Czytaj książkę: «Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov»
SUNUŞ
Tanrı Dağlarının Zirvesi, Aytmatov’a geç kalmış bir veda mektubu…
Salican Cigitov bu kitapta iki önemli makalesiyle yer aldı. “Cengiz Aytmatov edebiyat dünyasında boy gösteriyor” isimli makale Aytmatov’un edebiyat dünyasında adını duyurmaya başladığı yıllardan başlayarak dönemin canlı tanığı sıfatıyla Cigitov’un gözlemlerinden oluşuyor. Salican Cigitov’un ikinci makalesi “Cengiz nasıl çıktı” ise Aytmatov’un nasıl olup da sayısı üç milyonu bile bulmayan ve yeni yeni işlenmekte olan bir yazı diline sahip halkın içinden çıkarak dünyaca ünlü bir yazar olduğu sorusu üzerinde duruyor… Bu iki yazı Aytmatov’u anlamak için başucu kaynağı niteliğinde. Yıllarını Aytmatov araştırmalarına adamış olan Kırgızistan’daki en yetkin edebiyat araştırmacılarından Layli Ükübayeva’nın “Cengiz Aytmatov’un eserlerinde insan yazgısı ve sosyal meseleler” adlı eseri de Türkçe bir kitapta ilk defa yer aldı. Makalesine Kazak yazar Anvar Alimjanov’un Beyaz Gemi için söylediği “… çocuğun ölümüyle etraf tamamen karardı… Hiçbir şey kalmadı” cümleleri ile başlayan Ükübayeva Beyaz Gemi, Dişi Kurdun Rüyaları ve Elveda Gülsarı özelinde Aytmatov’un kahramanlarının yazgısını anlamaya çalışıyor. Georgiy Dmitriyeviç Gaçev’in “Romantik kahramanın Cengiz Aytmatov dünyasına yolculuğu” adlı çalışması Halit Aşlar’ın Rusçadan çevirisiyle kitapta yer aldı. Aytmatov’un kahramanlarını mercek altına alan bu yazı ile okur, Aytmatov okumalarına farklı bir perspektifle yaklaşma fırsatı bulacak.
Luis Aragon’un “Dünyanın aşkı anlatan en güzel hikâyesi” adlı ünlü yazısı da bu çalışmada yer aldı. Cemile’yi okuduktan sonra âdeta büyülenen Aragon, çevirmenlik yapmadığı hâlde kitabı Fransızcaya çevirmiş ve en az Cemile kadar ünlü bir giriş yazısı ile okuyanları büyülemişti. Aytmatov’un önce Fransızcadan daha sonra da başka dillere çevrilerek bütün dünyada tanınmasında Aragon’un katkısı büyüktür.
İdris Nebi Uysal tarafından kaleme alınan “Gölgede kalmış bir eser: Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” adı geçen eser için yazılmış ufuk açıcı önemli çalışmalar arasında. İdris Nebi Uysal yazısında eserin farklı dönemlerde yapılan çevirilerine de kısaca değiniyor. Kambaralı Bobulov tarafından yazılan “Efsanevî bir aşk hikâyesi” adlı yazı ise Cemile yayımlandıktan sonra Kırgızistan edebiyat dünyasında meydana gelen polemiklerde Bobulov’un Aytmatov’u desteklemek için kaleme aldığı yazı olarak biliniyor. “Evli bir kadın kocasını bırakıp nasıl âşığının peşinden kaçar?” şeklinde özetlenebilecek düşünceye sahip olan Aytmatov karşıtlarına bu yazıda verilen cevap aynı zamanda ilk cevap niteliğinde.
Aytmatov deyince akla gelen önemli isimlerden birisi de Ramazan Korkmaz. Korkmaz’ın “Aytmatov anlatılarında ölümcül kaçış: İçki ve uyuşturucu” adlı önemli yazısı yine Aytmatov’un kahramanlarının yazgısını ele alıyor. Muhtar Avezov’un “Yolun açık olsun” adlı yazısının Aytmatov’un edebiyat dünyası içinde tanınmasında önemli bir payı var. Avezov yakın dostu Aragon’a Cemile’yi okuması için önermekle kalmayarak şiir gibi bir yazı ile onu koruması altına da almıştır. Kırgızistan’da meydana gelen sert polemiklerden Aytmatov’un zarar görmeden çıkmasında Avezov’un bu kısa yazısının önemi büyüktür. Edebiyat dünyamızca iyi bilinen, özellikle Sezai Karakoç’la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Turan Karataş’ın Elveda Gül-sarı temelinde kaleme aldığı “Hangi at yolda yorulmaz” adlı yazısı çok önemli ve içten tespitler içeriyor. Cengiz Buyar’ın Aytmatov’un yakın arkadaşlarından Osmonakun İbraimov’la yapmış olduğu röportaj büyük yazarla ilgili merak edilen birçok sorunun sorulduğu ve cevabının alındığı önemli bir çalışma. Fatih Özdemir’in “Cengiz Aytmatov’un hikâyelerinde hayvana bakış” adlı çalışması da kitabın içeriğini zenginleştiren önemli yazılardan birisi. M. Safa Karataş tarafından kaleme alınan “Cemile: İmge ve kurgu. Aşk ve anlatıcı” adlı yazıda Cemile romanının kurgusu ve işlenen imgelere değinilerek Aytmatov’un ne derece usta bir anlatıcı olduğu dile getirilmiştir. Mert Öksüz, “Onun iki masalı vardı-Aytmatov’un büyülü gerçekleri ve Beyaz Gemi” adlı yazısında Beyaz Gemi romanındaki mitoloji-gerçek çatışmasının Aytmatov’un yazarlık kariyerindeki yerine dikkat çekiyor. Gökcan Çelik, “Orta Asya’dan yükselen kadın çığlıkları: Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov’un kaleminden çağdaş bir dram Sokrat’ı Anma Gecesi” adlı yazısında Aytmatov ve Şahanov’un kaleme aldıkları “Sokrat’ı anma gecesi” adlı dramayı ele almış, dramada işlenen konulara ve verilen mesajlara değinmiştir. Hüseyin Aksoy, “Kültür taşıyıcıları olarak Aytmatov’un romanlarındaki kadınlar” adlı makalesinde Aytmatov’un Beyaz Gemi, Toprak Ana, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları ve Elveda Gülsarı romanlarındaki kadın karakterlerin hem tipolojik yönlerini hem de kültür aktarımındaki rollerini ele alıyor. Ferhat Uzunkaya, “Ekolojik tükenişe mersiye: Dağlar Devrildiğinde” çalışmasında Aytmatov’un Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı romanını ele alarak Caabars isimli kar parsı ve romanın başkişisi Arsen Samançin üzerinden insanın hem doğal hem de sosyal dengeyi bozarak kendi geleceğini tehlikeye soktuğunu belirtmiştir.
Bu çalışmanın edebiyat bilimi ile uğraşan öğrencilerimize, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatlarına gönül veren araştırmacılara ve bilim adamlarına faydalı olması dileği ile…
Salican CİGİTOV1:
CENGİZ AYTMATOV EDEBİYAT DÜNYASINDA BOY GÖSTERİYOR
Sevgili meslektaşım, kalem arkadaşım ve sırdaşım
Dr. Muzaffer Ürekli’ye atfediyorum.
Cengiz Bey ile ilk defa uzaktan tanışmam
Nisan 1952. Bişkek’teki beş numaralı ortaokulun sekizinci sınıfında okuyorum. Köyden geleli dokuz ay olmuş. Çoğunlukla Rus dilini öğrenmekle meşgul olmuş, sonunda masal okur, basit edebî eserleri okuyup anlar hâle gelmiştim. O zamanlar dükkânlarda, gazete bayilerinde kitaplar, dergiler ve gazeteler oldukça ucuz fiyatla satılıyordu. Bu yayınlardan ilgimi çekenleri satın alıyordum. Kesintisiz takip ettiğim bir süreli yayın Kırgızistan Komsomolü isimli gençler için çıkarılan Rusça bir gazeteydi.2
Bir gün bu gazetenin o günkü sayısında “Gazeteci Jüyo” isimli bir hikâyenin yayımlandığını gördüm. Yazarının “Cengiz Aytmatov” ve Bişkek’teki Ziraat ve Hayvancılık Enstitüsünde öğrenci olduğu bildiriliyordu. Hikâyeyi ilgiyle okudum. Bu hikâyede uzakta bulunan Japonya’da sokakta gazete satarak geçimini sağlayan Jüyo isimli bir çocuğun yeni bir savaşın çıkmasını önlemek için faaliyet gösteren gruplara nasıl katıldığı tasvir ediliyordu.
İşte o dönemde Sovyet yönetimi “Barışı Savunanlar Konseyi” isimli uluslararası bir birlik kurmuş, “dünyada barış olsun” sloganı ile siyasi kampanyalar yürütüyordu. Barışı Savunanlar Konseyi’nin yeni bir dünya savaşına karşı çıkılması yönünde yaptığı davetlerin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, kapitalist ülkelerde de destek bulduğu şeklindeki haberler gazete ve dergi sayfalarında birbiri ardına yayımlanıyordu. Dünya halkı arasındaki barışın korunması konusunu işleyen, savaş ateşini körüklemeye çalışanları suçlayan şiirler, hikâyeler ve makaleler her gün yayımlanıyordu. Yani, Sovyet gazeteleri barışın korunması konusunda yazılan edebî eserlere muhtaçtı. Öğrenci Cengiz Aytmatov da süreli yayın sayfalarında genç bir yazar olarak görünmek için dönemin Sovyet ideolojisinde güncel bir önemi olan bu konuya değinmiş, görmediği, bilmediği Japonya’daki bir Japon çocuğu üzerine bir hikâye yazmıştı.
“Gazeteci Jüyo” hikâyesini ilk defa okuduğumda beni nasıl etkilediği hatırımdan çıktı, ancak bir Kırgız gencinin Rusça bir hikâye yazmasının beni şaşırttığı hâlâ hatırımda. Bu konuyla ilgili olarak bir de aklımda kalan, okulun yatakhanesinde benimle birlikte aynı odayı paylaşan arkadaşlarıma Cengiz Aytmatov isimli bir Kırgız öğrencinin Rusça bir hikâye yazdığının müjdesini vererek gazeteyi gösterdiğimde odada hararetli bir tartışmanın çıkmasıdır: “Bu Kırgız değil herhâlde, Kazak olsa gerek!” demişti biri. “Niye Kazak?” dediğimde o, “Adı da soyadı da Kazakça!” demişti. Yine biri: “Kırgız olsaydı, adı Çınggıs değil de Çınggış, soyadı Aytmatov değil de Aytmamatov olmaz mıydı?” demişti. Sözün kısası, o kadar tartışmamıza rağmen bu yeni yazarın milliyetinin Kırgız mı, yoksa Kazak mı olduğu konusunda bir fikre varamadık. Ancak, ertesi gün hepimiz öğrendik ki, Cengiz Aytmatov benimle aynı sınıf düzeyinde okuyan Temir Şamşibayev’in eniştesi, bizim yatakhanemizde kalan, ancak başka bir okulda bizden bir üst sınıfta okuyan Lyutsiya Aytmatova’nın öz ağabeyiymiş.
Çok geçmeden o dönemde yılda üç dört defa Rusça basılan Kırgızistan isimli edebî bir almanağın yeni sayısını kütüphaneden aldığımda, içinde okuduğum “Gazeteci Jüyo” ile birlikte Cengiz Aytmatov’un “Aşım” isimli yeni bir hikâyesinin yayımlandığını gördüm. Bu hikâyede de Uluslararası Barışı Savunanlar Konseyi’nin yeni bir savaşın çıkmasının engellenmesi yönünde yaptığı davetin Kırgız köylerinde nasıl destek bulduğu konusu işlenmişti.
1952 yılı güzünde tatilden Bişkek’e döner dönmez söz konusu Kırgızistan Komsomolü gazetesinde C. Aytmatov’un “Mı idyom dal’şe” (Biz Daha da İleriye Gidiyoruz) isimli hikâyesini okudum. Hikâyede yaşlı bir murabın3 oğlunun Volga-Don Kanalı’nın inşasına katılması, kanal inşası bitmeye yüz tuttuğunda, Büyük Türkmen Kanalı’nın inşasına gitmeye hazırlanması konusu işlenmişti. O dönemde basın organları, Sovyetlerin diktatör lideri İ. V. Stalin’in tabiatın yeniden düzenlenmesi planının, özellikle “Komünizmin Büyük İnşaatları” genel ismi ile uzun uzun kanalların kazılmasının, vahşi çöller ile ıssız bozkırların kıyılarında orman alanlarının oluşturulmasının sürekli propagandasını yapmıştı. Dönemin bu güncel sorununun propagandasına C. Aytmatov’un da katkı yapmaya çalıştığı açıktı.
1953 yılının yaz ayları olmalıydı, ben Bişkek’teki Kırgız Dram Tiyatrosunun bir gösterisine okul arkadaşlarım ile birlikte gittiğimde Cengiz Bey’in şahsını ilk defa orada gördüm. “Şu adamın yanında duran benim eniştem” diyerek Kırgız’a benzemeyen, Kafkasyalı görünümlü güçlü kuvvetli bir gence doğru el sallaya sallaya kulağıma fısıldadı sınıf arkadaşım Temir Şammibayev (Cengiz Bey’in kaynı). Çünkü ben ona: “Yazarların hepsini uzaktan tanıyorum, sadece senin enişteni şimdiye kadar görmedim” demiştim.
Cengiz Aytmatov, eserlerini iyi bildiğim, kendisini de sokakta, yazar toplantılarında, tiyatrolarda daima gördüğüm dramacı ve nesirci Toktobolot Abdumomunov’un yanında oturuyordu. Her ikisi de gösteriye gösterişli, güzel hanımlarını getirmişlerdi.
Bundan sonra Cengiz Aytmatov ile Toktobolot Abdumomunov’un her zaman birlikte gezdiklerini sokaklarda, tiyatrolarda ve çeşitli kültür toplantılarında gördüğüm için biliyorum. “Eniştenle Abdumomunov sessiz sakin ikiz kuzular gibi sarmaş dolaş olmuşlar” dedim bir gün Temir’e. “O insan eniştemin yürekten dostu” dedi Temir. “Onun hanımı ile ablam Kerez de çok samimî.”
C. Aytmatov bir dostluk işareti olarak T. Abdumomunov’un “Dünürler” isimli hikâyesini Rusçaya tercüme edip “Kırgızistan” almanağında yayımlamak istemişti. Bu gerçek şu sebeple aklımda kaldı: Hikâyenin Rusçaya nasıl tercüme edildiğini merak ettiğimden aslı ile karşılaştırarak okumuştum.
1954 yılı eylülünden itibaren Kırgız Üniversitesinde okumaya başladım. O zamanlar Cengiz Aytmatov beni bir defa daha şaşırttı. Onun Kırgızca yazamadığını düşünürken tek bir Kırgızca dergi olan Sovyet Kırgızistanı’nda (kısa bir süre sonra Ala Too adını alan dergi) Cengiz Aytmatov’un “Ak caan” (Çiseleyen Yağmur) isimli hikâyesi yayımlandı. Hikâye özellikle alışıldık bir Kırgızcayla yazılmıştı!
O dönemde ben Rus dilini iyice öğrenmiş, örnek edebî eserlerin birçoğunu okumuştum. Özellikle, o dönemde ünleri yayılmaya başlayan Rus hikâyecileri Sergey Antonov ile Yuriy Nagibin’in yazdığı her şeyi okumuştum. Edebî eserlerin iyisini kötüsünü bir nebze olsun ayırabiliyordum ve Kırgız yazarlarının nesir türünde yazdıklarından, özellikle hikâyelerinden zevk alamıyordum. Ancak C. Aytmatov’un “Çiseyelen Yağmur”u beni eskisi gibi memnun etmişti. Çünkü bu hikâyedeki hayat olayları ile insan davranışları betimleme yönüyle ilgiyle okuduğum Rusça hikâyeleri çok andırıyordu.
Bundan sonra (yanılmıyorsam 1955’te) sözünü ettiğim Sovyet Kırgızistanı dergisinde genç yazarın “Tünkü sugat” (Geceki Sulama) ve “Asma köpürö” (Asma Köprü) isimli iki hikâyesi yayımlandı. Bu hikâyeler konu açısından orijinal değildiler, ancak Kırgız nesri için yeni bir ifade ve betimleme tekniği ile yazılmışlardı. Bu sebeple bu hikâyeler edebiyatla ilgilenen gençler tarafından çok beğenilmişler ve bazı edebiyat eleştirmenleri tarafından da olumlu bir şekilde değerlendirilmişlerdi.
C. Aytmatov bu yazdığı Kırgızca hikâyelerle edebiyat sahasında tanınmış, 1956 yılında Kırgızistan Yazarlar Birliği’nin teklifiyle SSCB Yazarlar Birliği üyeliğine kabul edilmiştir. Sanırım başlı başına bir kitabı çıkmadan resmî olarak yazarlık unvanı alan ilk Kırgız kalem erbabı bizim Cengiz Aytmatov’dur.
Zamanından önce olgunlaşmış gibi…
1956 yılında Moskova’da SSCB Yazarlar Birliği’ne bağlı iki yıllık “Yüksek Edebiyat Kursları” isimli yeni bir öğretim kurumu açıldı. Bu öğretim kurumunun açılmasındaki amaç Rusya’nın değişik kabilelerinde ve millî cumhuriyetlerde yaşayan, özel sosyal eğitim öğretim görmeyen ve gelecek vaat eden yazarların genel kültür düzeylerinin, özellikle mesleki (edebî) bilgilerinin geliştirilmesine yardımcı olmaktı.
Sovyet yazarları arasına katılması C. Aytmatov’a bu Yüksek Edebiyat Kurslarına kabul edilmesinin yolunu açtı. Yeni açılan bir öğretim kurumunun ilk öğrencileri arasına katılması genç Kırgız yazarının bir insan olarak kaderinin karşısına çıkardığı bir ilk talih kuşu gibi olmuştu. Moskova’da ek olarak aldığı eğitimin kendisinin entelektüel ve mesleki açıdan gelişmesinde büyük bir rol oynadığını Cengiz Bey sonraları yazdığı bir makalesinde şöyle belirtir:
İki yıllık bir eğitim çilesi benim gibi bir veterinere sadece sosyal ve teorik açıdan değil, pratik açıdan da büyük bir fayda sağladı. Özellikle, o dönemdeki seminerlerimiz, tartışma toplantılarımız benim için eser yaratma tecrübesi konusunda iyi bir mektep oldu. Ben de Moskova’nın kültür hayatındaki, özellikle edebiyatı ve tiyatro dünyasındaki yeniliklerin hepsini öğrenmeye, bilincime sindirmeye bütün gücümü verdim.4
Üstelik C. Aytmatov’un Moskova’da okuduğu iki yıl, Sovyet toplumunda uzun zaman süren Stalincilik zulmünün resmî bir şekilde şiddetle eleştirildiği ve faş edildiği, totaliter rejimin son derece yumuşadığı, aydınların eskiye göre daha özgür düşünme ve düşüncelerini ifade etme olanağı bulmaya başladıkları bir dönemdi. Bu yeni şartlar Sovyet bilimi, sanatı ve edebiyatına devletin kuru ideolojisinin dar çerçevesinden kurtulma, araştırma ve canlanma şansı vermişti. İdeolojik, ahlaki ve estetik araştırmaların özellikle Moskovalı entelektüel muhite zamanında karışması C. Aytmatov’un kendi başına eleştirel düşünme yetisinin sağlam bir şekilde uyanmasına ve gelişmesine aracı oldu.
Yine, İ. V. Stalin’in otoritesine sığınma uygulamasının resmî bir şekilde yürürlükten kalkması Cengiz Aytmatov’un kişisel kaderine de keskin değişiklikler getirmiştir. Önce, yalan bir iftirayla yok edilen babası Stalinizm zulmünün suçsuz bir kurbanı olarak tamamen aklanmış, sonra da kendisi “bir halk düşmanı ailenin bir üyesi” olarak hukuk sınırlamalardan, kariyerinin sekteye uğrama ihtimalinden arınmıştır.
Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 1956 yılı Şubat ayında gerçekleştirilen yirminci kurultayında, Sovyetler Birliği’ni 30 yıl kadar bir monarşi şeklinde yöneterek kurduğu totaliter yönetim gücüyle vatandaşlarına bilge, adil ve kutsal görünmeyi başaran İ. V. Stalin’in genel siyasi çalışmalarına olumsuz değer biçilmesi, ardından onun şehirlere, köylere, resmî kurum ve kuruluşlara verilmiş olan adının topluca çıkarılması, binlerce anıtının, portresinin ve kitabının yok edilmesi, hatta adı ve soyadının sözlü ve yazılı basında ifade edilmesinin yasaklanması, bütün Sovyet halkının, özellikle aydın kesimin birçok temsilcisini basit bir ifadeyle şoka sokmuştur. Çünkü, dış dünyaya kapalı bir toplumda, totaliter bir yönetimin kontrolü altında, devlet başkanına körü körüne inanma, yaltaklanma atmosferi altında yaşayan, tamamen ideolojik bir bilince sahip olan eğitim öğretim, sahtelikleri bir gerçekmiş gibi gösteren resmî görüşler ve başka azgın propaganda teknikleri aracılığıyla belli bir kalıba sokulan insanlar bir diktatör olan liderlerinin siyasi suçlarını, ülkede sosyalizm kurulması uygulamasının dramatik, hatta trajik yönlerini bilmiyorlardı.
İ. V. Stalin küçük bir halkın bağrından çıkan büyük bir insandı, bu sebeple millî Sovyet cumhuriyetlerinin yerli halkları arasında ona karşı güçlü bir saygı, sevgi ve inanç mevcuttu. Sonuç olarak dünyaya gözlerini henüz yuman sevgili liderlerinin altının kendi çırakları tarafından eşelenmesini Kırgız aydınları, özellikle Stalinizm zulmünden azap çekmeyen yazarları düşmanca karşılamışlar, diktatöre duydukları sevgiyi eskisi gibi korumuşlardır. Onlar, bir ilah gibi gördükleri Stalin’in bir daha yükselemeyecek gibi görünen itibarını haylazlığı, maceracılığı ve gözü kara kahramanlığıyla alt üst ettiği için yeni Sovyet lideri N. S. Kruşçev’i son derece dışlamışlar, ondan nefret etmişlerdir. Stalin ile Kruşçev’e karşı takınılan bu tür iki farklı tavır Kırgız yazarlar muhitinde uzun süre kendini gösterdi.
20. Parti Kurultayının gerçekleştirildiği sırada ben üniversite ikinci sınıfta okuyordum. Rus basını ve edebiyatında meydana gelen bütün yenilikleri en ince ayrıntılarına kadar okuduğum, canla başla bilgimi arttırmaya çalıştığım bir dönemdi. Ben taptaze bir yetimdim, “büyük terör” döneminde hapishanede öldürülen bir dedenin torunu ve bir dayının yeğeni, “halk düşmanı” olarak iki yıl hapiste kalan, sonra amansız bir hastalığa yakalanan ve bu hastalık sonucu ölen bir babanın oğluydum. Babam sağlığında hapishanede suçsuz yere azap çektiğini ve akrabalarının, yaşıtlarının ve dostlarının haksız yere suçlanarak cezalandırıldığını mırıldana mırıldana bıkıp usanmadan hikâye ederdi. Sonra da bizim köy ünlü Basmacı liderlerinden biri olan Canıbek Kadı’nın çıktığı, birçok gencinin Basmacılık Hareketi’ne doğrudan karıştığı, 1928 yılına kadar yeni hükûmete baş eğmeyen, kendi başına buyruk bir köydü. Bu sebeple büyüyüp yetişkin hâle gelen gençlerin büyük bir kısmı hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş, ülke dışına kaçmış, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakıp gitmişti. Felaketten sağ salim kurtulmuş olan yaşlılar beşer altışar bir araya geldiklerinde yeni yönetimin köy halkına uyguladığı horluğu bir masal gibi anlatıyorlar, Çarlık zamanına büyük bir özlem duyarak ağlaşıyorlardı. Ben onların o zamanlarda Sovyet Dönemini, yönetimini, Stalin başta olmak üzere liderlerini tasvip ettiklerini ya da övdüklerini hemen hemen hiç duymadım. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında çocukları kanlı meydana giden yaşlı kadınların Stalin’e karşı konuştuklarını çok defa duydum. Yine, dağ oyuklarından inip gelen çocuklar sokakta okula giderlerken: “Yüce Stalin Atamız / Sloganlarını saçarız / Evden dışarı çıkamayıp / Donsuz yatarız.” diyerek bir mâni söylüyorlardı. Bu mâniyi ileri gelenlerden birinin bir ozanı şaka olsun diye çıkarmış, münasebetsiz çocuklar da dillerine dolamış olsalar gerek. Kısacası, benim çocukluk çağım Sovyet yönetimine, Bolşevik Partisine ve Stalin’e sevgi göstermeyen, canı gönülden saygı duymayan bir çevrede geçti. Bu sebeple, Stalin’in birçok suçsuz insanın cezalandırılması kampanyalarının resmî olarak suçlanmasını ben hiç yabancılık çekmeden kabul ettim, mırın kırın etmeden destekledim.
Stalinizm eleştirildikten sonra ansızın 1920-30’lu yıllarda, yayımlanmış bulunan, ancak sonraları kütüphane arşivlerinde “hapsedilmiş” yatan kitap, dergi ve gazeteler açığa çıkarıldı. Bu yayınların birçoğunu dikkatle okuduğumda çok şaşırdım: Bizim okuduğumuz ders kitaplarında, siyasi ve bilimsel metinlerde SSCB tarihinin ilk dönemlerine ait birçok gerçeğin gizlendiğini, ters yüz edildiğini, aksinin gösterildiğini gördüm.
Stalinizm zamanında basın yayın organları, edebî eserler ve başka kitaplar aracılığıyla halka, memlekete dikte ettirilen teorik anlayışlar, dogma kökenli fikirler, basmakalıp mitler Moskova ile Leningrad şehirlerinde çıkan gazete ve dergilerin her bir yeni sayısında eleştirildi, çürütüldü ve tekrar gözden geçirildi. Eski ideolojik propagandaya karşı çıkan yeni düşünceler, görüşler ve çözümlemeler dile getirilmeye başladı; tarihî ve sosyal meseleler üzerine şiddetli tartışmalar yapıldı. Öncekilerden son derece farklı, yeni bir anlam ve içerik taşıyan edebî eserler yayımlandı. Ben bu antidogmatik makalelerin, son derece şiddetli tartışmaların, ilginç edebî eserlerin hemen hemen hepsini okudum, her gün yeni yeni bilgileri sindirme sürecinde yaşadım. Bu bilgiler bir hayal okyanusuna dalmamı sağladı, aklımı başımdan aldı ve beni çalışmaya zorladı, hatta bazıları can evimi zangır zangır titretti.
Kısacası, herhâlde ben kendi başına fikir yürütme, kim bilir ne zaman keşfedilen gerçekleri tekrar keşfetme, her türlü nesneye eleştirel gözle bakma doğrultusunda zorlu bir yola girip üniversiteyi bitirinceye kadar özgür düşünme yetisini bir nebze olsun geliştirebildim. Uzun söze gerek yok, Stalin’in otoritesine sığınma âdetine darbe vurulduğunu, onun ideolojik siyasetinin ve ülkeyi yönetme metodunun bir kenara itilmesinin her açıdan yerinde olduğunu, özellikle bilim, sanat ve edebiyat için yeni perspektiflerin açıldığını kendi gözlerimle görmüştüm. Aralarına karıştığım birçok öğrenci ise özellikle aralarında yazarlık sevdasında olanlar, hatta yaşı bizden büyük olan yazarlar Kruşçev’in Stalinizm zulmünü eleştirmiş, onun Sovyet insanını haksız yere suçlanma ve cezalandırılma korkusundan kurtarmasının, entelektüeller için özgür düşünme, gelişme ve çalışma imkânı yaratmasının değerini anlamamışlardı. Aksine, kendilerinin yakından tanımadıkları Stalin’in şahsını, yönetim şeklini ve devrini överek ve savunarak Kruşçev’in topluma soktuğu yenilikleri dışlamışlar, kendisinden hiç de hoşlanmamışlardı.
Ben bizim aydın insanlarımızın faydasından çok zararı dokunmuş olan Stalinizm’e büyük bir darbe vurduğu için Kruşçev’i dışlamalarına hayret ederdim. Bunun sebeplerini ne anlamış ne de birilerine anlatabilmiştim. Ancak bir gün profesyonel hırsızlığı dolayısıyla uzun yıllar hapishanede kalan bir yazarın çok ilginç bir kitabını okurken bu kitaptan işte şöyle bir hayat gerçeğini öğrendim:
Anlaşılan 15-20 yıl hapishanede kalıp hazır yemek, yatak, iş ve banyodan faydalanmaya iyice alışmış bir insan cezası bitip dışarı çıktığı zaman kendi başına yaşamanın meşakkatleriyle yüz yüze gelirmiş. Kendi başına ev araması, iş arayıp bulması, kazandığı parayla gidip yiyecek alması, bunlardan yemek yapması, kendi başına banyoya gitmesi, kendi başına giysilerini, çarşaflarını değiştirmesi çok büyük bir emek gibi görünürmüş. Sonra o insan kendi başına yaşamaya çalışma çabalarından ürker, özgür yaşamaktansa hapishanede alışmış olduğu yaşamını tercih edermiş, basit bir suç işleyip tekrar hapishaneye düşer, zorluk çeken canını rahata erdirirmiş.
Bu gerçek beni son derece şaşırttı ve aniden birçok Kırgız aydınının Stalin’i sevip Kruşçev’i dışlamalarını aklıma getirdi. Onların bu davranışları da geçmişi uzun yıllara dayanan bir hapishaneden çıktıktan sonra kendi başlarına yaşama imkânından ürken, usanan, kendini bırakıveren, tekrar hapishane şartlarını arzu eden insanların davranışlarına benziyordu. İster kabul etsinler ister etmesinler, N. S. Kruşçev, Stalinizm belasını ortaya dökme yoluyla Sovyet aydınlarını Stalinizm’in manevi hapishanesinden çıkarmış, onlara: “Her biriniz kendi başınıza düşünün, her türlü gerçeğe kendi aklınızla ulaşın” gibisinden bir işaret vermişti.
Ancak kendi başına düşünme hareketi kendi başına geçimini sağlama zahmetinden çok daha meşakkatli bir işti. Bu yüzden totaliter yönetim şartlarında eğitim alan ve çalışmaya alışan birçok Kırgız aydını kendi başına aklını çalıştırma, düşünme gayreti içine girme, kendi başına dünyayı tanıma ve hayatın gerçeklerini kafa göz yara yara keşfetme zamanı geldiğinde böylesine meşakkatli bir işten tedirgin olup kaçmaz, kendi başına bata çıka ilerlemeye çalışmadan fikir yürütme mecburiyeti talep etmeyen Stalinizm’in manevi hapishanesini özlemez miydi?
Elbette, Stalinizm yönetimi tarafından aşağılanarak büyümesi dolayısıyla Cengiz Aytmatov bu yönetimi yaratan 30 yıl kadar hüküm süren diktatör liderin son derece büyük itibarının öldükten hemen üç yıl sonra resmî bir şekilde alaşağı edilmesini, onun zulüm siyasetinin açıkça suçlanmasını olumlu bir şekilde kabul etmeye psikolojik açıdan hazırdı. İkinci olarak bu psikolojik hazırlıkla birlikte, kendisinde bir bilinç uyuşmasının gerçekleşmemesi, atak ve yetenekli kalabilmesi de onun yeni bir siyasi muhit tarafından yaratılan fikirleri canı gönülden sindirmesini, totaliter yönetimin birdenbire yumuşamasının ardından Sovyet aydınları için ortaya çıkan elverişli şartlardan zamanında başarılı bir şekilde faydalanmasını mümkün kılmıştır. Üçüncü olarak Cengiz Aytmatov Sovyet toplumunun siyaset, ideoloji ve kültür hayatında bir yenilik süreci ortaya çıktığında, ideolojik canlanma ve araştırma açısından yanı başındaki Moskova aydın muhitinde yaşamıştır. Bu durum da yukarıda belirtildiği gibi, onun bilincinin yoğun bir şekilde harekete geçmesi, Sovyet eğitim ve öğretiminden aldığı yalan kavram ve silüetlerden hızlı bir şekilde kurtulması ve bilgisini eleştiri gözüyle denetlemesi için çok güçlü bir dürtü olmuştur. Kısacası, Sovyet toplumunda kara kışın birdenbire ilkbahara dönüşüverdiği bir dönem (ılık rüzgârların esmeye) başladığı bir sırada, Moskova’da geçirdiği iki yılın genç Kırgız yazarı için manevi açıdan atik bir şekilde gelişme, özellikle dünyaya kendi gözleriyle bakma, kendi başına düşünmeye alışma, yaratıcılık fantazisini istediği gibi özgürce kullanabilme ve kelimeleri kullanma konusunda çile çekerek çalışma tecrübesini zenginleştirme, estetik zevkinin güçlenmesiyle kendini göstermeye başlama dönemi olduğunu belirtmek için yeterli dayanak bulunmaktadır.
Yüksek Edebiyat Kurslarında okumanın yine başka bir olumlu tarafı vardı: Burada okuyan yazarlara doğru dürüst burs, yeterli boş vakit ve yurtta ayrı bir oda veriliyor, bu yazarların geçim problemleriyle dikkatlerinin dağılmaması, huzurla oturup yeni eserler yazmaları için uygun şartlar yaratılıyordu. Cengiz Aytmatov bu fırsattan da başarılı bir şekilde yararlanmış, yenilenmiş olan düşünme yetisini, hayallerini, zevkini harekete geçirerek bedii metinler yazma arzusuna kapılmış, o ilhamla hemen “Betme bet” (Yüz Yüze), ardından “Cemile” hikâyesini yazmıştı.
Rusça yazılan “Yüz Yüze”nin metni ilk önce 1957 yılında Sovyet Kırgızistanı gazetesinin sayılarında birbiri ardına uzun zaman yayımlandı. Moskova’da çıkan Literaturnaya Gazeta, Komsomolskaya Pravda ve İzvestiya isimli yeni bilgilerle oldukça zenginleştirilmiş olan gazetelerin bir sayısını bile kaçırmadan okuyan benim gibi bir insana yeni düşünceler için son derece zayıf olan Sovyet Kırgızistanı’nın o kadar da ilginç gelmemesi dolayısıyla ben bu gazeteyi sürekli takip etmiyordum. Bu sebeple bu gazetenin bir yerlerinde “Yüz Yüze”nin yayımlanmakta olduğu dikkatimden kaçmıştı. Bunun haberini ben troleybüste giderken aydın görünüşlü yaşlı başlı Rusların ağzından işittim. İki Rus kendi aralarında Cengiz Aytmatov’un “Yüz Yüze” isimli yeni eserinin Sovyet Kırgızistanı’nda basılmakta olduğundan bahsetmekteydi. “Hikâyenin başı oldukça ilginçmiş, kalanı da böyle ilginç çıkarsa edebiyat için bir yenilik olur.” dedi biri. “Kırgızlardan da gerçek bir yazar çıkacağa benziyor,” dedi diğeri. Daha sonra da her troleybüse bindiğimde bazı Rus yolcuların gazetenin her sayısında basılan “Yüz Yüze”den bahsettiklerini, bu hikâyede betimlenen hayat olaylarının o sıralardaki güncel siyasi olaylarla ilişkilendirildiğini duyuyordum.
Anladığım kadarıyla, Bişkek’in Rus okurlarının ilgisini “Yüz Yüze”de savaş dönemi köy hayatındaki zorlukların inandırıcı bir şekilde gösterilmesi çekmişti. Çünkü savaştan sonra yayımlanan edebî eserlerin hemen hemen hiçbirinde memleket içlerinde kalan sıradan halkın savaş sırasında mecbur tutulduğu ağır çalışma koşulları, yokluk, kaygı, üzüntü ve sıkıntı içindeki yaşamları konu edilmemişti. “Yüz Yüze”de ise o dönemdeki hayat gerçeklerinin birçok olağan şekli açık bir şekilde yansıtılmıştı.
“Yüz Yüze”nin Rusça tam metnini Literaturnıy Kırgızstan (Kırgızistan Edebiyatı) dergisinde, aynı yazar tarafından Kırgızcalaştırılmış olan varyantını işte bu 1957 yılında Ala Too dergisinde okudum. 1958 yılı başlarında “Yüz Yüze” o dönemde Moskova’da çıkmakta olan önemli edebiyat dergilerinden biri olan Oktyabır (Ekim) dergisinde yazarın Rusça yazdığı varyant ile değil de Kırgızcadan Rusçaya tercüme edilmiş bir eser olarak yayımlandı. Aslında hikâyeyi yazarın kendisi Rusça yazmıştı ancak hikâyenin Rusçası üslup açısından dergi yönetimince beğenilmemiş olmalıydı, hikâyenin dilinin yumuşatılması görevi V. Drozdov isimli bir yazara verilmişti. “Yüz Yüze”nin Literaturnıy Kırgızstan dergisinde yayımlanan varyantı ile Oktyabır dergisinde yayımlanan varyantını karşılaştırarak okudum, tercümanın hikâyeyi Rus diline akıcı, anlaşılır ve bedii güzellikler katarak tercüme ettiğini anladım.
Yine, “Yüz Yüze” Kırgız edebiyatının Moskova’da çıkan önemli edebiyat dergilerinden birinde ilk defa yayımlanan bir hikâye olmuştu.
“Yüz Yüze” hikâyesi, C. Aytmatov’un sanat açısından umulmadık derecede büyük bir sıçrama yaptığını gösteren güzel bir metindi ancak bu metin hem Kırgızcası hem de Rusçasıyla sıradan okurların ilgisini çekerken Kırgız yazarlarının, özellikle edebiyat eleştirmenlerinin umurunda olmamıştı. Gazete ve dergilerde bu hikâyeyi değerlendiren eleştiri yazıları ya da makaleler çıkmamıştı. Ben bu durumu bir adaletsizlik olarak görüp “Yüz Yüze” hakkında bir makale yazmaya başladım.
O dönemde üniversite dördüncü sınıfı bitirmek üzereydim. Benden bir sınıf üstte okuyan, öğrencilik döneminde dahi hikâyeleri ve eleştiri makaleleri ile göze çarpmayı başaran en yakın dostum Kambaralı Bobulov (1936-2003) dördüncü sınıfı bitirir bitirmez Ala Too dergisinin edebî eleştirmenlik bölümünde işe alınmış, bir yıldan beri hem okuyor hem de çalışıyordu. Dergi, eleştiri makalelerine hasret kaldığından Kambaralı bana üç dört makale yazdırmış, yayımlatmıştı. Bu makalelerden sonra ben edebiyat muhitinde tanınmıştım ve yine eleştiri amaçlı uzun bir metin yazarak memleketi şaşırtmak niyetindeydim.