Czytaj książkę: «Kozmik hafıza»
Sunuş
Yazar ve Kitap Hakkında
Rudolf Steiner, insanlık tarihinin en kritik dönemlerinde yaptıkları ile insanlığın gelişmesine katkı sunanlar arasında en ön saflarda yer alan şahsiyetlerden biridir. 25 Şubat 1861’de, bugünkü Avusturya sınırları içerisindeki Kralyeviç’te doğan, Viyana Yüksek Teknik Okulu’nda eğitim görerek, burada matematik ve sosyal bilimler dallarında uzmanlaşan Steiner, Goethe’nin doğa bilimsel yazılarının Kurschner cildini yayımlamaya davet edildiğinde, bir akademisyen olarak ün kazandı. 1886’da, daha yirmi beş yaşında, Grundlinen einer Erkenntnistheorie der Goetheschen Weltanschauung (Goethe’nin Dünya Görüşündeki Örtük Bilgi Kuramı) adlı eserini yazarak Goethe’nin düşünce biçiminin derin çağrışımlarını kapsamlı bir biçimde kavradığını gösterdi. Dört yıl sonra, Weimar’daki “yaşayan önemli akademisyenler” grubuna katılmaya çağrıldı ve burada Goethe-Schiller Arşivleri’nde birkaç yıl bu akademisyenlerle birlikte çalıştı. Bu faaliyetlerinin sonucunda, Goethes Weltanschauung (Goethe’nin Dünya Görüşü) adlı yapıtını yazdı. Bu yapıt, Goethe’nin bilimsel yazıları hakkındaki sunuşları ve yorumlarıyla Steiner’i, Goethe metodolojisinin önemli bir savunucusu yaptı.
Bu yıllarda Steiner, yaşlı Nietzsche’nin çevresinde toplanan gruba dâhil oldu. Bu deneyimin kendisinde yarattığı derin izlenimlerden esinlenerek, 1885’te yayımlanan, Friedrich Nietzsche: Ein Kampfer gegen seine Zeit (Friedrich Nietzsche: Kendi Zamanına Karşı Bir Savaşçı) adlı yapıtını kaleme aldı. Bu yapıt, büyük filozofun başarılarını, hem geri plandaki trajik yaşam deneyiminin hem de 19. yüzyıl ruhunun tarihsel bağlamında değerlendirir.
1891’de Steiner, Rostock Üniversitesi’nden doktorasını aldı. Tezleri, Fichte’nin bilimsel öğretisini işlemişti. Bu yapıt da Steiner’in, modern dünyanın düşüncesini şekillendirmede önemli rol oynayan insanların eserlerini değerlendirme yeteneğinin bir diğer göstergesidir. Daha genişletilmiş bir formatta bu tez, Wahrheit und Wissenschaft (Hakikat ve Bilim) başlığı altında, Steiner’in büyük felsefi yapıtı olan Die Philosophie der Freiheit’e (Özgürlüğün Felsefesi) önsöz olarak, 1894’te yayımlandı. Daha sonra, bu kitabın İngilizce çevirisinin başlığı olarak, The Philosophy of Spiritual Activity’yi (Manevi Faaliyetin Felsefesi) önerdi.
Steiner, aynı yıllarda çalışmalarını konferanslar vererek sürdürmeye başladı. Bu faaliyet zamanının büyük bir bölümünü alıyor ve Batı Avrupa’da konferans turlarına çıkmasına yol açıyordu. Bu geziler, Kuzey’de Norveç, İsveç ve Finlandiya’dan; Güney’de İtalya ve Sicilya’ya kadar uzanıyor ve Britanya Adaları’na yapılan çeşitli ziyaretleri de içeriyordu. Yüzyılın başından 1925’teki ölümüne kadar, çok farklı çevrelerden ve toplumun her sınıfından gelmiş izleyicilerin önünde, altı binin üzerinde konferans verdi.
İlk kez Viyana’da, daha sonra Weimar ve Berlin’de çeşitli dergiler ve günlük gazeteler için yazdı. Yaklaşık yirmi yıl boyunca güncel konulara dair gözlemler, kitapların ve oyunların incelenmesi, ayrıca bilimsel ve felsefi gelişmelere dair yorumlar kaleme aldı. Nihayet, Weimar’daki çalışmasının tamamlanması üzerine, Goethe’nin öldüğü yıl, 1832’de Joseph Lehmann tarafından kurulan ünlü bir edebiyat dergisinin, Das Magazin für Litteratur’un editörlüğünü yapmak amacıyla, 1897’de Berlin’e hareket etti.
Steiner elliden fazla yapıtı ve geniş kapsamlı konferans faaliyetleri sayesinde, pek çok ülkede sayısı sürekli artan birçok insanla tanıştı. Sürekli bir faaliyet içinde olmak ve bu kadar hareketli bir yaşam sürdürmek için gerekli olan keskin fiziksel ve zihinsel güç, Steiner’i tek başına zamanımızın en yaratıcı ve üretken insanlarından biri olarak göstermeye yeterli olacaktır.
Rodolf Steiner’in felsefi bakış açısı, insanın varlığı, özgürlüğün doğası ve amacı, evrimin anlamı, insanın doğa ile ilişkisi, ölümden sonra ve doğumdan önce yaşam gibi temel sorunları kapsar. Steiner, bu ve benzeri konularda beklenmedik biçimde yeni, esin verici ve düşünceyi teşvik edici fikirler ortaya koyar. Yazılarının incelenmesi sayesinde, insana ve insanın evrendeki yerine ilişkin açık, mantıklı ve kapsamlı bir anlayışa ulaşılabilir.
Çalıştığı yıllar boyunca, Steiner’in okuyucularında ya da dinleyicilerinde duygusallığa ya da mezhepçiliğe yol açmaması dikkate değer bir durumdur. Her insanın özgürlüğüne yönelik titiz özeni ve derin saygısı, ürettiği her şeyde kendini gösterir. En ufak bir zorlama ya da iknayı, insanlık onuruna ve yeteneğine bir saldırı olarak görüyordu. Dolayısıyla, yazılarında ve konuşmalarında kendini nesnel ifadelerle sınırlı tutmuştu; okuyucularını ve dinleyicilerini kendi sözlerini kabul etmek ya da reddetmek noktasında tamamen özgür bırakmıştı.
Rudolf Steiner, her bireyin eğitimsel donanımının yanında, sağlam yargısı ve iyi niyetinin de söylediklerini anlayabilmesini sağladığını defalarca vurgular. Kültürel, sosyal, siyasi ve bilimsel hayatta öne çıkan erkek ve kadınlar, daha önce olduğu gibi şimdi de, Steiner’in eserlerini okuyup bunları değerli bulanlar arasından çıkmaktadır. Ayrıca onun fikirlerinin en iddiasız insanlar tarafından bile kavranabileceği aşikârdır. Onun, kendi fikirleriyle buluşmaya gelen, içinde de anlama niyeti taşıyan herkese istisnasız ulaşabilme yeteneği, dehanın iyi tanınmış yönlerinden bir diğeridir.
Steiner, kendi öğrencilik yıllarından başlayarak öğrencilerin eğitimi ile ilgilenmişti. Viyana’daki kendi vasi deneyimi ve daha sonra da Berlin’deki çalışan ebeveynlere hizmet veren bir okulda yaptığı eğitmenlik aracılığıyla, genç insanların ihtiyaçları ve ilgi alanlarıyla ilgili ilk elden deneyim kazanacağı büyük fırsatlara sahip olmuştu. Berlin’deki öğretmenlik çalışması sırasında, eğitim sorunlarıyla, sosyal yaşamın sorunlarının ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gördü. Bugün çocukların ve gençlerin ihtiyaçlarına uygun bir eğitim için temel kabul edilen bazı başlangıç noktalarını, Steiner 1907’de yayımlanan Die Erziehung des Kindes vom Gesichtspunkte der Geisteswissenschaft (Manevi Bilimlerin Işığında Çocuk Eğitimi) adlı ufak bir kitapta belirtmişti.
Tam kırk yıl önce, zamanın ihtiyaçlarından kaynaklanan bir davete ve yukarıda belirtilen denemede açıklanan fikirlerden bazılarına yanıt bağlamında, Rudolf Steiner, büyüyen çocuğun doğasında yatan etmenlere dayalı, öğrenme sürecini ve modern yaşamın zorunluluklarını kapsayan, gençlere ve çocuklara yönelik bir eğitim sistemi başlattı. Kendisi müfredat programını tasarladı, öğretmenleri seçti ve Almanya, İsviçre ve İngiltere’deki ilk Rudolf Steiner Okulları’nın başlangıç yıllarındaki faaliyetlerini dikkatlice denetledi. Bu kırk yılın eğitsel faaliyetinin başarılı gelişim öyküsü burada anlatılamaz. Fakat, ilk Rudolf Steiner Okulu olan, Almanya, Stuttgart’taki Waldorf Okulu’nun açılmasından günümüze dek, Rudolf Steiner Eğitimi’nin başarısı -ki bazen ‘Waldorf Eğitimi’ olarak anılır- çocuğun modern topluma katılımında, gelecekteki yetişkin rolü için hazırlanmasında, Steiner’in düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamış olup, ABD, Kanada, Meksika ve Güney Amerika dâhil, on yedi ülkede varlığını sürdürür.
1913’te, İsviçre’deki Basel şehri yakınındaki Domach’da, Rudolf Steiner kendi tasarımına uygun olarak ve kendi kişisel denetimi altında kurulan ve Goethe’nin yazılarından esinlendiği eşsiz bir yapının, Goetheanum’un temelini attı. Steiner’in dört eserinin oynanacağı bir yapı olarak tasarlanan Goetheanum, 1912’de öğrencileri tarafından kurulan Antropozofi Cemiyeti’nin merkezi oldu. Asıl bina 1922’de bir yangında kül olunca, yerine planlarını yine Steiner’in tasarımladığı yeni bir bina yapıldı.
Goetheanum halen, 1923 Noeli’nde Dornach’da Steiner’in başkanlığında kurulan Genel Antropozofi Cemiyeti’nin dünyadaki merkezidir. Binlerce izleyici her yıl buraya, Steiner’in piyeslerini, Goethe’nin Faust’unu (I. ve II. kısımlarının tümünü) ve diğer yazarların eserlerini izlemeye gelir. Eurythmy performansları, konserler, pek çok konuda konferans ve konuşmalar, ayrıca çeşitli alanlarda eğitim kursları, ABD dâhil dünyanın birçok ülkesinden insanları Goetheanum’a çeker.
Rudolf Steiner’in çalışmalarının arasında şunlar sayılabilir: 1- Biyo-dinamik Çiftçilik ve Bahçecilik; kendisi tarafından tasarlanan tarım yöntemlerinin sonucunda beslenmenin iyileşmesini hedefler. 2- Eurythmy sanatı; kendisi tarafından yaratılmış ve “görülebilir konuşma ve görülebilir şarkı” olarak tanımlanmıştır. 3- İsviçre, Arlesheim’de Klinik ve Tedavi Enstitüsü’nün faaliyetleri; diğer ülkelerdeki ilgili kurumlarla birlikte geçmiş otuz yıl boyunca Steiner tarafından tıp ve eczacılık alanlarında verilen talimatları izler. 4- Özel bakıma ihtiyaç duyan çocuk evleri; birçok ülkede Steiner’in yönetimi altında geliştirilen yöntemler uyarınca, zihinsel engelli çocukların tedavisini üstlenir. 5- Matematik, fizik, resim, heykel, müzikle terapi, drama, konuşma gelişimi, astronomi, ekonomi, psikoloji alanlarında Steiner’in yeni çalışma yöntemlerine dair öğretilerinin daha ileriye götürülmesi. Gerçekten de, tek bir insanın çalışmasının sonucunda ortaya çıkan yararların yayıldığı geniş alan ve kapsam karşısında insan ancak şaşkınlığa düşebilir!
Steiner’in insanlığın iyiliği için gerçekleştirdiği bu çeşitli faaliyetlerin tam bir değerlendirmesi, ancak, kendisini teşvik eden fikirler anlaşıldığında yapılabilir. Bunları, bu kitabın da içinde yer aldığı yazılarında ifade etmiştir. Birlikte ele alındıklarında bu yapıtlar, Steiner’in manevi bilimler ya da ‘Antropozofi’ adını verdiği bilgi dağarcığını oluşturur. Steiner, manevi bilimlerin yararlarından şöyle söz eder:
“Doğru olarak anlaşıldığında, manevi bilimlerin hakikatleri, insana kendi yaşamı için hakiki bir temel kazandıracak, kendi değerini, onurunu ve kendi özünü tanımasını sağlayacak ve kendisine en büyük yaşam coşkusunu verecektir. Çünkü bu hakikatler kendisini çevresindeki dünya ile bağlantısı hakkında aydınlatır; kendisine en yüksek hedeflerini, kendi gerçek yolunu gösterir. Ve bunu, günümüzün taleplerini karşılayacak biçimde yapar, öyle ki, inanç ve bilgi arasındaki çelişkiye yakalanması gerekmez.”
Bu kitapta ifade edilen düşüncelerden birçoğu ilk başta, anlam itibarıyla şaşırtıcı hatta fantastik görülebilir. Oysa uzay çalışmaları, teknoloji, psikoloji, tıp ve felsefe alanlarındaki modern gelişmeler yaşama ve yaşamın doğasına dair anlayışımızı bütünüyle değiştirirken, bu tür yabancılaşmalar ciddi bir okurun bu kitaba sırt çevirmesi için geçerli bir neden olmamalıdır. Örneğin, “okült” ya “duyuötesi” sözcüğü birçokları için istenmeyen çağrışımlara sahip olsa da, güncel gelişmeler, önceden geleneksel araştırma tarafından yasaklanan bilginin hızla yeniden incelenmesine yol açmaktadır. Atom çağının meydan okuması, bütün bilginin ciddi bir biçimde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır ve bu bilginin tek bir alanının bile bu işlemin dışında bırakılamayacağı aşikârdır.
Steiner, okuyucunun başlangıçta karşılaşacağı zorlukları öngörmüş olup, bunu şöyle belirtir: “Okuyucu, anlaşılması karanlık ve zor olana tahammül edip, tıpkı yazarın genelde anlaşılabilir bir sunuş tarzı yakalama çabasında olduğu gibi, anlamaya çabalamaya davet edilmektedir. Okuyucu, belirtilen derin gizleri, insanın önemli muammalarını irdelediğinde, okumadaki birçok zorluk da ödüllendirilecektir.”
Öte yandan, Steiner’in manevi bilimleri işleyen bir kitabı tasarlama amacına ilişkin inancından ötürü, bir sorun daha ortaya çıkar. Bu, kitabın içeriğine ters düşen formatıyla ilgilidir. Steiner, manevi bilimler hakkında bir kitabın sadece okuyucuya bilgi iletmek amacıyla mevcut olmadığını defalarca vurgular. Zorlu çabalarla kendi kitaplarını öyle bir biçimde geliştirmiştir ki, okuyucu, sayfalardan bazı bilgiler elde ederken, aynı zamanda kendi içinde bir tür spiritüel yaşam uyanışını da deneyimler. Steiner bu uyanışı “içsel şoklar, gerginlikler ve çözülmeleri deneyimleme” olarak tanımlar. Otobiyografisinde, kendi kitaplarının okuyucularında bu tür bir uyanışı meydana getirme çabasından söz eder: “Her sayfa ile birlikte kendi içsel savaşımın bu doğrultuda olası en yüksek dereceye ulaşması gerektiğini biliyorum. Üsluba gelince, kendi öznel duygularımın cümlelerde saptanabilmesine olanak tanıyacak biçimde betimlemeler yapmıyorum. Yazarken, sıcak ve derin bir duygudan ortaya çıkan kuru ve matematiksel bir üslup kullanıyorum. Ancak bu tür bir biçem, uyandırıcı işlevini görebilir, çünkü okuyucunun kendisi, içinde uyanması için sıcaklık ve duygu yaratmalıdır. Okuyucu edilgen bir biçimde bütünlüğünü korurken, hakikati kurgulayanın duygularının kendisine akmasına izin vermemelidir.” (The Course ofMy Life, s. 330)
Bu kitabın içerdiği denemeler, Steiner’in çalışmaları arasında önemli bir yer tutar. Bunlar, “manevi dünya içinde tümüyle bilinçli bir duruş” olarak tanımladığı manevi algıdan kaynaklanan bir kozmolojinin kendisine ait ilk yazılı ifadeleridir. Otobiyografisinde, 20. yüzyılın ilk yıllarına değinir: “Genelde, manevi dünyanın deneyiminden edinilen bilgiye ilişkin özel ayrıntılar gelişti.” (a.g.e., s. 326, 328). Steiner, çocukluğundan itibaren manevi dünyanın gerçekliğini bildiğini, çünkü bu manevi dünyayı doğrudan deneyimleyebildiğini belirtiyordu. Oysa ancak yaklaşık kırk yıl sonra bu manevi dünya hakkında başkalarına, somut, ayrıntılı bilgi aktarması mümkün oldu.
Buradaki denemelerinde ortaya çıktığı gibi, bu “özel ayrıntılar,” olağanüstü geniş ve büyük bir alana yayılan süreçlere ve olaylara dokunuyordu. Bunlar, insanın tarihöncesine ve tarihin ilk dönemlerine ilişkin temel unsurları da kapsar. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabından tam bir yüzyıl sonra ABD’de ilk kez yayımlandığında, insanın kendine ve çevresine yönelik bakış açısını değiştirmeye başlayan bu denemeler, Darwin’in o öncü çalışmasını da aydınlatır ve tamamlar.
Rudolf Steiner, insan ve kozmos arasındaki çözülemez bağın, evrimin temel esası olduğunu göstermiştir. İnsanın, günümüzde tanıdığımız dünyanın gelişmesine katkı sunmasında olduğu gibi, yaptığı herşey evrenin nihai kaderi ile doğrudan bağlantılıdır. Yaratılışın gelecekteki sürecini şekillendirme özgürlüğü insanın ellerindedir. İnsanın, yüce kökenlerine ve günümüzün kendine bağlı özgürlüğüne ulaşmak için ilahi doğrultuda ödediği bedelle izlediği yola dair sahip olduğu bilgi, eğer insan sorumlu bir beşerî varlığa layık bir gelecekte evrimleşecekse, vazgeçilmezdir. Bu kitap, insanlığın geleceğiyle ilgili zorunlu ve ciddi kararların alındığı bir anda özellikle taşıdığı önem nedeniyle şimdi yayımlanmaktadır.
Paul Marshall AilenEnglewood, New Jersey, ABDHaziran 1959
Önsöz
Manevi Bilimlerin Aynasına Yansıyan Çağdaş Uygarlık (1904)
Son yıllardaki bilimsel gelişim sürecini gözlemleyen bir kişi, büyük bir devrimin hazırlık aşamasında olduğumuzdan kuşku duymaz. Bugün bir bilim insanı varoluşun sözde muammalarından söz ettiğinde, bu, kısa bir süre öncesine kıyasla oldukça farklı bir anlamı yansıtır.
19. yüzyılın ortalarında, en cüretkâr kişilerden bazıları, bilimsel maddeciliğin bilimsel araştırmanın yakın tarihteki sonuçlarına aşina kişi için olası tek ilke olduğunu görmüşlerdi. Dönemin şu cesur deyişi ün kazanmıştı: “Düşünceler ile beyin arasındaki ilişki, tıpkı safra ile karaciğer arasındaki ilişkiye benzer.” Bu sözler, Kari Vogt tarafından ifade edilmişti ki, Köhlerglauben und Wissenschaft (Kör İnanç ve Bilim) adlı eserinde ve diğer yazılarında, manevi faaliyet ve ruhun yaşamının, tıpkı bir fizyoloğun ellerin hareketinin saatin mekanizmasından kaynaklandığını açıklamasına benzer bir biçimde, sinir sisteminin ve beynin mekanizmasından ileri geldiğini belirtmeyen her şeyin, modasının geçmiş olduğunu bildirmişti. Bu, Ludwig Buechner’in Kraft und Stoff (Güç ve Madde) adlı eserinin eğitimli geniş çevreler arasında bir bakıma İncil olarak kabul edildiği bir dönemdi. Mükemmel, bağımsız düşünen zihinlerin, o sıralarda bilimsel başarıların etkisinde kalarak bu tür inançlara kapıldığı söylenebilir. Kısa bir süre önce mikroskopta, canlı varlıkların en ufak kısımlarının, hücrelerin sentezi gösterilmişti. Jeoloji, yani yeryüzünün oluşumunu inceleyen bilim dalı, gezegenlerin gelişimini günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyan kurallar kapsamında açıklama noktasına gelmişti. Darwinizm insanın kökenini tamamen doğal bir biçimde açıklamayı vaat etmiş ve eğitimli insanların dünyasında zafer yürüyüşüne öyle uğurlu bir biçimde başlamıştı ki, pek çoğu bunun tüm “eski inançları” alt ettiğini düşünüyordu. Kısa bir süre önce, tüm bunlar oldukça farklı bir görünüme büründü. 1903’teki Bilim İnsanları Kongresi’ndeki Ladenburg gibi maddeci öğretiyi öne süren kişilerde olduğu şekilde, hâlâ bu fikirleri paylaşanların bulunduğu doğrudur; fakat bunlara karşı, bilimsel konular hakkında daha olgun bir düşünce sayesinde çok daha farklı bir kanıya ulaşan diğerlerini de görüyoruz. Örneğin, kısa bir süre önce, Naturwissenschaft und Weltanschauung (Doğa Bilimi ve Dünya Görüşü) başlığını taşıyan bir çalışma yayımlandı. Yazarı, Haeckel Okulu’ndan bir fizyolog olan, Max Verworn’dur. Bu eserde şunlar denilmektedir: “Gerçekten de, psişik olayların ilişkili olduğu, beyin zarının hücreleri ve liflerindeki fizyolojik olgulara dair tam bir bilgiye sahip olsaydık bile, beynin mekanizmasına tıpkı bir saatin işleyişine baktığımız gibi bakabilseydik bile, hareket eden atomlardan başka kesinlikle hiçbir şey bulamayacaktık. Hiç kimse, bu mekanizmada duyuların ve düşüncelerin nasıl doğduğunu, kendi duyuları aracılığıyla göremez ya da algılayamazdı. Maddeci düşüncenin, zihinsel süreçleri atomların hareketine dayandırma girişiminde elde ettiği sonuçlar, bunun doğruluğunu son derece açık bir biçimde ortaya koyar. Maddeci düşünce var olduğundan beri, en basit duyuyu atomların hareketiyle açıklamış değildir. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi, gelecekte de böyle olacaktır. Örneğin, psişik süreçler gibi duyular tarafından algılanmayan olguların sadece büyük nesnelerin en ufak kısımlarına bölünmesiyle açıklanabileceği nasıl düşünülebilir ki? Atom, sonuçta bir nesnedir ve atomların hiçbir hareketi de madde dünyası ile psişe arasındaki uçurumu aşmaya kesinlikle yetkin değildir. Maddeci görüş, bilimsel olarak işlerliği olan bir hipotez bağlamında her ne kadar verimli olsa da, bu bağlamda gelecekte de kuşkusuz her ne kadar verimli olmayı sürdürecekse de -burada sadece yapısal kimyanın başarılarına dikkat çekiyorum- bir dünya görüşünün temelini oluşturmada kullanışsız kalır. Bu noktada çok fazla sınırlı olduğu görülür. Felsefi materyalizm, tarihi rolünü oynamayı tamamlamıştır. Bilimsel bir dünya görüşü oluşturma teşebbüsü sonsuza dek başarısız kalmıştır.” 20. yüzyılın başında bir bilim insanı, 19. yüzyılın ortasında bilimsel gelişmelerin talep ettiği yeni bir öğreti olarak öne sürülen dünya görüşü hakkında işte böyle yazıyordu.
19. yüzyılın “ellileri”, “altmışları” ve “yetmişleri”, materyalizmin revaçta olduğu yıllar olarak tanımlanabilir. Zihinsel ve spiritüel fenomenlerin salt mekanik işlemler temelinde açıklanması, o dönemde gerçekten olağanüstü bir etki yaratmıştı. Maddeciler kendilerini, spiritüel bir dünya görüşünü benimseyenlerin karşısında zafer kazanmış sayıyorlardı. İşe bilimsel araştırmalarla başlamamış olanlar da onların saflarına katılmıştı. Buechner, Vogt, Moleschott ve diğerleri hâlâ salt bilimsel ilkelere dayanırken, David Friedrich Strauss, Alten und Neuen Glauben (Eski ve Yeni İnançlar, 1872) adlı eserinde kendi teolojik ve felsefi düşüncelerinden hareketle yeni bir inanç sistemi için temeller elde etmeye çalıştı. Yıllar önce, Leben Jesu (İsa’nın Yaşamı) ile düşünce hayatına zaten sansasyon yaratacak biçimde girmişti. Döneminin bütün teolojik ve felsefi kültürü ile donanmış görünüyordu. Şimdi cesurca, insan dâhil, evrendeki fenomenlerin, maddeci açıklamasının yeni bir öğreti, yeni bir ahlaki anlayış ve varoluş biçimi için temel oluşturması gerektiğini söylüyordu. İnsan soyunun tamamen hayvan atalara dayanması yeni bir dogma olmuş gibi görünüyordu ve bilimsel felsefecilerin gözünde, insanlığın manevi/ruhsal kökenli olmasına dair tüm inançlar, insanın çocukluğundan başlayan çağdışı bir hurafeye dayandırılıyordu ki, insan kendini bununla daha fazla rahatsız etmemeliydi.
Kültür tarihçileri, yeni bilime dayananların yardımına koşarak, vahşi kabilelerin gelenek ve fikirlerini, inceleme konusu yaptılar. İlkel kültürlerin izleri, ki bunlar tıpkı tarihöncesi hayvanların kemikleri ve kaybolan bitkilerin izlerinde olduğu gibi, gömüldükleri yerlerden çıkarılmıştı. Bunlar, yeryüzünde ilk görüldüğünde insanın en yüksek seviyedeki hayvandan sadece derecelerle farklılaştığı ve günümüzdeki zihinsel ve manevi yetkinliğine saf ve basit bir hayvan düzeyinden ulaştığı olgusuna kanıt olarak gösteriliyordu. Bu maddeci yapıda her şeyin doğru göründüğü bir dönem gelmişti. İnsanlar, dönemin düşüncelerinin uyguladığı bir tür baskı altında, tıpkı şu inançlı maddeci gibi düşünüyordu: “Titiz bilimsel inceleme beni, her şeyi sakince kabul ettiğim, kaçınılmaz olana sabırla katlandığım ve insanlığın sefaletinin giderek azaltılmasına yardım ettiğim bir noktaya getirdi. Saf bir zihnin olağanüstü formüllerde aradığı büyüleyici tesellilerden kolaylıkla vazgeçebilirim, çünkü benim hayal gücüm en güzel uyarıyı edebiyat ve sanatta buluyor. Bir piyesi sahnede izlediğimde ya da bilim insanlarının yönlendirmesiyle diğer yıldızlara yolculuk yaptığımda, tarihöncesi manzaralarda gezintiye çıktığımda, dağların zirvesinde doğanın haşmetine hayran kaldığımda ya da insanın sanatını tonlarda ve renklerde saygıyla izlediğimde, yeterince yücelmez miyim? O zaman mantığımla çelişen bir şeye hâlâ ihtiyacım olur mu? Dindarların birçoğunu ürküten ölüm korkusu, bana tamamen yabancıdır. Bedenimin çürümesinden sonra artık var olmayacağımı bilirim, tıpkı doğumumdan önce yaşadığım gibi. Araf ve cehennem kaygıları benim için mevcut değildir. Doğanın sınırsız hükümdarlığına geri dönüyorum, ki o bütün çocuklarını sevgiyle kucaklar. Yaşamım boşuna değildi. Sahip olduğum gücü iyi bir biçimde kullandım. Her şeyin daha iyi ve daha güzel olacağına dair kesin inancımla yeryüzünden ayrılıyorum.” Vom Glauben zum Wissen. Ein lehrreicher Entwickelungsgang Getreıı nach dem Leben Geschildert von Kuno Freidank (Kuno Freidank; İnançtan Bilime: Yaşama İnançlı bir Biçimde Sadık Kalarak Betimlenen, Bilgilendirici Bir Gelişim Süreci). Yukarıda belirtilen dönemin maddeci dünya görüşünün temsilcilerini etkileyen zorlayıcı düşüncelere hâlâ tâbi olan birçok insan, günümüzde de yine bu şekilde düşünür.
Buna karşın, kendilerini bilimsel düşüncenin doruklarında tutmaya çalışan insanlar, başka düşüncelere ulaştılar. Leipzig’de düzenlenen Bilim İnsanları Kongresi’nde (1876) tanınmış bir bilim insanı tarafından bilimsel materyalizme yöneltilen ilk eleştiri ünlüdür. O sırada, Du Bois-Reymond, “Ignorabimus Söylevini” gerçekleştirdi. Bilimsel materyalizmin, aslında, en ufak madde parçacıklarının hareketlerini ortaya koymaktan başka hiçbir şey yapamadığını kanıtlamaya çalıştı ve bunu yapabildiği için de tatmin olması gerektiğini bildirdi. Bunu göstermenin yanında bilimsel materyalizmin, zihinsel ve manevi süreçlerin açıklanmasına kesinlikle bir katkı sağlamadığını da vurguladı. Du Bois-Reymond’un bu açıklamalarına karşı insan istediği tutumu benimseyebilir, fakat şu oldukça açıktır: Bunlar dünyanın maddeci bir yorumunun yadsınmasını temsil ediyordu. Bunlar, bir bilim insanı olarak kişinin bu yoruma olan güvenini nasıl kaybedebileceğini gösteriyordu.
Böylece, dünyanın maddeci yorumu, ruhun yaşamı söz konusu olduğunda kendisini çaresiz ilan eden bir aşamaya girdi. Agnostisizim çerçevesinde kendi “cehaletini” kabul etti. “Bilimsel” kalma ve diğer bilgi kaynaklarına başvurmama niyetini bildirdiği doğrudur, fakat öte yanda, kendi araçlarıyla daha yüce bir dünya görüşüne yükselmeyi istememişti. Kısa bir süre önce, bir bilim insanı olan Raoul Francé, daha yüce bir dünya görüşü için bilimsel sonuçların yetersizliğini kapsamlı bir biçimde ortaya koydu. Bu, bir başka fırsatta yeniden başvurmak isteyebileceğimiz bir çalışmadır.
Maddi fenomenlerin sorgulanmasına dayanan manevi bilimlerin kurulması girişiminin olanaksızlığını gösteren olgular günümüzde giderek artmakta. Bilim; hipnotizma, telkin, uyurgezerlik gibi psişik yaşama dair bazı “anormal” fenomenleri incelemek zorunda kalmıştı. Bu fenomenlerin ışığında, maddeci bir görüşün gerçekten düşünen bir insan için tamamen yetersiz olduğu ortaya çıktı. Karşılaşılan olgular yeni değildi. Bunlar zaten daha erken dönemlerde ve 19. yüzyılın başına dek incelenen fenomenlerdi. Fakat bunlar maddeci akım döneminde sadece uygunsuz oldukları için bir kenara bırakılmıştı.
Buna bir başka şey daha eklenmişti. Bilim insanlarının hayvan türlerinin ve dolayısıyla insanın kökeni ile ilgili açıklamalarında bile nasıl zayıf bir temele dayandıkları giderek daha fazla açığa çıkıyordu. Bir süre için, “adaptasyon” ve “hayatta kalma mücadelesi” gibi fikirler, türlerin kökeninin açıklanmasında belirli bir ilgi uyandırmıştı. Ancak insan, bunların peşinden gitmenin hayallerle uğraşmak olduğunu öğrenmişti. Weissmann’ın liderliğinde bir okul kurulmuştu ki, bu, bir organizmanın çevreye uyum sayesinde elde ettiği özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceğini ve bu şekilde organizmaların dönüşümünün gerçekleşebileceğini yadsımıştı. Dolayısıyla her şey “hayatta kalma mücadelesi’’ne atfedildi ve “doğal seçmenin gücü”nden söz edildi. Bu görüşe tamamıyla zıt bir görüş ise, tartışmasız olgulara dayanarak, “hayatta kalma mücadelesi”nin, mevcut olmadığı vakalarda bile gündeme getirildiğini ortaya koyan kişiler tarafından sunulmuştu. Hiçbir şeyin bununla açıklanamayacağını göstermek istemişler, “doğal seçmenin güçsüzlüğü”nü ifade etmişlerdi. Ayrıca, son yıllarda de Vries, bir ömürden diğerine değişikliklerin sıçramalar sayesinde, yani mutasyonla meydana gelebileceğini deneysel olarak gösterebilmiştir. Bu sayede, Darwinciler tarafından, hayvan ve bitki formlarının sadece kademeli olarak değiştiğine duyulan inanç sarsılmıştı. Bu kişilerin on yıllar boyunca üzerine abideler diktiği zemin, ayaklarının altından öylece kayıp gitmekteydi. Hatta bundan daha önce, düşünen bilim insanları bu temeli terk etmek zorunda olduklarını anlamışlardı. Genç yaşta ölen, W. H. Rolph, 1884’te, Biologische Probleme, zııgleich als Versuch zur Entwicklung einer rationellen Ethik (Rasyonel Etiğin Gelişimine Yönelik Bir Teşebbüs ile Biyolojiye dair Sorunlar) adlı eserinde şöyle diyordu: “Sadece doymak bilmezliğin ortaya konuluşu sayesinde, Darwin’in yaşam için mücadele ilkesi kabul edilebilir olur. Çünkü sadece bu bağlamda, bir yaratığın, statükoyu korumak için ihtiyacı olandan daha fazlasını elde ettiği, bunun için fırsatın verildiği yerde aşırı büyüdüğü olgusu için bir açıklama sağlayabiliriz… Darwinciler’e göre, bir yaratığın hayatını idame ettirişinin tehdit edilmediği yerde hayatta kalma mücadelesi yoktur, oysa benim için mücadele her yerde ve her an hazırdır. Yaşam başlı başına bir mücadeledir, hayatta kalma için bir mücadele olmayıp, yaşamın çoğalması için bir mücadeledir.”
Bu olguların ışığında, sağduyulu kişilerin kendilerine şunu itiraf etmeleri gerekir: “Düşüncenin maddeci evreni bir dünya telakkisinin oluşturulması için uygun değildir. Eğer kendimizi bu yaklaşıma dayandırırsak, zihinsel ve manevi fenomenler hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz.” Bugün, zaten çok sayıda bilim insanı, oldukça farklı fikirlere dayalı olarak kendileri için bir dünya görüşü kurmaya çalışmaktadır. Sadece, botanikçi Reineke’nin, Die Welt als Tat (Eylem Bağlamında Dünya) adlı eserinin anımsanması yeterlidir. Buna karşın, bu tür bilim insanlarının, saf maddeci fikirler arasında özgün bir biçimde yetişmedikleri ortaya çıkmaktadır. Yeni idealist bakış açılarının ifade ettikleri yetersizdir, kendilerini bir süre için tatmin edebilir, fakat dünyanın bilinmeyenlerini daha derinden incelemek isteyenler için bu geçerli değildir. Böyle bilim insanları, zihnin ve ruhun1 gerçek bir tefekküründen doğan yöntemlere yaklaşmayı başaramaz. Mistisizme ya da “gnosis” ya da “teozofi”ye karşı en büyük korkuyu beslerler. Bu örnek açıkça, yukarıda söz edilen Verworn’un eserinde şöyle ortaya çıkar: “Bilimde bir ekşime olmuştur. Herkese açık ve şeffaf görünen şeyler, bugün gölgelenmiştir. Uzun süre sınanmış simgeler ve fikirler (ki bunlarla kısa bir süre öncesine kadar herkes her adımında tereddütsüz işlem görmüş ve çalışmıştır) sallanmaya başlamış ve onlara kuşkuyla bakılır olmuştur. Temel telakkiler, örneğin madde ile ilgili olanlar sarsılmış görünüyor ve en sağlam zemin bile bilim insanının ayağı altından kaymaya başlamaktadır. Bazı sorunlar, tek başına, tıpkı bir kaya sağlamlığında ayakta durmaktadır; bunlar şimdiye dek bilimin tüm girişimlerinin, tüm çabalarının çözmekte etkisiz kaldığı sorunlardır. Bu bilginin ışığında umutsuzluğa düşen kişi, boyun eğercesine kendini mistisizmin kollarına atar, ki bu her zaman, çaresiz entelektüel başka hiçbir çıkış yolu bulamadığında, son sığınak olmuştur. Duyarlı insan ise daha ileriye gidebileceği yeni temeller yaratmak için yeni simgeler ve girişimler arar.” Günümüzün bilimsel düşünürünün, telakkileştirme alışkanlığından ötürü “mistisizm” hakkında entelektüel karmaşa ve belirsizlik çağrıştırması dışında, başka bir şey düşünecek bir konumda olmadığı görülebilir. Böyle bir düşünür, ruhun yaşamına ilişkin hangi telakkilere ulaşmaz ki! Yukarıda sözü edilen eserin sonunda şunu okuyoruz: “Tarihöncesi insan, ölüm sırasında beden ve ruhun ayrılması fikrini oluşturdu. Ruh kendini bedenden ayırdı ve bağımsız olarak varlığını sürdürdü. Rahatlık bulamadı ve gömme törenleri yoluyla önüne set çekilmediği takdirde bir hayalet olarak geri döndü. İnsanlar korku ve hurafe yüzünden dehşete düşmüşlerdi. Bu düşüncelerin izleri zamanımıza kadar ulaştı. Ölüm korkusu, yani ölümden sonra ne olacağına ilişkin korku günümüzde çok yaygındır. Psikomonizmin bakış açısından tüm bunlar nasıl da farklı görünüyor! Kişinin psişik deneyimleri sadece belirli düzenli bağlantılar var olduğunda meydana geldiği için, bu bağlantılar herhangi bir biçimde kesintiye uğradığında sona erer, tıpkı bir gün içinde sayısız kez meydana geldiği gibi. Ölüm sırasında bedendeki değişikliklerle birlikte, bu bağlantılar tamamen durur. Dolayısıyla, bireyden geriye hiçbir duyu ve telakki, hiçbir düşünce ve duygu kalmaz. Bireysel ruh ölmüştür. Fakat duyumlar, düşünceler ve hisler yaşamaya devam eder. Bunlar ölen bireyin ötesinde başka bireylerde, aynı koşulsal düzenlerin var olduğu her yerde yaşamaya devam eder. Bunlar bireyden bireye, kuşaktan kuşağa, insanlardan insanlara aktarılır. Bunlar ruhun ebedi dokuma tezgâhında örgü örer. Bunlar insan Ruhu’nun tarihini işler. Böylece hepimiz ölümden sonra, manevi gelişimin birbiriyle bağlantılı büyük zinciri içindeki halkalar olarak yaşamımızı sürdürürüz.” Fakat bu, bir dalganın kendisi kaybolurken, neden olduğu dalganın başkalarında sürmesinden daha farklı bir şey midir? Kişi, sadece birinin etkisinde var olmayı sürdürdüğünde, gerçekten ayakta kalmış olur mu? İnsan tüm fenomenlerle hatta fiziksel yapıda olanlarla bile bu tür bir ortaklık şeklinde ayakta kalmayı paylaşmaz mı? Maddeci dünya görüşünün kendi temellerini çürütmek zorunda olduğunu görebilirsiniz. Fakat henüz yenilerini ortaya koyamaz. Sadece, mistisizm, teozofi ve gnosis’e ilişkin doğru bir anlayış bunun yapılmasına olanak sağlayacaktır. Kimyager Osterwald birkaç yıl önce Luebeck’de- ki Bilim İnsanları Kongresi’nde, “materyalizmin aşılmasından” söz etmişti- doğa felsefesini ele alan yeni bir süreli yayın başlattı. Bilim daha yüce bir dünya görüşünün meyvelerini almaya hazırdır. Bütün dirençler sonuçsuz kalacaktır; özlem dolu insan ruhunun gereksinimlerini göz önüne almak zorunda kalacaktır.