Czytaj książkę: «Olağanüstü Bir Gece»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Aşağıdaki notlar, 1914 yılının sonbaharında, Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı Rava-Ruska’daki çarpışmalarda şehit düşen yedek Üsteğmen Baron Friedrich Michael von R…’nin yazı masasında, mühürlenmiş bir paketin içinde bulunuyordu.
Ailesi, başlığına bakıp sayfalara üstünkörü göz gezdirerek, bu yazıların, akrabalarının sadece edebî bir çalışması olduğunu zannettiler. Notları gözden geçirmem için bana verdiler ve yayımlanmasını takdirime bıraktılar.
Şahsen ben, bu sayfaları kesinlikle uydurulmuş bir hikâye olarak görmedim; aksine, şehidin, bu olayları tüm ayrıntılarıyla gerçekten yaşadığına inandım ve kendisini tümüyle ifşa ettiği ruhsal hikâyesinde herhangi bir değişiklik ve ekleme yapmadan, sadece ismini saklayarak yayımladım.
***
Bu sabah aklıma birden o olağanüstü gecede yaşananları düzenli bir biçimde ve doğal akışı içinde görebilmek amacıyla kendim için yazmak geldi. Ve o saniyeden itibaren, içimde, olayların tuhaflığını yaklaşık olarak bile anlatabileceğimden emin olmasam da, o macerayı kelimelere dökmek için tarif edilmez bir dürtü hissediyorum. Sanatsal yetenek dedikleri her şeyden yoksunum; edebiyat alanında hiçbir deneyimim yok; Theresianum1 için kaleme aldığım, daha çok mizahi bir iki denemeden başka yazarlıkla ilgili hiçbir girişimim de olmadı.
Örneğin, dış dünyada olup bitenlerin insanın içinde eşzamanlı yansımasını anlatabilmek için öğrenilebilir özel bir teknik olup olmadığını bile bilmem. Ayrıca, anlama uygun olan kelimeyi ve kelimeye uygun olan anlamı verip, iyi bir yazarın elinden çıkanları okuduğum her defasında bilincine varmadan hissettiğim o dengeyi yaratıp yaratamayacağımı da hep sormuşumdur kendime. Ancak bu satırları zaten salt kendim için yazıyorum. Niyetim, kesinlikle kendime bile tam açıklayamadığım şeyleri başkaları için anlaşılır kılmak değil.
Bu sadece beni sürekli meşgul eden ve acıyla kabaran bir olayı açıklama deneyimiydi; bununla nihayet hesaplaşmak, onu netleştirmek, önüme koyup her yönden incelemek istiyordum.
Yine esasını anlatamayacağım hissiyatıyla, bu olayı hiçbir arkadaşıma da anlatmamıştım. Böyle tesadüfi bir olayın beni sarsıp bu denli altüst etmiş olmasından dolayı da belli bir utanç duyuyordum. Ne de olsa bunların hepsi küçük bir maceraydı.
Ancak şimdi, bu kelimeyi yazarken bile anlamaya başlıyorum ki, tecrübesiz biri için yazarken kelimeleri doğru ağırlıkta seçmenin ne kadar zor olduğunu ve en basit kelimelerde bile bir çift anlamlılığın ve yanlış anlaşılma olasılıklarının olabileceğini düşünüyorum.
Zira yaşadığım maceraya “küçük” dersem, bunu elbette, hem halkların ve insanların kaderlerini etkileyen büyük dramatik olaylarla karşılaştırmak suretiyle göreceli anlamda, hem de olayın altı saatten fazla sürmemiş olması dolayısıyla zamansal anlamda söylemiş olacağım.
Fakat benim için bu macera -yani genel anlamda küçük, önemsiz ve değersiz- o kadar büyüktü ki, bugün bile -o olağanüstü gecenin üzerinden dört ay geçmiş olmasına rağmen- içimi hâlâ kor gibi yakıyor ve beni, yüreğimdeki o duyguyu koruyabilmek için tüm ruhsal güçlerimi yoğunlaştırmak zorunda bırakıyor.
Her gün, her saat maceramın tüm ayrıntılarını zihnimde tekrarlıyorum; çünkü bu yaşadıklarım, bir anlamda, tüm varlığımın dönüm noktası hâline geldi; yaptığım ve söylediğim her şeyi ben fark etmeden belirliyor; tüm düşüncelerim sürekli bu aniden olanlarla meşgul oluyor ve bu durum, zihnimde tekrar eden olayların benim başımdan geçtiğini doğruluyor.
Ve şimdi, on dakika önce kalemi elime aldığımda, tam olarak bilincine varmamış olduğum şeyi de aniden kavrıyorum: bu olayı kâğıda geçirmemin tek nedeni, onu bir kez daha nesnel olarak, sabit bir biçimde karşımda görmek, bir kez daha tüm duyularımla tadını çıkarmak ve aynı zamanda zihinsel olarak kavramak.
Daha önce kâğıda dökerek bu olayla hesaplaşmak istediğimi söylemem, son derece yanlış ve gerçek dışı bir şeydi; aksine, istediğim, aşırı bir hızla yaşananları daha da canlı hâle getirmek ve onu daima ve daima sarmalayabilmek için yanımda sıcak ve soluk alır hâlde tutmak.
Ah, o boğucu öğleden sonrasının, o olağanüstü gecenin tek bir saniyesini bile unutmaktan korkmuyorum; hafızamda o anlara varan yola adım adım geri dönmek için ne bir işarete ne de bir kılavuza ihtiyacım var. Gün ortasında veya geceleyin, bir uyurgezer gibi, istediğim zaman o yere geri dönebiliyorum ve her bir ayrıntıyı zayıf hafızanın değil, sadece yüreğin bildiği bir sağduyuyla görebiliyorum.
Aslında bu kâğıda ilkbahar yeşilliğine bürünen doğanın her bir yaprağının konturlarını da çizebilirim; şimdi sonbaharda bile kestane çiçeklerinin yumuşak, tozlu dumanını hissedebiliyorum; yani o saatleri bir kez daha tarif ediyorsam, bunu onları kaybetme korkusuyla değil, onlara tekrar kavuşma sevinciyle yapıyorum.
Ve şimdi o gece olanları sırasıyla hayalimde yeniden canlandırmak istediğimde, düzeni bozmamak için kendime hâkim olmak zorundayım; çünkü daha ayrıntıları düşünmeye başlar başlamaz tüm duyularımla kendimden geçer gibi oluyor, bir tür sarhoşluğa kapılıyorum ve o rengârenk sarhoşluğun içinde, yaşadıklarımın birbirlerine karışıp yitmemesi için hafızamdaki görüntüleri tasnif etmek zorunda kalıyorum.
Kendime öğleyin bir fayton kiraladığım o günde, 7 Haziran 1913’te yaşadığım o macerayı hâlâ ateşli bir tutkuyla yaşıyorum…
Fakat bir kez daha hissediyorum ki, bir ara vermeliyim; çünkü tek bir kelimenin bile iki veya çok anlamlı olabileceğini fark edip korkuyorum.
Şimdi, ilk kez birbirine bağlantılı şekilde bir şeyler anlatmaya kalktığımda, hâlâ canlı olan bir şeyi toparlanmış bir hâle getirmenin ne kadar zor olduğunu fark ediyorum.
Az önce “ben” diye yazdım ve 7 Haziran 1913’ün öğle saatlerinde bir fayton kiraladığımı söyledim.
Ancak bu kelimede bile şimdiden bir belirsizlik var; zira üzerinden henüz dört ay geçmiş olmasına rağmen ben epeydir o 7 Haziran günündeki “ben” değilim artık; hâlâ o zamanki “ben”in evinde, onun yazı masasında oturuyor ve onun kalemiyle ve kendi eliyle yazıyor olmama rağmen.
O zamanki insandan, tam da bu olay nedeniyle tamamen koptum; artık ona dışarıdan, tamamen yabancı ve soğuk bir tavırla bakıyorum. Onu, hakkında çok ve önemli şeyler bildiğim, ama yine de kesinlikle ben olmayan bir oyun arkadaşı, bir yoldaş, bir dost olarak tarif edebilirim. Bir zamanlar bana ait olduğunu hiçbir şekilde hissetmeden, onun hakkında konuşabilir, onu azarlayabilir veya yargılayabilirim.
O zamanlar benim olduğum insan, iç ve dış görünümü bakımından ait olduğu toplumsal sınıfın, yani biz Viyanalıların, özellikle gururlanmadan, olağan bir durumu ifade edercesine “yüksek tabaka” diye adlandırdığımız sınıfın çoğu üyesinden pek farklı değildi.
Otuz altı yaşıma girmiştim. Annemle babam erkenden, reşit olmama az kala ölmüş, para kazanma ve kariyer kavramlarını benim için tamamen gereksiz hâle getirecek kadar yüklü bir servet bırakmışlardı bana. Böylelikle, beni o zamanlar çok endişelendirmiş olan karar verme baskısı beklenmedik bir biçimde üstümden kalkmış oldu.
O sıralarda üniversite eğitimimi tamamlamış ve gelecekteki mesleğimle ilgili bir seçim yapma noktasına gelmiştim. Bu seçim, aile ilişkilerimiz sayesinde ve benim meslekte sakin bir yükseliş ve maneviyata dönük bir hayat yaşamak isteğime bakıldığında, bir devlet hizmetinden yana olacak gibiydi; ama tek vâris olarak bana kalan bu miras, hiç çalışmadan yaşayacağım bir bağımsızlığı, hem de isteklerimi geniş bir yelpazede, hatta lükse varan ölçülerde gerçekleştirecek biçimde garantilemişti.
Hiçbir zaman hırslı biri olmamıştım zaten. Ben de önce birkaç sene, yaşamı karşıdan seyretmeye ve kendime bir etkinlik alanı seçme çekimini hissedene kadar beklemeye karar verdim.
Fakat seyretmenin ve beklemenin ötesine geçemedim; çünkü olağan dışı tutkularım yoktu ve isteklerimin dar çerçevesinde her şeyi elde ediyordum. Zarif ve haz dolu Viyana şehri; başka hiçbir yerde mümkün olmayacak biçimde gezintilere çıkmayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeyi ve şık giyinmeyi neredeyse bir sanata, bir yaşam amacı hâline getirdiğinden, bana gerçek bir uğraş edinme niyetimi tümüyle unutturmuştu.
Şık, asil, varlıklı, yakışıklı ve üstelik herhangi bir hırsı olmayan genç bir erkek olarak her isteğim oluyordu; ava çıkmanın ve kumar oyunlarının tehlikesiz heyecanı, gezintilerin ve yolculukların getirdiği sürekli yenilenme hâli de vardı içimde ve ben, çok geçmeden, keyifli geçen hayatımı daha bilinçli bir itina ve sanata eğilimle genişletmeye başladım.
Nadide bardaklar toplamamın sebebi içimden gelen tutkudan ziyade, rahat bir meşgaleyle, bir bütünlük sağlamaktan ve bilgi edinmekten duyduğum sevinçti; evimi özel bir tarzdaki İtalyan barok gravürleri ve Canaletto2 stili manzara resimleri ile süsledim; bunları antikacılardan toplamak veya müzayedelerde ele geçirmek, avlanmaya benzeyen, ama tehlikeden uzak bir heyecan yaşatıyordu bana. İlgi duyarak ve her zaman zevkle yaptığım bazı şeyler vardı; iyi müzik olan yerlerde ve ressamlarımızın atölyelerinde olmadığım zamanlar nadirdi.
Kadınlar konusunda da başarısız olduğum söylenemezdi. Bir şekilde iç dünyamdaki boşluğa işaret eden gizli bir biriktirme tutkusuyla bu konuda da pek çok anmaya değer ve kıymetli maceralar biriktirdim; hatta sıradan bir keyif insanından, bilinçli bir uzmana dönüştüm.
Genel olarak günümü hoş bir şekilde dolduran ve zengin bir varoluş duygusu veren çok şey yaşadım. Hem hareketli yaşanan hem de hiçbir üzüntüye yer vermeyen ve gençliğe özgü, rahat ve hoş olan bu atmosferi giderek daha fazla sevmeye başladım. Yeni hiçbir şey istemiyor gibiydim; çünkü dinginlik içinde geçen günlerimde en ufak şeyler dahi gerçek mutluluğa dönüşebiliyordu.
Zevkle seçilmiş bir kravat bile beni neşelendiriyor, güzel bir kitap, bir araba gezintisi veya bir kadınla birlikte geçen bir saat beni çok mutlu edebiliyordu. Özellikle, varlığımın hiçbir biçimde, kusursuz dikilmiş bir İngiliz takım elbisesi gibi, toplum içinde göze batmaması çok hoşuma gidiyordu.
Zannedersem hoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim. Beni tanıyanların çoğu da mutlu bir insan olduğumu söylüyordu.
Şu anda tekrar hatırlamaya çalıştığım, o zamanlar olduğum kişinin de kendisini başkalarının zannettiği gibi mutlu bir insan olarak kabul edip etmemiş olduğunu ise artık bilmiyorum; çünkü şimdi, söz konusu o maceradan sonra her duygu için çok daha dolu ve tatminkâr bir anlam beklediğimden, geçmişe dönük her türlü değerlendirme bana imkânsız gibi görünüyor.
Ancak tüm arzularımın neredeyse hiç karşılıksız kalmadığı ve hayattan beklediklerimin sürekli yerine geldiği o zamanlar, kendimi hiç mutsuz hissetmediğimi kesinlikle söyleyebilirim.
Fakat bu durum, yani kaderin tüm isteklerimi yerine getirmesinin ve benim de bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişimin bir alışkanlık hâline gelmesi, hayatımda gitgide bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı.
O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey, aslında arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı.
Oldukça akil bir yöntemle hayatımdaki tüm zorlukları yok etmiştim; fakat bu zorlukların yokluğu canlılığımı söndürüyordu.
İsteklerimin gittikçe azalıp zayıfladığını, duygularımın da donuklaştığını görüyordum. Belki de en iyisi şöyle ifade edebilirim: Bir tür ruhsal iktidarsızlık ve hayata tutkuyla sahiplenme yetersizliği yaşıyordum.
Bu eksikliği önce küçük işaretlerden fark ettim. Tiyatroda ve sosyetenin bazı sansasyonel toplantılarına katılmayı gittikçe azalttığımı, bana tavsiye edilen kitapları ısmarlayıp sonra da haftalarca hiç açmadan yazı masasının üzerinde bıraktığımı gördüm; gerçi otomatikman merak duyduğum şeyleri toplamaya, bardakları ve antikaları satın almaya devam ediyordum; ancak onları düzenlemekten vazgeçmiştim ve bazen uzun zamandır peşinde olduğum nadir bir parçayı beklenmedik bir biçimde alabildiğime bile pek fazla sevinmiyordum.
Fakat ruhsal enerjimdeki bu yavaş ve hafif gerilemeyi ancak hâlâ gayet iyi hatırladığım belli bir olaydan sonra fark ettim.
Yaz mevsimini -yine hiçbir yeniliğin harekete geçirip canlandıramadığı bu tuhaf uyuşukluk nedeniyle- Viyana’da geçiriyordum ki, aramızda üç yıldan beri mahrem bir ilişki olan, hatta samimi bir biçimde onu sevdiğimi söyleyebileceğim bir hanımın kaplıca otellerinin birinden gönderdiği bir mektup geldi.
Bana heyecan dolu on dört sayfada, orada geçirdiği haftalarda kendisine çok şey ifade eden, hatta her şeyi olan bir adamla tanıştığını, sonbaharda evleneceklerini ve aramızdaki ilişkinin bitmesi gerektiğini yazmıştı.
Benimle birlikte olduğu zamanı pişmanlık duymadan, hatta mutlulukla hatırlayacağından, yeni bir evliliğe adım atarken, benimle ilgili olan anılarının, geçmişte bıraktığı yaşamın en hoş anıları olarak kalacağından bahsediyor ve bu ani kararından ötürü onu bağışlayacağımı umut ediyordu.
Bu tarafsız açıklamalardan sonra, heyecanla yazılmış mektup son derece dokunaklı yakarışlara geçiyordu; ona öfkelenmemeli, bu ani vazgeçişten dolayı üzülmemeli, onu vazgeçmesi için zorlamamalı veya kendime zarar verecek bir aptallık yapmamalıymışım.
Giderek hararetlenen satırlar birbirini izliyordu: Daha iyi birinde teselli bulacağımı umuyor ve bu mektubu nasıl karşılayacağımdan korktuğundan, ona hemen yazmamı istiyordu.
Ve mektubun sonuna not olarak kurşun kalemle alelacele şunlar yazılmıştı: “Bir aptallık yapma, beni anla, beni affet!”
Bu mektubu, önce aldığım habere şaşırarak, sonra sayfaları tekrar sıraya koyup ikinci kez, bu defa biraz utanarak ve bilincine vardıkça endişeye dönüşen bir duyguyla okudum.
Çünkü içimde, sevgilimin doğal olarak öngördüğü bütün o güçlü ve tabi duygulardan hiçbirinin ufacık bir belirtisi dahi uyanmamıştı.
Yaptığı açıklama bana acı vermemişti; ona öfkelenmemiştim; hele kendime veya ona şiddet uygulamayı bir an için bile aklımdan geçirmemiştim. İçimdeki bu duyguların soğukluğu o kadar tuhaftı ki, beni korkutmamıştı bile.
Yıllarca hayatıma eşlik etmiş, yumuşak ve sıcak bedeni bedenimle birleşmiş, soluklarımız uzun gecelerde birbirine karışmış olan bir kadın benden ayrılıyordu ve içimde hiçbir şey kıpırdamıyor, olanlara karşı çıkmıyor veya onu geri döndürmeye çalışmıyordu. Bu kadının sağlıklı içgüdüsüyle normal bir insandan beklediği olağan duygulardan hiçbiri içimde uyanmamıştı.
O an içimdeki bu donuklaşma durumunun ne kadar ilerlemiş olduğunu birden kavradım. Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan, parlayan suyun üzerinde kayıyor ve bu donukluğun ölü, cesedimsi bir şey olduğunu gayet iyi biliyordum. Henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu; ama içime, umutsuz bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmişti. Yani bedensel anlamda bedensel ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüleceği anın bir önceki dakikasındaydım.
O olaydan sonra kendimi ve içimdeki bu tuhaf duygusal donukluğu bir hastanın kendi hastalığını izlemesi gibi dikkatle gözlemlemeye başladım.
Çok geçmeden bir arkadaşım öldü. Onun tabutunun peşinden yürürken, çocukluğumdan beri yakın olduğum bu insanı sonsuza kadar kaybettiğim için içimde bir keder var mı, herhangi bir duygu yüzeye çıktı mı diye kendimi dinledim.
Fakat hiçbir kıpırtı yoktu. Kendimi camdan bir nesne gibi hissettim. Dışarıdaki dünya içimden parıldayarak geçiyor ama asla içimde kalmıyordu. Kendimi bu benzeri olaylarda ne kadar bir şeyler hissetmeye, hatta mantıklı nedenler öne sürerek duygularımı harekete geçirmeye zorlasam da içimdeki o donukluktan bir yanıt gelmiyordu.
İnsanlar beni terk etti; gelen ve giden kadınlar oldu; her defasında kendimi odada oturmuş, camdan bakıp dışarıda yağan yağmuru seyreden biri gibi hissettim; hemen yakınımda olan şeylerle bile aramda kendi irademle onu yıkacak gücü bulamadığım camdan bir duvar vardı.
Şimdi bunu net olarak hissetmiş olmam bile içimde gerçek bir huzursuzluk uyandırmadı; çünkü zaten söylediğim gibi, doğrudan kendimi ilgilendiren şeyleri bile büyük bir kayıtsızlık içinde kabul ediyordum. Acı çekmek için bile yeterince duygum yoktu.
Bu duygusal bozukluğun dışarıdan bakıldığında anlaşılmaması bana yetiyordu; mesela bir erkeğin cinsel iktidarsızlığı, bir kadınla sevişeceği anın dışında nasıl belli olmazsa, ben de toplum içindeyken içimin ne kadar hissiz ve kayıtsız olduğunu gizlemek amacıyla hayranlığımı yapay bir heyecanla ifade ediyor ve etkileyici şeyleri abartarak, bir anlamda gösteri yapıyordum.
Dışarıdan bakıldığında bir yön değişikliği yapmadan eski rahat ve sorunsuz hayatımı sürmeye devam ediyordum; haftalar, aylar hafifçe geçip gidiyor ve usulca karanlık yıllara dönüşüyordu.
Bir sabah aynada şakaklarımda gri bir çizgi gördüm ve gençliğimin artık yavaş yavaş başka bir dünyaya geçmek istediğini hissettim. Fakat başkalarının gençlik diye adlandırdığı şey benden çoktan geçmişti zaten. Bu yüzden bu vedalaşma fazla bir acı da vermedi; çünkü kendi gençliğimi de yeterince sevmiyordum. İnatçı duygularım kendime karşı da suskundu.
İçimdeki bu hareketsizlikten dolayı, uğraşlarım ve olayların çeşitliliğine rağmen günlerim gitgide birbirinin aynısı olmaya başladı; günler sessizce peş peşe diziliyor, bir ağacın yaprakları gibi büyüyor ve sonra sararıp gidiyordu.
Kendim için bir kere daha canlandırmak istediğim o tek gün, herhangi sıra dışı bir şey olmadan, içimde bir önsezi hissetmeden, gayet sıradan bir şekilde başladı.
O gün, yani 7 Haziran 1913 günü, içime istem dışı yer etmiş çocukluğumdan, okul zamanından kalan pazar günü alışkanlığıyla geç kalkmış, banyomu yapmış, gazetemi okumuş ve birkaç kitap karıştırmıştım; sonra odamı paylaşan sıcak yaz gününün çekiciliğine kapılarak dolaşmaya çıktım. Alışkanlığım olduğu üzere tanıdıklarla ve arkadaşlarla selamlaşarak Graben Bulvarı’ndan geçtim, içlerinden bazılarıyla ayaküstü sohbet ettim ve sonra arkadaşlarla öğle yemeği yedim.
Öğleden sonrası için herhangi bir söz vermekten kaçınmıştım; çünkü pazar günleri, tamamen keyfimin, rahatlığımın tesadüflerine veya anlık verilmiş kararlara göre yaşayacağım birkaç boş saatim olmasını özellikle severdim.
Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra Ring Caddesi’nden geçerken güneşli şehrin güzelliği içimi ferahlattı ve yaz başının süsleri çok hoşuma gitti.
İnsanlar neşe içinde ve caddedeki pazar günlerine has renklere âşık gibiydiler. Dikkatimi çeken pek çok ayrıntı oldu. Özellikle de asfaltın ortasındaki şeritte yükselen ağaçların canlı yeşilliği ve gürlüğü.
Neredeyse her gün geçtiğim bir yer olmasına rağmen bu pazar günü kalabalığını birden bir mucize gibi algıladım ve elimde olmadan içim çokça yeşilliğe, aydınlığa ve renkliliğe özlem ile doldu.
Biraz da merakla Prater’i3 hatırladım; şimdi ilkbahar bitip yaz başlarken oradaki büyük ağaçlar, arabaların hızla geçtiği ana bulvarın sağında ve solunda kıpırdamadan duran devasa yeşil hizmetliler gibi aralarından geçen şık giyimli insanlara beyaz çiçeklerini uzatıyor olmalıydılar.
Darmowy fragment się skończył.