Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Çöküş», strona 3

Czcionka:

İlk avcı ve toplayıcıların sınırları korumak adına harekete geçtiğine dair elde hiç arkeolojik kanıt yok. Tam aksine, bütün kıtaya yayılmış açık bir iletişim ve etkileşim ağı kurmuşa benziyorlar.70

Ataerkillik ve Eşitsizlik?

Ataerkillik ve toplumsal katmanlaşma da avcı-toplayıcı gruplarda yok gibi gözüküyor. Antropolog Knauft, avcı-toplayıcıların en önemli özelliğinin “en üst düzeyde siyasi ve cinsel eşitlikçilik”71 olduğunu söylüyor. Kabilenin yiyecek kaynaklarının çoğunu sağlamaları, kadınların erkeklerle en azından eşit toplumsal mevkide olduğunu gösteriyor -bu kadar önemli bir iktisadi göreve sahipken düşük bir mevkide olduklarını varsaymak zor. Avcı-toplayıcıların insan bedenine ve cinselliğe karşı takındıkları sağlıklı ve açık tavır da -günümüzde yaşayan Aborijinler’den bazılarının çıplak dolaşması ya da cinsellik hakkında samimi olmaları gibi- bunu gösteriyor. Çünkü daha sonra da göreceğimiz gibi kadınlara yönelik baskı, insanın bedenine yabancılaşmış hissetmesi ve içgüdüleri ile bedensel işlevlerine karşı takındığı olumsuz tavırla yakından alâkalıydı.

Günümüz avcı-toplayıcılarında da ataerkilliğe rastlanmıyor. Antropolog M. A. Jaimes Guerrero şunları söylüyor: “Araştırmalarım, hepsi değilse bile neredeyse bütün yerli halkların Avrupa işgali ve sömürgecilik öncesinde anasoylu olduğunu gösteriyor.”72 Yani, neredeyse bütün yerli halklarda soy ve miras baba değil anne tarafından geçiyordu ki bu da kadınların yüksek bir mevkiye sahip olduklarının açık göstergesiydi. Ingold ve çalışma arkadaşlarının da öne sürdüğü gibi “ânında tüketen” (immediate return) avcı-toplayıcılarda (yani topladıkları yiyecek ve diğer kaynakları sonraya saklamadan hemen kullanarak yaşayan toplumlarda) erkeklerin kadınlar üzerinde hâkimiyeti yoktu.73 Kadınlar eşlerini genelde kendileri seçiyor, ne iş yapmak istediklerine kendileri karar veriyor ve istedikleri zaman çalışıyorlardı. Eğer evlilik yürümezse velayet hakkı kadınındı (yerli kültürlerde ataerkilliğin olmadığını gösteren başka kanıtları Dördüncü Bölüm’de sunacağız).

Eski avcı-toplayıcıların eşitlikçi olduğuna ve toplumsal mevki farklılıklarını bilmediklerine dair de bazı arkeolojik deliller mevcut. Arkeolojide toplumsal tabakalaşmanın en açık göstergelerinden biri olarak mezarlarda gözlemlenen farklılıklar kabul edilir -büyüklükleri, konumları ve içlerine konulan eşyalar gibi. İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi sınıflara ayrılmış toplumlarda daha “önemli” insanlar için büyük, merkezi ve içinde birçok eşya bulunan mezarlar vardır. Ancak eski avcı-toplayıcıların mezarları çarpıcı bir biçimde aynı. Ya tamamen aynılar ya da aralarında çok az fark var.

Günümüzdeki avcı-toplayıcılara bakarak da atalarının eşitlikçi olduğu sonucuna varmamız mümkün. Günümüzün neredeyse bütün avcı-toplayıcıları, toplumsal eşitsizlikle özdeşleştirdiğimiz niteliklerden hiçbirine sahip değiller. Antropolog James Woodburn, ânında-tüketen toplayıcıların “temel eşitlikçiliği”nden (profound egalitarianism) bahsederken başka hiçbir yaşam tarzının “eşitliğe bu kadar önem vermediğini” yazıyor.74 Birçok ilk insan, doğal bir komünizm içerisinde yaşıyordu; bu, Karl Marx’ın da fark ettiği ve “ilkel komünizm” dediği safhaydı. Lenski’nin Human Societies (İnsan Toplumları) kitabında verdiği istatistiklere göre, günümüzün avcı-toplayıcılarından sadece %2’si sınıflı bir toplumda yaşıyor; %89’u ise özel mülk kavramını bilmiyor (geri kalan %11’in içinde ise toprağın bir kişinin mülkiyetinde olması oldukça “ender” rastlanan bir durum).75 Aslında sadece toprak değil, hiçbir mal üzerinde mülkiyet hakkı yok gibi. Ingold’un da dediği gibi, avcı-toplayıcılar “hemen kullanmaya ihtiyaç duydukları dışındaki taşınabilir malları biriktirmeye eğilimli değiller. Hatta ahlaki açıdan onları paylaşmaları gerektiğini düşünüyorlar.”76 Ingold ve arkadaşları, -ikinci bir balta ya da ikinci bir gömlek gibi- “gereksiz” bir eşyaya asla birkaç günden, hatta genellikle sadece birkaç saatten fazla sahip olmayan Afrika’daki Hadzalar’dan da örnek veriyor. Öyle ki “paylaşmaya yönelik ahlaki zorunluluklar” Hadzalar’ın ellerine geçen eşyayı neredeyse ânında başka birisine vermesine yol açıyor.

Toplayıcılar çarpıcı bir şekilde demokratikler de. Birçok toplumda liderler var, ancak güçleri oldukça kısıtlı ve eğer grubun geri kalan kısmı bu kişilerin liderliğinden memnun kalmazsa görevden kolayca alınabiliyorlar. İnsanlar lider olmak için yarışmıyor -tam aksine eğer bir kişi iktidar ve servet arayışı içerisine girerse lider olmaktan men ediliyor.77 Liderin görevleri duruma göre değişiyor. Power’ın da dediği gibi, “Liderlik rolü, grup tarafından anlık bir biçimde veriliyor; duruma göre belli kişilere yükleniyor… ihtiyaç duyulursa başka biri onun yerine geçebiliyor.”78 Hatta insanlar lider olduklarında bile tek başlarına karar alamıyorlar. Lenski’nin de yazdığı gibi, siyasi kararlar sadece kabile şefi tarafından alınmıyor; “saygın ve etkili kabile üyeleri -ki bunlar genellikle aile reisleri olur- gayri resmî bir şekilde kendi aralarında tartışarak karar alıyorlar.”79 Ya da antropolog Jean Briggs’in Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Utku Eskimoları’ndan bahsederken dediği gibi,

Utkular’ın -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkileri tek tek bireylerinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.80

Aynı zamanda avcı-toplayıcılar toplumsal mevki farklılıklarının ortaya çıkmasını engellemek için de çeşitli önlemler almışlar. Başkalarının hakkını yemiyor, kendisini fazla öven birini küçümsüyor ya da onunla dalga geçiyorlar. Örneğin, Afrikalı !Kunglar ava çıkmadan önce oklarını değiş tokuş ediyorlardı. Bir hayvan öldürüldüğünde övgüye layık görülen oku atan değil, okun asıl sahibi oluyordu. Eğer bir kişi baskın ya da kibirli olmaya başlarsa diğerleri ona karşı birleşiyor ya da onu aforoz ediyordu.81 Christopher Boehm’in de özetlediği gibi, “Küçük göçebe topluluklar halinde yaşayan toplayıcılarda eşitlikçilik evrensel gözüküyor. Yani siyasi eşitlikçiliğin kökenleri çok eskiye dayanıyor.”82

Eşitlikçiliğin muhtemelen bazı kültürel kökenleri vardı; örneğin avcı-toplayıcı yaşam tarzının devingenliği, servet birikimini imkânsız kılıyordu (çünkü serveti bir yerden öbürüne taşımak zordu). Ayrıca toplulukların küçük olması ve teknoloji eksikliği, sınıfların ya da kastların temeli olan farklı toplumsal rollerin ortaya çıkmasına izin vermiyordu. Ancak bu gruplar toplumsal baskıdan o kadar uzaktı ki eşitlikçiliklerini sadece bu tür unsurlarla açıklamak yeterli değil. İleride de göreceğimiz gibi muhtemelen çok daha temel bir sebep vardı ki bu sebep avcı-toplayıcıların savaş ve ataerkillikten uzak durmasını da açıklıyordu.

Diğer bir deyişle ilk insanlar, son zamanlarda milyonlarca insanın hayatını çekilmez kılan toplumsal ıstıraptan tamamen özgürdüler. Her ne kadar günümüzün avcı-toplayıcıları hayatlarından memnun gözükseler de atalarının da bizim psikolojik sorunlarımızdan uzak olup olmadığını kesin olarak kestirebilmemiz elbette ki imkânsız. Ancak modern insanın maddiyat, başarı ve toplumsal mevki ile ilgili takıntısı büyük oranda psikolojik uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Bu nedenle avcı-toplayıcıların mal-mülk ve yüksek mevkiye ihtiyaç duymamasını, telafi etmek zorunda oldukları psikolojik uyumsuzluktan mustarip olmamalarına yorabiliriz. Hiç boş duramamamız -en azından büyük ölçüde- psikolojik huzursuzluğumuzun bir sonucu olduğu için (çünkü ondan kaçmak adına kendimizi meşgul etmemiz gerekiyor), avcı-toplayıcıların göreceli sakin ve eğlenceli bir hayat sürmesi de bu sonuca varmamızı kolaylaştırıyor.

Bahsettiğimiz zaman diliminin insan türünün yüzbinlerce yıl önce ortaya çıkışından itibaren yaklaşık MÖ 8000’e kadar uzandığını anımsamakta fayda var. Arkeolojik ve etnografik kanıtlar tüm bu zaman boyunca insanların savaşmadığını, diğer cinse baskı uygulamadığını ve birbirini sömürmediğini gösteriyor.

Üstelik bu barış ve eşitlik dönemi burada sona ermiş de değil.

İlk Bahçıvanlar

Yaklaşık MÖ 8000’de Ortadoğu’daki insanlar avcı-toplayıcı yaşam tarzını bir kenara bırakmaya başladılar. Bitkileri toplamak yerine ekmeye, hayvanları avlamak yerine evcilleştirmeye başladılar. Kimse bu dönüşümün neden gerçekleştiğini kesin olarak bilmiyor. Ancak yaygın kanı, nüfus artışı nedeniyle avcı-toplayıcı yaşam tarzının herkesin karnını doyurmaya yeterli olmaktan çıkması. Eskiden insanların hayvan ve kuş yediğini, ancak nüfusun artmasıyla birlikte herkese yetecek kadar yiyecek kalmadığını iddia eden Çin mitolojisinde, bu görüşü savunan çeşitli kanıtlar bulmak mümkün. Efsaneye göre bunun üzerine, yönetici Shen-nung insanlara bitkileri nasıl ekeceğini öğretmişti. Çevresel faktörlerin de bu dönüşümde rol oynamış olması muhtemel. MÖ 17.000’den 8000’e kadar dünya ısındı ve bu nedenle hayvanların göç alışkanlıkları değişti.83 Bu durum karşısında atalarımızın iki seçeneği vardı: Ya hayvanları yeni yaşam alanlarına giderken takip edecek ya da hayatta kalmak için yeni bir yol bulacaklardı.

Ancak bu yeni yaşam tarzına tarım demek muhtemelen yanlış olur. Tarım, saban kullanılmasını ve aynı büyük tarlayı yıllarca üst üste sürmeyi gerektirir. Ancak ilk “çiftçiler” bahçe tarımı yapıyordu. Bu nedenle onlara bahçıvan demek daha doğru olur. Çünkü saban yerine çapa kullanıyor ve sadece küçük bahçecikler ekiyorlardı. Üstelik yabani otlarla kaplanınca bu bahçeleri birkaç yılda bir terk etmek zorunda kalıyorlardı. Hububat ve nebat ekiyor ve köpeğe ek olarak (köpek, avcı-toplayıcılar tarafından zaten evcilleştirilmişti) başka hayvanları da evcilleştiriyorlardı. Kadınlar hâlâ önemli rollere sahipti -aslında bahçeleri ekmek başlıca onların göreviydi. Erkeklerin sorumluluğu ise yeni bahçelere ihtiyaç duyuldukça toprağı temizleyerek açmaktı. Bazen de ava çıkıyorlardı. Uzun zaman sonra büyük kasabalar ortaya çıksa da bahçe tarımı yapan gruplar ilk başlarda hâlâ çok küçüktü -genellikle sadece yaklaşık 150 kişi. Ancak ürünleriyle ve hayvanlarla ilgilenmek zorunda kaldıkları için artık göçebe bir şekilde yaşayamıyorlardı. Dolayısıyla insaoğlu ilk defa yerleşik düzene geçmişti.

Bazı tarihçilerin yaptığı gibi bir “Neolitik Devrimi”nden bahsetmek muhtemelen yanlış olur. Çünkü toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş binlerce yıl aldı. Ortadoğu’da ortaya çıktıktan sonra Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yayıldı -ve bazı yerlerde kendiliğinden gelişti. Fakat bu süreç o kadar yavaştı ki bahçe tarımı batıda İngiltere ve doğuda Çin’e ancak MÖ 3. binyılın sonlarına doğru vardı. Ayrıca dünyada insanların bu geçişi deneyimlemediği pek çok yer vardı; Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, Avustralya’nın tümü ve daha pek çok başka yer gibi.

Bu dönüşüm hayvanlarla yakın temasa yol açtığı için bunun sonucunda insanlar pek çok yeni hastalıkla tanışmış oldu. Beslenme alışkanlıkları da olumsuz etkilendi. Avcı-toplayıcılar çok çeşitli beslenirken bahçe tarımı yapan insanlar iki ya da üç çeşit tahıl yiyor ve bu da yetersiz beslenmelerine sebep oluyordu. Sonuç olarak, Christopher Ryan’ın da dediği gibi, “tarıma geçiş dünya genelinde insanların beslenme alışkanlıklarının kalitesinin düşmesine sebep oldu; o kadar ki paleopataloglar bunun belirgin izlerini insan kemikleri üzeinde hâlâ gözlemleyebiliyor.”84 Bahçe tarımı ile uğraşan insanlar avcı-toplayıcılardan muhtemelen çok daha fazla çalışıyordu. Hem daha çok vakit harcıyor hem de daha fazla emek sarf ediyorlardı. Bu nedenle çiftçiliğin başladığı dönemden itibaren insan iskeletinin küçülmeye başladığını görüyoruz. Keşfedilen iskeletlerde daha çok hasar ve darbe izine rastlanmaya başladı ve bu nedenle bu insanların daha genç öldüğü tahmin ediliyor.85

Ancak bu olumsuzluklara rağmen Neolitik Dönem’in ilk evresi -yaklaşık MÖ 8000-4000 arası- barış dolu ve huzurlu bir dönem olarak tarihe geçti.

Bazı yazar ve bilim insanları avcı-toplayıcılıktan tarıma (ya da daha kesin konuşmak gerekirse bahçe tarımına) geçişi, insan türünün toplumsal sorunlarının da başlangıcı olarak görüyor. Örneğin Jared Diamond tarımı “insanoğlunun en büyük hatası”86 olarak nitelendiriyor. Tarihçi W. Newcomb ise “savaş, tarım devriminin en önemli sonuçlarından bir tanesidir”87 diyor. Bazı açılardan, bu görüşe katılmamak mümkün değil. Örneğin insanlar artık yerleşik düzene geçtiği için servet biriktirebiliyordu diyebiliriz. Bu da refah seviyesi ve toplumsal mevkide farklılıklara yol açtı. Aynı zamanda yerleşik düzen “iş bölümü”nün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Kimileri tarlaları ekerken kimileri ürünleri depolamak ve dağıtmakla ilgileniyor, kimileri ise ev ve diğer binaları inşa ediyordu. Benzer bir şekilde yerleşik düzen, insanları sınırlar konusunda da daha hassas yaptı ve -servet birikimini de gözönünde bulunduracak olursak- bu durum savaşların ortaya çıkmasına neden oldu. Son olarak, “tarım devrimi”ne neden olan nüfus artışının da savaşla ilgisi olduğu söylenebilir. Çünkü artık kullanılabilecek kaynaklar kısıtlı olduğundan onlar için rekabet etmek ve savaşmak gerekiyordu.

Ancak arkeolojik kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Yaşam tarzları değişmiş olmasına rağmen bahçe tarımıyla ilgilenen ilk insanlar, avcı-toplayıcılarla aynı toplumsal özelliklere sahipti. Riane Eisler’in özetlediği gibi, “yaygın görüş ataerkilliğin, özel mülkiyetin ve köleliğin tarım devriminin yan etkileri olduğu yönünde… ancak kanıtlar tam aksini, cinsiyetler -ve hatta bütün insanlar- arasında eşitliğin Neolitik Dönem’de de hüküm sürdüğünü gösteriyor.”88

Aynen avcı-toplayıcılıkta olduğu gibi ilk dönem bahçe tarımında da şiddetin var olduğuna işaret eden tek bir kanıt mevcut değil. Mezarlarda silah yok, sanat eserlerinde savaş ya da silah imgeleri yok, köyler ve kasabalar ne korunaklı yerlere kurulmuş ne de savunma amaçlı surlarla çevrilmiş. Bazı köylerin etrafında siper ve çitlerin bulunduğu doğru, ancak bunların işgalcilere karşı etkili olacağını söylemek güç. Muhtemelen evcil hayvanların kaçmasını ve yabani hayvanların köye yaklaşmasını engellemek için yapılmışlardı.89

Lenski’nin günümüzde “bahçe tarımı” ile uğraşan topluluklarla ilgili verdiği istatistikler de yerleşik hayatın beraberinde her zaman savaş ve toplumsal eşitsizlik getirdiği görüşüyle çelişiyor. Yerleşik düzenle birlikte özel mülkiyet daha yaygın hale gelse ve bahçe tarımı ile ilgilenen toplulukların %17’si gibi küçük bir kısmı (muhtemelen iş bölümünün sonucu olarak) sınıflı toplumda yaşasa da Lenski bu durumun eşitsizlik yaratmadığını söylüyor. Günümüzdeki “bahçe tarımcıları” aynen avcı-toplayıcılarda olduğu gibi gömme alışkanlıkları söz konusu olduğunda farklılık göstermiyor. Aynı şekilde, güçlü liderleri de yok. Lenski’nin de dediği gibi, “Siyasi liderlerin gücü neredeyse bahçe tarımıyla ilgilenen toplumların hepsinde fazlasıyla kısıtlı… Günümüzde yaşayan bahçe tarımı toplumlarının çoğunda da toplumsal eşitsizlik çok sınırlı.”90 Benzer bir şekilde, Christopher Boehm de şunları söylüyor: “Tarıma dayalı fazla üretim yapıp yiyecek biriktiren ve dolayısıyla sürekli yerleşik düzende yaşayan gruplar, siyasi açıdan birbirine çok benziyor… Bu kabileler güçlü bir liderden yoksunlar; yetişkin erkekler birbirlerine baskı uygulamıyor, aksine fikir birliğine vararak toplu karar alıyorlar ve eşitlikçi bir düşünsel yapıya sahipler.”91

Ayrıca toplumsal sorunların yerleşik hayatın bir sonucu olduğu fikri, bu sorunlardan mustarip ilk insanların -yani yaklaşık MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu ve Orta Asya’dan çıkan Hint-Avrupalılar ve Samilerin- çiftçi değil göçebe olduğu gerçeğiyle de çelişiyor. Son olarak, günümüzde hâlâ göçebe ama aynı zamanda savaşçı ve ataerkil olan Suudi Arabistan’ın Bedevileri gibi halkları da hatırlamakta fayda var.

Eski Avrupa

Toplumsal eşitsizlik ve savaş tarımın bir sonucu olarak ortaya çıkmadıysa, o halde medeniyetin -yani şehirde yaşamanın- yan etkisi olmalı. Bu da oldukça yaygın bir diğer iddia olan “her şeyin sorumlusu tarım” kuramına paralellik taşıyor. Eşitsizlik, işbölümü ve farklı refah ve toplumsal mevki düzeylerinin ortaya çıkmasına sebep olan üretim fazlasından doğdu. Savaşlara ise güçlenen ve merkezileşen -bu sayede büyük insan gruplarını denetim altında tutan ve organize edebilen- şehir hükümetleri sebep oldu.

Ancak bu fikri de kolayca çürütmek mümkün çünkü bahçe tarımının ilk evresinde özellikle Ortadoğu ve Orta Avrupa’da pek çok kasaba ortaya çıktı. Ancak bu gelişme beraberinde savaşları ve eşitsizliği getirmedi. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 1952’de arkeolog James Mellaart tarafından kazı yapılan Türkiye’nin güneyindeki Çatalhöyük yerleşim merkezi. Çatalhöyük’te 7000 insanın yaşamış olduğu tahmin ediliyor. En hareketli olduğu dönem MÖ 7000-5500 arası dönemdi. Çatalhöyük, bu 1500 yıl boyunca hiç savaş yaşamadı. Hatta insanlar arasında şiddet olgusunun var olduğuna dair hiçbir iz bulunamadı.92 Çatalhöyük’te pek çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Buna rağmen insanlar arasında birlikte yaşamak ve çalışmaktan kaynaklanan en ufak bir sorun doğmadı. Zanaatkârlar arasında uzmanlaşma söz konusu olsa da -çömlekçiler ve alet edevatçılar gibi- evlerin ve mezarların benzerliği eşitsizliğin ya hiç olmadığını ya da çok az olduğunu gösteriyor. Şehirde cinsiyetler arasında da eşitlik vardı: Dini işlerden kadınlar sorumlu iken, erkeklerin bu alandaki rolü çok kısıtlıydı. Ayrıca Marija Gimbutas gibi arkeologlar tarafından tanrıçaları betimlediği öne sürülen pek çok kadın imgesi bulundu. Kadınların yüksek mevkiye sahip olduğunun bir diğer göstergesi ise yataklarının erkeklerinkine kıyasla daha büyük olmasıydı. Ayrıca yatakları evin içinde hep aynı konumdaydı: evin doğu yakasında. Erkeklerin yataklarının ise sabit bir konumu yoktu.93

Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar “medeniyetin” MÖ 3. binyılda Mısır ve Sümer’de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Örneğin Marija Gimbutas bu dönemde Avrupa’nın güneydoğusunda “Eski Avrupa” adını verdiği bir medeniyetin geliştiğini gösterdi.94 Bu medeniyet batıda İtalya’dan doğuda Romanya’ya, güneyde Yunanistan’dan kuzeyde Polonya’ya kadar uzanıyor ve Yugoslavya, Bulgaristan ve Macaristan’ı içine alıyordu. Bu bölgede, nüfusu birkaç bine ulaşan şehirler mevcuttu. Bölge halkı mühendislik, zanaat ve sanatta oldukça yetenekliydi. Bazı tapınakları birkaç katlıydı. Beş odalı evlerinde mobilya bulunuyordu. Dünyanın ilk lağım sistemini ve yollarını inşa etmişlerdi. Sepetçilik ve çömlekçilik gibi zanaatlarla, heykelcilik ve resim gibi sanatlarla ilgileniyorlardı. Seramikte, dokumacılıkta, madencilikte uzmanlaşanlar vardı. Yüzlerce kilometre ötesi ile ticaret yaparak deniz kabuğu, mermer ve tuz alıp satıyorlardı. Genelde dini amaçlarla kullanılan basit bir yazı stili bile geliştirmişlerdi.

Eski Avrupalılar hakkında keşfedilen en çarpıcı unsur ise teknolojik başarıları değil, sahip oldukları insani değerlerdi. Torunlarının en önemli özelliklerinden biri olan savaş ve çarpışma arzusu onlarda kesinlikle yoktu. Riane Eisler’in şu sözleri benim bahçe tarımcıları hakkında söylediklerime çok yakın:

Eski Avrupalılar yüksek ve sarp tepeler gibi elverişsiz yerlerde hiçbir zaman yaşamadılar. Kendilerinden sonra gelen Hint-Avrupalıların ise ulaşılması çok zor tepelere kale yaptığı, üstelik tepe üzerindeki yerleşim yerlerini taştan devasa duvarlarla çevreledikleri biliniyor. Ağır yapı malzemesi ve delici silahların yokluğu ise sanatsever Eski Avrupalıların barışçı bir hayat sürdüğünü gösteriyor.95

Arkeolog J. D. Evans da Eski Avrupa medeniyetinin en güney ucundaki Neolitik Malta bölgesinde ayrıntılı bir çalışma yürüttü ve şu sonuca vardı: “Kanıtlar bize daha barışsever bir toplumun asla var olmadığını gösteriyor.”96 Bu tespit, ulaşılması güç olduğu için Eski Avrupa medeniyetinin MÖ yaklaşık 1500’e kadar en uzun süre ayakta kaldığı yer olan Girit için de geçerli. Adada elli yılı aşkın bir zaman diliminde kazı çalışmaları yapan Nicolas Platon’un sözleriyle Giritliler “aşırı derecede barışseverdi.” Hem iç hem dış ilişkilerinde tam 1500 yıl boyunca barış içinde yaşamışlardı. Oysaki aynı zaman diliminde yakın çevrelerinde savaş hüküm sürüyordu.97 Şehirlerinde savunma amaçlı binalar yoktu. Villa tipi evleri denize bakıyordu. Adadaki şehir-devletlerinin birbirleriyle savaştığına ya da başka halkları fethedip baskı altına almaya çalıştığına dair de hiç kanıt yok. En sonunda Giritliler de kendilerini savunmak adına silah üretip savaşmak zorunda kaldılar. Ancak o zaman bile ürettikleri sanat eserleri savaşı yüceltmedi. Ayrıca her şeye rağmen bütçelerinin çok küçük bir kısmını askerî harcamalara ayırdılar.

Aynı ölçüde etkileyici olan bir diğer husus da yerleşik düzene ve büyük şehirlere rağmen Eski Avrupa toplumunun farklı toplumsal mevki ve refah seviyesine sahip insanlardan oluşmaması. Örneğin Eisler’in de belirttiği gibi Girit’te “servet oldukça eşit bir şekilde dağıtılıyordu.” Dolayısıyla hiç fakirlik yoktu ve köylüler bile yüksek bir yaşam kalitesine sahipti.98 Mezarların büyüklüğü ya da içlerine konulan eşyalarda da farklılık gözlemlenmiyor. Ayrıca Eski Avrupa toplumları muhtemelen güçlü liderler tarafından da yönetilmiyordu. Çünkü içinde pahalı eşyalar bulunan aşırı derecede büyük mezarlara sahip değillerdi. Zaten sanat eserlerinde de hiç lider figürü yoktu. Aslına bakarsanız Eski Avrupa’nın olağan gömme pratiği müşterekti. MÖ 6. binyılda Orta ve Batı Avrupa’da ölüler geçici mezarlara konuluyor ve kış başlayınca çıkartılarak toplu bir köy mezarına yeniden gömülüyordu.99

Eski Avrupa’da ataerkilliğin olmaması ise belki de en ilginç nokta. Bazı gözlemciler onların (ve Çatalhöyük’ün) kültürünün anaerkil olduğunu iddia ediyor. Ancak daha doğru olan, tıpkı avcı-toplayıcılarda olduğu gibi anaerkil ya da ataerkil kavramlarının onlara hiçbir anlam ifade etmemesi. Çünkü hiçbir cinsiyet birbirini bastırmaya çalışmıyordu. Aksine her ikisi arasında mutlak eşitlik vardı. Eski Avrupa toplumları genellikle anasoylu ve anayerseldi (yani mülkler ailenin anne tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve evlendikten sonra erkek içgüveysi olup karısının ailesinin yanında yaşamaya başlıyordu). Ayrıca sanat eserlerinde kadınlar sıklıkla din bilgini ya da benzer yüksek bir toplumsal mevkiye sahip olarak resmediliyordu. Kadın ve erkeklerin mezarları arasında da hiç fark yoktu. Örneğin Belgrad yakınlarındaki Vinca’da 53 kişinin gömülü olduğu bir mezarlık bulundu. Gimbutas’a göre, “kadın ve erkek mezarlarında donanım zenginliği açısından hiç fark yok… Kadınların toplumsal rolü hususunda Vinca kesinlikle ataerkil olmayan ve eşitlikçi bir toplumdu.”100 Çatalhöyük sakinleri gibi, Eski Avrupalılar da kadına büyük saygı gösteriyordu. Kazılarda, kelimenin tam anlamıyla onbinlerce kadın heykeli bulundu. Çoğu memeleri ve kalçaları büyük, çıplak, hamile kadınlardı.

Eski Dünya

Bu tür kültürler kesinlikle sadece Avrupa ile sınırlı değildi. İnsanların avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş yaptığı her yerde aynı barışçı ve ahenkli koşullar hüküm sürmeye devam etti. Birçok kadın heykelciği ve kadın imgesi Ortadoğu’da olduğu gibi İngiltere ve Çin’de de bulundu. Bahçe tarımı, Kuzey Afrika’ya MÖ 6. binyılda yayıldı. Tarihçi ve coğrafyacı James DeMeo’nun da dediği gibi, toplumlar orada da “yardımsever, üretken ve barışseverdi; toplumsal tabakalaşmaya ya da tek adam hâkimiyetine yer yoktu.”101 Diğer yerlerde olduğu gibi burada da arkeolojik kazılarda silah bulunmadığı gibi, sanat eserlerinde de herhangi bir savaş temsiline rastlanmadı. Tam aksine müzik, dans ve kadın figürleri sergileniyordu. Arkeolog B. Davidson’ın da dediği gibi, kadınlar “şık ve özenle resmedilmişti; bu durum gördükleri saygıyı simgeliyor.”102

Benzer kültürler, Çin ve Japonya gibi çok uzak yerlerde de keşfedildi. Çin efsanelerine göre, Shen-nung halkına toprağı nasıl ekeceğini öğrettikten (yani bahçe tarımına geçtikten) sonra bile “insanlar huzurluydular. Babalarından çok anneleriyle ilgileniyorlardı. Birbirlerine zarar vermek akıllarından geçmiyordu.”103 Efsanelerde anneye yapılan bu gönderme kadınların toplumda yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyor. Bu tespit, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. DeMeo’nun da dediği gibi,

Arkeolojik bulgular, ilk Çinliler arasında militarizmin ya da toplumsal tabakalaşmanın var olmadığını gösteriyor. Kast sisteminin eksikliği, efsanelerde yüksek mevkideki kadınlardan bahsedilmesi ve kürtaj yapılmasına izin veren yazılı reçeteler Neolitik Çin’de kadınların önemli toplumsal rollere sahip olduğuna dikkat çekiyor.104

Çin’de sürekli savaşların ve toplumsal baskının ortaya çıkmasından önce hüküm süren bir Altın Çağ’dan bahseden pek çok efsane var. Arkeolojik bulgular, bunların sadece mit olmadığını gösteriyor. Çin’deki ilk köy yerleşimlerinde evler birbirleriyle hemen hemen aynı büyüklükteydi. Ayrıca tıpkı Eski Avrupa’da olduğu gibi bu bölgedeki köylerin etrafında da savunma amaçlı yapılmış duvarlar yoktu. Bölgede yaşayan insanlar silah da kullanmıyordu.105 Kadınlar klanların başıydı ve çocuklar annelerinin soyadını alıyordu. Brian Griffith’in de dediği gibi, “Antik Çin’de soyadı anlamına gelen xing sözcüğü, “kadın” ve “taşımak” kelimelerinin birleşimiydi; bu durum, insanların anasoylu klanlarda yaşadığını gösteriyor.”106

Benzer bir şekilde, Neolitik dönemde Japonya’da yaşayan Jomonlar da pirinç eken bahçe tarımcılarıydılar. 1992’de Japon arkeologlar bugünkü Aomori şehrine yakın büyük bir Jomon kasabası keşfettiler. Kasaba, MÖ 5000-3500 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bini aşkın binadan oluşuyordu. Elimizde zanaatkârların uzmanlaştığına, kasaba sakinlerinin ticaret yaptığına, madencilikle uğraştığına ve başka becerilere sahip olduğuna dair pek çok kanıt mevcut. Fakat yine, savaşın yol açtığı hasardan, koruyucu surlardan, silahlardan ya da toplumsal eşitsizlikten eser yok.107 Aslında bu tespit, sadece bu kasaba için değil tüm Jomon kültürü için geçerli. Profesör Yasuda Yoshinori şunları söylüyor:

Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…108

Diğer Özellikler

Avcı-toplayıcılar gibi bahçe tarımcılarının da -yerleşik düzene ve işbölümüne rağmen- maddiyatçılık, toplumsal mevki ya da iktidar sahibi olmak konusunda takıntılı olmaması, telafi etmek zorunda kalmadıkları bir mutsuzluktan mustarip olmadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, “psikolojik uyumsuzluk” onlara şimdi bize olduğu kadar zarar vermiyordu. Örneğin kendilerinden sonra gelen İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin vazgeçilmez özellikleri olan günah, baskı ve ıstırap dolu ortamdan çok farklı bir atmosferde yaşıyorlardı. Aksine, psikolojik sorunlardan uzaklığın ifadesi olan bir huzur ve neşe ortamı ile hayatın kutsallığına ve dünyanın güzelliğine duyulan inanç içerisinde yaşıyorlardı. Nicolas Platon’un da belirttiği gibi, antik dönemde Giritlilerin sanat eserleri “güzellikten, zarafetten ve devingenlikten keyif aldıklarını” ve “hayattan ve doğaya yakın olmaktan zevk duyduklarını” gösteriyor.109 Daha sonraki kültürler, ölüm ve ahiret konusunda sürekli kafa yorarken Giritlilere göre “hayat her zaman neşe kaynağı olduğu için ölümden korkmuyorlardı.” Bir diğer arkeolog Sir Leonard Wooley ise şunları yazıyor: Minoan (Antik Girit) sanatı “hayatın tüm zarafetiyle olduğu gibi kabul edildiğini”110 gösteriyor.

Bahçe tarımcılarının burada kısaca bahsetmemiz gereken ve avcı-toplayıcılarla benzerlik gösteren başka önemli özellikleri de vardı ki bu tespit de avcı-toplayıcılarla bahçe tarımcıları arasında çok büyük farklar olmadığının altını bir kez daha çizmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Birincisi, bu insanların doğaya karşı tutumları modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Biz kendimizi doğadan kopuk görüyor ve onu, sömürme hakkına sahip olduğumuz bir kaynak olarak nitelendiriyoruz. Bu nedenle gezegenimizin yaşam döngüsüne ciddi ölçüde zarar veriyoruz. Bu insanlarsa doğaya bağlı ve saygılıydılar. Bu tutumları, Eski Avrupalıların sanat eserlerinde çok açık. Riane Eisler’in de dediği gibi, onların sanatı “hayatın gizemi karşısında duyulan şaşkınlık ve dehşeti resmeden çok zengin doğa sembolleriyle doluydu.”111 Bu imgeler, köy ve kasabaların her yanına yayılmıştı -evlerin hem iç hem dış duvarlarında, tapınaklarda, vazolarda ve oymalarda güneş, su, yılan, kelebek (ve tabi ki pek çok tanrıça) çizimleri vardı. Ayrıca birçok “kozmik yumurta” ve yarı insan yarı hayvan tanrıça resimleri de mevcuttu. Bu durum, Eski Avrupalıların doğayı bir bütün olarak gördüğünü gösteriyor. Doğayı tahrip etmeye güçleri zaten kesinlikle yetmezdi. Bu durum, kısmen az olan nüfuslarından kısmen de teknolojinin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak böyle bir güce sahip olsalar bile doğanın kutsallığına duydukları inanç bunu yapmalarına zaten izin vermezdi (bu husus, Çöküş’ten etkilenmemiş ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren toplulukların doğaya karşı takındıkları tavra bakacağımız Dördüncü Bölüm’de daha da netleşecek).

Doğaya duyulan saygı, avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının dinî inançlarıyla da yakından alâkalıydı. Onlarla daha sonraki insanlar arasındaki önemli bir fark, ilk insanların dinî alanla hayatlarının geri kalanını birbirlerinden ayrı tutmamasıydı. Onlara göre kutsal olan dünyadan soyut değildi. Tanrı ve Ruh her yerde ve her şeydeydi. Bu durum elbette ki doğaya bakış açılarını da etkiliyordu: çünkü doğa Ruh’un ifadesiydi. Aslını isterseniz -dünyayı gözleyen ve denetleyen yüce bir varlık olarak- tanrı kavramının, onlar için pek anlam ifade etmemiş olması oldukça muhtemel. İnsanlar, tanrı ve tanrıça kavramlarını MÖ 4000’den sonra kullanmaya başladılar. (Buradaki tartışmalı konu Eski Avrupalıların ve diğer Neolitik insanların -Gibutas gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi- bir tanrıçaya tapıp tapmadığı. Daha sonra da değineceğim gibi bu sadece bir varsayım ve bu iddiaya dair ortada hiç kanıt yok.)

Avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının doğaya karşı tavrı, cinsellik ve bedenlerine olan bakış açılarıyla da benzeşiyor. Doğaya saygı duydukları için bedenlerinin doğal akışına ve içgüdülerine olumlu yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla daha sonraki insanların aksine bedenlerine yabancılaşmamışlardı ve cinsellikten utanç duymuyorlardı. Avcı-toplayıcıların çoğu tamamen ya da yarı çıplak geziyordu. İleride de göreceğimiz gibi, cinselliğe bugünkü Avrupa standartlarıyla karşılaştırıldığında bile son derece özgürlükçü bir yaklaşımları vardı. Arkeologlar, avcı-toplayıcılara ait çakmak taşından yapılmış penis, cinsel birleşmeyi betimleyen heykelcikler ve kadınları seksi pozisyonlarda tasvir eden Venüs heykelcikleri gibi “müstehcen” birçok imge ve nesne buldular.112

70.Haas, 1999, s. 14.
71.Knauft, 1991, s. 391.
72.Jaimes Guerrero, 2000, s. 37.
73.Barnard ve Woodburn, 1988.
74.Woodburn, 1982, s. 432.
75.Lenski, 1978.
76.Barnard ve Woodburn, 1988, s. 16.
77.Woodburn, 1981/1998.
78.Power, 1991, s. 47.
79.Lenski, 1978, s. 125.
80.Briggs, 1970, s. 42.
81.Boehm, 1999.
82.a.g.e., s. 69.
83.DeMeo, 1998.
84.Ryan, 2003, s. 78.
85.Diamond, 1992.
86.Diamond, 1987, s. 64.
87.Lawlor, 1991, s. 55 içinde.
88.Eisler, 1995, s. 62.
89.Lenski, 1978; Gimbutas, 1991.
90.Lenski & Nolan, 1995, s. 151.
91.Boehm, 1999, s. 38.
92.Gimbutas, 1991; Eisler, 1987; Mellaart, 1975.
93.a.g.e.
94.Gimbutas, 1982, 1991.
95.a.g.e., 1980, s. 17.
96.Rudgley, 1998, s. 23 içinde.
97.Platon, 1966.
98.Eisler, 1987, s. 32.
99.Griffith, 2001, s. 167.
100.Gimbutas, 1982, s. 24.
101.DeMeo, 1998, s. 225.
102.Davidson, 1996, s. 51.
103.Lenski & Nolan, 1995, s. 146 içinde.
104.DeMeo, 1998, s. 347.
105.Griffith, 2001.
106.a.g.e., s. 168.
107.Rudgley, 1998.
108.Rudgley, 1998, s. 32 içinde.
109.Eisler, 1987, s. 32 içinde.
110.a.g.e.
111.Eisler, 1987, s. 18.
112.Taylor, 1996; Rudgley, 1998.
10,67 zł