Czytaj książkę: «Mrs. Dalloway»
Mrs. Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.
Lucy’nin işleri belliydi. Kapılar menteşelerinden çıkartılacaktı; Rumpelmayer’ın adamları geliyordu. Ve sonra, ne güzel bir sabah, diye düşündü Clarissa Dalloway, sahildeki çocuklara sunulmuş gibi taptaze!
O nasıl bir tarla kuşu! O ne dalış! Şimdi olduğu gibi, menteşelerin o hafif gıcırtısını her duyduğunda, Bourton’dayken Fransız pencerelerini açıp temiz havaya doğru uzandığındaki hisleri aklına gelirdi. Ne kadar taze, ne kadar sakindi günün erken saatlerinde hava, o zamanlar şu anda olduğundan daha durgun olurdu tabii; bir dalganın vuruşu gibi, öpüşü gibi, serin ve keskin (en azından o zamanlar on sekizinde olan bir kız için); o açık pencerenin önünde dururken hissettiği gibi, sanki korkunç bir şey olacakmış gibi; çiçeklere, bir duman bulutunun yaladığı ağaçlara ve yükselip alçalan ekin kargalarına bakarken ta ki Peter Walsh “Sebzeler arasında derin düşüncelere mi dalıyoruz?” diyene kadar -öyle miydi- “Erkekleri karnabaharlara tercih ederim.” -öyle miydi? Bunu bir sabah kahvaltıda, terasa çıktığında söylemişti galiba Peter Walsh. Bugünlerde Hindistan’dan dönmüş olacaktı. Haziranda mıydı, temmuzda mı, mektupları pek sıkıcı olduğundan orasını unutmuştu, zaten ancak onun söylediklerini hatırlardı insan; çakısını, gülüşünü, huysuzluğunu, milyonlarca şey kaybolup gittiğinde bile -ne tuhaftı- lahanalar hakkında, buna benzer söylediklerini anımsardı insan…
Mrs. Dalloway, Durtnall’ın kamyonetinin geçmesini beklerken kaldırım kenarında doğruldu. Ne alımlı kadın, diye düşündü Scrope Purvis (Westminster’da kapı komşunuzu ne kadar tanırsanız o kadar tanıyordu onu.), bir kuşu anımsatıyor âdeta, alakargayı; elli yaşını aşmış olmasına ve hastalığı yüzünden solgunlaşmasına rağmen, yeşil-mavi renkleriyle, aydınlık, neşeli ve hayat dolu görünüyordu. Kaldırımın kenarına konmuş Mrs. Dalloway, dimdik, karşıya geçmeyi beklerken onu görmüyor bile…
İnsan Westminster’da oturunca -kaç yıl olmuştu, yirmi yılı aşmıştı- trafiğin ortasında bile olsa veya gece uyandığında, Clarissa bundan emindi, Big Ben saat başı çalmadan, bir çeşit sessizlik veya ciddiyet, tarif edilemez bir duraklama, gizemli bir şeyler duyar (ama kalbinden de olabilirmiş, öyle söylemişlerdi: gripten)… İşte! Yine vuruyor! Önce ahenkli, tatlı bir uyarı, sonra o kaçınılmaz ses. Kurşundan halkalar havaya karışıp eridi. Ne budalayız, diye düşündü Victoria Sokağı’nı geçerken. İnsan neden sever, neden öyle görür, neden öyle yaratır, neden öyle kurar, yıkıp her an yeniden yaratır ama en kartlaşmışlarımız, kapı eşiklerinde ölesiye içenler bile, yalnız Tanrı bilir… Hayatı sevdikleri için Parlamentonun yasaları bile baş edemezdi bunlarla, Clarissa bu tespitinden emindi. İnsanların gözlerinde, salınarak yaptıkları yürüyüşlerde, derbederlikte, bağırışlarda ve curcunadaydı; arabalarda ve otomobillerde, otobüslerde, kamyonetlerde, oyalanan sandviç satıcılarında, bando ve laterna seslerinde, tepelerinden geçen uçağın utkulu, kulaklarını çınlatan, tuhaf tiz homurtusundaydı sevdiği şey; hayat, Londra, haziranda bu an…
Haziranın ortasıydı çünkü. Savaş bitmişti; elçilikteki Mrs. Foxcroft gibileri için olmasa bile; yazık, evvelki gece, o hoş delikanlı nasıl öldürüldü diye, malikâne, yeğenlerinden birine nasıl kalır diye kendi kendini yiyip bitiriyordu resmen. Peki ya Leydi Bexborough! Göz bebeği John’ın öldürüldüğünü bildiren telgraf elinde, bir sergisinin açılışını yapmıştı. Neyse ki hepsi sona ermişti. Çok şükür! Hazirandı. Kralla kraliçe saraydaydılar. Ve saat çok erken olmasına rağmen, her yerde bir hareketlilik vardı; taylar dörtnala koşuyor, kriket sopaları çarpışıyordu; Lord Ascot, Lord Ranelagh ve diğerleri, gri-mavi tonlardaki sabah havasının yumuşak ağıyla sarmalanmışlardı; gün ilerledikçe bu hava onları yumuşatıp serbest bırakacak, ön ayakları çimene değer değmez tayları sıçratacak; koşuşan delikanlıları, muslin elbiseleri içinde gülüşen, sabaha kadar dans ettikten sonra bile tuhaf, tüylü köpeklerini gezintiye çıkaran genç kızlarıyla ve şimdi bile, bu saatte bile, ketum, zengin, yaşlı dul kadınlar gizemli görevler peşinde arabalarına atlamış hızla gidiyorlardı; dükkân sahipleri vitrinlerinde taklit ve gerçek elmaslarını düzenliyorlar, Amerikalıların aklını başından alacak on sekizinci yüzyıl deniz-yeşili broşlarını diziyorlardı (ama tutumlu olmak lazımdı, Elizabeth’e aceleyle bir şeyler alınmamalıydı). Kendi de böyle budalalığa varan sadık bir tutkuyla severdi onu, hem bir parçasıydı bütün bunların, onun ailesi de zamanında, George Dönemi’nde saray mensuplarıymış, yani bu gece, vereceği partide, parıldayacak ve ışık saçacaktı. Ama ne kadar tuhaftı, parka girdiğinde karşılaştığı sessizlik, sis, uğultu, ağır ağır yüzen mutlu ördekler, paytak paytak yürüyen kuşlar; fakat Meclis binalarından bu tarafa, elinde kraliyet arması taşıyan bir evrak çantasıyla kim geliyordu dersiniz? Kim olacak, Hugh Whitbread; eski dostu sevgili Hugh -yakışıklı Hugh!
“Günaydın Clarissa!” diye haykırdı Hugh abartılı şekilde, çekinmeden, hem çocukluk arkadaşıydılar. “Nereye böyle?”
“Londra’da yürümeye bayılıyorum.” dedi Mrs. Dalloway. “Gerçekten, sayfiyede yürümekten çok daha iyi.”
Yeni gelmişlerdi, doktora görünmek için maalesef. Başkaları sinemaya gitmek için, operaya gitmek için, kızlarını gezdirmek için; Whitbread’ler de “doktora görünmek için” gelirlerdi. Clarissa bakımevine, Evelyn Whitbread’i ziyarete, sayısız kez gitmişti. Evelyn yine hasta mıydı? Evelyn oldukça keyifsiz, dedi Hugh; iyi giyimli, erkeksi, son derece yakışıklı, mükemmel derecede orantılı gövdesini (Her zaman neredeyse fazlasıyla şık giyinirdi, Saray’daki küçük işi düşünülürse öyle olması gerekiyordu.) kabartarak ve içini çekerek karısının bir iç rahatsızlığı olduğunu, çok ciddi bir şey olmamakla beraber, ki eski bir arkadaşı olarak Clarissa Dalloway’in detaylara girmeden anlayacağını ima etti. Ah, evet, tabii anlıyordu, ne can sıkıcı şey, kendini âdeta kız kardeşi gibi hissetti ve aniden, tuhaf bir şekilde, şapkasını uygunsuz buldu. Günün erken saatlerine uygun bir şapka değildi, o yüzden miydi? Zira Hugh ona hep böyle hissettirirdi, abartılı bir şekilde şapkasını kaldırıp telaşla uzaklaşırken, Clarissa’ya, kendini on sekizinde bir kızmış gibi hissettiriyordu ve tabii ki gelecekti bu geceki partisine, Evelyn çok ısrarcıydı, sadece biraz gecikecekti; Saray’daki partiye gidecekti, Jim’in oğullarından birini götürecekti oraya -Hugh’nun yanında hep yetersiz hissederdi kendini; liseli kızlar gibi; ama bağlıydı ona, belki de ezelden beri tanışıyor olduklarındandı, onun kendine göre iyi biri olduğunu düşünüyordu; gerçi Richard’ı neredeyse çılgına çevirirdi Hugh. Peter Walsh’a gelince, Hugh’dan hoşlandığı için Clarissa’yı hâlâ affetmemişti.
Bourton’daki olayları bir bir hatırlıyordu -Peter öfkeli; Hugh onunla asla kıyaslanamazdı elbet, yine de Peter’ın dediği gibi bir salak değildi, mankafa da değildi. İhtiyar annesi avlanmayı bırakmasını veya kendisini Bath kaplıcalarına götürmesini istediğinde yapardı, hem de hiç sesini çıkarmadan; gerçekten özverili bir insandı. Peter’ın söylediği gibi, ona kalpsiz, beyinsiz demek; bir İngiliz centilmeninin görgüsü ve eğitimi dışında hiçbir şeye sahip olmadığını iddia etmek, zaten sevgili Peter ağzına geleni söylerdi, bazen çekilmez olabiliyordu, katlanılmaz ama böyle bir havada onunla birlikte yürümeye bayılıyordu.
(Haziran ayı, ağaçlardaki bütün yaprakları teker teker meydana çıkarmıştı. Pimlico Mahallesi’ndeki1 anneler bebeklerini emziriyorlardı. Donanmadan Bakanlığa mesajlar gidip geliyordu. Arlington Sokağı ile Piccadilly, Park’taki2 havayı âdeta kızıştırıyorlardı sanki, yaprakları; sımsıcak, pırıl pırıl, Clarissa’nın sevdiği o ilahi canlılığın dalgalarına doğru kaldırıyordu. Dans etmeye, ata binmeye, bayılırdı bunlara…
Zira yüzlerce yıl ayrı kalmışlardı, o ve Peter; Clarissa hiç mektup yazmamıştı, onunkiler de tatsız tuzsuz mektuplardı; zaman zaman ansızın, yanımda olsaydı ne derdi, diye düşünürdü Clarissa -bazı günler, bazı görüntüler usul usul onu anımsatırdı, eski burukluklar olmadan, bu da belki insanları sevmenin ödülüydü, güzel bir sabahta St. James Parkı’nın tam ortasında geliverirlerdi anılar- öylece… Ama Peter, hava, ağaçlar, çimenler veya pembe elbiseli kız, ne kadar güzel olursa olsun, görmezdi hiçbirini. Clarissa bak derse, gözlüğünü takar ve bakardı. Dünyanın durumuydu onu ilgilendiren, Wagner, Pope’un şiirleri, insanların değişmez karakterleri, Clarissa’nın kişiliğindeki kusurlar. Nasıl da azarlardı! Nasıl da tartışırlardı! Bir başbakanla evlenip, merdivenlerin başında duran, mükemmel bir ev sahibesi olacakmış Clarissa, öyle derdi Richard “mükemmel ev sahibesi” (yatak odasına gidip ağlamıştı bu söze), söylediğine göre mükemmel bir ev sahibesinin bütün nitelikleri onda varmış.
Bugün bile, St. James Parkı’nın ortasında, bu tartışmanın içinde buluyordu kendini, hâlâ kendisinin haklı olduğunu kanıtlamak istiyordu ve haklıydı da -onunla evlenmemek konusunda. Zira bir evlilikte, her gün aynı evde birlikte yaşayan insanlar arasında biraz özgürlük olmalıydı; Richard, ona bunu sağlıyordu, Clarissa da Richard’a (Mesela bu sabah nerede olduğunu sormamıştı, hangi komite toplantısı, asla sormazdı.). Oysa Peter’la her şeyi paylaşmak gerekirdi, her şeyin derinine inmek… Ve bu çekilmez bir hâl alıyordu, çeşmenin yanındaki küçük bahçede olan hadiseye gelince, ondan ayrılmak zorundaydı yoksa ikisi de mahvolacaklardı, ikisi de yıkılacaktı, bundan emindi; yıllarca yüreğine saplanmış bir ok gibi taşımıştı içinde bu hüznü, acıyı; hele bir konserde birinin ona Peter’ın Hindistan’a giden bir gemide tanıştığı biriyle evlendiğini söylediğinde yaşadığı dehşet! Asla unutmamalıydı bütün bunları. Soğuk, kalpsiz, namus bekçisi bir kadınsın demişti Peter, asla anlayamazmış onun kendisini ne kadar sevdiğini. Ama o Hintli kadın anlamıştı belli ki aptal, sevimli, cılız, kuş beyinliler! Boşuna üzülmüştü. Zira Peter gayet mutluydu, Clarissa’yı temin etmişti, gerçi konuştukları hiçbir şeyi yapamamıştı; tüm yaşamı tamamen bir başarısızlık örneğiydi. Clarissa hâlâ bu duruma sinirleniyordu.
Park kapılarına varmıştı. Bir anlığına durup Piccadilly’deki otobüslere baktı.
Dünyada hiç kimse için şöyle veya böyle demeyecekti artık, yargılamayacaktı onları. Çok genç olduğunu hissediyordu, aynı zamanda anlatılamayacak denli yaşlı buluyordu kendini. Hem her şeyi bıçak gibi delip geçiyor hem de dışarıdan seyrediyordu. Taksileri izlerken, dışarıda, uzakta, denizin bile uzağındaymışçasına, yapayalnız; bir gün bile yaşamanın çok tehlikeli olduğunun ebedî hissi doğdu içine. Kendini çok zeki veya sıra dışı hissettiğinden değil… Hayatını nasıl da Fräulein Daniels’ın verdiği iki dirhem akılla geçirmişti, bunu aklı almıyordu. Hiçbir şey bilmiyordu, ne yabancı dil ne tarih, güç bela kitap okuyordu, yatarken okuduğu anı kitabı dışında, yine de bütün bunlar çok sürükleyici geliyordu, her şey: Taksilerin geçişi; ne Peter hakkında bir şey söyleyecekti ne de kendi hakkında, yargılamayacaktı artık, böyleyim veya şöyleyim demeyecekti.
Yürümeye devam ederken, tek yeteneğim insanları tanıyabilmek, diye düşündü, neredeyse sezgilerimle tanıyabilmek. Biriyle bir odaya koyacak olsanız ya kedi gibi sırtını kabartır ya da tatlı tatlı mırlardı. Devonshire House, Bath House, porselen papağanlı o ev, hepsini pırıl pırıl ışıldarken görmüştü zamanında; Slyvia’yı, Fred’i, Sally Seton’ı -o ev sahiplerini; bütün gece dans etmeler, ağır ağır pazar yerine ilerleyen at arabaları, Park’tan arabayla geçerek eve dönmeler. Serpentine Gölü’ne bir şilin attığını hatırladı. Ama herkes hatırlardı bunu; buydu sevdiği; burada, şimdi, karşısındaki taksideki şişman kadındı. Öyleyse ne önemi var, diye sordu kendine, Bond Sokağı’na doğru ilerlerken, ne önemi var kaçınılmaz sona gelip, tamamen yitip gitmenin, bütün bunlar onsuz da sürecekti, içerliyor muydu buna, yoksa ölümün kesin sonucuyla avunuyor muydu? Fakat yine de Londra’nın sokaklarında, hayatın akışı içinde, bir şekilde, şurada burada, kendisi de yaşıyordu; Peter da yaşıyordu, birbirlerinde yaşamışlardı, kendisi, bundan emindi; doğduğu yerdeki ağaçların bir parçasıydı; çirkin, derme çatma, döküntü evin; hiç tanışmadığı insanların bile bir parçasıydı; sevdiklerinin arasına bir sis gibi dağılırdı; onlar da kendisini tıpkı dalların üzerine doğru akan sis gibi taşırlardı, ama çok uzağa yayılmıştı bu sis, fazla uzağa; hayatı gibi, kendi gibi. Ama şimdi Hatchard’ların3 vitrinine bakarken neyin hayalini kuruyordu? Neyi yeniden bulmaya çalışıyordu? Önünde açık duran kitaptaki dizeleri okurken sayfiyedeki ak gün doğumunun hangi imgesini?
Dünyanın deneyimlediği bu son dönem, hepsinde, kadın erkek herkesin içine bir gözyaşı kuyusu açmıştı. Gözyaşları ve hüzün; cesaret ve dayanıklılık; dimdik, metanetli bir duruş. Düşünün, mesela en çok beğendiği kadın olan Leydi Bexborough, bir sergi açmış.
“Jorrock’un Jaunts ve Jollities’i”, “Soapy Sponge”;5 Mrs. Asquith’in6 “Memoirs”ı ve “Big Game Shooting in Nigeria”, hepsi önüne serilmişti. Ne çok kitap vardı; ama hiçbiri bakımevindeki Evelyn Whitbread’e götürmek için uygun değildi. Onu eğlendirebilecek ve nihayetsiz kadın hastalıklarına dair konuşma başlamadan önce; Clarissa içeri girdiğinde, tarifsiz bir şekilde kurumuş, can sıkıcı kadın görüntüsünü bir saniyeliğine de olsa canlandıracak bir şey yoktu. Ne kadar da isterdi -kendisini görünce memnun olmasını, sevinmesini; bunu düşünerek döndü ve geri Bond Sokağı’na doğru yürümeye başladı, sinir olmuştu, bir şeyi başka amaçla yapmak saçmaydı çünkü. Richard gibi sadece o davranışın sonucunu amaçlayan insanlardan olmayı yeğlerdi; oysa, diye düşündü karşıdan karşıya geçmeyi beklerken, kendisi, yaptıklarının çoğunu karmaşıklaştırarak, asıl yapılma amaçlarından saptırırdı; insanlar şöyle veya böyle düşünsün diye yapardı; gerçek bir ahmaklık örneğiydi, biliyordu (şimdi de polis elini kaldırıyor), zaten kimse de bir anlığına bile olsa aldanmıyordu. Ah yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı, diye düşündü kaldırıma çıkarken, farklı bile görünebilirdi!
Öncelikle, Leydi Bexborough gibi esmer olmak isterdi, buruşmuş deriyi andıran bir cilt ve güzel gözler. Leydi Bexborough gibi ağırbaşlı ve görkemli olmak isterdi; iri, bir erkek gibi politikayla ilgilenen bir kadın; bir kır evi olurdu, haysiyetli ve içten biri olurdu. Oysa kendisi, ince bir bezelye sırığına benziyordu; gülünç, küçük bir surat; kuş gagası gibi bir burun. Kendine iyi baktığı doğruydu; güzel elleri ve ayakları vardı; az harcadığı göz önünde bulundurulursa güzel de giyiniyordu fakat şimdi yüklendiği bu beden (bir Hollanda resmine bakmak için durdu), bütün yetenekleriyle bu gövde, bir hiçti sanki -bir hiç! Tuhaf bir şekilde kendini âdeta görünmez hissetti; görünmüyor, bilinmiyordu; artık yeniden evlenmek, yeniden çocuk yapmak falan olmadığına göre sadece Bond Sokağı’ndaki bu hayret verici, ağırbaşlı kalabalıkla yürümek vardı, yalnızca Mrs. Dalloway olmak, Clarissa bile olamamak; yalnızca Mrs. Richard Dalloway olmak…
Bond Sokağı büyülerdi Clarissa’yı; o mevsim sabahın erken saatlerinde, uçuşan bayraklarıyla, dükkânlarıyla; ne bir su sesi ne bir pırıltı; babasının elli yıldır takım elbiselerini aldığı dükkânda bir top tüvit; birkaç inci, bir buz kalıbının üzerinde somon balığı.
“Hepsi bu.” dedi balıkçıya bakarak. “Hepsi bu…” diye yineledi, savaştan önce neredeyse mükemmel eldivenler alabileceğiniz bir dükkânın vitrininde duraklarken. İhtiyar William amcası, bir hanımefendi, ayakkabılarından ve eldivenlerinden belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir gün yatağında dönüp, “Bana yetti artık.” demişti. Eldivenler ve ayakkabılar, eldivenlere pek meraklıydı ama kendi kızı Elizabeth, böyle şeyleri hiç önemsemezdi.
Önemsemezdi, diye düşündü, Bond Sokağı’nda yukarı doğru; partisi için ayırttığı çiçekleri alacağı çiçekçiye doğru ilerlerken. Elizabeth en çok köpeğine düşkündü. Sabah bütün ev katran kokuyordu. Yine de zavallı Grizzle, Miss Kilman’dan iyidir; hırçınlık, katran ve benzeri her şey bile, bir dua kitabıyla basık bir yatak odasına kapanmaktan iyidir! Ne olsa daha iyidir, diyecekti neredeyse. Belki sadece bir evredir, Richard’ın dediği gibi, bütün kızların geçirdiği bir evre. Belki âşık olmuştu. Ama neden Miss Kilman’a? Çok kötü davranılmıştı kadına tabii, dikkate almak gerekirdi, Richard onun çok yetenekli ve tarihe çok yatkın bir zihninin olduğunu söylemişti. Her neyse, âdeta etle tırnak olmuşlardı ve Elizabeth, öz kızı, kiliseye gidiyordu; giyiniş şekli, öğle yemeğine gelen insanlara davranış şekli öyle ki sanki hiçbir şey umurunda değildi; gözlemlediğine göre dindar insanlar vecde geldiğinde katı yürekli bir hâl alırlardı (hedefler de öyle yapardı insanı); duygularını köreltirdi, zira Miss Kilman Ruslar için her şeyi yapardı, Avusturyalılar için açlıktan ölürdü; ama özel hayatında nasıl da işkence çektirirdi insana. Yeşil bir yağmurluk giyerdi, bütün yıl boyunca çıkarmazdı o yağmurluğu, ter içinde kalsa dahi; aynı odadaysanız beş dakika için bile olsa kendi üstünlüğünü hissettirmeden duramazdı; ne kadar aşağılık olduğunuzu; kendisi fakirken siz zenginsiniz; yastığı, yorganı veya basit bir kilimi bile olmadan veya diğer gerekli şeyleri olmadan gecekondusunda yaşarken, bütün benliği içindeki kinle pas tutmuş gibiydi -savaş sırasında okuldan atılmıştı- hayata küsmüş zavallı yaratık! Zira kişi ondan nefret etmezdi, Miss Kilman’ın onda uyandırdığı düşüncelerden -ki şüphesiz bu düşüncelerin içinde Miss Kilman’da var olmayan pek çok şey de vardı- Miss Kilman kavramından nefret ederdi; geceleri boğuştuğumuz, yanı başımızda durup benliğimizin yarısını emen, baskıcılardan, zorbalardan, böylesine korkunç imgelerden biriydi; kuşkusuz zarlar bir sefer daha atılsa ve beyazlar değil de siyahlar üstte olsaydı o zaman sevebilirdi Miss Kilman’ı! Ama bu dünyada değil! Asla!
Bu vahşi canavarın içinde kıpırdaması sinirlerini törpülüyordu! Dalların çıtırdağını, toynakların, ruhun, yapraklarla kaplı o ormanın derinliklerine dikildiğini hissetmek; asla memnun, hoşnut olamamak veya asla tam olarak güvende hissedememek, zira canavar her an kıpırdayabilirdi, bu nefret; özellikle hastalandıktan sonra ona fiziksel bir acı veriyor; omurgası kazınmış, yaralanmış gibi ve güzelliğin, dostluğun, iyi olmanın, sevilmenin, evini hoş bir hâle sokmanın bütün zevkini alıyor, sarsıyor, titretiyor ve bozuyordu; sanki bu memnuniyet zırhı bencillikten başka bir şey değildi! Bu nefret!
Çiçekçi Mulberry’nin kapısından geçerken, saçmalık, saçmalık, diye söylendi kendi kendine.
Ufak adımları, uzun boyu ve dimdik duruşuyla ilerledi ve düğme suratlı Miss Pym tarafından karşılandı; elleri çiçeklerle birlikte soğuk suda durmuş gibi hep kıpkırmızıydı.
Hezaren çiçekleri, ıtırşahiler, leylaklar, karanfiller vardı; öbek öbek karanfiller. Güller vardı, süsenler vardı. Ohh, diyerek içine çekti taze toprak kokusunu, ona yardım etmek için bekleyen Miss Pym’le konuşurken; yıllar önce nasıl da zarifti, fakat bu yıl bir güllerin, bir süsenlerin tarafına başını çevirirken, gözleri yarı kapalı vaziyette leylak salkımlarının arasında dururken, sokak gürültüsünden sonra bu hoş kokuları, o enfes serinliği içine çekerken, biraz yaşlı görünüyordu. Sonra gözlerini açınca, çamaşırhaneden gelmiş hasır sepetler içindeki fırfırlı temiz çarşaflar gibiydi güller; koyu renkli ve ağırbaşlı karanfiller, başları dimdik duruyorlardı, ıtırşahiler yayılmışlardı çanaklarına; hareli mor, kar beyazı, soluk, sanki akşam olmuştu da lacivert göğüyle, o muhteşem yaz günü sonrası, kızlar muslin giysileriyle ıtırşahiler ve güller toplamaya çıkmışlardı; saat altı ile yedi arası bir an; bütün çiçekler, güller, karanfiller, süsenler, leylaklar -beyaz, mor, kırmızı, koyu turuncu- hepsi kendi kendine yanmakta gibiydi âdeta; usulca, dupduru, sisli yatağında; nasıl da severdi vişneli pastanın üstünde, akşamüstü çuha çiçeklerinin üzerinde bir ileri bir geri giden boz-beyaz renkte pervaneleri, ne de çok severdi.
Miss Pym’le birlikte bir vazodan diğerine doğru geçerken, saçmalık bu, saçmalık, dedi kendi kendine giderek alçalan bir sesle, sanki bu güzellik, bu koku, bu renk, Miss Pym’in gösterdiği ilgi ve güven, o nefreti, o canavarı yenip üzerini saran bir dalga gibi, onu yukarı ve daha da yukarı çıkardı ta ki… Aa, dışarıda bir tabanca patlamıştı!
“Ah şu otomobiller!..” dedi Miss Pym, dışarı bakmaya gittiği pencereden elleri ıtrışahilerle dolu geri dönerken, af diler gibi tebessüm ediyordu, sanki o otomobiller, o otomobillerin lastiklerinin patlaması onun suçuydu.
Miss Dalloway’in sıçramasına ve Miss Pym’in pencereye kadar gidip af dileyerek dönmesine sebep olan şiddetli patlama sesi Mulberry’nin tam karşısındaki kaldırıma yanaşan bir otomobilden gelmişti. Yoldan geçenler -tabii ki- durup baktılar, boz döşemeye yaslanmış önemli yüzü görmek için yeterli bir vakitti bu, sonra bir erkek eli panjuru çekti ve küçük bir boz rengi kareden başka hiçbir şey görünmez oldu.
Yine de Bond Sokağı’ndan Oxford Sokağı’na,7 Atkinson’ın parfümerisinden bir ötekine kadar söylentiler yayılıyordu; görünmeden, duyulmadan, tepelerin üstüne tül gibi süratle çöken bir bulut gibi; bir saniye önce karmakarışık olan yüzlerin üzerine gerçekten de bir bulut kadar ağırbaşlı ve sakince indi. Fakat şimdi gizemin kanatları değmişti yüzlerine, otoritenin sesini duymuşlardı, dinin ruhu gözleri sımsıkı bağlı, ağzı ardına kadar açık ortalığa salıverilmişti. Ama kimse kimin yüzünün görüldüğünü bilmiyordu. Galler prensi8 miydi, kraliçe mi, başbakan9 mı? Kimin yüzüydü o? Kimse bilmiyordu.
Kolunun altında kurşun borularla yürüyen Edgar J. Watkiss, yüksek sesle, muzip bir şekilde “Başbakanın arabası(!)” dedi.
Karşıya geçecek gücü kendinde bulamayan Septimus Warren Smith, duydu onu.
Septimus Warren Smith otuz yaşlarında, solgun yüzlü, gaga burunlu bir adamdı, kahverengi ayakkabılar ve eski püskü bir pardösü giyiyordu; kendini hiç tanımayanları bile endişelendiren ela gözleri tedirgin tedirgin bakıyordu. Dünya kırbacını kaldırmış; bakalım nereye indirecek?
Her şey olduğu gibi kalıvermişti. Motor sesleri bütün bedeni saran düzensiz bir kalp atışı gibi geliyordu kulağa. Güneş olağanüstü kızgınlıktaydı çünkü otomobil Mulberry’nin vitrininin önünde duruyordu; otobüslerin üst katlarındaki ihtiyar kadınlar siyah şemsiyelerini açtılar; şurada yeşil, burada kırmızı bir şemsiye açıldı pıt diye. Kucağı ıtırşahi demetleriyle dolu hâlde vitrine doğru ilerleyen Mrs. Dalloway dışarı baktı, küçük pembe suratı meraktan büzüşmüştü. Herkes otomobile baktı. Septimus baktı. Oğlanlar bisikletlerinden atladılar. Trafik tıkandı. Otomobil oracıkta duruyordu, panjurları çekilmiş, üzerinde tuhaf bir desen var, ağaç gibi, diye düşündü Septimus, gözlerinin önünde her şeyin bir noktada toplanışı, sanki korkunç bir şey yüzeye çıkıp, alevlere dönüşecekmiş gibi korkutuyordu onu.
Dünya dönüyor, titriyor ve ateş alacağım diye tehdit ediyordu. Yolu tıkayan benim, diye düşündü. Ona bakmıyorlar mıydı, parmaklarıyla kendisini göstermiyorlar mıydı; orada durması, kaldırıma çakılı kalması bir amaçla değil miydi? Ama hangi amaçla?
“Hadi gidelim Septimus!” dedi karısı, sivri, solgun suratlı, iri gözlü, ufak tefek bir kadın, bir İtalyan.
Ama Lucrezia otomobile ve panjurların üzerindeki ağaç desenine bakmaktan kendini alamıyordu. Acaba kraliçe miydi içerideki -kraliçe alışverişe mi çıkmıştı?
Bir şeyleri açan, çeviren, kapatan şoför, sonunda yerine geçti.
“Hadi!” dedi Lucrezia.
Fakat kocası -dört beş yıldır evliydiler- irkildi, yerinden sıçradı ve “Peki, peki!” dedi öfkeyle, karısı yaptığı işi bölmüşçesine.
İnsanlar fark ediyorlardır; insanlar görüyorlardır. İnsanlar, diye düşündü Lucrezia, gözlerini otomobile dikip kalabalığa bakarken; çocukları, atları ve giysileriyle İngilizler, ki bir bakıma hayrandı onlara, ama şimdi “insanlar” diyordu onlara çünkü Septimus “Kendimi öldüreceğim.” demişti; ne korkunç şey! Ya onu duydularsa? Kalabalığa baktı. “İmdat, imdat!” diye haykırmak istiyordu kasap çıraklarına ve kadınlara doğru. Yardım edin! Daha geçen sonbaharda Septimus’la birlikte aynı paltoya sarınmış hâlde Embankment’talardı; Septimus konuşmak yerine gazetesini okuyordu, Lucrezia gazeteyi elinden kapıp bunu gören ihtiyar adamın yüzüne bakarak gülmüştü! Ama insan başarısızlığını gizler. Septimus’ı alıp bir parka götürmeliydi, uzaklaştırmalıydı.
“Şimdi karşıya geçiyoruz.” dedi.
Onun kolu üstünde hâlâ hakkı vardı, her ne kadar duygusuz bir kolsa da… Daha yirmi dört yaşındaki bu kadına, İngiltere’de arkadaşsız bir başına kalan sıradan, içten ve uğruna İtalya’yı terk eden bu kadına bu kemik parçasını uzatıyordu şimdi Septimus.
Panjurları çekilmiş, esrarengiz bir ciddiyet havasına bürünmüş otomobil Piccadilly’ye doğru ilerledi; insanlar hâlâ bakıyor, caddenin her iki yanındaki bu yüzler kraliçeye mi, prense mi, başbakana mı, kime olduğunu bilmeden derin bir saygı ile bakarak duruyorlardı. Arabanın içindeki yüzü üç kişi, birkaç saniyeliğine, yalnızca bir defa görmüştü. Kişinin cinsiyeti bile tartışılıyordu şimdi. Ama arabadaki kişinin çok önemli biri olduğu kesindi; bu yüce şahıs, gizlice Bond Sokağı’ndan geçiyordu, sıradan insanlarla arasında yalnızca bir karış mesafe vardı ve kim bilir belki de ilk ve son defa İngiltere kraliçesiyle konuşulabilecek mesafede duruyorlardı; Londra ot bürümüş bir patika hâline geldiğinde ve bu çarşamba sabahı kaldırımın kenarında koşuşturanların külleri, sayısız çürük dişin altın dolgularına ve birkaç evlilik yüzüğüne karışıp yalnızca kemik yığınlarına dönüştüklerinde, ancak zamanın yıkıntılarını araştıran antika meraklılarının çözebileceği devletin bu kalıcı simgesinin sesini duyabilecek kadar yakınlardı. O zaman anlaşılacaktı otomobildeki yüzün kime ait olduğu.
Kraliçe herhâlde, diye düşündü Mrs. Dalloway, çiçeklerle Mulberry’den çıkarken, kraliçe. Çiçekçinin önünde, gün ışığında, panjurları çekili otomobiliyle usulca önünden geçerken, bir anlığına gurur dolu gözlerle öylece durdu. Kraliçe bir hastaneye gidiyor veya bir sergi açıyor olmalı diye düşündü.
Günün bu saatinde bu kargaşa korkunçtu. Lord Ascot mı, Lord Hurlingham10 mı, neydi bu diye düşündü, zira yol tıkanmıştı. Paketleri ve şemsiyeleriyle, evet, böyle bir günde bile giydikleri kürkleriyle otobüslerin üst katlarında yanlamasına oturan İngiliz orta sınıfı çok gülünç duruyordu; insanın görüp görebileceği en gülünç şeyden bile daha fazla; kraliçenin de yolu tıkanmış, kraliçe bile geçemiyordu. Clarissa, Brook Sokağı’nın11 bir tarafında kalakalmıştı; yaşlı hâkim, Sör John Buckhurst de diğer tarafında duruyordu, aralarında bir otomobil vardı (Sör John senelerin hukukçusuydu, iyi giyimli kadınlardan hoşlanırdı.); tam o sırada şoför hafifçe öne eğilerek, polise bir şey söylemiş veya bir şey göstermiş olmalı ki polis selam verdi, kolunu kaldırdı, başını salladı ve otobüsü kenara çekti, otomobil de aradan geçti. Yavaşça ve sessizce yoluna koyuldu.
Clarissa tahmin etti, biliyordu da tabii, beyaz, büyülü, dairesel bir şey görmüştü uşağın elinde, üzerinde isim yazılı yuvarlak bir levha -kraliçenin mi, Galler prensinin mi veya başbakanın mı- ışıltısıyla kendini belli etmişti (Clarissa otomobilin giderek küçüldüğünü ve gözden kaybolduğunu gördü.); şamdanların, parlak yıldızların, meşe yapraklarıyla dimdik duran göğüslerin arasında ışıldayacaktı o gece ve Hugh Whitbread ve iş arkadaşları, İngiltere’nin bütün centilmenleri de o gece Buckingham Sarayı’nda olacaklardı. Clarissa da bir parti veriyordu. Hafifçe doğruldu; işte partide böyle duracaktı merdivenin başında.
Otomobil gitmişti ama eldivenci vitrinlerinden şapkacı vitrinlerine ve terzilere kadar uzanan küçük bir dalga bırakmıştı ardında. Otuz saniye kadar bütün başlar aynı yöne dönmüştü -pencereye. Bir çift eldiven seçen -dirseğe kadar mı yoksa daha mı uzun olmalı, limon küfü mü yoksa soluk gri mi- hanımlar duraladılar; cümleleri biterken bir şey olmuştu. Bir titreşim, o kadar ufak ve önemsiz bir şeydi ki Çin’deki sarsıntıları kaydedebilecek ölçüde gelişmiş bir aracın bile yakalayamayacağı kadar, yine de bütünlüğüyle ürkütücü, genel intibası itibarıyla duygusaldı, öyle ki bütün şapkacılardaki ve terzilerdeki yabancılar birbirlerine bakıp ölenleri düşündüler; bayrağı; imparatorluğu… Arka sokaklardaki bir barda, sömürgelerden gelen biri, Windsor’lara hakaret edince bir tartışma çıktı, bira bardakları kırıldı, ses tuhaf bir şekilde yolun karşı tarafına ulaştı ve düğünleri için beyaz kurdele geçirilmiş beyaz iç çamaşırı alan genç kızların kulaklarında yankılanan bir gürültü koptu. Zira geçen arabanın yarattığı gerginlik yatışırken, derindeki bir şeyleri de kazıyıp çıkartıyordu.
Piccadilly’den süzülerek St. James Sokağı’na12 doğru saptı otomobil. Uzun boylu, iri yarı adamlar, kuyruklu ceketleri, beyaz gömlekleri ve geriye taranmış saçlarıyla iyi giyimli adamlar; elleri ceketlerinin arkasında toplanmış, nedenini ayırt etmenin güç olduğu bir sebepten, White dükkânının cumbasında dikiliyor ve dışarıya bakıyorlardı, yüce birilerinin geçtiğini âdeta hissetmişlerdi ve o ölümsüz varlığın soluk ışığı Clarissa Dalloway’in üzerine vurduğu gibi onların da üzerine vurdu. Bir anlığına hükümdarlarına eşlik etmeye hazırmışçasına, duruşlarını daha da dikleştirdiler, ellerini arkalarından çektiler; gerekirse tıpkı ataları gibi topların ağzına sürülebilirlerdi. Arka plandaki beyaz büstler, üzerlerinde “Tatler”in13 kopyaları ve soda şişeleri bulunan küçük masalar da onaylar gibiydiler âdeta; bereketli ekinleri ve İngiltere’nin malikânelerini simgeliyorlardı sanki; yalnızca tek bir sesin bile fısıldayan geçitlerden bütün katedrale kadar yankılandığı duvarlar gibi, otomobil tekerleklerinin zayıf homurtusu yankılanıyordu. Üstünde şalı, kaldırımın kenarında durup, çiçekleriyle “sevgili oğlan”a esenlikler diledi (kesinlikle Galler prensiydi geçen); muhafızın, yaşlı bir İrlandalı kadının bağlılığını hiçe sayan küçümser bakışını üzerinde hissetmeseydi eğer, bir bardak biranın veya bir demet gülün ederi kadar parayı sırf gamsızlıktan ve fakirliği küçümseyişinden fırlatıverecekti St. James Sokağı’na. St. James Sokağı’ndaki muhafızlar selama durdular, Kraliçe Alexandra’nın14 korumaları da onlara katıldılar.
Bu arada, Buckingham Sarayı’nın kapılarında küçük bir kalabalık toplanmıştı. İlgisizce, yine de kendilerine güvenerek, fakirdi hepsi, bekliyorlardı; bayrağı dalgalanan Saray’a bakıyorlardı; tepesinde dalgalanan Victoria’yı, üzerinden sular akan kayalarını ve sardunyalarını hayranlıkla seyrediyorlardı; Mall’daki15 otomobillerin arasından seçiyorlardı, önce bu, sonra şu; gezintiye çıkmış Avam Kamarası üyelerini beyhude bir duygu seliyle karşılıyorlar şu ve bu araba geçerken takdirlerini boşa harcamadıklarını düşünüyorlardı; bütün bu zaman boyunca damarlarına dedikodular nüfuz ediyor ve soyluların onlara baktıkları düşüncesi baldırlarındaki sinirlerinin canlanmasına sebep oluyordu; kraliçenin eğilişinin; prensin selam verişinin; krallara bahşedilmiş cennetsi yaşamın düşüncesi, hizmetkârlar ve reveranslar; kraliçenin eski bebek evi; Prenses Mary’nin bir İngiliz’le evlendiğinin ve prensin -Ah prens! Yaşlı Kral Edward’a çektiği söyleniyordu ama çok daha inceymiş. Prens St. James’te yaşıyordu; ama bu sabah annesini ziyarete gelmiş olabilirdi.