Czytaj tylko na LitRes

Książki nie można pobrać jako pliku, ale można ją czytać w naszej aplikacji lub online na stronie.

Czytaj książkę: «Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri», strona 5

Czcionka:
“Solcu Koğuş Arkadaşını Dayaktan Kurtardı”

Bir gün kuliste oturuyoruz. Beraber aynı koğuşta, yan yana yattığı arkadaşları da var. Hatırladıklarımdan biri de bizim Yaşar Okuyan. Sohbet ediyoruz. Kimin aklına geldiyse bu rahmetlinin birini dayaktan kurtarması hikâyesi geldi. Solcu bir çocuk. Aynı yerde kalıyorlar, sürekli ders alıyorlar. Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün hayatı. Atatürk’e dair her şey. Tertip askerler geliyor. Acemi erlerden bir tanesi, Türkçesi de mahallî ağızla konuşan birisi, solcu çocuklardan birini çıkarıyor öne. “Söyle lan!” diyor, “Atatürk ne yaptı?” diyor. Soruyu tam anlayamıyor, “Vatanı kurtardı komutanım.” diye bağırıyor. “O değil lan, başka ne yaptı?” diye eline vuruyor. “Cumhuriyeti kurtardı.”, “O değil.”, “Düşmanları kovdu.”, “O değil.”, “O devrimi yaptı.”, “O değil lan.”, “Bu devrimi yaptı.”, “O değil lan.” düşünüyor. Rahmetli Reis, askerin bilişsel durumunun hangi seviyede olacağını anlayınca çocuğa yaklaşarak diyor ki “Dayısının çiftliğinden kargaları kovaladı komutanım.” diyor. “Hah şöyle lan.” diyor. “Geç yerine.” diyor. Bunu rahmetlinin kendisinden kuliste dinlemiştim.

Yazıcıoğlu sizce öldürüldü mü, Türk siyasi hayatı neyi kaybetti?

Ben önce şunu söylemek istiyorum; ister öldürülmüş olsun ister kaza ile vefat etmiş olsun. İkisi de Cenabıallah’ın takdiri dışında değildir. Bence evvel emirde bu vefatın oluş şekli, onun şahsiyetine, hatırasına, şahsı manevisine çok uygun düşen bir şey olmuştur. Ben bunda bir hikmet olduğunu, Mevla’nın bir ihsanı olduğunu düşünüyorum. Hani Yunus’un kendi için dilediği hikâyeye benzedi; “Bir garip ölmüş diyeler, 3 günden sonra duyalar, şöyle bir bencileyin…” Öyle bir adamdı. Derviş gönüllü bir adamdı. Şair yönüyle de Yunus’a vâris olacak biriydi. Çünkü bu milletin, toprağın ruhu üstünde buram buram tüten bir adamdı. Birine ruh adam nitelemesi yapılacaksa benim çağdaşlarım arasında bu sıfata yakışacak kimseyi görmedim. Gerçekten o bir ruh adamdı, milletin, tarihin, toprağın içinden sürekli tütüp duran bir şeydi. Tam onun hâline yakışır bir hikâye oldu, vefatı.

“Suikast, Cinayet Olduğuna İman Ettim!”

Ben çok tereddüt yaşadım, ulaşabildiğim imkânlarla öğrenmeye çalıştım. İlk başlarda bana söylenen, o helikopterle o hava şartlarında yolculuk etmesinin yaşananların kaza olma ihtimalini çok güçlendirdiği yolundaki kanaatlere bir nebze itibar etmiştim. Şüphelerim hâlâ bulunmakla beraber ne zaman ki 15 Temmuz oldu, Hava Kuvvetleri içinde örgütlenmiş birtakım şer güçlerin, nelere tevessül edebilecekleri, kalkışabilecekleri somutlaştı; yaşanan şeyin bir suikast, cinayet olduğuna iman ettim. Çünkü olay anında cep telefonu ile iletişim kurulabilen bir lokasyona, saatlerce GSM sinyalinin alınmaya devam ettiği bir lokasyona 3 gün boyunca ulaşılmamasının hiçbir izahı yok. Bunun arkasında yatan asıl faktör Malatya Valiliği, Emniyet ve 2. Ordu Komutanlığı… Bunlardan bunun hesabı sorulmalı. Bugüne kadar sorulmadıysa da bir gün mutlaka sorulmalı. Ben bunun yapılan hatalar manzumesinin, masum yanılmalar olduğuna artık asla inanmıyorum.

“O Hayatta Olsa Yapılamazdı…”

Yaşamış olsa siyasetteki yeri, siyasetin ne kaybettiği…

Ne kaybetti meselesi çok izafi bir meseledir. Ama milliyetçi/ ülkücü siyasanın ya da geleneğin mensuplarına sonradan kabul ettirilen, hazmettirilen pek çok siyasi pratiğin, olgunun, o hayatta olsa idi başarılamayacağını düşünüyorum. Rahmetlinin korkusuzluğu ama hiç korkusuzluğu hiç kimse ve hiçbir şeyden korkmamasının “Öldürüp kurtulmaktan başka çare bırakmamış.” olacağını düşünüyorum, zannediyorum. Kime? Devlete, millete ihanet etmiş birtakım insanlara, örgütlere. Peki, bunun Yazıcıoğlu ile ilgisi ne? Muhsin Yazıcıoğlu benimle olduğu gibi devletin hemen her noktasında tanıdığı, onu seven pek çok insan olan birisiydi. Sadece kendi siyasi örgütünden bahsetmiyorum, onun dışında kendisine hürmet eden binlerce insan vardı. Vâkıf olduğu bilgiler ve buna karşı takınmış olduğu tutumun rahmetlinin suikastına zemin hazırladığını düşünüyorum. Eğer esaslı bir inceleme yapılırsa 2006’da başlayıp 2007’den sonra hızlanan suikastlar, cana kıymalarla ilintili insanların hangi merkezin sevk ve idaresi ile hangi imkânlarla kullanılarak yapıldığı açığa kavuşursa Muhsin Yazıcıoğlu suikastının da açığa kavuşabileceğini düşünüyorum. Hrant Dink, Rahip Santara, Malatya Zirve Kitabevi, Danıştay baskını… Bunların hepsi birbiri ile iltisaklı olaylar. Bunları tasarlayan, organize eden aklın kendini gizleme kastı ile Yazıcıoğlu’nun canına kastettiğini düşünüyorum.

Bir kısmı 15 Temmuz öncesinde, bir kısmı 15 Temmuz’dan itibaren yargılanmakta olan, bir kısmı hiç yargılanmamış olan birtakım adamların bu işin arkasında olmalarını çok muhtemel görüyorum. Herkesin telefonlarını, yaşadıklarını hem teknik hem fiziki takiple izleyen, dinleyen, kayıt eden örgütlerin Yazıcıoğlu’nun da son birkaç yılını dakika dakika kayıt ettikleri konusunda en küçük bir kuşku duymuyorum. Dakika dakika kayıt edilmiş hayatın detayları nerede? Bu kayıtlar kimin elinde? Bu soru benim kitaba katkı sunmam için tek gerekçedir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir millî devlet ise, tarihte millî bir devlet olarak anılacaksa Muhsin Yazıcıoğlu gibi sembol bir millî şahsiyetin suikastını örtülü bırakamaz, o örtülü kaldıkça, bu devletin millî olma karakteri de kuşkulu kalacaktır. Bu benim asla değişmeyecek yargımdır, başka bir şey söylemek istemiyorum.

EROL DOK KİMDİR?

12 Eylül öncesinde Ülkü Ocakları yöneticisi. 1980 Darbesi sonrasında Yazıcıoğlu ile birlikte Mamak Cezaevinde kaldı. 1993’te BBP’nin kurucuları arasında yer aldı. Genel sekreterlik ve genel başkan yardımcılığı yaptı. Yazıcıoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarındandı.

YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞI EROL DOK:

“Abdullah Çatlı İçin Ağar’a Rica Etti…”

Yazıcıoğlu ile tanışıklığınız ne zaman başladı?

Aslen Trabzonlu ama 1957 Ankara doğumluyum. Ziraat Fakültesinde okurken rahmetli Başkan’ı tanıdım, 1976’lı yıllar. Onun vesilesi ile de Ülkü Ocaklarına girdim. 77-78’li yıllarda yanında oldum. Sonra Ülkü Ocakları Genel Merkez yönetiminde bulundum.

1980 darbesini yaşadık, aynı evde darbeye yakalandık. Evi 3-5 kişi biliyordu. O benden önce yakalandığı için Allah’a şükrettim çünkü evin adresini ben vermemiştim. Onun yakalandığı eve ben düştüm. C-5’te beraber olduk. Sonra Mamak yılları. Birçok hatıra ve değerlendirmeler. Ben kendisinden 1 yıl önce tahliye oldum. Cezaevinden kendisi çıktıktan sonra da siyasi hayata atıldığı gün, rahmetli Başkan milletvekili adayı olmuştu. 1991 yılında. “Başkan ne yapıyoruz?” diye sorduğumda “Hazırız, Sivas’a gidiyoruz.” dedi. “Dur eve geleyim.” dedim ve Dikmen’deki eve gittim. “Nasıl gidiyorsun?” diye sorduğumda Şahin marka bir arabası vardı. “Benzini dolu, 1000 lira da param var.” dedi.

Başkan’a “1-2 gün erteleyelim.” dedim ve bizim arkadaşlarla değerlendirme yaptık. “O, inançlarımızı Meclise taşıyacak.” sloganını bulduk. Arkasından ilk Sivas’a gittiğinde “O kim?” diye afiş astık. Sivas adayı olduğumuzda, diğer arkadaşlarına da destek olmamızı istedi. Destek olduk, Kavaklıdere’de ona bir büro oluşturduk. O zaman MÇP milletvekili idi. Sonrası MÇP’den bir vesile ile ayrıldık…

“Türkeş Salona Gelse Ne Yapacağız!..”

MÇP’den ayrılma gerekçeniz size göre nelerdi?

Ayrılmamızın gerekçeleri çok uzun olmakla beraber, aslı şu idi; “Her şey devlet için.” derken, bir anda “Her şey insan için.” oldu. Temel sorun burada idi. İkincisi de “Allah’ın kabul etmediği hiçbir şeyi bundan sonra yapmayacağız.” diye ortak bir söz vardı. Bunlar bizim düşüncelerimizdi, tartışılır. Biz mi MÇP’den ayrıldık, rahmetli Türkeş mi bizi kovdu, onu bilmiyorum. Bunlar derin konular.

İstifa günü geldi. Maltepe’de bir düğün salonu tutmuştuk. Ben o zaman MÇP’nin GYK’sındayım. Beni çağırdı, “Hayırdır Başkan’ım?” dedim. “Çabuk bir an önce başlat, şu işi bitirelim.” dedi. “Niye Başkan’ım?” diye sordum. ”Şimdi Türkeş kapıdan içeri girse, ‘Ne yapıyorsunuz lan burada, hadi bakayım!’ dese ne yapacağız?” dedi. Bu Başkan’ın, aynı zamanda Türkeş’e olan saygısının bir ifadesi idi.

Millî Mutabakat Çağrısı’nın hazırlanmasında katkınız var, nasıl oldu?



Büyük Birlik çalışmaları içinde iken, tüzük çalışmaları benim başkanlığımda, program çalışmaları benim organizem ile yürütüldü. Şimdiye kadar bakanlık, rektörlük, milletvekilliği ve danışmanlık yapan 100’e yakın isim o çalışmaların içinde idi. Bir Millî Mutabakat Çağrısı yayımladık. Bu çağrıyı Mümtaz’er Türköne’nin evinde Muhsin Başkan’la beraber, eşi Mualla Türköne de vardı, onun daktilosu ile hazırladık. Çağrıyı aldım elime, akademik komisyon dediğimiz arkadaşlara teker teker gösterip “İfadelerden girsin/çıksın dediğiniz var mı?” diye sordum. Katkıları olanları topladım. Ana metin Bahçelievler’deki Türköne’nin evinde yazıldı. Metin içerisindeki açılım bana göre hâlâ geçerlidir. Türkiye’nin temel taşıdır.

“ ‘İslami’ Dedik, Partinin Kapatılmasını Bekledik!”

Millî Mutabakat Çağrısı bize büyük bir açılım alanı sağladı. Bir profesör arkadaşa anket yaptırdık. Sonuç şu idi; “Siz bu şekilde Türkiye nüfusunun ancak %20’sine hitap edersiniz. O da eğitim seviyesi belli düzeyde olanlara, aşağıdakilerden bir sonuç almanız mümkün değil.” diye. Siyasal Bilgilerden solcu bir profesör geldi. Bu çalışmaların üzerine, solda bile olmayan bir anlayış getirdiğimizi söyledi. İlk sözlerimiz “Hadim Devlet” anlayışı. Sivil İtaatsizlik Eylem Planı, Sivil İnisiyatif Grubu. Partiyi kurarken “Millî, İslami, sivil ve katılımcı.” dedik. “İslami” demenin Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyorduk, parti kapatılsın diye çok uğraştık ama beceremedik.

Parti çalışmalarına başladık. Söğütözü’nde büyük kurultaya hazırlandık. Divanın en önemli özelliklerinden biri, “Masraflar nereden karşılanıyor?” diye gelip cebime para koyanlar oldu. “Katkımız olsun.” diye yardım edenleri o gün de bugün de unutmadım, unutmayacağım.

“İnanmadığınızı Yapmayın, Yapmayacağınızı Söylemeyin”

Rahmetli bize bir tavsiyede bulunmuştu; “İnanmadığınız hiçbir şeyi yapmayın, yapamayacağınız hiçbir şeyi söylemeyin.”dedi. Sonra istişareye çok önem verdik. Rahmetli ile “kentli Müslüman” tipi oluşturmak için yoğun gayret gösterdik. Kendi çevremize bile anlatmakta zorlandık.

Parti kurulurken, kurucuları 99 diye düşündük. Allah’ın 99 ismini esas alarak yaptık. Kurucular Kurulu değerlendirmeleri oldu. Liste tamamlandı, rahmetli Başkan’a götürdüm. Kâğıtları uzattım, “Lambayı söndür!” dedi. Lambayı söndürdüm, karanlık odası. Elini kâğıtların üzerinde gezdirdi, “Şunu çıkart.” dedi. Parmağımla orayı tuttum, dışarı çıktım orayı karaladım. Kimi karaladığımı bilmiyorum. Yerine Başkan koydu. “Bu arkadaşı geçirebilirsen, morali düzelir.” dedi. Yazdım, kurucular arasında yer aldı. O tarihte aranıyordu.


“Fetih Olacaktı, BBP’ye Dönüştü”

Partinin ismi nasıl oluştu, başka isimler de vardı…

Partinin isim arayışında sona gelindi. Son gün Fetih Partisi diye karar kılındı. Ancak o gece biraz komitacılık yaptım, telefon mesajlarıyla “İstemiyoruz.” diye Büyük Birlik’e dönüş noktasında kulis attık. Amblemi Sivaslı bir arkadaş çizdi. Hilal içinde gül. Ayrıca Allah lafzı.

Parti kurulurken Nevzat Kösoğlu Ağabey ile bir görüşme oldu. “Sen partinin başına gel, ben de başkan yardımcısı olayım.” dedi. Nevzat Ağabey bunu kabullenmedi. O zaman Başkan’da illa “Ben olayım.” düşüncesi yok idi.

Türkeş’ten ayrıldıktan sonra bazı sıkıntılar yaşandı.

Rahmetli Türkeş’ten ayrılmamıza siyasi yorumlar olabilir ama bir cesaret işi idi. O dönemler bir hayli sıkıntılı ve stresli günler yaşadık. Biz ayrılırken de güzel şeyler söylenmedi. Ama biz hep rahmetli Türkeş’in sayesinde milliyetçi olduk, onun sayesinde vatan/millet sevgisini bulmuştuk. Saygısızlık edemezdik. Fakat siyasi açılım diyorduk. “Milletin %85’i Türk, %99’u Müslüman, niye oy vermiyor.” diye düşünüyorduk. İnsanlarda sevgi ve sempati alanı iyice oluşmaya başlamıştı. Hareketin içinde Ülkü Ocaklarının belli seviyede yöneticiliğini yapmış, içinde bulunmuş arkadaşların tamamının sempati alanı içinde idik. Parti kurma aşamasında bazı hatalarımızla herkese ulaşamadık.

“Özal ‘Birlikte Olalım’ Dedi, Başkan Kabul Etmedi”

O tarihlerde Turgut Özal’la bir görüşmeniz oldu, ne önerdi?

O günlerde gidişatı gören Cumhurbaşkanı Özal bizi Çankaya Köşkü’ne davet etti. Ben, Mustafa Çalık, Başkan ve ismini hatırlamadığım 4 isim gittik. Biz bir odada ağırlandık. Başkan ile Özal baş başa görüştüler. Bir müddet görüştükten sonra çıktı. Başkan’ın bir huyu var. “Görünene değil, gerçeğe göre hareket et!” esprisinden yola çıkarak yakın arkadaşlarından hiçbir şeyi saklamazdı. Başkan açık, düzdü. Tabiri caizse yatak odası hariç her şeyimiz birbirimize açıktı.

Ne konuşulduğunun özeti; “Parti kuruyormuşsun, partiye gerek yok. Ben de kurmayı düşünüyorum. Burada ağırlığımız yok. Birlikte olalım…” Başkan özetle şöyle dedi: “Aşağılar, yukarıdan sizin baktığınız gibi değil… Aşağıda sizin için bir parti kuracak aşama yok. Bizim ise partide ‘iktidar’ diye bir derdimiz yok. Biz partiyi bir mücadele diye açmak, bu açılan mücadelede nereye kadar gidebilirizin ölçüsündeyiz.” Kendisi çok ısrarcı olmasına rağmen Başkan kabul etmedi. O görüşmeden sonra Divan’da bu bilgileri anlattı.

“1994’te Erdoğan’ın Erbakan’dan Ayrılma İsteği”

Daha sonra İBB’de Tayyip Bey’i ziyaret ettiniz, hatıranız var mı bu görüşmeye ilişkin?

Tayyip Bey İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olmuştu. Kendisini ziyarete gittik. Bir araba kadar kişi. Bir salonda hoş sohbet, değerlendirme. Daha sonra fotoğraf çekinildi. Orada 4-5 kişi idik. Sayın Cumhurbaşkanı “Ya siz Türkeş gibi bir adamdan ayrıldınız, biz Erbakan’dan nasıl ayrılacağız? Artık yenilenmemiz lazım, bizlere bırakmaları lazım.” dedi. Şahit olduğumuz sözler. Yıllar, sonra onu Erbakan’a galip getirdi.

“Ağar’a Çatlı Ricası…”

REFAHYOL koalisyon görüşmelerinde siz de vardınız, neler yaşandı?

Bizim hükûmete girmemiz için REFAHYOL ekibi bize geldi. Cinnah’ta benim ofiste. Mehmet Ağar, Ayvaz Gökdemir DYP adına, Abdullah Gül, Abdulkadir Aksu ve Fehim Adak RP’den geldiler. Uzun bir görüşme yapıldı. Buraya Divan’dan sonra geldik. Orada arkadaşlardan “Bakanlık teklif edilirse kabul et.” diyenler oldu. “Etme.” diyenlerimiz vardı, ben onlardandım. İkna etmek için “2 bakanlık, 3-4 genel müdürlük pozisyonu” dendi. Başkan, “Ben size güvenoyu vereceğim ama hiçbirini istemiyorum. Pazarlık gibi değerlendirmeyin.” dedi. Mecliste “Müslümanların iktidarını engelleyenlerden olmadığımı göstereceğim.” dedi. Mehmet Ağar’dan bir talepte bulundu: “Mehmet Ağabey senden bir talebim var.” deyince Ağar “Buyur Başkan, nedir?” dedi. Başkan “Burada söylemem.” dedi, küçük odaya geçerken, ben de yanında gittim. “Bizim arkadaşın işini halledin, başka bir şey istemiyorum.” dedi. Kastettiği Abdullah Çatlı idi…

“Mesut Yılmaz ‘Ne Cüretle Bunu Söylersin!’ Diye Uyardı”

ANAP ile BBP ittifak kararı aldı 1995’te, ben karşı idim. Bu ittifaktan sonra BBP özelliğini kaybetmeye başlamıştı. Şahsi düşüncem. Ben aday olmayacağımı açıkladım. Beni görüşmeleri not tutmak üzere Başkan görevlendirmişti. İttifakın ilk görüşmesinde Dedeman Oteli’nde bir toplantı düzenledik. Mesut Yılmaz da gelmişti. Orada Yılmaz konuştu, mikrofonu elime aldım: “Muhsin Başkan’ım, doğru yolda olduğun müddetçe arkandayız ama en ufak bir sapma olursa ilk terk eden ben olacağım.” diye bir ifade kullanmıştım. Mesut Yılmaz beni yanına çağırdı, Başkan da yanında, “Sen ne cüretle bunu söylersin!” dedi. Başkan’ın dediği ifade: “Biz birbirimize böyleyiz! Böyle olmak zorundayız…”

İttifak çalışmaları yapıldı. Milletvekili listesi hazırlandı. Daktilo edip listeyi ANAP’a bıraktık. Antep’te 4. sıra bizimdi fakat bize gelen listede Eski Ülkü Ocakları Başkanı Fevzi Koçoğlu’ya yanlışlıkla ikinci sırayı vermişler. Başkan’a götürdüm, “Fevzi vekil oldu.” diye. “Şimdi ararlar.” dedi. Antep karışmış. Mesut Yılmaz aradı, Başkan “Ben hallederim.” dedi. “Fevzi’yi arayın.” dedi, bana. Cep telefonunu arıyoruz, ulaşamıyoruz. Muziplik yapıp “Tamam Fevzi kaçtı.” diyoruz. “İstifasını vermezse vekil olacak.” diye yorumlar yapıyoruz. Başkan da çok rahattı. Süre geliyor, Taşar arıyor. Kapı çaldı, Fevzi içeri girdi. “Hayırdır Fevzi?”, “Yav Başkan dedi, beni yanlışlıkla ikinci sıraya yazmışlar, Yüksek Seçim Kuruluna gitmezsem olmazmış, YSK’ya gittim, istifa ettim, oradan geliyorum.” dedi. Başkan, Mesut Yılmaz’ı aradı, “O arkadaşımız gereğini yaptı.” diye.

“Alkole Bulaşmışa Yetki Belgesi”

Başkan gani gönüllü bir adamdı. Parti kurarken bir vilayete gittik. Yetki belgesi benim elimde. Başkan “Şuna yetki ver.” diyor, veriyoruz. İsmi önemli değil, bir vilayetteyiz. Başkan kürsüde konuşma yapıyor. Birileri geldi, “yetki kime verilecek”, onu soruyorlar. Ben de “İstişare edeceğiz.” dedim. O arada birisi geldi, dedi ki, “Yetki belgesini ben istiyorum.” O arkadaşımız da 12 Eylül’den sonra biraz bunalıma girmiş, alkole bulaşmıştı. Yanında olanlar “Ovv, onun ne işi var!” filan diyorlardı. Birkaç kişiye sordum “Aman ha, olmaz!” dediler. Olayı aynen Başkan’a anlattım. Çağır dedi, yanına getirdim. “Niye istiyorsun?” dedi. “Başkan’ım kendimi kurtarmak için istiyorum.” dedi. “Tekrar hareketin içinde yer alırsam belki kötü huylarımdan vazgeçerim ama söylenenlerin hepsi doğru.” dedi. Başkan “Çıkart yetki belgesini, bu arkadaşa verelim.” dedi.

“Ülkücü Mafya mı Olur?”

Ukalalık olmazsa Başkan’ın vakanüvisi gibiydim. Bazı olayları değerlendirme şansına sahiptim. Başkan, cenazelerde insanlara karşı birtakım görev hatırlatmaları yapmıştı. Örneğin rahmetli Ertuğrul Alpaslan: Bizim Ülkü Ocaklarından arkadaşımız, cezaevi arkadaşımız. Antalya’dan gelirken, şüpheli bir trafik kazasıyla rahmetli oldu. Onun cenazesini Karşıyaka’dan kaldırmaya giderken, Hacı Bayram’da namazını kılacaktık. Hacı Bayram’ın kavşağına geldiğimizde, özellikle İstanbul’dan Ertuğrul Alpaslan’ı kendilerine yakın, sempatik buldukları için, delikanlılığından, cesaretinden bazı konularda ara buluculuğundan diye… Ertuğrul’a sahip çıkmak istediler. Hacı Bayram’ın kavşağında birkaç kişinin kafasını cenaze arabasına vurarak cenaze arabası kanlı gitti Karşıyaka’ya. Defnedileceği zaman duvar dibinde duran, adlarına mafya denilen büyük bir grup da gelmiş, siyah elbiseler filan. Rahmetli Başkan “Duvar dibinde duranlar şunlar değiller mi?” dedi. “Evet.” deyince, “Ne işleri var bizim cenazemizde!” diyerek, bağırarak üzerlerine doğru yürüdü. “Ulan ne işiniz var burada, ülkücünün mafyası mı olur, ülkücünün adını kirletiyorsunuz! Defolun gidin buradan!” diye… Başlarındaki adama tokat atmaya giderken, kendisini zor tuttuk. Karşısındakilerin hepsi başlarını yere eğdiler, hiçbir saygısızlık yapmadılar. Belki bir tokat atsa ülkücü mafya adında kimse olmazdı!

Cesaretli davranır, sonucunu düşünmezdi. “Biz doğru olanı yapacağız, her şeyin sonucunu burada mı alacağız? Öteki dünya var, bizim hayalimiz orada netice almak.” derdi. Çekinmezdi hiçbir şeyden.

“Askere Fırça Attı, Akşam Genelkurmaya Davet Edildi”

Şehit cenazesinde askere kızarken çekilmiş bir fotoğrafı var, anlatır mısınız, ne oldu?

Şehit asker cenazesi için Kocatepe Camisi’ne gitmiştik. O zamanlar, güneş için bir tente oluşturulur, oraya şehit aileleri otururdu. Yanında da tüm askerî erkân bekler, cami cemaati şehidin cenazesini kılar giderdi. Başkan tam askerî erkânın önüne geldi, “Bu cenaze kimin cenazesi?” diye sordu. “Şehit cenazesi, askerin cenazesi değil mi?” diye kendi cevap verdi. “Siz niye kılmıyorsunuz da burada bekliyorsunuz?” dedi. “Siz Türk askeri değil misiniz?” Bir tek kişi cevap vermedi. Hepsi böyle kafalarını eğdi.

Akşam saatlerinde Genelkurmaydan 2. başkan düzeyinde bir davet oldu. Davete gitti. Orada kendisine “Başkan’ı ne kadar sevdiklerini, Türkiye için çok önemli olduğunu, milliyetçi camiaya hizmet ettiğini, herkesin onu sevdiğini ama milletin içinde askere o şekilde söylemesinden dolayı rencide olduklarını fakat bir hatırlatma olarak kabul ettiklerini, bundan sonra belli düzeyde cenaze namazlarına katılma kararı aldıklarını.” söylemişler. Bunun da şahidi Muzaffer Özdoğan. O da orada imiş. Başkan’ı tanır diye onu da çağırmışlar.

“İşkenceci Polis Cenazesine Geldi”

Rahmetlinin cenazesinde bütün askerî erkân Kocatepe’de var idi. Genelkurmay Başkanı’ndan kuvvet komutanlarına kadar. Cenazesinde, kendisine işkence eden polislerden biri de vardı. “Ne işin var burada?” dediğimde, “O delikanlı adamdı, helalleşmeye geldim.” demişti. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun.