İslamsız Müslümanlık

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

3- Hadis

Hadis, Hz. Peygamber’in sözleri için kullanılır. Elbette Hz. Peygamber din başta olmak üzere ihtiyaç duyulan her alanda söz söylemiştir. Buhari ve Müslim başta olmak üzere birçok âlimin, zor koşullarda ve on binlerce rivayet arasından süzerek bir araya getirdikleri Hadis külliyatı çok önemli ve değerlidir. Bu alanda büyük gayretlerle derlenmiş eserlerin korunması, tartışılmaya açılması ve üzerinde tezlerin yazılması önemlidir. Uydurma ve zayıf hadisleri bahane ederek hadisleri tamamıyla reddetmek doğru değildir.

Dinin ana kaynağı Kur’an olduğuna göre, hadisler de bu kaynağa göre değerlendirilir. Hadislerin güvenirliliği rivayetleriyle ilgilidir. Rivayet zincirinde genelde kuşkular olduğu için kesin bir ifade ile Hz. Peygambere isnadı mümkün değildir. Sorun, Hz. Peygamber’in sözlerinde (Hadis) değil, sözün Hz. Peygambere ait olup olmamasındadır. Bu yönde kuşku duyulması gayet doğaldır.

Peygamber sonrası başlayan tartışmalar, sahabeyi kendi içinde ayrıştırırken, çatışmalar da sahabeye olan güvenin azalmasına neden olmuştur. Özellikle Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra başlayan tarafgirlik, yeni bölünmelere, güvensizliğe ve derinleşen bir düşmanlığa zemin hazırlamıştır.

Taraflar ancak kendi grubuna dâhil olan sahabeye itimat etmiş ve karşı tarafta olan sahabeye güven duymamış ve itimat etmemiştir. Birbirlerinin aleyhinde kullanmak için İslam’dan referans arayışına girenler, haklı olduklarını gösterecek referanslar bulamayınca en kolay yöntem olarak hadis rivayetlerine müracaat etmişlerdir.

Kaos ve çatışma ortamlarında ve tarafların birbirlerinin aleyhine dinî referans araması, hadis rivayetinde sorunlar oluşturmuştur. Güvenilir bir sahabe olmasına rağmen karşı tarafta olduğu için rivayeti yok sayılmış veya değiştirilerek aktarılmıştır. En kötüsü de on binlerce uydurulmuş ifade hadis olarak aktarılmıştır. Hadisler, Hz. Peygamber döneminde yazılmasına izin verilmediğinden ve Kur’an gibi kitap haline getirilmediği için değişikliğe uğraması, ekleme ve çıkarmaların olması kolay olmuştur.

Dini belirleyen vahiydir, bir yaşam modeli olarak vahyi ortaya koyan ise peygamberdir. Peygamberin görevi dininin doğru anlaşılmasını, doğru anlatılmasını ve doğru bir şekilde yaşanmasını sağlamaktır. Bu bağlamda peygamberin kendisine ait olduğundan şüphe edilmeyen sözleri, davranışları, uygulamaları dini hayat için örnek ve bağlayıcılık teşkil eder.

Ancak peygamberin yaşamı bundan ibaret değildir. O her şeyden önce bir insandır, insani ihtiyaçları vardır; bir ailesi, akrabaları, dostları, komşuları ve yakın çevresi olmuştur. Bu alandaki ilişkileri önemli ve bizim için örnektir ancak bunlar din değildir ve din olarak yaşanılması söz konusu da değildir. Müslümanın sorumlu olduğu alan, din boyutudur.

Sünnet ve Hadis Arasındaki Fark

Sünnet; Hz. Peygamber’in Kur’an referanslarıyla ortaya koyduğu yüce ahlak ve ona dayalı yaşam modelidir. Hz. Peygamberi, sünnet ve ahlakını doğru anlamadan İslam’ı doğru anlamamız mümkün değildir.

Peygamber modeli olarak tanımlayabileceğimiz sünneti, zamanın ruhuna uygun olarak yeniden yorumlamak zorundayız. Sünneti olduğu gibi yaşadığımız çağa taşımak İslam’ın ruhuna ve değişim anlayışına uymamakla birlikte bu durumda sünnet, sünnet olma özelliğini de kaybeder. Çünkü sünnet, Kur’an’ı yaşama pratiğidir.

Hz. Muhammed’in din olarak tebliğ ettiği, yaşadığı ve uyguladıklarının tamamı sünnettir. Fikir, görüş ve yorum olarak önemli olsa da Ehli Beyt, sahabeler, müctehid ve ulemanın söz ve uygulamaları din ve sünnet değildir, din ve sünnet adına hiçbir bağlayıcılığı yoktur.

Hz. Peygamber gibi giyinmek bir tercihtir, sünnet değildir. Peygamber, içinde yaşadığı ve ait olduğu toplum gibi giyiniyordu. Resul-ü Ekrem özel bir dini kıyafet giymemiş ve giyilmesini de önermemiştir. İçinde yaşadığı toplumdan farklı giyinmediğini biliyoruz. Hatta en azılı düşmanları olan Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi giyinmeye devam etmiştir. Kıyafeti ile onlardan ayrışmamış; ahlak, İslam ve rahmet özellikleri ile ayrılmış ve farkını bu yönde ortaya koymuştur.

Peki, cübbe, sarık ve sakal gibi dini kisveler nereden çıktı? Bir peygamberin kıyafetini model olarak benimsemek veya kişisel bir tercih olarak giymek ayrı, kıyafet ile peygamberi temsil etmek iddiası veya sünnet olarak tanımlamak ayrı şeylerdir. Aynı kıyafeti Mekkeli müşrikler ve Müslümanlar da giyiyor; kıyafetler üzerinden ayrışmıyorlardı.

Nasıl oldu da peygamber ahlakı, ilmi, merhameti ve adaleti yerine kıyafeti ve dış görünüşü ile temsil edilmeye başlandı? Baskın bir kültür olarak değerlendirmek, bu kisveyi uygun görenleri hoş görmek elbette gereklidir, kıyafet özgürlüğü bu kişiler için de bir haktır. Ancak dini bir kisve olarak giyilmesi ve sünnet olarak görülmesi aldatıcı ve aldatmaya yöneliktir.

Bu ayrımı Bayraktar Bayraklı “nebi” ve “resul” sıfatları üzerinden şu şekilde yapmaktadır:

“Bize göre Hz. Peygamber’in resul olması, onun Allah’ın emirlerini alıp insanlara aynen ulaştırması; nebilik özelliği de bizzat kendisinin o buyrukları tatbik etmesi, kendini onlardan sorumlu tutarak hayata geçirmesi özelliğidir.”

Resul özelliği ile asla hata yapamaz; getirdiği mesaja bir harf bile ilave edemez (Hakka/69:44-46) ama nebilik özelliği ile bazı yanlış fetva ve uygulamalarda bulunabilir. (Tahrim/66:1)1

Hadis ise Hz. Peygamber’in sözleri demektir. Sorun hadisin tanımında veya varlığında değil, hadis diye iddia edilen sözlerin Resulullah’a ait olup olmamasındaki kuşkudur. Bu durum, Hz. Peygamber’in sağlığında yazılı kayıtlarda yer almadığı ve buna izin verilmediği için ancak vefatından sonra gündeme gelmeye başlamıştır. Hadislerin derlenmesi Peygamber’in vefatından sonra 70 ile 200 yıl arasında tamamlanmıştır. Takdir edilmesi gerekir ki bu kadar süre sonra tedvin edilen metinlerin tartışmalı olması kaçınılmazdır. Şîa ve Sünni geleneğin hadis külliyatı arasındaki fark, yakın dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen iki ayrı peygamberden rivayet edilmiş gibi farklılık içermeleridir. Bu durum, hadis tedvinindeki tarafgirliğin en belirgin işareti olarak okunmalıdır.

Hz. Peygamber’den hemen sonra başlayan fikir ayrılıkları, tartışmalar hadis rivayetlerinde kuşku oluşturmaya başlamıştır. Müslümanlar arasında fitne ve bölünmelerin yaygınlaştığı, Cemel, Sıffın savaşları gibi Müslümanların birbirlerini öldürdüğü, on binlerce Müslümanın kanına girildiği bir ortamda rivayetlerin sağlamlığından şüphe etmemek akla ziyandır.

Tarafların haklılıklarını ispatlamak ve karşı tarafın haksızlığını göstermek için binlerce hadis uydurduğu dikkate alındığında, bir hadisin değişikliğe uğramadan rivayet edildiğinden emin olmak neredeyse imkânsızdır.

Kur’an’ın bir müdahale ile değiştirilmesi, eksiltilmesi veya fazlalaştırılması mümkün olmadığı için “hadis uydurma” gibi farklı yollara başvurulmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir hadis furyası başlatılmış, bütün engellemelere rağmen on binlerce uydurulmuş söz, menkıbe, hikâye, öğüt ve hüküm “hadis” diye rivayet edilmiştir. Kur’an üzerinde yapılamayan tahrifat, uydurulmuş hadislerle yeni bir istikamet çizmiş ve Kur’an zamanla devre dışı bırakılmıştır.

Kur’an yerine, sorunların çözümü için hadislere müracaat edilmiş, oluşan boşluk hadislerle doldurulmuştur. Hadis âlimlerinin titiz çalışmalarına ve çabalarına rağmen uydurulmuş hadislerin tamamen ayıklanması mümkün olmamıştır.

Hangi gerekçeyle olursa olsun, Kur’an’ın devre dışı kalması dinî hayatı olumsuz etkilemekle kalmamış, dinî anlayışın değişmesine ve farklılaşmasına yol açmıştır çünkü kendisinde bir eksiklik ve şüphe olmayan hadisler değil, sadece Kur’an’dır. “Kendisinde hiç şüphe olmayan ve sakınanlar için bir rehber olan Kitab” (Bakara 2), “Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (Enam 38), ayetleriyle bu durum açık ve kesin bir şekilde ifade edilmiştir.

Ayrıca hadislerin ilahî bir güvencesi söz konusu değildir, güvence verilmiş olan sadece Kur’an’dır:“Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, (bütün tahriflerden) onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr/15:9)

Bugün de durum geçmişten farklı değildir. Şii, Sünni ve diğer gruplar hadis rivayetlerini ancak kendi görüşlerini teyit etmesi durumunda sahih kabul ederler. Mezhep, fırka ve siyasi görüş farklılıkları hadis rivayetlerinde de belirleyici olmaktadır.

Hadislere ilişkin iddialar Kutsi Hadisler için de söz konusudur. Teorik olarak Resulullah’ın ilham yoluyla aldığı ve ilettiği bir vahiy olması mümkündür veya Hz. Peygamber’in kutsal kitaplardan nakletmiş olması düşünülebilir.

Peygamber’in sağlığında Kutsi Hadis rivayetlerinin söz konusu olmadığı, yaklaşık bir asır sonra “Kutsi Hadis” adıyla ortaya çıktığı bilinmektedir.

Hadis rivayetleri hakkında çok yönlü tartışmalar ve farklı görüşler olmasına rağmen “Hadis Külliyatı” çok kıymetli bir çalışmadır; hadis ilmi için başvurulacak en önemli kaynaktır. Hadisler için en temel ilkemiz “Kur’an’a arz” ilkesi olmalıdır. Bir hadis söz konusu olduğunda, onun rivayetinden ve sened kısmından önce, metninin ve anlamının Kur’an’ın ruhuna uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

4- Asr-ı Saadet

Asr-ı Saadet ile Peygamber dönemi kastedilmektedir. Dört Halife dönemini ayrı tutmak gerekir. Ne yazık ki bu dönemde saadet bozulmaya yüz tutmuş; sivil, çoğulcu ve özgürlük zemini güven kaybetmeye başlamıştır. Halife seçimiyle başlayan hoşnutsuzluk, giderek ayrışmalara yol açmıştır.

Hz. Peygamber’in sağlığında sahabe, her şeyden önce İslam’ı saf ve berrak bir şekilde yaşıyordu. İktidar odaklı, çıkarcı, siyasal bir programla değil, hayatın doğal akışında İslam’ı pratik olarak ortaya koyuyordu. Onlar için İslam doğal bir yaşam tarzına dönüşmüştü.

 

Ashab, sivil, özgür, eşit, farklı olanların haklarıyla var oldukları, bilgi, irfan, hikmet, adalet, dayanışma, ahlak gibi insanlık ve İslam değerleriyle buluşan medeni bir toplum örneğini sergiledi.

Kadın-erkek müminler imanda, kafir-mümin bütün insanlar ise farklılıklarıyla insanlıkta kardeş ilan edilmişlerdi. Peygamber bu gerçeği Veda Hutbesi’nde (konuşmasında) insanlığa duyurmuştur:

“Ey insanlar! Biliniz ki Rabb’iniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir…

Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.”

Veda Hutbesi, Hz. Muhammed’in 1400 yıl önce, karanlık bir çağda insanlığa sunduğu evrensel ilkelerden oluşur. İnsanın temel hak ve özgürlüklerini içeren, eşitliği ve adaleti esas alan bu hutbe, günümüzde geçerliliğini korumaktadır.

Medine’de inşa edilen medeni toplumun en belirgin özellikleri; özgür birey ve açık toplum olmak, hukukun üstünlüğüne inanmak, başkalarının hak ve hürriyetlerini korumak, kendisi için istediğini başkaları için de istemek, güvenilir ve dürüst olmak, ortak iyilikte ve hayırda yarışmak gibi her çağda yaşanması gereken prensipler ve bu prensiplerin içselleştirilmiş olmasıdır.

Eleştirel düşünme, özgür inanç, serbest dolaşım ve bilginin yaygınlaşması gibi medeniyet ilkeleri bu dönemde yaşam alanı bulmuştur. Sulhun, selametin, sükûnetin egemen olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönem her çağda örnek olacak bir modeldir.

Ancak Asr-ı saadet dönemine geri dönüş iddiası gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Bu yöndeki düşünceler, çabalar, çalışmalar bir hayalden öteye gidemez. Bizim için örnek ve model olan; o seçkin insanların İslam anlayışı, aracısız Allah tasavvuru, nübüvvet ve âhiret inancı, medeni yaşamları, samimiyet ve fedakârlıkları, yaşamlarının sadeliği, saflığı, şeffaflığı ve güvenirlilikleri gibi bütün zamanlarda geçerliliğini sürdürecek yüce ahlaklarıdır.

Peki, acaba ne oldu da bu yapı peygamber sonrasında kabile ve aile egemenliğine dönüştü?

Asr-ı saadetten sonra Müslümanlar olarak adım adım İslam’dan, dolayısıyla medeni yaşamdan ve bilgi toplumundan uzaklaşarak fırkalara, gruplara, hiziplere bölünerek ayrıştık. İktidar uğruna birbirleriyle savaşacak kadar düşman kamplara bölündük. Geriye ne Asr-ı saadet ne de medeniyet kaldı.

Akletmek, sorgulamak, eleştirmek, müzakere etmek, ilim ve hikmette yarışmak yerine biatçı, itaatçı, teslimiyetçi bir anlayışın tutsağı olduk. Allah, İslam, Peygamber ve medeniyet tasavvurumuz değişikliğe uğradı. Allah ile aramıza aracılar girdi ve İslamsız Müslümanlığa evrildik.

İlk Müslümanların en büyük avantajı çok iyi bildikleri, yakından tanıdıkları ve kendisinden emin oldukları Allah Resul’ünün aralarında olması, ilahi mesajı doğrudan ondan almalarıydı. Vahyi ondan öğrenirken pratiğini de onda görüyorlardı ve onu örnek alarak yaşamaya gayret ediyorlardı. Bu boyutuyla bizden çok avantajlı oldukları açıktır.

Bizim de ilk Müslümanlardan daha avantajlı sayılabildiğimiz durumlar vardır. Bunlardan en önemlisi; parça parça, bölüm bölüm, sure sure veya ayet ayet inen ve yirmi üç yılda tamamlanan Vahiy’in bir bütünü olarak Kur’an ile muhatap olmamızdır. Kur’an ile tamamlanmış ve İslam olarak tanımlanmış, bütün kâinatı kuşatan ilkelerle çağlar ötesine ufuk açan bir sistem dini ile tanıştırıldık.

Peygamberi tanımak yönüyle de ilk Müslümanlardan daha avantajlı olduğumuz düşünülebilir. Onlar yakınında ve birlikte oldukları veya belli zaman dilimlerinde indirilen ayetlerle onu tanırken biz Hz. Peygamberi doğrudan Kur’an ile tanıma imkânına sahibiz.

Vahyin indirildiği ve tamamlandığı yirmi üç yıllık süreç içerisinde yaşanan zorluklarla, tehdit ve baskılarla, ödenen ağır bedellerle muhatap olmadan ve hiçbir eziyete maruz kalmadan elimize alabileceğimiz bir Kur’an’ın olması büyük bir nimet ve büyük bir avantaj değil midir?

Resul-ü Ekrem ve ashabının, inşasında ağır bedeller ödediği Kur’an emanetini tamamlanmış ve tanımlanmış olarak hiç yorulmadan, emek vermeden devraldık. Elimizde tamamlanmış ve tamamlanması da en büyük nimet olarak sayılmış Kur’an-ı Kerim vardır. “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve size din olarak (Allah’a) teslimiyeti (İslam’ı) uygun gördüm/seçtim ve razı/hoşnud oldum.” (Maide/5:3)

Buradaki esas sorun yüklendiğimiz bu emaneti nasıl koruduğumuz, nasıl anladığımız ve nasıl yaşanır kıldığımızdır.

İlk Müslümanlar bu emaneti ve onun nasıl yaşanır kılınacağını gösteren ve anlatan Hz. Muhammed’i canları, malları ve bütün varlıklarını feda etmek pahasına korudular. Tek başına bu durum dahi onları bizden daha faziletli kılmaya yeterlidir. Onlar, hatasız, kusursuz, dokunulmaz, sorgulanmaz veya cennetlik oldukları için değil, ağır yükümlülüklerini yerine getirdikleri için örnek bir toplum oldular ve saygıyı, itibarı fazlasıyla hak ettiler.

Biz Müslümanların, onlar gibi fedakârlık yapmak ve ağır bedeller ödemek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Onlar gibi bir sorumluluk yüklenmemize de gerek yoktur çünkü onlar, Resulullah’ı ve parça parça inen vahyi korumakla yükümlüydüler ve bunun için canlarını, ailelerini, mallarını ve sahip oldukları her şeyi feda etmek zorundaydılar.

Bizlere, Kur’an tamamlanmış olarak intikal etti ve artık Allah’ın korumasındadır, biz olmasak da Kur’an korunacaktır.

Allah’ın Resulü de aramızdan ayrıldığına göre onu korumak, onun hayatı için canımızı, ailemizi, malımızı feda etmek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Bizim yükümlülüğümüz Peygamber örnekliğinde ve sünnetine uygun olarak Kur’an’ı; tıpkı Ashab gibi aynı iman ve samimiyetle okuyarak, tefekkür, tezekkür ve tedebbür ile anlayarak ve yaşayarak hayat kitabı yapmaktır.

Bir hidayet ve karanlığı aydınlatan bir ‘nur’ olarak, yol gösterici bir kitap olan Kur’an, hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş ve hep öyle kalmaya da devam edecektir. Kur’an’ın nuruna ihtiyaç duyan bizleriz.

Cahiliye çağında insanlar, edindikleri sahte tanrılar, kutsadıkları nesneler, ilim, irfan ve hikmetten yoksun bir yaşam sürdürürken Kur’an’la tanıştılar. Kur’an ilk vahiy değildi, Hz. Muhammed de ilk peygamber değildi. Tevrat, İncil, Zebur gibi kitap ve sahifeler biliniyor, İbrahim, Musa, İsa, Davud gibi peygamberler de tanınıyordu.

Ancak kitaplar tahrif olmuş, sahifeler kaybolmuş, peygamberlerin yerini de kâhinler ve din adamları almıştı. Akıl ve bilgiden yoksun ve yoksul bir toplum ortaya çıkmıştı. Tahrif edilmiş ve uydurulmuş bir din ve putperestlik dahil çeşitli inançlarla hakikatlerin üzeri örtülmüş, yöneticiler, liderler ve din adamlarının ittifakı ile toplum sömürülüyordu.

Karanlık bir çağda ve böyle bir ortamda akıl, ilim ve hikmetle hakikatleri ortaya çıkarmak, öğrenmek, anlamak ve yaşanır kılmak için Kur’an indirilmeye başlandı. Buradan da anlaşılacağı üzere; okumanın, bilginin, medeniyetin olmadığı yerde cehalet ve cahiliye vardır. İslam’da okumanın ve düşünmenin önemi şu ayetlerle vurgulanmaktadır:

1. “Oku yaratan Rabb’in adına, 2. insanı bir yumurta hücresinden yaratan!

3. Oku çünkü Rabb’in Sonsuz Kerem Sahibidir,

4. (insana) kalemi kullanmayı öğretendir,

5. insana bilmediğini belleten!” (Alak/96:1-5)

İlk mesajın “Oku!” emriyle başlaması sıradan bir okuma emri değildir. Bu emrin “Kur’an okumak” anlamında olduğu görüşleri de eksik ve yetersizdir. Elbette emir, Kur’an okumayı ve anlamayı da içermektedir ancak henüz Kur’an indirilmemişken böyle bir emrin başka mesajlar içerdiği çok açıktır.

Emri sadece “oku” anlamında yorumlamak da eksik ve yetersizdir. Aynı emrin, “düşün, tefekkür et, araştır, anla, anlat, ilet, okuma yap” gibi çok daha kapsamlı anlaşılması gerekir. Sonrasında gelen ayetler de bunu ifade eder. Öncelikle bir yaratıcıya ve onun yarattığı insanın yaratılışına dikkat çekilmektedir.

Yaratıcının ismiyle, önce yaratıcıyı tanıyarak, onun en güzel biçimde yarattığı insanın yaratılışını düşünerek bir “okuma” yap. “Allah ile önce kendini tanı!” Kendi yaratılışını ve serüvenini bilmeden, öğrenmeden, üzerinde düşünmeden muazzam kâinat sistemini ve onun yaratıcısını bilmek mümkün müdür?

İnsanın, kendi yaratılışının ve kendi hayatının anlamını kavramadan yaratıcısını hakkıyla bilmesi mümkün değildir. Yunus Emre “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır.” sözüyle okumanın önemini gözler önüne sermektedir.

Hz. Muhammed’e isnat edilen bir sözde “kendini bilen Rabb’ini bilir” ifadesi hadis olmasa da ayetin anlamıyla uyumludur. “Kendini bil” söylemi Sokrates dâhil birçok filozofa da isnat edilmektedir.

Ayrıca ilk ayeti “oku” ile başlayan Kur’an, ilmin kapısını göstermiş ve inananlara bu kapıdan içeri girmelerini emretmiştir. Buna göre her mümin, ilim kapısından içeri girerek Allah’ı, kendisini ve kâinatı bilmekle yükümlüdür.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde imansız bir İslam mümkün olmadığı gibi ilimsiz bir iman da yeterli değildir. İslam, medeniyet dinidir. Medenileşmek de ancak ilimle mümkündür. İlimsiz medeniyet, medeniyetsiz İslam olmaz.

5- Mezhep

Mezhep; takip edilen, gidilen yol demektir. Din anlayışındaki farklı yorumlardan ortaya çıkmış ve kurumsallaşmış beşerî oluşumlardır. Hedefe varmak için farklı yolların tercih edilmesi olarak da tanımlayabiliriz. Bu bağlamda dini hayatın farklı yorumlanması ve bu alanda farklı görüşlerin ortaya çıkması doğaldır.

Sorun, mezheplerin kurumsallaşması ve din ile özdeşleştirilmesiyle başlamıştır. Zira Müslümanlar arasındaki anlayış farkı, görüş ayrılıkları yorum olmaktan çıkmış din halini almıştır.

İslam’ın evrensel tanımından çıkarılarak yalnızca Müslümanların dini olarak kabul görmesi, mezheplerin ve meşreplerin, modern çağda da siyasi yapıların ve cemaatlerin dini olarak kurumsallaşmasına yol açmıştır.

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, onlara yaptıklarını haber verecektir.” (Enam/6:159)

Dini, bir mezhep ile biçimlendirmek ayrıdır, karşılaşılan sorunları bir mezhep aracılığıyla çözmek çok ayrı bir uygulamadır. Sosyolojik açıdan mezhepler, toplumsal gerçekliğimiz olmakla birlikte bizlere sunulan zengin birer bilgi mirasıdır.

Tarihî bilgi ve tecrübeler insanlık için hep zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Bizim de bu alanda yazılmış eserlerden, farklı görüşlerden yararlanmamız gerektiği çok açıktır. Ancak mezheplerin ve bu görüşlerin hiçbiri din değildir; İslam hiç değildir.

Mezhep imamları olarak bilinen dönemin âlimlerini “mezhep kurucuları” olarak tanımlamak da doğru değildir. Onların içtihatları, görüşleri kabul görmüş ve “mezhep” olarak tercih edilmiştir. Farklı görüşleri olan yüzlerce âlimden az sayıda insanın görüşleri “mezhep” olarak bugüne kadar devam etmiştir. Bunun nedeni, tek başına bu imamların görüşleri de değildir. Egemen güçlerin baskıları, zulüm ve işkencelerinin de mezheplerin devamında büyük rolü olmuştur.

Ebu Hanife, İmam Şafiî ve Ahmet b. Hanbel gibi mezhep imamlarının baskı altına alınmaları mezhep aidiyeti nedeniyle değildir. Yönetim sisteminin ve uygulamaların hukukiliğini tartışma konusu yapmaları ve hukukun icrasını talep etmelerinden dolayıdır.

Hukuk adamı/bilgini olmanın gereği olan baş eğmeme dürüstlüğünü göstermeleri nedeniyledir. Hukuk dışı uygulamaları eleştirmeleri ve zulüm düzeninin adını koydukları içindir.

Esas itibarıyla bu hukuk bilginlerinin hiçbiri bir mezhep kurma iddiasında da olmamışlardır. Mezhep, müctehid imamların talebeleri ve kendilerinden sonra gelen fukahanın seçtiği bir yoldur. Mezhep kurucuları da esas olarak bu fukahadır.

Aynı durum tasavvuf geleneği için de söz konusudur. Hallâc-ı Mansûr, dönemin Şafiî mezhebine mensup kadısı İbn Süreyc’in karşı çıkmasına rağmen “En-el Hak” sözüyle “ulûhiyyet” iddiasında bulunduğu gerekçesiyle öldürülmüştür. Oysa öldürülmesinin gerçek nedeni, Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le iş birliği yaptığı iddiasıdır. Aynı dönemde ve aynı görüşlere sahip olan Bâyezîd-i Bistâmî’ye dokunulmaması, bu iddiayı güçlendirmektedir.

 

Yöneticilerin birçok sufi ve âlimin idamına veya linç edilmesine karar vermiş olmaları bir mezhep, meşrep veya itikadi sebeplerden dolayı değildir. Zira itikat, infaz nedeni değildir. İdamlar tamamen siyasidir.

Bu kişilerin itiraz ve isyanı Allah’ın dinine değil, yöneticilerin, devletin ve iktidara yaslanan ulema ve yandaşlarının dinine karşıdır. Onlar, Allah’ın dini olan İslam’a değil, siyasetin, devletin onaylayıp yaşamına izin verdiği ve din adamlarının İslam olarak uydurdukları Müslümanlığa karşı isyan etmişlerdir. Onlar, sahibi Allah olan dine değil, sahibi din adamları, yöneticiler, egemenler, zengin sınıf ve cahiller sürüsü olan dine başkaldırmışlardır.

Fırkaların, mezheplerin ve tarikatların kurumsal hâle gelmesi dinin kurumsallaşmasını ve siyasallaşmasını kökleştirmiştir. Bu temelde, Müslüman âlimler de kurumsal dini, gelenekçiliği ve siyasi otoriteyi zedelememek üzere mezhepler üzerinden faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Zamanla katı muhafazakârlığa/Müslümanlığa dönüşen bu anlayış, yenilenmeyi, çağı yakalamayı da engellemiştir. Bu gerçeği anlamak için Müslümanlık geleneği, mezhep ve tarikatlarla çatışmak doğru değil, çözüm de değildir. Gerçeklere ulaşmak için hiçbir kesimle mücadele etmeden doğrudan İslam ile muhataplık inşa etmek gerekir.

Mezheplerden hiçbiri ve hiçbir görüş, yorum veya içtihat mutlak değildir ve dini tanımlamaz. Kendi koşullarında, dönemlerinde ortaya çıkmış, yaşanmış ve tarih içinde kalmışlardır. Kuşkusuz mezhep imamlarının, müçtehit ve âlimlerin görüşlerini, eserlerini yok saymak, yararlanmamak söz konusu değildir.

Bugünkü anlayış bağlamında Kur’an’a, akla, çağın ruhuna uygun düşmeyen görüş ve yorumları tarihsel olarak görmek zorundayız.

Fırkalar, mezhepler, tarikatlar, gruplar, cemaatler, partiler, ideolojiler Müslümanlar tarafından dini referanslarla geliştirilen modellerdir. Bazıları siyasi, bazıları resmi, bazıları yarı resmi ve bazıları da gayri resmi oluşumlardır. Hiçbiri din değildir ve dinin yerine geçmez. Dönemlerine, koşullara ve faaliyetlerine göre yararlı veya zararlı olabilirler.

Asr-ı Saadet dediğimiz Hz. Peygamber döneminde, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşerî oluşumlara rastlanmamaktadır. Benzer oluşumların Hz. Peygamber’den sonra farklı zaman diliminde ortaya çıktıkları bilinmektedir.

Dinde yeri olmayan siyasi ve itikadi mezhepleri ayrı tutuyorum ancak ameli mezhepler, dini hayatın kolaylaştırılması için din âlimlerinin içtihatlarından teşekkül etmiştir. Zamanla kurumsallaşmış ve dini hayatı kilitlemiştir.

Siyasi, itikadi ve ameli mezhepler, daha sonra da tarikatlar ve cemaatler dinin yerini almaya başlayınca din farklı yorumlarla önce Müslümanlaştırıldı, sonra da fırkalarla tanımlanmaya başlandı. Her fırka kendisini “Fırka-i Naciye” (tek doğru-kurtuluş adresi) olarak “din/İslam” gibi görmeye başladı. Böylece din/İslam; evrensel kimlikten çıkarılarak coğrafi, yerel ve milli bir kimliğe bürünmüş oldu.

Her fırkanın, grup ve milletin kendisine özgü bir dini oldu. Dahası bütünden parçalara bakmak yerine her kesim inandığı, yaşadığı dini “İslam” olarak tanımlayarak parçayı bütünün yerine ikame etti. İnsanlığın ve tüm varlıkların ortak paydası olarak “İslam bilinci” kayboldu. İslam artık Müslümanların dahi ortak paydası olmaktan çıktı.

Asırlardır “İslam” olarak takdim edilen din, esas olarak bir mezhep, fırka, devlet veya milli ve coğrafi bir aidiyeti ifade eden, farklı kültürlerle inşa edilmiş İslamsız bir Müslümanlıktır. Yaşadığımız kaos ve karanlığın bir nedeni de işte bu dindir çünkü örgütlü din, yeryüzünün en tehlikeli yapılanmasıdır. Bugün de yeryüzünün en tehlikeli yapılanması hiç kuşkusuz örgütlü dini gruplardır.

Esas itibarıyla mezhep imamlarının hiçbiri, sınırları çizilmiş, kesinleştirilmiş ve net olarak belirlenmiş bir alanı tarif etmemiştir. Kendi anlayışlarına göre yorumlar yapmışlar, müzakere ve münazaralarda bulunmuşlar, kuvvetli deliller karşısında görüş değiştirmişler ve değişime hep açık olmuşlardır.

Daha önemlisi içtihatlarını, iktidarların belirlediği kriterlere göre değil, özgür iradeleriyle ortaya koymuşlardır. İktidar onayıyla ve iktidarla barışık ilmî faaliyetleri ve içtihat yapmayı reddeden İmam Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Ahmet b. Hanbel gibi müçtehitlere yönelik baskılar, şiddet ve işkenceler bilinmektedir.

Onları seçkin kılan bu davranış biçimleri olduğu kadar, kamusal alandan uzak durarak sivil-toplumsal alanda faaliyet göstermiş olmalarıdır. Ayrıca kamu görevlisi olmayı reddetmeleri ve topluma yönelik baskılara karşı duyarlılık göstermeleri onları farklılaştırmıştır.

Esas mezhep kurucuları bu seçkin imamların talebeleri olmuştur. İçtihat sınırlarını, taklit ettikleri imamların yorumlarıyla sınırlandırmaları ve yorumlarını tercih ettikleri imamı taklit etmeyi yeterli bularak içtihatı sadece bu yorumlar üzerinden belirlemeleri mezhep taasubuna yol açmıştır.

Zamanla bu taasub, mezhepleri din statüsüne çıkarmış ve Kur’an’dan uzaklaştırmıştır. Artık mezhep farklılıkları sadece fıkıhta/hukuk yorumlarında değil, dinde de farklılaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Kur’an ışığında çağın ruhuna ve toplumsal koşullara göre şekillenmesi gereken fıkıh/hukuk, mezheplerin dar kalıplarında sıkışarak gelişmelere karşı bağnazlığa, taklide sığınmıştır. Böyle bir anlayışın tabii sonucu olarak geleneksel fıkıh mezhepleri, tarihî aksiyoner, değişimci fonksiyonlarını yitirerek “kara kaplı” kitaplarla yetinmeye ve bilimsel araştırmalara karşı direnmeye çalışmışlardır.

1Bayraktar Bayraklı, Kur’an Tefsiri, Cilt:7, s. 350.