Czytaj książkę: «Britanya Kahramanları»
Giris
On üçüncü ve on dördüncü yüzyıl halkının hoşuna giden efsaneleri ve hikâyeleri günümüz insanlarına yeniden anlatmak isteyen yazar kendini büyük bir malzeme yığınıyla karşı karşıya bulur. Akıllıca bir ayıklama yapmazsa ve bir seçme sistemine sahip değilse “Gerçek ile Fantezinin el ele yürüdüğü” büyülü bir diyarın labirentlerinde, tıpkı romantizm zamanlarında şaşkına dönen eski şövalyeler gibi kaybolur. Ortaçağ edebiyatının loş yollarındaki mistik figürler her taraftan ona seslenir. Periler, goblinler, cadılar, şövalyeler, leydiler ve devler onu baştan çıkarır ve Theseus gibi yol gösterici ipucunu yakından takip etmezse hiçbir hedefe ulaşamadığını, net bir bakış elde edemediğini, hiçbir sorunun cevabını bulamadığını görecektir. Ortaçağın büyüsüne kapılmış olarak kalacaktır:
“Gece veya sabah, umut veya korku nedir bilmeyen,
Belalar ve yiğitliklerle dolu yılların zevk ve kederi.
Dirilten ve neşelendiren savaşlar, dertler ve zaferler,
Ve tarihe geçmiş hikâyelerin bulutlarından yağan yağmur,
Tutku, gurur ve acı.”1
Modern araştırmacıya ortaçağ düşünce yapısının labirentlerinde rehberlik edecek böylesine değerli bir ipucu, bu kitapta ortaya koymaya çalıştığım şeydir: İdeal kahramanın, Britanya’nın ve erken dönem ile ortaçağ İngiltere’sinin düşünce yapısının onu tasarladığı şekliyle arayışı ve temsili; ayrıca destansı veya efsanevi şu veya bu belirli kişiyi, hakkında şarkı söylenen veya yazılan yüzyılın bir kahramanı yapan özelliklerin incelenmesi.
Yalnızca “Cesaret edebildiklerini görkemli bir şekilde yapabilen eski kahramanlar”ı2 değil ayrıca, “Adamızın kahramanları ve bizi Britanyalı yapan erkekler ile kadınlar”ı3 incelediğimizde ilgimiz daha da derinleşiyor.
Thomas Carlyle, “İnsanlar varlığını sürdürdüğü sürece kahramanlara tapınma da hep var olacak,” demiştir ve insanların büyük kahramanlara duydukları bu sadık hayranlık, karakterleri hakkında hüküm vermemizi sağlayan en kesin göstergelerden biridir. Kahraman nasılsa ona hayranlık duyanlar da öyle olacaktır. Robin Hood’u idol olarak kabul eden insanların, baskıcı yasalara başkaldıran veya kanunu, zulmü önleme konusunda yetersiz bulan, yanlışların yasadışı bir şekilde cezalandırılmasını ve sapkın adaletin cesurca ifşa edilmesini yücelten kimseler oldukları görülür. Beowulf destanını dinleyen savaşçılar, tüm kahramanca niteliklerin en iyisinin fiziksel hüner olduğunu ve Roland’a hayran olan Normanlar onda ideal feodal sadakati gördüler. Her çağda ve her milletin kendine özgü bir kahramanlık ideali vardır ve her çağın popüler efsanelerinde bu ideal bulunabilir.
Bu efsaneler kahramanı kendi çağında göründüğü gibi vermekle kalmaz, bazı eski okyanus yatağının yükselmiş katmanlarında fosillerin bulunması gibi sosyal yaşamı, erdemleri ve ahlaksızlıkları, geleneğe gömülü olan eski çağların batıl inançlarını ve inanışlarını da gösterir. Onlar artık yaşamıyorlar ama çoktan bitmiş hayatların simgesi olarak varlıklarını sürdürürler. Dolayısıyla ulusumuzun kahraman efsanelerinde yüzyıllar önceki atalarımızın düşüncelerinin ve dinlerinin izlerini bulabiliriz. Bu maceralarda birbirine dokunan izlerdir bunlar.
Bu mısralarda övülen yalnızca İngiliz ulusu değildir. Günümüzde İngiltere’de hiç kimse saf bir soya mensup olduğuyla övünemez, bilakis aile geçmişini Frank, Norman, Sakson, Dan, Roman, Kelt ve hatta İberyalılarla yapılan evlilikler yoluyla tarih öncesindeki insana kadar mecburen götürmek durumundadır.
“İngiltere’nin kahramanları,
İskoç, Kelt, Norman ve Dan
Kuzeylinin kas gücü, yüreği ve beyniyle
Ve kuzeylinin kutsama veya felakete karşı cesaretiyle oluşur.”5
Tennyson, Alexandra’nın gelişini şöyle selamlar:
“Sakson veya Dan veya Norman
Töton veya Kelt veya ne olursak olalım, biz biziz.”
Şair burada, saf kandan gelmekle övünmenin üstünü örtmeyeceği bir gerçeği kabul etmektedir yalnızca. Bu, çağdaş İngilizin birçok özelliğe sahip çok sayıda ırkın bir bileşimi olduğu gerçeğidir. Onu anlamak istiyorsak erken dönem İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Galler’deki bilmecenin ipucunu aramalıyız, hatta Fransa bile bilmecenin çözümüne kendi payını ekler.
Adamızdaki insanların izini sürebildiğimiz kadarıyla Britanya, ilk olarak hiçbir tarihi belge bırakmayan mağara adamlarının yaşadığı bir yerdi. Bu insanlar, çağlar boyunca İberyalılar veya İveryalıların doğudan gelişiyle yok oldular ve Basklarla çarpıcı bir benzerlik taşıyorlardı. Bu, batıda dolaşan, çoğu ulus göçünü batıya doğru iten içgüdüyle hareket eden bir Moğol kabilesinin kuzeye ve güneye yönelen şubeleri olabilir. Bunların biri denizin tehlikelerine göğüs germek ve Britanya ve İrlanda’ya yerleşmek, diğeriyse Pireneler’i geçmek ve derin vadilerinde korunaklı yerleşim yerleri edinmek amacı taşımış olabilir. Ya da Pireneler’den gelen Basklılar, sepet işi kayıklarıyla Biscay Körfezi’ndeki fırtınalara meydan okuyarak Britanya kıyılarına çıkmış olabilirler. Bu gürbüz gezginler kısa ve korkutucuydular. Sert çehreleri ve uzun kafaları vardı. Esrarengiz ve acımasız insan kurban törenleriyle doğa güçlerine tapıyorlardı. Totem ve atalara tapınma kültüne sahiptiler. Ayrıca anaerkil soyun ataerkil soydan daha üstün olduğuna inanıyorlardı. Daha güçlü ve daha medeni olan Keltler buraya gelince bu ufak cahil adamları sürdüler. Kalanları köleleştirdiler veya kadınlarıyla evlendiler ve karşılığında tebaalarının acımasız Druid dinini benimsediler. Peri masalı kitaplarımızı dolduran cüceler, goblinler, elfler ve cinlerle ilgili bütün o hikâyeleri muhtemelen bu İberyalılara ve Keltlerin onlardan korkusuna borçluyuz. Bu varlıkların yaşadıkları yerler hakkındaki tasvirleri dikkatlice incelediğimizde bunlarla İber ulusunun yer evleri, mağaraları, yuvarlak kulübeleri ve hatta mezar höyükleri arasında benzerliklere rastlarız.
İberlerden sonra gelip onları süren veya onlara boyun eğdiren ve böylelikle bir zamanlar efendisi oldukları toprakta onları köle durumuna düşürenler Hint Avrupalı Kelt ulusuydu. Britonlar ve Belgalar gibi farklı boylardan oluşsalar da özleri ve fiziksel özellikleri aynıydı.
Uzun boylu, mavi gözlü, sarı veya kızıl saçlı Keltler, ufak tefek İberyalıları her bakımdan alt ettiler ve dövmeleri onlara genellikle ulusal bir unvanla karıştırılan bir isim verirken (Piktler yani boyalı insanlar) onların savaşta düşmanlarına karşı korkunç ve barış zamanında bile vahşi görünmelerini sağladı. İberyalılardan çok daha üstün bir medeniyetleri vardı. Silahları, savaş arabaları, hayat tarzları ve kadınlarına davranış biçimleri Homeros’un Greklerininkiyle o kadar benzerdir ki Homeros’un anlattığı Greklerin aslında işgalci Keltler (veya Kuzey Avrupa’nın Gal kabileleri) olduğu yönünde bir teori geliştirilip desteklenmiştir. Durum gerçekten böyleyse Keltlere ölümsüz bir kültür ve medeniyet borcumuz var. Sakson materyalizmini yükselten ve belirginleştiren ulusal karışımımızdaki geçmişe duyulan tutku, ateşli vatanseverlik, manevi güzelliğe duyulan özlem daha çok onlara aittir.
“Erin devleti yıkılmış ve İskoç diyarını değiştirmiş de olsa,
Mona’nın gücü yetersiz olup Llewellyn’in topluluğunu uyandırmamış olsa da,
Ambrose Merlin’in kehanetleri boş masallar olarak görülse de,
Iona’nın mahvolmuş manastırları kuzey fırtınaları tarafından süpürülmüş olsa da,
Denizle ayrılmış Gaeller isimde ve ünde birdirler.
Bizim kardeşlerimiz ayrıca Kuzey İspanya ve İtalya’da da yaşarlar,
Ve ataları hakkında cesurca efsaneler anlatırlar
Kartal veya Hilal tarihin şafağında
Gaelleri yenen yüce Roma’nın ilerleyen bayraklarının önünde duruyor:
Denizle ayrılmış Gaeller
İsimde ve ünde birdirler.”7
Milli edebiyatımıza ve karakterimize Kelt katkısının değerini ne kadar abartsak yeridir. Bize Ossian’ı, Finn’i, Cuchulain’i armağan eden, Deirdre’nin kederli aşkı ve kaderi hakkında şarkı söyleyen, İrlanda’daki her taş mezar bu âşıklarla ilişkilendirilinceye kadar Diarmit ile Grania’nın maceralarını anlatan ulustur bu. Tahtı Edinburgh’da bulunan ve varlığı Lakes, Galler, Cornwall ve Breton ormanlarını rahatsız eden Kral Arthur’u bize miras bırakan ulus:
“Adı hayalet olan o kır saçlı kral
İnsan biçimli bir bulut gibi akıyor dağın zirvesinden
Ve höyüğe ve taş mezara oturuyor.”8
Kutsal Kâse heykelini bizim için koruyan ulus, modern Britanya’nın şekillenmesinde katkısı büyük olan ulus.
Bununla birlikte Keltlerin üstünlük dönemleri de geçti: Romalılar onların üstünlüğüne son vererek onları çaresiz ve bağımlı hale getirdi. Germen kabileleri Sakson, Angus, Frizyalı veya Jütlerin evlerine yerleşti ve toprağın eski sahiplerini köle olarak yönettiler. Bu yeni gelenler, topraklarına el koydukları Keltlerden fiziksel olarak farklı değildi. Uzun boylu, sarı saçlı, gri gözlü ve güçlü Cermenler Keltlerden daha sert ve daha sağlam savaşçılardı. Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altında yüzyıllar boyunca tantanalı bir hayatları olmuştu. Barış sanatlarıyla ilgilenmemişler, yalnızca savaş sanatlarını geliştirmişlerdi. Başka diyarlara açılan savaşçılar ve denizciler olmayı seçmişlerdi. “Uçsuz bucaksız” izbe yerlerin topraklarını sürdüler ancak aynı zamanda dikenli sürgün yollarında iz sürerken anavatanlarını çok özlüyorlardı. Fiziksel korkaklık, onlar için efendilerine ihanetten sonra gelen affedilmez bir günahtı. Thane’in9 şefine olan sadakati Anglosakson savaşçısı için çok derin ve kalıcı bir gerçeklikti. İngiliz ulusumuzun ilk şiirlerinde, diğer ırkların hissettiği ve ifade ettiği kadın sevgisinin yerini “sevgili efendisi, şef-dostu” sevgisi alır.
Anglosakson inancına göre, sessiz bir ölüm insan hayatının en kötü bitiş şekliydi. Bu bir insanın her şekilde kaçınması gereken “ineğe yakışır bir ölüm”dü. Diğer taraftan savaşta ölmek, galip veya mağlup olsun, bir savaşçıya layık bir sondu. İngiliz kahramanın zihninde ölüm korkusu ya da kader yoktu. İlki kaçınılmazdı ve ikincisi kararlarına gururla ancak uysal olmadan itaat edilmesi gereken bir tanrıçaydı.
Belki de bu Anglosaksonların zihninde maneviyat ve güzellik sevgisi azdı; hayatın güzellikleriyle pek ilgilenilmiyordu. Ama sağlam bir sadakatleri, dürüstlükleri, görev uğruna ölüme karşı cesur bir duruşları vardı ki bunu modern İngilizlerde hâlâ gözlemleyebiliyoruz. Saksonlara ait hikâyeler şu şekildedir:
“Yücelik ve kahramanlıkta insandan öte savaşçı krallar,
Şan için yine çabalıyorlar,
Altın lir her zaman destansı ilahiler çalarken.”11
İngilizler (bizim genel olarak adlandırdığımız üzere Anglosaksonlar) İngiltere’ye yerleşerek savaşçı kabilelerini bir araya getirdiğinde ve kısmen merkezi bir hükümet geliştirdiğinde ulusal varlıkları Danimarkalıların saldırılarıyla tehlikeye girdi. Ünleri önlerinden giden bu Danimarkalılar, Christiania Wik’ten gelen bu Vikingler, Norveç’ten veya İzlanda’dan gelen bu Kuzeyliler, Anglosaksonlarla akraba bir halktı. Onlara karşı beslenen korku, eski kilise ayinindeki duaya esin kaynağı olmuştu: “Rabbim, bizi Kuzeylilerin hiddetinden koru!” Sarı saçları, mavi veya gri gözleri, uzun boyları ve kaslı yapıları saldırıp yağma ettikleri ırklarla akrabalıklarının ispatıydı ancak maneviyatları yenilen Germen kabilelerininkinden farklıydı. Vikingler denizi çok seviyorlardı. Deniz onların yazlık evleri, savaş ve kazanç sahasıydı. “Bir yaz yağması”na gitmek gerçek Viking için olağan bir işti ve ev hayatı ile aile saadetinin keyfini ancak kışları yaşayabiliyorlardı. Kuzeylinin içinde yaşadığı, hareket ettiği ve varlığına sahip olduğu ilkelerle kendinden geçmiş bir şekilde savaşması, ona acımasız bir özellik kazandırdı ki bu, daha barışçıl Anglosakson karakterindeki hiçbir şeye benzemiyordu. Kendi ölümünü hiçe sayması, insan yaşamına ilişkin belirli bir duygusuzluğa ve fiziksel ıstırap vermekten belirli bir zevk almasına yol açtı. Vikinglerde bir Kızılderili acımasızlığı vardı ve bu, İskandinavların Batı Avrupa üzerindeki yükseliş hikâyesinde büyük rol oynadı. Bununla birlikte Anglosaksonların daha yavaş ve daha sakin mizacıyla güçlü bir şekilde tezat oluşturan, cesur ve cüretkâr bir eylem, umursamaz bir yiğitlik, hızlı kavrayış ve icra gücü vardı. Modern İngilizler, İngiltere’yi dünyadaki en büyük sömürge milleti yapan girişimcilik yeteneğini, macera ve cesur eylem tutkusunu muhtemelen bu Danimarka özelliğine borçludur. Danimarka, Nors veya Viking unsurları, ortaçağ Avrupa’sından çok uzaklara yayıldı: İzlanda, Normandiya (Kuzeylilerin Diyarı) Man Adası, Hebridler, Doğu İrlanda, Doğu Anglia’daki Danelagh ve Cumberland vadilerinin tümünde fetihçi Danimarka ulusunun izlerine rastlanır. Akın üstüne akın yaparak İngiltere’ye geldiler ve adamızın yarısı Danimarkalılaşıncaya kadar burada kaldılar. Hatta kraliyet ailemiz bile bir süreliğine Danimarka’nın kraliyet soyundan geldi. Guthrum vaftiz edildiğinde İngiltere’deki Danimarkalılar tarafından Hıristiyanlığın kabulü İngilizlerle kaynaşmalarını çok daha kolaylaştırdı. Ancak Yuvarlak Kuleler’in hâlâ (bazı yetkililerin iddia ettiği gibi) dehşete düşmüş yerli İrlandalıların, İrlanda Hıristiyanlığının bütün dokusunu neredeyse yok eden Danimarka öfkesinden nasıl korunduğunu göstermeye devam ettiği İrlanda’da durum böyle değildi. İrlanda efsaneleri de genellikle Norveçli anlamına gelen “Lochlann”lı korkusuyla doludur. İrlanda’nın büyük kıyı şehirleri (Dublin, Cork, Waterford, Wexford ve diğerleri) o kadar Danimarkalılaşmışlardı ki, mübarek ve muzaffer Brian Boru’nun öldürüldüğü nihai Clontarf muharebesi sayesinde İrlanda, Hıristiyan âlemine bağışlandı ve putperest işgalcilerin gücü sınırlandırıldı.
Norman Fethi sırasında ikinci bir İskandinav istila dalgası İngiltere’yi kasıp kavurdu ve yerli İngiliz nüfusunu bir süre bastırdı. İster dini motivasyonla ister yağma arzusuyla Normandiyalı William’ın kutsal bayrağını takip etsin, Norman şövalyeleri Danelagh’a yerleşen Danimarkalılar kadar Vikingti. Viking şefi Rolf’un (Rollo veya Rou) Normandiya’yı fethettiği günlerde takipçilerinin şiddetli korsanlık içgüdüleri torunları üzerinde hâlâ etkiliydi. Dindarlık ve ilim, feodal hukuk ve gelenek Norman’ın karakteri üzerinde kısmen etkili oldu ama o özünde hâlâ bir kuzeyliydi. Norman baronları, bağımsızlıkları için Duke William’a karşı Harold Fairhair’in efendiliğini kabul etmeyen ancak Harold Fairhair Norveç kralı olmayı başardığında İzlanda’yı kolonileştirmek için kaçan o İskandinav şeflerinin kararlılığıyla savaştılar. Vikingleri diğer toprakları yağmalamaya iten denizcilik içgüdüleri, aynı şekilde Normanları İngiliz Kanalı’nın aşağısında ve yukarısında korsanca yağma yapmaya sürükledi ve Normanlar İngiltere’ye yerleştiklerinde Kanal’da İngiliz ve Fransızlar, cüretkâr Kentliler ile Normanlar veya Kernevekler ile Bretonlar arasında sürekli deniz savaşlarının meydana gelmesine yol açtı. Her iki taraf da savaşçı bir mizaca sahipti ve denize karşı ortak bir tutkuları vardı.
İngiltere’nin Normanlar tarafından fethi, Norman faaliyetinin yalnızca bir örneğiydi: Sicilya, İtalya, Konstantinopolis, hatta Antakya ve Kutsal Topraklar’da zamanla Norman devletleri, Norman yasaları ve Norman uygarlığı görüldü. Hepsi Norman enerjisinin ve ilhamının dürtüsünü aynı şekilde hissetti. İngiltere, Norman istilasına hazırdı. William, Mukaddes İtirafçı Edward’ın barışçıl vârisi olma umudundan vazgeçmek zorundaydı. İngiltere’nin Norman kontları, kilise üyeleri, saray mensupları tarafından aşamalı olarak ele geçirilmesi Kont Godwin ve oğulları (Danimarka ırkından geliyorlardı) tarafından idrak edilip kontrol edildi. Ama hâlâ bir yol ya da açık bir savaş ve dinsel gayret için bir çağrı vardı ve William bu yolu seçti. Gaspçı Harold’ın oturduğu tahta kişisel bir hak talebiyle Aziz Peter’ın gerçek halefine itaat etmeyi reddeden bölücü ve sapkın İngilize karşı bir haçlı çağrısını birleştirme fikrinde devlet adamlığı olduğu kadar deha da vardı. Fikrin başarısı, gerekçesiydi: Seferin başarısı, İngiltere’nin, oğullarının halsiz mizacını canlandırmak için yeni bir mayaya ihtiyaç duyduğunu kanıtladı. Norman Fethi, İngiliz ulusunu yalnızca canlandırıp harekete geçirmekle kalmadı, aynı zamanda birleştirip sağlamlaştırdı. İlk başta sadece Norman kralının despotluğu tarafından kontrol altında tutulan Norman soylularının zorbalığı, ortaçağ İngiliz yaşamında ulusal bir bilincin oluşmasına yol açan etkendi. Bu, Uyanık Hereward’da, Robin Hood’da, Willia Cloudeslee’de ve diğer birçok İngiliz kahraman-isyancılarda görülen tiranlığa karşı isyancı kahramanlığının takdir edilmesine de yardımcı oldu. Ancak insanları yavaş yavaş İngilizler olarak kendi haklarının idrakine götürdü. Tüm insanlar kendilerini İngiltere’nin oğulları gibi hissettiğinde, Norman ve Sak-son’un birbirlerine yabancı olduğu günler geçmişti ve Norman soyguncusu kısa sürede Danimarkalı Viking, Anglosakson denizci veya Kelt yerleşimcisi kadar gerçek İngilizler haline geldi. Daha sonra Norman katkısının tam değeri, daha hızlı entelektüel kavrayışta, daha çevik zekâda, daha keskin bir saygı duygusunda, daha ruhani bir dindarlıkta, daha saf bir nezaket ve hukukun değerine dair daha aydınlanmış bir algıda görüldü. Asıl Sakson ırkının materyalizmi, birçok etkiyle art arda değiştirildi ve bunların en önemlisi özellikle Norman Fethi’ydi.
Norman fethinden itibaren İngiltere Fransızlar, Flamanlar, Almanlar, Hollandalılar gibi birçok milletten insana kucak açtı. Savaşla, ticaretle, macera sevgisiyle, din yoluyla gelen bu insanlar, tüccarlar, mülteciler ve sürgünlerin hepsi burada misafirperver bir barınak ve ikinci bir yuva buldular. Hepsi, onları oğulları sayan ve gerçek anlamda öyle gören “kır saçlı yaşlı anne”yi sevmeye başladılar.
Adalarımızdaki ırkların karışımını coğrafi olarak da tanımalıyız. En uzak batı sınırları, hayalimizdeki İberyalının sahip olduğu insan tipini en iyi şekilde gösteriyor: Batı İrlanda, Hebridler, Orta ve Güney Galler ve Cornwall’da İber asıllı halklar hâlâ yaşıyorlar. Mavi gözlü Keltler günümüzde Kuzey İskoçya’da ve Galler ile Marches’ın büyük bölümünde (Hereford ve Shropshire’da, Worcestershire ve Cheshire’a kadar) yaşıyorlar. Cumberland Dales, Fen Country, Doğu Anglia ve Man Adası Danimarka soyunun, dilinin gelenek ve göreneklerinin izlerini taşımaktadır. Yavaş ve sert Saksonlar hâlâ Thames’ın güneyinde Sussex’ten Hampshire ve Dorset’e kadar uzanan topraklarda yaşıyorlar. Angluslar, İskoçya ovalarına ve Keltler de batı kenarı boyunca kalıcı olarak yerleştiler. Flaman soyu, bir yanda Pembroke’ta (“Galler’in Ötesindeki Küçük İngiltere”), diğer yanda Norfolk’ta kalıntılarını gösterir.
Tüm bu milletlerle, tüm bu tabiatlarla kendi içimizde harmanlanmış, adalarımızda üretilen edebiyatın milliyete ve çağa göre değişen birçok farklı kahramanlık idealini içermesi şaşırtıcı değildir. Bu nedenle Beowulf’un fiziksel yiğitliği, Danimarkalı Havelok’un yiğitliğiyle, Diarmit’in şövalyeliği de Roland’ın şövalyeliğiyle aynı nitelikte değildir ancak her ikisi de kaba kuvvet sahibi kahramanlardır. Bir ulusun ideallerini değiştirmede dinin payı vardır ve “Elene”in erken dönem İngiliz şiirinin savaşçısı Konstantin, “ahlaki Gower’ın” kıyamet masalının şefkatli Konstantin’iyle karakter bakımından çok uzaktır. Krallarına ve rahiplerine mutlak itaat eden ilk kahramanların yasalara uyan doğası, her ikisi de kiliseye ve krala meydan okuyan ve hatta her ikisinin yönetimine karşı isyan etmeyi bir hak olarak gören Gamelyn ve Robin Hood’un kanunsuzluğundan tümüyle farklıdır. Buradan kahramanlarımızın çok farklı tip ve karakterlere sahip olduğunu keşfedeceğimiz sonucu çıkar ama her birinin kendi çağına göre, o çağın edebiyata sokacak kadar sevdiği ve etkisini en iyi yollarıyla sürdürdüğü bir kahramanlık idealini temsil ettiğini kabul edeceğiz. Arthur’dan başka pek çok kahramanın (Barbarossa’da Hiawatha’da hatta Napolyon’da) ölmediği, ancak ölümsüz diyara geçerek kendi zamanlarında tekrar ortaya çıkacaklarına dair bir gelenek gelişmiştir. Tennyson’ın söylediği gibi:
“Onun büyük ozanları öbür dünyada şarkı söyleyecek
Eskinin karanlık sözleri
İnsanların zihninde dolaşacak ve çınlayacak
Gündelik işleri bittikten sonra dinlenmek için
Ateş başındaki kadim halk tarafından tekrar edilecek
Kral’ı anlatacaklar.”
BIRINCI BÖLÜM
Maxen Wledig’in Rüyasi
Konstantin’in Konumu
Görünüşe göre İmparator Büyük Konstantin’in ortaçağ İngiltere’sinde çok önemli bir yeri vardı. Anglosakson dönemlerinde bile ismi etrafında pek çok efsane şekillenmişti, öyle ki erken dönem İngiltere’nin dini şairi Cynewulf, “Elene” adlı şiirini esasen onun din değiştirmesi konusu üzerine yazmıştı. In hoc signo vinces ibaresi bulunan Kutsal Haç görüntüsüyle ilgili hikâye, putperestliği uzak bir soyutlama değil faal bir gerçek olarak gören bir şaire ilham veriyordu. Konstantin’in Roma Kilisesi’ne ve kilisenin piskoposu Sylvester’a karşı cömertliği, ortaçağ düşüncesinde onun karakterine başka bir çekici unsur ekledi. Daha önceki ve daha özgün kayıtlardan tamamen farklı olarak, onun din değiştirmesinin ve cömertliğinin başka efsanelerinin ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Böylelikle “erdemli Gower”, “Confessio Amantis”te merhamet erdeminin güzel bir örneğini oluşturan Konstantin’in dönüşümünün sebebi hakkında bize farklı bir efsane sunmaktadır. Bu geç tarihli efsanenin nereden kaynaklandığına dair hiçbir bilgimiz yok, zira Konstantin’in tarihiyle ilgili bilinenler onu bir merhamet müridi olarak görmemize izin vermez. Bununla birlikte bu efsanenin varlığı ortaçağ zihniyetinin onun kişiliğiyle meşgul olduğunu gösterir. Konstantin’in İngiltere için önemini gösteren en ilginç kanıtlardan bir diğeri, “Mabinogion”da korunan “Maxen Wledig’in Rüyası” efsanesinde bulunmaktadır. Bu hikâye, vatansever Gal efsanelerine aittir ve İngiliz Prensesi Helena’nın Roma imparatoruyla evliliğini kader tarafından belirlenmiş bir şey gibi göstererek yüceltme eğilimindedir. Gal destanındaki kahramanın Konstantin yerine İmparator Maxentius olması, efsanenin ilgi çekiciliğinden pek fazla şey götürmez. Bu, sevenin rüya, hayal veya sihirli cam aracılığıyla sevdiği kişinin evine ve kalbine götürüldüğüne dair iyi bilinen bir temanın bir örneğidir yalnızca.