Kafka'dan Coelho'ya Yakın Okumalar

Tekst
Autor:
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Kafka'dan Coelho'ya Yakın Okumalar
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Orhan Söylemez
“Kafka’dan Coelho’ya Yakın Okumalar”

Mehmet Kaplan Şiir Tahlilleri 1. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kitabının önsözünde “… hiç bir metin, muayyen bir usûle ve düşünceye göre okunmadıkça, kendiliğinden bize derin bir fikir vermez. Yazılı metin de tabiat gibidir. Sırlarını ancak kendisine hususî sualler sorana açar.” diyor.1 Göstergebilim profesörü İtalyan yazar Umberto Eco, gerek Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti2 gerekse Yorum ve Aşırı Yorum3 adlı kitaplarında, eser ve okuyucu arasındaki ilişkiyi irdeler. Anlatıyı bir “orman”a benzeten Eco, anlatı okurlarını da ideal okur, örtük okur, gücül okur, gerçek okur olarak tanımlamalar. Gerçek okuru “bir metnin gizinin, metnin boşluğu olduğunu anlayan” okur diye tanımlayan Eco, “yorum sürecini ‘anladım’ diyerek bitirenleri de “kaybedenler” olarak kaydeder. Eco, 1984 yılında Columbia Üniversitesi’nde lisansüstü seminerleri verdiği dönemde “bir metni titizlikle incelemenin, ‘yakın okuma’yı uç noktalarına vardırmanın o metnin büyüsünü yok etmediğini” bir kere daha fark eder. (Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, s. 25) Çünkü dönem ödevleri ilginçtir ve onlardan öğrendiği pek çok şey vardır. İşte elinizdeki bu çalışma da lisansüstü seminerler sonunda dönem ödevleri içinden seçildi. Her bir yazı farklı bakış açılarıyla, farklı “yakın okuma”larla ortaya çıktı. Daha önce Atatürk Kültür Merkezi tarafından 2010 yılında basılan Cengiz Aytmatov: Tematik İncelemeler adlı kitap da bu şekilde ortaya çıkmıştı. Oradaki yazılar genç akademisyen adaylarının Aytmatov okumalarına ayrılmıştı. Bu çalışmada ise Yevgeni Zamyatin, Ayn Rand, Elçin, Paulo Coelho, Franz Kafka, Hermann Hesse, Yuri Buyda, Aytmatov gibi önemli yazarların romanları ile İtalyan yazar Dino Buzzati’nin bir hikâyesi “yakın okuma”larla incelendi.

Burada “yakın okuma”dan maksat, bir metni belli bir bakış açısıyla veya yorumlama metoduyla titizlikle okumanın ve incelemenin sonunda belli bir yoruma varılabilmesidir. Hilmi Yavuz da John Berger’in Görme Biçimleri’ne özenerek kitabının adını Okuma Biçimleri koymuştu. 4 Hilmi Yavuz “okuma biçimlerinden” maksadının “bir edebî metnin okunma, yorumlanma ve anlamlandırma biçimlerini” kastettiğini belirtiyordu kitabında. Bu kitapta yazıları olan lisansüstü öğrencileri de hiçbir iddiaları olmadan sadece seminer dönem ödevi olarak farklı yöntemlerle “okuma” işini yakından yaptılar, satır aralarına baktılar, bağlantılar kurmayı denediler, yorumladılar ve anlamlandırmaya çalıştılar. Birbirleriyle tartıştılar, eleştirdiler, katkılarda bulundular.

Samet Azap, Michel Foucault’un Özne ve İktidar’ına göre Yevgeni Zamyetin’in Biz romanında distopya ya da öznenin yitimini yazdı. Michel Foucault “Hepimiz yaşayan ve düşünen özneleriz” diyordu. İdeal bir toplum düzeni insanlarca sorgulandı, sorgulanmaya da devam ediyor. İnsanlardaki bu arayış sonunda ütopik bir dünya arzusunu beraberinde getirdi. 20. Yüzyılda iki dünya savaşı ile değişen dünya düzeni, özellikle 2. Dünya savaşının getirdiği değişimler, totaliter rejimlerin baskıları, hayatını kaybeden milyonlarca insanın varlığı insanları umutsuzluğa sürükledi. Eli kalem tutan sosyal bilimciler ve toplum için kafa yoran yazarlar, ütopyanın bir eleştirisi olarak distopik anlatılar kaleme aldılar. Distopik ya da anti-ütopik anlatıların ilkleri arasında gösterilen Yevgeni Zamyetin’in Biz anlatısı da normalleştirilen, sürü haline getirilen bireyler üzerinden bir sistem eleştirisini içerir. Azap, Biz anlatısını Michel Foucault’nun Özne ve İktidar kitabındaki “özne” ve “iktidar” tanımlamalarından hareketle irdeledi, iktidarın özneye hem özgürlük hakkı veren hem de boyun eğdiren paradoksal yapısı ile Biz anlatısındaki totaliter rejimin efendisi ile numaralarla bireysel kimlikleri silinen kitle arasındaki benzerlikleri ortaya koydu. Kimliksizleştirme politikası ve iktidar ile özne arasındaki ilişki Zamyetin’den sonra kaleme alınan 1984, Cesur Yeni Dünya, Ben gibi anlatılara da ilham kaynağı olmuştur. Biz anlatısı, baskıcı rejimlerin sorgulama yöntemlerine ve sonraki anlatılara kaynaklık etmiştir.

Alev Gültürk, yine aynı baskı düzenini sorgulayan Ben romanını “Varoluşçu” felsefenin ışığında “yakın okuma”yla irdeledi. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne siyasî mülteci olarak sığınan yazar Ayn Rand’ın “iyi, kötü, doğru, yanlış birçok kelime biliyorum. Ama bunların içinde kutsal olan bir tane var, o da “ben” sözü üzerine düşünen Gültürk, romanı ‘tüketim toplumuna, insanların üstünlük kurma savaşına, modern dünyanın ezberlettiği tek düze hayata karşı haykıran, başkaldıran ‘ben’in sesi olarak yorumladı.

Güçlü anlatılar karakter yaratma ve geliştirme yeteneğiyle yakından ilintilidir. Ayn Rand’ın Ben adlı anlatısı da yarattığı karakterin benlik ve sevme gibi yaşamsal izlerin yok edildiği ilkel bir toplumda “ben olma” yolundaki bireyselliğe ulaşma arzusunu anlatır. Ben, bireylerin değil toplumların romanı olarak algılansa da bireyin var olma yolundaki çabasını geçtiği sınavlardan sonra erginlenmesini ve kendini gerçekleştirmesini imler. Bu eser, toplumun ışığı olan bireyin, birey olmasını sağlayan birçok şeyin yok edilmesi, kaldırılması ile insanları mutluluğa ulaştırdığını düşünen diktatör yönetimlere karşı yazılmıştır. Yazar, herkesin eşit olduğu, herkesin aynı paydada buluşması zorunluluğunu taşıdığı seçme, tercih etme özgürlüğünün bulunmadığı düzene karşıdır.

Faruk Kıral, öznenin nesneleştirilmesi üzerine düşüncelerini Yuri Buyda’nın Sıfır Treni romanı üzerindeki “yakın okuma”sıyla somutlaştırdı. Buyda’nın eserinden alıntıladığı “Mişa Lando: Burası öldürücü bir yer, demişti bir keresinde.” (Buyda 2001: 19) cümlesiyle mekânın insan üzerindeki etkisini de özetledi.

Benliğin gelişme süreci, sosyal hayata paralel olarak, bireyin tüm hayatı boyunca devam eder. Bu açıdan bakıldığında “benliğin”, sosyal faktörlerin sürekli işlendiği ve neticede davranış biçimlerinin oluşturulduğu bir alan olduğu söylenebilir. Dolayısıyla “benlik” insanların olduğu her alanda tabi olunan grupça şekillendirilir. Sosyal bir varlık olan insan, kendi şekillendirdiği devlet adlı kurumun ideolojisince eğitim alır, bireyselliğini yitirerek herkesleşir. Bu süreç içerisinde birey bazı rejimlerce benliğini tamamlarken bir taraftan da özünden uzaklaşarak kendi kurduğu rejimin kölesi olur. Baskıcı rejimlerde bireyi feda ederek rejimin ayakta kalması temel anlayıştır. Bireyin yok edilişi ile beslenen bu rejimlerde kalkınma, üretim, kazanç ve maddi unsurlar için birey önemsiz bir metadır.

Yuri Buyda’nın Sıfır Treni Komünist Sovyet Rusya döneminde yaşananların bir kesitini gözler önüne serer. Bu kesit, Sovyet Döneminin baskıcı tutumunu, sürgünleri, kıyımları, bireyin belleğinin yok edilişini ve bireylerin, ölümüne faydacı bir anlayışla kullanılmasını ortaya koyar.

Benzer bir roman da Azerbaycan edebiyatının önemli kalemlerinden Elçin’in eseri Ölüm Hükmü’dür. Evren Çelenk, eseri “Kaçınılmaz yazgı ve ölüm hükmü” olarak yorumladı. Roman, hangi çağda ve hangi sosyal düzende olursa olsun Yaratıcının verdiği hükmün asla değişmeyeceği temasını işler. İnsanoğlunun kendince kurduğu idare, biçim ve sistemler sosyal ve beşeri nizamlar, kısacası rejimler aslında–ilahî kanunlar göz ardı edildiğinden-bir inkâr, değiştirme ve yok saymadır. Başarıya ulaşması da mümkün değildir. Romanda; hayat, ölüm, Allah’ın varlığı, insanoğlunun zalim yapısı gibi insanla var olagelen ontolojik sorunların sorgulanması eserin felsefi arka planını gösterir.

20. Yüzyıl Azerbaycan’ında özellikle ‘Ekim Devrimi’ sonrası şekillenmeye başlayan yeni siyasal ve sosyal yapılanma içerisinde yaşanan olayları konu edinen Ölüm Hükmü, kahramanların hayat hikâyeleri ve kavşak noktalarında yaşanan kimi zaman trajik, kimi zaman trajikomik bazen de dramatik durumlarını dikkatlere sunar.

Eserlerinde felsefî derinliği olan Elçin’in incelenen ikinci romanı Mahmut ile Meryem’dir. Yeliz Akar eseri kültürel değerlerin yaşatıcı yüzü Âşık Abdulla etrafında “yakından” okudu ve eserde insana ve onun oluşturduğu topluma ait sosyo-psişik ve sosyo-kültürel dokunun izdüşümlerini aradı ve buldu.

Romanda sosyo-psişik ve sosyo-kültürel oluşumun taşıyıcısı Âşık Abdulla, çalışmanın başat noktasıdır. Nesne ve insan arasındaki ilişkinin önemli bir boyutuna işaret eden Âşık Abdulla, hem sazı ile yaşadığı çağın ruhuna tanıklık eder hem de zamansal ve mekânsal boyutta çözülen değerlere karşı “kendi oluş”u simgeler. Trajik yazgıya mahkûm edilen Âşık Abdulla, Mahmud ve Meryem’in yaşamsal süreçlerinin nasıl sonlandığına işaret ederken, tüm erki elinde bulunduran Gara Beşir’in acımasızca katlettiği sesin bellek mekânındaki etkisi çok ağır olmuştur.

 

Tuba Dalar, günümüz dünya edebiyatının en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho’nun Zahir isimli romanında tasavvufî unsurların peşine düştü. “Yakın okuma” neticesinde yazarın “içsel bir yolculuğun üzerine inşa ettiği Zahir romanını” aşk, tecelli, vahdet-i vücut, masiva gibi tasavvuf ıstılahları eşliğinde, bireyin kemale erişme sürecini sembolik bir söylemle işlediğini gördü ve yazdı. Mevlana ve onun eseri Mesnevî’den etkilendiğini herkesin bildiği Coelho’nun bu eserindeki yapıyı oluşturan diğer unsurlara zaman zaman değinilse de ağırlıklı olarak vaka birimleri üzerinden söz konusu tasavvuf unsurları ayrıntılarıyla açımlandı.

Ferhat Uzunkaya, yine Coelho’nun bu defa Hac romanını René Girard’in “Üçgen arzu modeli” bağlamında “yakından okudu” ve yorumladı. Coelho’nun Hac isimli romanı, kahramanın (Paulo) Pirene dağlarından yola çıkarak Santiago de Compostela’ya kadar uzanan 700 kilometrelik eski ortaçağ hac yolculuğuna çıkması üzerine kuruludur. Genel olarak “simgesel anlamda yürünen bir yol romanı olan eser, yatay boyutuyla Santiago de Compostela’ya, dikey boyutuyla ise insanın kendi içine yaptığı yolculuğu simgeler.

René Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat’te arzunun öykünmeci doğasını “üçgen arzu modeli” ile betimler. Buna göre üçgenin köşelerinde arzulanan nesne, arzulanan özne ve arzunun dolayımlayıcısı vardır. Girard, öznenin özerkliğini ve arzunun kendiliğindenliğini yücelten anlatıları, “romantik yapıt”a bağlı basit anlatı türleri, roman kahramanlarının yüceltilmesini sağlayan ve deşen, aldanış mekanizmalarını gösteren ve böylece arzunun dolayımlanmış niteliğini açığa çıkartan metinleri ise “romansal yapıt”a bağlı anlatılar olarak görür. Bu okumada Uzunkaya, Coelho’nun Hac romanını nesne, arzulanan özne ve arzunun dolayımlayıcısı bağlamında değerlendirdi.

Sevda Geçen, Hermann Hesse’nin Siddhartha’sını “yakından okudu” ve tematik bir inceleme ile ruhun labirentlerinde dolaşarak Nirvana’ya yol açtı. İnsanı sorguladı, onun huzur arayışına ışık tuttu. Bu arayış içerisinde insan, kimi zaman ruhun lâbirentlerinde kayboldu, kimi zaman ise rehberlerinin yardımıyla “kendini/ben’ini ve “kendi/ben”inin makro kozmiksel açılımı olan “evren”i tanıyarak töze ulaştı. Bu arayış mücadelesinde bireye yapıtlarıyla yol gösteren Hermann Hesse, eserlerinde idealizmle nihilizm arasında gelgitler yaşayan, sorgulayan, mutlak huzura ulaşmak için sürekli arayış içerisinde olan bireyin yaşam serüvenini anlatır. Manevi bir susuzluk içerisinde yaşayan roman kahramanı genç Siddhartha’nın “ben”ini yenip “öz ben”ini bulması ve sonsuz mutluluğa/ Nirvana’ya ulaşması” üzerine kurgulanan eser, çağın hırçın ruhlarına ilaç vazifesi görür.

Hamide Aliyazıcıoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Musiki hikmete dair fendir / Bilene bilmeyene ruşendir / Nice esrarı var idrak edecek / Yer gelir sineleri çak edecek dörtlüğü ile musikiye dikkat çekti. Daha önce çok fazla dikkat edilmeyen, yalnızca “Cemile” hikâyesindeki türküleri kültürel kimliğin oluşma ve korunma mekânları olarak ele alındığı yazılar vardı. Aliyazcıoğlu, “yakın okumaları” ile Cengiz Aytmatov’un eserlerinde musikiyi mercek altına aldı.

Müziğin insanın duygusal ve düşünsel hayatı üzerine olağanüstü tesiri, pek çok düşünürce tanrısal bir etki olarak nitelendirilmiştir. 13. yüzyılın büyük mutasavvıf ve düşünürü Mevlana Celaleddin-i Rumi, müziğe “elest bezmi’nin avazesi” diyerek Allah’ın “bezm-i elest”te insanlara müzik ile seslendiğini, bu sebeple müziğin ruhlara hitap eden kutsal bir dil olduğunu bildirmektedir. “Müzik… herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegâne dildir.” Hilmi Yavuz bir yazısında Prof. Dr. Tuna Ertem’in bir yazısına atıfla “müzikal roman” kavramından bahsediyor. Romain Roland’ın ilk defa kullandığı bu kavramdan hareketle geleneksel roman ile müzikal roman arasındaki farkı da “geleneksel romanın malzemesi olaylardır, Romain Roland’a göre de müzikal romanın malzemesi ise duygulardır” tespitini yapıyor.5 Aytmatov’un da “Cemile” adlı hikâyesinden başlayarak diğer romanlarında Kırgız müziğinin ezgilerini görmek mümkün olduğuna göre bu bakış açısıyla “yakın okuma” yapmanın ilgi çekeceğini umuyorum.

Bu düşünce, Eski Yunan felsefesinde de görülür. Yunanlılar, müzik sanatını insanlara hediye eden ve onu koruyan bir tanrının varlığına inanırlardı. Müziğin koruyucusu olan bu tanrının adı “Mü” idi. Nitekim “musiki, musika, muzika, müzik” kelimeleri Yunanca kökenlidir ve “perilerin konuştuğu dil” anlamına gelir. Bu durum, eski çağlardan itibaren, doğuda ve batıda müziğe tanrısal özellikler atfedildiğini gösterir. Çinli filozof Konfüçyüs, “Bir kimse müziği elde ederse, kalbini düzeltir. Temiz, nazik, inançlı bir kalp kendiliğinden gelişir. Eğer kalbin içinde müzik oluşmazsa, o zaman yalancılık ve hile girer.” diyerek müziğin bireysel ve toplumsal manevi bir eğitim unsuru olduğunun altını çizer. Türk müziğinin büyük bestekârı Hamamizade İsmail Dede Efendi de “Musiki, ahlak-ı beşeri tasfiye eden bir ilm-i şeriftir.” (Musiki, insan ahlakını arındıran kutsal bir ilimdir.) der.

Hamide Aliyazıcıoğlu, geçtiğimiz yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan Cengiz Aytmatov’un Dişi Kurdun Rüyaları, Elveda Gülsarı, Kassandra Damgası, Dağlar Devrildiğinde romanlarındaki musiki üzerinde durdu ve yazarın musikiye bakışını ortaya koydu.

Franz Kafka’nın Dönüşüm anlatısı Kafkaesk denilen türün ortaya çıkmasında büyük role sahiptir. Romanda bir insanın masalsı düzeyde değişiminin, böceğe dönüşümünün sorgulamaya yer bırakmayacak ölçüde gerçekçi paradigmalarla sunulması, eseri klasik bir eser olmaktan öte onu katmanları olan ve her okunduğunda yeni anlamlar çıkarılmasını sağlayan toplumsal ve bireysel varoluşları ya da yıkımları yansıtan canlı bir organizma olarak görmeyi sağlar. Eseri psikofelsefi bakış açısıyla “yakından okuyan” Emrah Gürsu, yazarın “Bir kafes kuş aramaya çıkmış.” sözüyle olaylara tersinden nasıl bakabildiğini göstermiş.

Değişimde başkarakter Gregor Samsa’nın toplumdan kendini soyutlaması ve kendini topluma ait hissetmemesi sonucu böceğe dönüşmesi ve dönüşümden sonra aile için bir kambur halini alması psikolojik ve felsefi açıdan birçok sorunsalı yansıtmaktadır. Eserde başkarakterin yabancılaşma izleği, Kafka’nın yaşamış olduğu bunalımların bir yansıması olarak ortaya çıkar. Bu yabancılaşma Gregor Samsa’nın toplumla bağlarını koparmış bir kişi olarak şizoid karakterinin yansımalarını verir. Aynı zamanda değişim olgusunun boyutları ve bu değişimden sonra nesnelerin karakterlerin gelişimlerine bağlı kalarak yeni boyutlar kazandığı görülür. Bu yönüyle nesnelerin basit bir eşya olmadıkları ve işlevsel yönünün romanın tematik yapısına etkisi açıktır. Sadece psikolojik yönlü değil aynı zamanda felsefi açıdan da romanın katmanları olduğunu gösterir. Bu bakımdan eser dikkatle ve “yakından okunmuş” ve baştan sona kadar esere varoluşçu nihilizmin hâkim olduğu ortaya çıkmıştır.

Nihayet Recai Ataseven, Andre Gide’in “Bir anlatıyı daha iyi anlatan onun iç anlatısıdır.” diyerek İtalyan yazar Dino Buzzati’nin kitabını da ismini veren “Tanrıyı gören köpek” anlatısını Husserl’in fenomenoloji kuramı çerçevesinde fenomenolojik bir bakış açısıyla “yakından okudu” ve yorumladı. Ataseven ayrıca homosemiyotik (açıkça söylenenin dışında) bir okumayla da anlamaya ve anlatmaya çalıştı.

“Tanrıyı gören köpek” sözün görsel gerçeklik karşısındaki anlık yenilgisini, bireyin sıradanlık zehriyle mayaladığı köreltici iksiri ve kendiyle yüzleşmekten soluk soluğa kaçışını yalın bir dille okuyucuya aktaran etkileyici bir anlatıdır. Hikâyenin neredeyse tüm kişileri, tarihsel bir döngü olan sıradanlaşma ve ötekileşme kaygısının neden olduğu kendine dönüş imkânının evrensel aktörleri gibidir.

Edebi anlatılarda, günlük dilin ötesinde anlamsal derinlik içeren sembolik bir dil kullanılır. Okuyucuya çok katmanlı yapısıyla anlamlar dünyası sunan bu sembolik dilin anlaşılmasında farklı eleştiri kuramları ve değerlendirme metotlarından yararlanılır. Bu kuram ve metotlar sayesinde metnin içinde saklı kalan anlamlara ve bu anlamların sosyo-kültürel boyutlarına ulaşılabilir. İşte bu çalışmada da birden çok önemli yazarın eseri farklı bakış açılarıyla ve “yakın okumalarla” irdelendi ve ortaya elinizdeki kitap çıktı.

Lisansüstü çalışmalarının ne kadar önemli olduğunu ve yapılan araştırmaların, incelemelerin, yazılan yorumların kaybolup gitmeden kayda alınması gerektiğini belirtmeye gerek yok. Bu çalışmada da genç yazarların yorumlarına, üsluplarına pek fazla müdahale etmedim. Düzeltmeler ve eksiltme-artırma gibi küçük tavsiye/önerilerle yazılarını yazmaları için teşvik ettim. Hepsi de genç ve akademik hayatlarının henüz başındalar. Bir ikisi dışında diğerlerinin çalışmaları yayınlanacak ilk yazıları olacak. Onların heyecanlarını kaybetmemeleri benim için çok önemli. Bu kitabın basılması onların bu heyecanını ve akademik çalışmalarındaki gayretlerini artıracağına eminim.

Yazıların bir araya getirilmesinde doktora öğrencim ve asistanım Samet Azap’ın, yüksek lisans öğrencim Ferhat Uzunkaya’nın çok emeği geçti. Eminim kitap yayınlandığında yazısı basılan arkadaşları onlara gereken teşekkürü edeceklerdir. Ben de kendilerine teşekkür ediyorum. Böyle çalışmaları doktora danışmanım Prof. Dr. Edward A. Allworth yapardı. Bizim seminer çalışmalarımız için de böyle bir kitap yapmayı düşünüyordu, fakat gerçekleşmedi. Ondan aldığım bu özelliği ve güzelliği devam ettirmek, ettirebilmek istiyorum. Benden sonrakilere örnek teşkil eder umudunu taşıdığımı da burada belirtmenin iyi olacağına inanıyorum.

Prof. Dr. Orhan Söylemez
Ardahan, 2014

Samet Azap 6
“Michel Foucault’un Özne ve İktidar’ına göre Yevgeni Zamyetin’in Biz romanında distopya ya da öznenin yitimi”

“Hepimiz yaşayan ve düşünen özneleriz”

Michel Foucault

Özet

İdeal bir toplum düzenin nasıl olmasının gerekliliği insanlarca sorgulanmış bu da insanlarda ütopik bir dünya arzusunu beraberinde getirmiştir. Ancak 20. Ve 21. Yüzyılda değişen dünya düzeni, yer değiştiren kıtalar, II. Dünya savaşının getirdiği değişimler, totoliter rejimlerin baskıları, hayatını kaybeden milyonlarca insanın varlığı insanları umutsuzluğa sürüklemiş bu doğrultuda ütopyanın bir eleştirisi olarak distopik anlatılar kaleme alınmıştır. Distopik ya da diğer bir söyleyişle anti-ütopik anlatıların en önemlileri arasında gösterilen Yevgeni Zamyetin’in Biz anlatısı da normalleştirilen, sürü haline getirilen bireyler üzerinden bir sistem eleştirisini içerir. Biz anlatısı, Michel Foucault’nun Özne ve İktidar kitabındaki “özne” ve “iktidar” tanımlamalarından hareketle irdelenmiş, iktidarın özneye hem özgürlük hakkı veren hem de boyun eğdiren paradoksal yapısı ile Biz anlatısındaki totoliter rejimin efendisi ile numaralarla bireysel kimlikleri silinen kitle arasındaki benzerlikler ortaya konumaya çalışılmıştır. Çalışmanın özünü içeren kimliksizleştirme politikası ve iktidar ile özne arasındaki ilişki Zamyetin’den sonra kaleme alınan 1984, Cesur Yeni Dünya, Ben gibi anlatılara da ilham kaynağı olmuştur. Biz anlatısı, totoliter rejimlerin sorgulama ve sonraki anlatılara kaynaklık etmesi yönüyle önemlidir.

Açar Sözcükler: Ütopya, distopya, biz, kimliksizleştirme, totoliter rejimler, özne, iktidar, Michel Foucault.

 

Ütopya’dan distopyaya kuramsal bir bakış

Platon’un Devlet adlı eserinde ideal bir devletin nasıl olmasının gerekliliği anlayışı ve Thomas More’un Ütopya’sında ortaya koyduğu ideal toplum düzeni ile ütopya geleneği başlamıştır. More’a göre ütopya bir ulusun en iyi yönetim şeklidir. (More 2009: 9) Thomas More’dan sonra Ütopyaya farklı tanım getiren Gustav Landauer olmuştur. Landauer, 1907 yılında çıkan “Devrim” adlı yazısında, ütopyayı; on altıncı yüzyıldan itibaren Avrupa’da süregelen tarihsel-toplumsal dönüşümlerin itici gücü olarak değerlendirmiştir. (Mannheim 2009: 9)

Landauer’ın ütopya kavramsallaştırılması, Thomas More’un 1516 yılında yazmış olduğu metindeki klasik ütopya kavramsallaştırmasından bir hayli farklılaşır. İkisinin ortak noktası ise, anlamsal içeriklerin benzerlik tartışmasından kaynaklanmaktadır: Şöyle ki, her iki yaklaşımda da ütopik idealin karşısında, mevcut toplumun baskıcı yönelimleri ve o zamana kadar ki tarihsel süreçte ezilmiş toplumsal sınıfların özgürleşme talepleri konumlandırılmaktadır. (Mannheim 2009: 20)

Bu ideal toplum tanımdan da anlaşılacağı üzere, ütopya ezilen kesimin özgürlük talepleri doğrultusunda şekillenmiştir. “Ütopyada, özgürlükten, eşitlik adına vazgeçilmesi ütopyayı totalitaryen bir tasarıya dönüştürmüş bu da ütopyaların, karşı ütopyasını da beraberinde getirmiştir.” (Yumuşak 2012: 47) Karşı-ütopya, kakatopya, anti ütopya ya da distopya gibi adlarla anılan terim, zamanla birçok anlatı metinde kurgusal olarak ütopyanın eleştirisi olarak ele alınmıştır. Distopik ya da anti-ütopik anlatıların tarihsel seyrine kısaca bakılması gerekir.

Bilinen ilk distopik eser, Tomassa Campenalla’nın (1568-1639) Güneş Ülkesi’dir. Campenalla eserin girişinde Platon ve Thomas More’un yapıtlarından etkilendiğini belirtir. Campenalla’dan sonra Francis Bacon’ın (1561-1626) Yeni Atlantis’i gelir. Batı’da durum böyleyken Doğu’da Farabi’nin (870-950) Medinetü’l-Fâzıla adlı eseri ile İbn-i Tufeyli’nin (1106-1186) Hayy Bin Yakzan adlı çalışmaları bu türün ilk örnekleridir. (Yumuşak 2012: 49-50).

20. yüzyıla yaklaşırken değişen dünya düzeni beraberinde insan haklarının ve bireysel özgürlüklerin önem kazanmasına yol açarken totaliter rejimlerin toplumlar nezdinde açtığı tahribat ütopyayı tekrar öne çıkarmıştır. Bülen Somay “her totaliteryen rejim ütopyacıdır” (Somay 2001: 8) derken baskıcı rejimlerin insanları köleleştirme çabasının distopyayı hızlandırdığını söyler. Bu perspektifte bilinenin aksine 20. Yüzyılın ilk distopik anlatıları: “H. G. Wells’in Gelecek Günlerin Bir Öyküsü ve Uyuyan Uyanınca roman/uzun öyküleri ve E. M. Forster’ın “Makine Duruyor” adını taşıyan öyküsüdür.” (Zamyatin 2011: 8) Ancak anti-ütopyanın ilk en başarılı örneği Yevgeni Zamyatin’in Biz (1924) romanıdır.7 Bundan sonra gelen çalışmaların hemen hepsi bu romanın yeni bir uyarlamasıdır. Zamyatin’in Biz romanını Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya (1932) adlı romanı izler. Biz’i takip eden ve Biz’in birebir kopyası olarak görülen konu ve işleyiş bakımından oldukça benzerlik gösteren Ayn Rand’ın Ben (1937) romanı da önemli distopik romanlar arasındadır. Ben romanında “biz”den “ben”e uzanan bireyin herkesleşmekten sıyrılarak kendilik bilincini oluşturması, kabuğunu kırması konu edinilir. Ancak en akılda kalan anti-ütopik ya da diğer bir deyişle distopik roman geleneğinin en yaygın bilinen örneğini George Orwell 1984’ü (1948) ile vermiştir. Totaliter rejimlerin bir eleştirisi olarak “big brother” (büyük birader) kavramını literatüre sokan roman aslında Biz’in yeni bir uyarlamasıdır. Yine bu romanlara ek olarak, Ray Bradbury’nin Fahrenheit (1953) adlı romanı bu türün başarılı örnekleri arasında gösterilir.

1Mehmet Kaplan Şiir Tahlilleri 1. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. İstanbul: Dergâh yayınları, 2002. 17. Basım. s. 9
2Umberto Eco. Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Deneme) İstanbul: Can yayınları, 2011. 5. Basım, İtalyanca’dan çev. Kemal Atakay.
3Umberto Eco. Yorum ve Aşırı Yorum (İstanbul: Can yayınları, 1997. 2. Basım, İngilizce’den çev. Kemal Atakay)
4Hilmi Yavuz. Okuma Biçimleri. Varlığın ve Sanatın Dili. İstanbul: Timaş Yayınları, 2010.
5Hilmi Yavuz. “Müzik ve roman ilişkisi üzerine bir giriş denemesi,” Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 90-93.
6Arş. Gör. Ardahan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü TDE anabilim dalı doktora öğrencisi.
7Alıntılar ve sayfa numaraları bu baskıya aittir. (Yevgeni Zamyatin (2011) Biz, (Çev. Füsun Dilek) İstanbul: Ayrıntı Yayınları)