı için getirmiş olmadı, güya kendi rahat ve huzurunun bütün bütün bozulmasıyla, kızın rahatı için oraya getirmiş oldu. Bu Arapların iyileri ne kadar iyi olur?

Canan bir tarafta eğitilip terbiye edile dursun, biz hikâyemizin şu tarafına bakalım.

Asmalımescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri ayrılmış olduğundan cuma gelince Râkım, öğleden sonra saat yedide kalktı, oraya gitti. Bu İngilizlere kibardan demiştik. Hikâyemizin başlıca üyesinden birisi de bu İngiliz olduğundan durumu hakkında biraz bilgi almalıyız.

Evet! İngiliz oldukça kibardandır. Kibardandır, ama öyle lord, dük filân gibi asil soydan değil. Kâğıt alışverişiyle nakit varlığını beş yüz bin İngiliz lirasına ulaştırdıktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahatça geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek evlâdı olmayıp aile halkı; bir zevcesiyle iki de kızından ibaret olduğundan ve bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını hesap ettiğinden dolayı artık, İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir düşünce vazgeçirememişti.

Atalarından zaten kendisine kalan isim Ziklas olup, zevcesi doğal olarak Misters Ziklas olarak anılıyordu. Kızları da bu ismi alabilirlerse de evin içinde büyük kıza “Can” ve küçüğüne de “Margrit” ismiyle sesleniyorlardı. Bu aile, Kanterburi şehri halkından olup yakınlıkları, başka ticaretleri nedeniyle de Fransızlarla daha çok görüşmüş olduklarından her (aile) üyesi pek güzel Fransızca konuşuyordu. Bu nedenle Râkım, kendileriyle (konuşurken) maksadını anlatmaya gücü yeteceğinden, ders hakkında da başarılı olacağını anladı.

 

Can ile Margrit hani ya şu, “Elmanın yarısı o, yarısı da bu,” demezler mi? İşte bu sözün somut örneğiydiler. İkisinde de fidan gibi boy, ince endam; fakat kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselâm! Gerçekten de tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de rahatlık gelmeyeceği zannedilir; lâkin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendisine has bir güzelliği olup, her güzel de o kendisine has olan güzelliği, rağbet edenlere beğendirip sevdirebileceği de tecrübeli kişiler tarafından onaylanmıştır.

Sözün kısası Râkım, bir tabaka âlâ İngiliz kâğıdı üzerine kalın kalemle “elif, be, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, zı, je…” alfabeyi çizip isimlerini de öğretti ve bir hafta içinde bunların şekillerini zihinlerinde oluşturmalarını tembih ederek kalktı, geldi.

Vay yazar efendi! Yalnız bu kadar mı oldu? Aralarında söz filân… Hiç olmazsa babalarıyla analarıyla dereden tepeden…

Hayır! O gün iş yalnız bundan ibaret kaldı. Evinde dadısıyla Canan’ı merak ettiğinden hemen Kumbaracı Yokuşu’ndan Tophane’ye inip – parasının yettiği kadar – bir sürücü beygirine binerek Salıpazarı’nda evine geldi.

Vay! Artık yaya yürümemeye de mi başladı? Estağfurullah! Kendisine her ders için bir İngiliz lirası ayak teri, hayvan kirası adıyla veriyorlardı. Mademki cömert olan Allah, bu varlığı da Râkım Efendi’ye şu isimle verdi. Artık, Râkım Efendi’nin bu nimete şükrederek ders günleri Beyoğlu’na hayvanla gidip gelmesi gerekiyordu, hatta sabahleyin de niçin bir hayvana binmemiş olduğuna da yazıklandı. İşte bizim Râkım’ın Allah’la pazarlığı böyle bambaşkaydı.

Her zaman evine geldikçe kendisini dadısı karşılardı. O akşam kendisini Canan karşıladı. Kızın hali günden güne değişip dadı kalfanın kadınlığı sayesinde üstü başı düzeldi, hatta çehresine de renk gelmiş olduğunu gördüyse de dadı kalfanın alışkanlığını değiştirmiş olduğuna bir mana veremeyerek sormaya mecbur oldu.

Râkım: “Dadı! Ben her akşam geldikçe en önce senin yüzünü görmeye alışmıştım. Bu akşam bu âdeti değişmiş gördüm.”

Fedâyi: “Evlâdım, beyim! Allah bize bir güzel beyaz cariye vermiş olduğu hâlde artık akşam gelir gelmez benim siyah yüzümü görmekte ne mana kalır? Ben tembih ettim.”

Râkım, koşup dadısının kucağına atılarak ve boynuna sarılıp şapır şapır öperek: “Yok dadıcığım yok! Senin yüzün bana valide çehresi kadar tatlıdır. Cennetten huri çıksa da gelse bana senden güzel olamaz. Ben her akşam senin mübarek yüzünü görmeliyim. Sonra vallahi Canan’ı buradan def etmeye beni mecbur edersin. Hem ona bu tembihleri verme. Çocuktur. İhtimal ki bazı ümitlere düşer. Bendeyse o gibi ümitlerin eseri bile yoktur.”

Fedayi: “A beyim! Canım! Niçin böyle?”

Râkım: “Sana dedim ya işte! Sen beni evlâdın gibi seviyorsan benim isteğime göre hareket edeceksin.”

Koca Râkım, dadısına bu hutbeyi okuduktan sonra: “Hazır İngiliz kızlarını bugün başlattık ya! Dur bakalım şu Çerkez’i de başlatalım. Bu mu onları geçer, yoksa onlar mı bunu?” diye Canan’ı yanına çağırıp ona da alfabeyi yazdı.

Vay, kızcağızdaki sevinç, evet! Çerkez kısmı okumaya pek hırslı olduğundan bir Çerkez’i okutmak kadar (başka) sevgi gösterisi olamaz.

Şu kadar var ki Canan’ın İngiliz kızlarını geçeceği daha ilk haftasında anlaşıldı; çünkü Râkım, her gece Canan’ın yanında bulunuyor, kız ise lâyıkıyla öğrenmiş olduğu dersin tekrarını istediğinden zorunlu tekrara mecbur oluyordu. Öte tarafta İngiliz kızlarına da devamı bir aya varmış ve bu bir ayda verdiği dört dersle kızlara yalnız, “elif, be” gibi alfabeyi değil, “e, ab, bbb” gibi çeşitli heceleri de öğretmekten ve bunların hangisi kelimelerin ortasına ve hangisi sağa ve sola geleceğini anlattıktan sonra fazladan, “elif, vav, he, ye” harflerinin Türkçe harf-i med,16 zamme,17 fetha18 ve kesre19 işaretlerinin de hareke olduklarını ve bunların görevlerini anlatmak suretiyle “baba, kuzu, küpe, tûtî20” gibi kelimeleri yazdırmaya başlamıştı; lâkin Canan, bunlarla karşılaştırılamazdı. Bir ay süre içinde Canan, dört beş heceden ibaret kelimeleri yazabildikten başka, bunları “benim, senin, onun, bizim, sizin, onların” ilgi edatlarıyla da birleştirebiliyordu. Demek oluyor ki Râkım, öğrenme şekli için kendince bir yol açmıştı. Evet! Öyleydi.

Bir cuma günü Râkım, her zamanki gibi Misters Ziklas’ın evine gidince kime tesadüf etse beğenirsiniz? Felâtun Bey’e rastgelse beğenirsiniz a? İşte ona rastgeldi. Felâtun Bey’i kızlarla validesi ve pederi yanında bulup o gün ders günü olmakla muallim efendinin gelmesini beklediğinden Felâtun Bey de kızları, derslerinden imtihan ediyordu. Râkım Efendi’yi görünce İngilizlere de anlatabilmek için Fransızca olarak ve bir gülmenin arkasından Felâtun:

“Ha ha hay! Sen miydin birader hanımların hocası?”

Râkım, mahzun bir şekilde: “Evet efendim, bendenizdim beyim!”

Mister Ziklas: “Vay! Demek oluyor ki tanışıklığınız vardır.”

Felâtun, gururlu bir şekilde: “Evet! Kendi haklarında sevgim tamdır. O da beni sever zannediyorum.”

Râkım: “Dünyada benim sevmediğim adam mı vardır? Ben ki herkesin yakınlığına şiddetli ihtiyaçla muhtacım. Herkesi sevmeye bu yüzden de mecburum.”

Felâtun, Râkım’a: “Mister Ziklas ve Misters Ziklas ile tanışalı iki ay oldu. Sizin de buraya mensup olmanız bir ayı geçmiş, ama nasılsa tesadüf edilememişti.”

Râkım: “Kısmet bugün içinmiş efendim.”

Felâtun: “Görüşmemiz peder efendi vasıtasıyla oldu. Kendilerini benden önce tanımak şerefine erişmişler. Sonra beni de getirip Mister, Misters Ziklas ile kızlarına takdim ettiler.”

Misters: “Evet! Bu yardımlarından dolayı peder efendi hazretlerine nasıl teşekkür edeceğimizi bilememekteyiz.”

Felâtun, gururuna alçakgönüllülük karıştırmış bir tavırla: “O sizin nezaketinizdir efendim.”

Aradan bazı havadan sudan sözler geçtikten sonra Râkım: “Beyimiz! Müsaade buyurur musunuz? Biraz da derse bakalım mı?”

Felâtun, o mübarek tebessümü dudaklarının üzerinde yenileyerek: “Hay hay! Hatta ben de şimdi hanımları imtihan ediyordum.”

Râkım: “Nasıl, bari epeyce buldunuz mu?”

Felâtun, hâlâ o mübarek tebessümle: “Hanımların zekâlarına ve anlama yeteneklerine söz ister mi? Fakat birader, ben bu derslerin içinde bazı şeyler görüyorum da bir mana veremiyorum. Kısacası; şu elifbada,21 bu p, ç, j harfleri var mı ya? Biz mektepteyken elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zal, rı, ze, sin, şın diye okuduk. Bunları görmedik. Bunlara ne isim vermeli?”

Can: “Evet muallim efendi! Felâtun Efendi öyle söyledi. Bizim zihnimiz şaşırdı.”

Râkım: “Hayır Efendim! Bunda zihin şaşıracak bir şey yok. Felâtun Beyefendi iyi bilirler, ama birdenbire akıllarına gelmedi. Gerçekten de beyim, mektepte biz, buyurduğunuz gibi okuduk, ama bizim okuduğumuz elifba yalnız Arapça içindir. Türkçe için ise ondan fazla birkaç harfe ihtiyacımız vardır. Meselâ, paşa, çavuş, müjde yazacağımız zaman nasıl yazarız? Elbette bu harflere muhtaç olmaz mıyız?”

Meğer Felâtun Bey, bu harfleri önceden görüp de eski elifbada olmadığını düşündüğü zaman, hazır acemi İngilizlere Felâtunluk satmak için muallim olan kişinin asla Türkçe bilmediğini ve böyle adamlara başvurulursa kızların hiçbir şey öğrenemeyeceklerini, filânı söyleyerek henüz kim olduğunu bilmediği muallimi küçük düşürmüş ve alaya almıştı. Bu kere işi anlayınca suratına garip bir kırmızılık gelerek Felâtun:

“Evet! Evet! Hakkınız var. Anladım!”

Mister: “Ben de öyle düşünmekteyim. Bizde Türkçe harfleri öğrenmek için bir kitap vardır, onda harfler mevcuttur.”

Felâtun: “Benim de aklıma geldi efendi. Bir şüphem daha var, ama arz etmek için muallim efendi hazretlerinin müsaadelerini isterim.”

Râkım: “Estağfurullah efendim! İstek, hanımların yararınadır. Şayet yüce tarafınızdan fayda sağlamak için bazı öğütlere erişirsek faydalanmaya…”

Felâtun: “Estağfurullah efendim! Hatırıma gelen şu ki biz şu be’yi görmüşsek de böyle be’ler görmemişizdir. Hani ya, demek isterim ki efendim, böyle dağdağalı şeylerle hanımların zihni bozulmasa daha iyi olurdu.”

Margrit: “Öyle ama bu harfleri öğrenmemiş olsak harfleri birbirine nasıl bitiştirebiliriz? İşte, pederimin demincek söylediği kitap bizim yanımızdadır. Biz, hoca efendinin verdiği dersleri o kitaba uygun değil, ondan daha iyi bulmaktayız,” diye kız, kitabı açıp bahsedilen harfleri gösterdiyse de Râkım, ona gerek bırakmayıp bir kalem alarak: “Efendim! Meselâ, Mustafa yazacak olsak mim, sad, tı, fe, ye [] diye yazmayız. Bunları mutlaka birbirine bağlayarak yazarız,” deyince Felâtun, bunun da farkına varmış ve fakat bu defaki utancı önceki utancını geçmişti.

Amma yaptınız ha! Artık Felâtun, alfabeyi de bilmiyor olur mu? Bilmiyor değildi; fakat hani ya, bazı adamlar vardır ki kendi bildikleri şeyleri nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler. Özellikle memleketimizde bilenlerin en çoğu bildiklerini nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler. İşte Felâtun Bey de bildiği şeyi nasıl öğrenmiş olduğunu bilmeyenlerdendi. Pek şaşırmayınız. Biz, bir efendi gördük ki gerçekten kâtip ve güzel yazı sahibiyken divânî kırması22 olarak cümlesi bir yerde ve birbirine bitişik şekilde yazdığı “bulunduğundan” kelimesinin o bitişik görüntüsünün ortasında her tarafını göstermekten ve tariften aciz kaldı. Felâtun Bey, tutulduğu mahcubiyet üzerine daha fazla duramayıp biraz sonra kalktı, gitti. Râkım ise, bey gittikten sonra ne bilgisi ne de cahilliği hakkında bir harf söylemeyip yalnız kendi işiyle meşgul olmuştu; fakat akşamüzeri giderken kızlar ve pederi ve validesi hazır olduğu hâlde, “Efendim, böyle haftada bir ders hanımlar için az ve bana ettiğiniz iyiliğiyse hizmetime göre çok görüyorum. Rica ederim dersleri haftada iki defaya çıkarmak için müsaade buyurunuz,” demiş ve bu ricası memnuniyetle kabul edilmişti.

Bir ay süre zarfında Râkım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı yakınlığın derecesini sorar mısınız? O kadar ki aile arasında yalnız hoca sıfatıyla kabul edilmiyordu. Belki aile dostu; namuslu, terbiyeli, mahcup, bilgili, olgun bir kişi olmak üzere kabul edilip hakkında ona göre karar veriliyordu.

7Kavas: Osmanlı vezirlerinin, ileri gelenlerin ve valilerin yanında iç güvenlik ve asayişten sorumlu silâhlı kimse
8Okullarda okutulan bir kitap
9İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi’nin eseri
10Molla Câmi olarak bilinen İranlı İslâm Âlimi ve Şairi Nureddin Abdurrahman Câmî’nin eseri
11İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi’nin eseri
12Pend-i Attâr ya da Pend-nâme: Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebi Bekr İbrâhîm-i Nişâbûrî tarafından yazılmış bir eserdir. Bir nasihat kitabı olan eserin dili Farsçadır.
13İranlı İslâm Âlimi Şeyh Sadi-i Şirazi
14Saib Tabrizi: Divan Edebiyatının en büyük ustalarından olan İranlı şair
15Uğurlu, bereketli, kutlu, mübârek
16Arapça’da belli şartlarda kendinden önceki harfin sesini uzatan vav , yâ ve elif harflerinden her biri
17Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi u, ü sesiyle okutan, (–Û) şeklinde gösterilen hareke, ötre
18Arap alfabesinde üstüne konduğu sessiz harfi kısa “a” veya “e” sesiyle beraber okutan ve şeklinde gösterilen hareke, üstün
19Arap alfabesinde altına konduğu sessiz harfi ı veya i sesiyle berâber okutan ve şeklinde gösterilen hareke, esre
20(Fars): İşittiği sesleri taklit eden, bâzı kelimeleri söyleyebilen papağan türünden bir kuş, dudu, dudu kuşu
211928’de Latin harflerinin kabûlüne kadar 9 – 10 asır boyunca kullandığımız alfabeye verilen isim. Alfabe, aslında 28 harf olup daha sonra eklenen 5 harfle 33 harfi bulmuştur.
22Bir tür yazı şekli
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?